ZAMANI ÖLDÜRMEK
BÖLÜM I
Oturduğu sallanır koltukta sallanırken bahçesine sıkıntıyla baktı. Yeşeren otların arasında kurumuş çalı çırpılar ve kurumuş yapraklar rüzgârla beraber hışırdıyordu. Sabah, uyanır uyanmaz, ada çayını hazırlayıp fazla demlenmesini beklemeden ince belli çay bardağına bir bardak çay koyup dışarıya çıkmıştı. Hava serinceydi yaz sonrası, inceden inceye ısırıyordu bedenini. Ürperdi.
Tek başınaydı Adam. Yalnızlık belini büküyordu ama yalnız yaşayıp ta kendi
işlerine yetişmeyi, ihtiyaçlarını görmeyi öğrenmişti. Yalnızdı, gerçek bir
yalnızlık içinde, yalnız evinde değil, köyde de başka yaşayan kalmamıştı.
Çayından bir yudum aldı. Acımsı tadı önce dilinde sonra da artık yaşlanmış
beyninde hissetti. Demli çaydan ziyade bu tada bağımlı olmuştu.
“Uhh, harika... Ellerime sağlık.”
Ellerine baktı bir süre, buruşmuş derisinden beyazımsı kemikleri, fırlamış
mor damarları görünür biçimde titriyordu. Sever gibi yüzüne sürdü ellerini.
Sakalları zayıf telcikler halinde belirgin ama dikkatle bakılırsa ergenliğe
yeni erişmiş genç gibiydi. Tırnakları uzamış kararmış bir halde ona
bakıyorlardı. Sağ eliyle sol elinin tırnaklarını kesebilirken, eski gücünü
kaybeden sol eliyle sağ elinin tırnaklarını kesememeye başlamıştı bir kaç
senedir. Onları da törpüyle kısaltabilmeyi öğrenmişti Adam. Bahçesi son dönemde
görülmemiş biçimde bozulmuş kuruyan veya çürüyen bitkilerle doluydu.
Yapabildiği tek şey çok eski bir tırpanın yardımıyla evin önündeki yola çıkan
taşlığı arada bir açmaktı. Onu da belki bir kaç ayda, bir iki sefer ara
verdikten sonra yapar olmuştu.
Kimseyi görmüyordu artık, yooo, gözleri görüyordu ama göreceği kimse
kalmamıştı. Arada bir köyün içinde yürürdü, elinde kocaman sopası ve Nazikle
beraber, bir baştan bir başa taa şehre giden yolun başlangıcına kadar giderdi..
Nazik yaşlı bir Kangaldı, son on beş senedir beraberdiler. Son gezdiklerinde
köyde kimseye rastlamamışlardı, bir kaç başı boş dolanan çoban köpeklerinden
başka. Nazikle hırlaştılar ama Adamın sopasından da çekinmişlerdi. Bu yıl
yürüyüşe çıktıklarında köpekleri de göremedi Adam. “Nereye gittiler” diye
merak dahi etmedi. “Ölmüşlerdir, ya da bir birbirlerini yemişlerdir” diye
düşündü.
Geçen senelerin birinde köydeki evleri tek tek yokladığında kafasına dank
etmişti yanlızlığı. İnsanlar yerine bir sürü harabe ev, hayvan leşleri, kırık
pencere ve kapılara, terkedilmiş pulluk ve traktöre rastlamıştı. Bir de bir
yakın okuma gözlüğü bulmuştu, bir pencere pervazında, gözüne de uygundu.
Köyde kimse kalmamıştı, yaşayanlar belki de yıllar önce ya burayı terk
etmişler, ya da ölmüşlerdi. Adam ancak yeni keşfediyordu gerçek yalnızlığı. Zar
zor gören gözleri için o gözlüğü yanına aldı. Bundan iki yıl önce
oluyordu bu. Ancak Onun için herşey her hatıra birbirine karışmış olduğundan,
geçen sene geçen haftaya, geçen yıllar ise birbirinin içine girmişti. Hepsi
sanki dün olmuş gibi hatırlıyordu. Kışa girmek üzere oldukları günlerden bir
gün hatırladıklarıyla bir takvim yapabilmek kararıyla güne başladı.
“Bir bir işaretleyeceğim yaşadığım günleri... Daha ne kadar yaşayacağımı
göreceğim” dedi. Köpek dikkatle dinliyordu onu.
“Bir gün önce misket elmalarını topladım” dedi yüksek sesle, “Bunu
unutmayayım” O sırada aklına ondan bir gün öncesinde de Amasyaları
toplamış olduğu geldi.
“Daha önceki gün ise komşu evleri dolaşmıştık, değil mi Nazik? Ulen
yoksa o daha mı önceki gündü? Olabilir... Mi? Ben bir yerden başlamalıyım
saymaya, o gün başlangıç olmalı bu zamazingo için. Ne?”
“Zamazingo demem normal Nazik. Böyle takvim olmaz arkadaş”
Adını işitince Nazik Adama bakarak hafifçe havladı.
“İşte o gün ben dünyadaki tek ve son insan olduğumu anladıydım, değil
mi? İşte onunla başlasın benim bu zamazingo, tamam mı?” Sesiz kalınca Nazik,
Adam ona çıkıştı.
“Bir şey söyle ulen!” Nazik halâ yüzüne bakıyordu. “Bırak canım sen de!”
“Zaman ne ki benim için?!” dedi kendi kendine. Dün bugüne, evvelki gün yarına karışıyor da önemli miydi bu? Onu da bilmiyordu. Zaman neydi ki onun için. Ya da O neresindeydi zamanın? Bilebildiği başlangıcı vardı ama sonu nerede? Ne zaman bitecek? O gün o kararı vermişti, her günü kaydedecekti işte.
“Lan Nazik takvim gibi bir çetele tutacağım, günleri kaydedeceğim, insan
dünü bugünü ve yarını bilmez mi len?” Köpek koca kafasını ona doğru çevirdi
yine.
“Sen bilmezsin tabii, biz eskiden günlere Perşembe derdik Cuma derdik,
Cumartesi derdik... Haftanın günleri yedidir, derdik, neden sekiz veya on değil
bilmem ama öyle derdik Nazik!” Düşündü “Acaba bugün günlerden ne olmalı?” diye
düşündü düşündü, bulamadı.
“Neyse, ne!” Cuma olsa mesela, ya da Pazartesi mesela? Ya da Salı. Köpek
başını salladı gibi geldi Adama.
“Salı mı olsun? Neden?” Köpeğin gözlerinin derinine dikkatle baktı.
“Sence bir sakıncası mı var? Neden olmasın?” diye mırıldandı, köpek...
“Annem bir örgüye başlarken, Salı olmamasına dikkat ederdi oğlum! Salı günü
başlanan iş sallanır sürer gider derdi... Ama şimdi günlere isim vermeye gerek
yok. Ama o gün önemli ne olmuşsa kayıt edeceğim diyorum, anlayabildin mi sen?”
Adam kendini bu dünya da yaşayan tek varlık diye kabul etti o gün. Köyün tepede
oluşu ufkunu bir hayli genişletmişken evinin önündeki taşlıkta durup karşılara
baktığında kuru çıplak tepecikleri ve oradan şehre giden şoseyi rahatlıkla
görüyordu. Olduğu yerden şöyle bir doğrulup baktı. Gelen gideni görür müyüm
diye ama boşuna...
Evdeki eski zamanların birinde alınmış bir bastonu alıp getirdi bahçeye.
Yakın gözlüğünü taktı gözüne. Adam elindeki bastonu elinde evirip, çevirerek
şöyle bir tarttı. Elindeki çakısıyla bastonun gövdesinde aşağıdan başlayarak
ucuna bir üçgen çizdi. Yanına bir düz çizgi çekip “Bu yalnızlığımı
bildiğim gün olsun” dedi. Ertesi gün Amasya elmasını sonraki günde misket
elmasını topladık dimi?”
Köpek: “Evet” dedi. Adam yan yana iki elma çizip birer düz çizgiyle
iki günü birbirinden ayırdı. Beğeniyle baktı bastona ve sonra içeri götürüp
girişin yanındaki askıya astı, köpeğe dönüp yüksek sesle:
“Yarın bana bastonu unutturma tamam mı?” diye köpeğe tembihledi.
Tekrar karşı tepelere doğru döndü, şehirden gelen yola dikkatle baktı.
“Gerçekten de gelen giden olmuyor mu?" Ben bakmazken birileri geliyor mu
kuşkusu düştü yüreğine. Başını uzaktaki yola aniden çevirdi. Yine bir şey
göremedi. Durdu köpeğe doğru eğildi:
“Sen de olmasaydın ben ne yapardım, Nazik?” Köpek kısaca havladı. Adam
birden başını kaldırıp tekrar yola doğru baktı, hiç bir hareket yoktu.
“Bir araç veya hayvan gelse sesini duyarsın, ahbap!” dedi köpek. Adam ona
döndü baktı: “Haklısın arkadaşım...”
Yemesin lahanayı...”
“Dandini dandini danistan,
Yıkılsın Arabistan,
Arabistan’nın kızları,
Ne don giyer, ne fistan.”
O günden itibaren başladı Adamın baston kayıtları, dikkatle takip etmeye
çalıştı günler boyu. Üşenmeden atlamadan çizmeye devam etti, böylece daha bir
titiz davranıyordu, zamanı öldürmeye. Adam zamanı öldürerek sona erdireceğini
sanıyordu. Köpek ona güldü, kısık sesle...
Adam sabahın ısırgan serinliğinde ada çayından bir yudum daha aldı:
“Bunun bu kokusu bu acı tadı sabahleyin beni kendime getiriyor Nazik”
İsmini duyunca Nazik kafasını taş zeminden kaldırdı.
“Bugün yapacağım ne vardı?” Kafasını zorladı biraz. “Bugün kilerde kalan
son çuvallardan birini açalım da bir kaç ekmek yapalım, Nazik!”
“Çok yaşlandı” diye aklından geçirdi Adam. Köpek ağarmış gözlerinin yarı
yarıya sönmüş feriyle yorgun bir halde evin önündeki taşlıkta yatıyordu.
İsmini duyunca başını yine kaldırdı, sahibine bir göz attı ve tekrar başını
yere koydu.
“En son ne zaman yemek yedik arkadaş? İki gün oldu mu? Kesin bir günden
fazla!”
Bahçedeki elma ağacından iki, üç elma yemişti. Köpeğe de ikram etmişti
lakin O sadece seyretmişti sahanındaki dilinmiş elmaları. Evin içindeki tahta
ambarda elma ve ayva doluydu. Biraz yamru yumru ama tatları ve kokuları
müthişti. Yalnızlık, yalnız kalmak, bir başına olmak artık ona olağan gelir
olmuştu. Kendine ve kafasına göre yaşıyordu, artık hiç bir şeye bağımlı
değildi, hiçbir şeyi yapmak durumda değildi, yapardı ya da yapmazdı. Özgürce,
dilediğini yapıyor veya yapmıyor ya da yapamıyordu. Adam aradan geçen bunca
seneden sonra başkalarıyla beraber yaşamak ya da başkalarına bağlı olmak
neydi hatırlamıyordu bile. Bunca seneden sonra kimseden hiç bir yardım almadan
yaşamanın da sırrını çözmüştü. Gücünü kuvvetini, sağlığını sağlam tut, yanlızca
kendine güven, kendi işini kendin gör.
Yıllar, belki yüz yıllar öncesinden beri herşeyi adil yapan, insanlara hak
ve insaf duygusunu dağıtan ulu yaratandan umudunu kesmişti Adam. Buralar okadar
ıssızdı ki şeytan bile uğramıyor, rüyalarına girip onu kandırmıyordu.
İnsanlar bu dünyada çürümeyen domatesi, biberi, patlıcanı, geliştirdikten
sonra, insan organizmasında kendini yenileyen organları, kendini tamir eden
genleri, çürümiyen dişleri geliştirip, bir nevi ölümsüzlüğe doğru yelken
açmışlarken, bir yarım asır sonra gen havuzunda el atılmadık gen kalmadığını
ama farkına varmadan cinsiyet belirleyen x,y kromozomlarının da yok
olduğunu, oynamalar sonunda artık upuzun ömürlü ama kısır ya da ebter bir insan
serisi yaratmışlardı 22.yy da. Bu insancıkların üreme kabiliyetleri
sıfırlanmıştı. Üremeden uzun ömürlü bitkiler misali yaşarlarken Bilim insanları
kendilerini ulu yaratıcının yerine koyarak, üreme için yapay hücreler
geliştirip, onları diğer yapay hücreyle dölleyip doğumhanelerde dokuz ay değil,
oniki, veya ondört ay kuluçka makinalarında hücrelerin çoğalarak embriyodan tam
teşekküllü bir insan yavrusu yaratmayı başarıyorlardı. Bu oldukça pahalı bir iş
olduğundan herkes çocuk sahibi olamıyordu. Kendiliğinden çocuk doğurmak
bu çok kontamine ortamda büyük riskler taşıyordu. Bu değişimin ilk zamanlarında
doğal yoldan doğan bebekler çoğunlukla defolu olduğundan,
hükûmetler doğal yoldan doğumu yasaklama yolunu seçmişlerdi. Kazara doğan amorf
insancıkların hücrelerinin zarar görmemesi için basınçlı tanklarda kanlarının
emilerek yok edilmelerine şahit olmuştu 23.yy.
Çürümeyen sebzeler, ve bunları tüketen insanların çürümiyen bedenleri,
upuzun ömürler ama başkaca bir şey yok. Cinsiyetlerini kaybetmiş, doğal yoldan
üreyemeyen insan ırkıydı bu keşif. Bu Adam da bu türün başarılı bir
örneği ve son mostrasıydı. Yaşıyor yaşıyor, yaşıyordu. Karıları – eski
alışkanlıkla- da uzun yaşamasına rağmen çoktan terki dünya etmişlerdi.
Torunlarının beşinci kuşak torunları evde bir buda gibi dolaşan bu adamın adını
dahi söyleyemiyorlardı. Kim idi bu adam?
“Haa O mu? Yahu bu adam bizim babamızın beşinci nesilden atası mı neymiş,
adı da ... şeydi... Dur, neydi? Evde bilgisayarda kaydı vardı ama şimdi
hatırlayamadım” derdi yaşlı mı yaşlı torunlardan biri.
Karar verdiler torunlar bu adamı köyüne götürdüler ama orada da kimse bunun
kim olduğunu hatırlayamadı, Adam o kadar uzun zamandan beridir yaşıyordu ki o
köyede de onun zamanından yaşayan kimse kalmamıştı.
Köyde bu evde kendine bakabilecek mi diye kimse merak etmedi. Adamın köye
gelişi böyle olmuştu, yüz sene önce. ilk on iki, on beş yıl aileden sık sık
ziyaret edenler oluyordu, gelip saygıyla otururlar, bir bir sarılırlar
öperlerdi Adamı, bilhassa o yaşlı torun hayattayken. O ve karısı gelir, bir hafta
on gün kalırlardı Adamın yanında. Oturup saygıyla dinlerlerdi Atalarını. Arada
diğer torunların da geldiği olurdu. Evde yapılacak işlere yardım ederler ve
ortalığı toplarlar, biraz para verip köyden evdeki temizliği yapacak
insanlar da kiralamışlardı da o zamanlar. Adam için mutlu zamanlardı o
zamanlar, yavaş yavaş tek başına yalnızlığı denedi öğrendi. Ama aradan elli yıl
geçtikten sonra şehirden kimseler gelmez oldu. Adam artık gerçek anlamda
yalnızlara karışmıştı. Köyden eksilenlerin yerine geçecek çocuklar
doğmadığından geçen bir yüz yıl sonunda koca köyden kimse kalmaz oldu
nihayetinde.. Her geçen gün yaşayanlar eksildikçe mezarlık genişledi ve bir gün
geldi ki, mezarlık köyden daha büyük, sessizlik, sesten daha ulu, sağdan soldan
gelen insan konuşmaları ve nâraları ise duyulmaz olmuştu. Şenlik köy adı tarihe
gömüldü gitti, ne kadının sesi kaldı ne erkeğin sesi, zaten çocuk sesi ilk
geldiğinde de yoktu bu köyde adı şenlik olmasına rağmen.
Adam son bir kaç yıldır uğuldayan rüzgârın ağaçlardaki sesi, alaca kargalar
ve Nazik’in havlaması dışında doğru dürüst bir ses, bir müzik duyamamıştı.
Diğer taraftan gelişen kataraktan gözlerini kaybediyordu köpeği gibi.
Herşeyi bulanık görüyordu “İyiyidim ama son on yıldır daha bir felaket oldu”
diye düşünüyordu Adam. İçeri girdi doğru Kilere gitti, bugün ekmek yapmalıydı.
Akşama doğru bulutlar köyün tepesine toparlanmaya başladı. Seyretti bir
süre, rüzgar ihtiyar adamın kulaklarında yankılanıyordu. Kümülüsler top
top olup tepelere bir bir koşarak geliyorlar, sonra kaçıyorlardı elim
sende oynar gibi. Saatlerce seyretti. Bulutların dansını seyrederken
dudaklarının arasından bir melodiyi mırıldanırken buldu kendini. “Nereden çıktı
bu? Ne bu şimdi? Nereden kalmış aklımda?” dedi ve şaşkınlıkla düşündü bir an,
hatırlar gibi oldu.
21.yy da annesi küçük kardeşlerine söylerdi bunu:
“Dandini dandini das dana
Danalar girmiş bostana.
Kov bostancı danayı,Yemesin lahanayı...”
Ardından da şimdi bile duyduğunda yüreğine dokunan bir “Ee’leme” gelirdi.
Güzel bir ses güzel bir melodi.
“Dandini dandini danistan,
Yıkılsın Arabistan,
Arabistan’nın kızları,
Ne don giyer, ne fistan.”
Mırıldana mırıldana oturduğu yerden ağır, ağır kalktı. Hatırındaki her şey hatırlayamayacağı kadar uzak, varamayacağı kadar ırak, imkânsız bir yerden adını sesleniyorlardı.
Aceleyle içeriye girdi:
“Anne” diye seslendi içeriye. “Sen mi geldin? Hoş geldin anacığım” dedi ama
cevap yoktu. Sadece kendi sesini duyunca kalakaldı.. Bazı geceler bir sürü geni
dumura uğramış olsa da beynin türlü kıvrımları arasına kıvrılmış, kalmış
anıları bir tüpten fışkırır gibi rüyalarına giriverirlerdi. Bazı günler, şu
kapıdan içeri annesi, babası ve kardeşleriyle karıları, kapıyı ardına
kadar açtığında bölük bölük, “Seni çok özledik de geldik” diyerek girdiklerini
görürdü. Çok memnun ve mutlu olarak, birileriyle şakalaşarak uyanırdı
sabahleyin. Ama artık oldukça nadir rüya görüyordu Adam. Gözleri sulandı
ve özlemi iki damla yaş oldu, göz pınarlarında belirdi, yanaklarından aşağıya
yuvarlanıverdiler. Burnunu çekti hafifçe. Yüksek sesle köpeğe seslendi.
“Benim kaderim bu mu Nazik? Ben neden yalnızım bilemedim ki? Senelerdir
yaşıyorum, yaşıyorum, sadece yaşıyorum, hasta olmuyorum yatalak olamadım,
hergün ayaktayım bugünkü gibi. Soğuk etkilemiyor, sıcak etkilemiyor beni. Başım
ağrımaz midem bulanmaz, ayaktayım. Artık sürünüyorum ama ölemiyorum. Benimle
yola çıkanlar çoktan beni bıraktılar yarı yolda. Kadınlarım, çocuklarım,
torunlarım terk ettiler. Kardeşlerim, onların çocukları, onların torunları,
torunlarının torunları, torunlarımın torunları neredeler, Nazik?” Köpekten çıt
yok.
“Bütün köylü de beni bıraktı gitti... bu insanlar neredeler Nazik?” durdu,
düşündü: “Bin sene filan geçmiş olmalı. Fakat kimse bana sormuyor ki!
Benim de bir kaderim olmalı. Günüm gelsin diye iple çekiyorum ama ipin sonu
gelmiyor” dedi, gözleri ıslak.
Sadık Mercangöz 19 Nisan 2018 Bağlıca 02:20
“Uyuyacaksın
besbelli ama benim yapacak işlerim var
Findukçuğum, başka yerde uyu!”
masanın üstüne atar gibi bıraktı.. İçeri girip son takvim olan bastonu getirdi. Bu günü işleyecekti, uçak deseni
çizdi yanına da “3” yazdı. Gökteki bulutların uçaklardan çıkan egsoz olduğuna
karar verdi. Özenle deseni tekrar tekrar işledi. Güzel olduğuna inanınca
bitirdi.
Nazik ismini duyduktan sonra ağzını kocaman açarak esnedi, bir homurtuyla
kapattı. Tekrar yere uzandı. Yine büyükçe bir sessizlik hakim oldu eve. Adam
bahçeye çıkarken içeriden duvarda asılı olan bastonlarını getirdi, hepsi bir
sanat takvimine dönmüştü. Elmalı, armutlu, buğdaylı, yağmurlu, güneşli
günler işlenmiş dört tane baston, her birinde 300 veya 400 gün işaretli,
her bir şekil yontula yontula alçak kabartmaya dönmüştü bastonların yüzleri.
Bastonları sırasıyla masaya yerleştirdi. Sonra her birine tek tek baktı. Bir
daha, bir daha baktı, iyiki bu zamazingoyu da yapmışım dedi içinden.
“Bak burda her günümüz işaretli Nazik. Bak ekmek yaptığım günler, elma,
armut topladığım günler. Bak bunlar da beraberce gezdiğimiz günler Nazik. O gün
spor yapmışız yani” dedi köpeğe, sonra solucan gibi kıvrık şekli gösterdi: “Bu
günü hatırlıyor musun? Elmadan iki tane kurtçuk çıkmıştı da birbiriyle yarıştırmıştık
masanın üstünde? O günü de kurt yarışıyla geçirmiştik?” Sonra bir başka
iki kurtçuk işaretini gösterdi köpeğe. “Bak bugünde de ayva kurdu ile elma kurtlarını yarıştırmıştık, sabahtan akşama kadar. Hatırlasana nasıl zaman
öldürmüştük o gün!”
Kafasını kaldırıp yıllardır duvarda asılı olan durmuş saatlere baktı.
Saatler durmuştu ama zaman sona ermemişti. Yalnız duvarlarda değil pencere
önlerinde, masa üstlerinde de saatler vardı. Bozulanları kendince tamir
ediyordu Adam ama yolun sonuna gelmiş gibi bir gün baktı ki çalışan bir tane
saat kalmadığını farkına vardı. Adam saatlere baktıktan sonra tekrar bastondaki
şekillere döndü:
“Haa bak şu günlerde şarkı söylemişiz” dedi. Ardından içi boş kareleri
gösterdi köpeğe. “Şu günlerde sadece uyumuşuz” dedi gülümseyerek ki nadir
gülümserdi, o gün de zamanı öldürmüşüz biz!” Bastonlardaki bütün işaretleri
saydı içinden, köpeğine belli etmeden.
“1350 gün geçmiş, milattan sonra” dedi köpeğe. Yıllara ayırarak saydı
tekrar. “Üç yıl 255 gün olmuş milattan bu tarafa Nazik! Dört yıla az kalmış, bu
kış dört yıl olacak” diye mırıldandı.
O sırada bir şimşek çaktı uzaklarda bir yerde, bir an aydınlandı ortalık.
İrkildi.
“Birazdan yağmur yağacak len! Harika” diye sevindi Adam. Çok geçmedi
tarabanın üstüne ilk damlalar düşmeye başladı. Önce tane tane tek tük
tıpırtılar duyuldu. Adam yerinden kalkıp bastonların birinin üstüne bu gün
yağmur yağdı diye işaretledi. “Bugünlerde sonbahara girdik, yarında yağmur
indirebilir Ocakta ki ateşi söndürmemeliyim” diye düşündü. Sonra bastonları
içeri götürüp duvara astı. O sırada yağmur muntazam yağmaya başladı, çatıdan
ritmik pıtırtılar duyuluyordu. Adam kovaları getirip damlayacak yerlere
yerleştirdi dikkatlice. Bir kaç gündür bahçedeki kuyunun tulumbası da
arızalıydı ve zaman öldürmekten henüz tamir edememişti. Bu yağmur tam zamanında
geldi diye düşündü. “Sağol” dedi yüksek sesle.
Sonra kendi yaptığı darbukayı eline alıp bahçedeki tarabanın altına çıktı.
Nazik de yattığı yerden yağmurla beraber kalkıp tarabanın altına gelmişti. Adam
sevinçle seslendi köpeğe:
“Haydi Nazik, müzik zamanı, beni takip et arkadaş!” Köpek iki defa havlar
gibi uludu. Adam elindeki darbukayla yağmurun ritmine uydurmaya çalıştı, düm
tekleri...
Sadık Mercangöz 19 Nisan 2018 Bağlıca 02:20
ZAMANI
ÖLDÜRMEK
BÖLÜM
II
Zamanında Ölmek
Milat'ın 1979.
gününün gecesiydi, Adam sıkıntıyla uyandı. Ot yatağının içinde
dirsekleri üzerinde doğruldu. İçerinin karanlığına alışmak için bir süre
gözlerini karanlığa dikti. Gündüzler
gecelerine, geceler gündüzlerine karışmış, içindeki beden saati arada
bir şaşırıyor, ileri gidiyor, geri
kalıyor, işte şimdi sabah oluyor, dediği zaman, daha gece yarısı olmamış
olabiliyor, gece yarısı olmalı dediği
zaman sabahın ilk ışıklarını görüyordu biraz bekleyince... Ama her sabah
güneşin ilk ışıklarıyla birlikte beden saati kendini yeniden ayar ediyor,
yeniden başlıyordu saymaya içinden. Eskiden mekanik zemberekli, kurmalı saatler
vardı, her gün kurardınız, ve radyodan hergün belli saatlerde memleket saat
ayarı verilirdi. Bu saatler içlerindeki zemberek ve çarkların hassasiyete bağlı
olarak, az veya çok ileri veya geri bir zamanı gösterirlerdi de memleket saat
ayarlarıyla saatlerinizi ayarlı tutardınız. Kendini o mekanik saatlere
benzetiyordu Adam. Kendine soruyordu, başlayan hangi sabahın içindeyim diye.
Hangi ayda, hangi gündeyim? Cevabını bulamazsa omuzlarını silkerdi, “bilsem de
olur bilmesem de”.
“Kör karanlık beni
perişan ediyor” diye başladı karanlığa konuşmaya mırıl mırıl. “Her çıtırtı
hayallerimi ya uyandırıyor ya da kovalıyor, kâh korkuyorum, kâh aldırmıyorum,
biliyorum bin bir yaratıkla beraber yaşıyorum bu evde. Takım kurdum onlardan
yüzyıllar öncesinden aklımda kalmış yarı yıpranmış ya da silinmiş isimlerle
çağırıyorum onları ama adamlar antrenörlerine aldırış dahi etmiyorlar, maça
çıkmıyorlar.. Karanlık demek körlük demek benim için ama körler nasıl
beceriyorsa ben de beceriyorum yaşamayı, takım arkadaşlarım içinse bu karanlık
körlük; yaşamak demek” diye söylendi Adam.
“Oysa yalnızlık
beni kat be kat perişan ediyor, ne desem boş. Günde yirmidört saat yalnızım
eğer Nazik, köpeğim yoksa. Yüzyıllardır kendi kendimleyim, yalnızım. Yirmi beş,
otuz, yıl önceye kadar etrafta dolaşan insanlar vardı, bana selam verirlerdi
konuşmasalar bile. O karşılaşmalarda insanlar kaç yaşımda olduğumu ya da benim
hangi çağda yaşadığımı tahmin bile edemezlerdi de; benim ağzımdan o anda
dökülen cümlelerin onların zamanlarıyla alakasını kuramayan zavallılar bana
göstermeden yanındakilere el işaretiyle, benim için ‘Meczup’, ‘Tırlatmış’ derlerdi. Bağırmak gelirdi
içimden, ‘Ben meczup değilim’ diye, ama kendimi tutardım. Anlatamazdım ki
kendimi. Desem ki ‘ben kaç yaşımda olduğumu unuttum. Kaç senedir yaşıyorum
çıkartamıyorum desem inanamazlar ki’. Bana büyük büyük baba deseler kaç yaşında
olduğumu sanırlardı ki; yüz, yüz on, yüz otuz? Kaç seneyi kabul ederlerdi benim
yaşım için bu görünüşüme bakarak? Diyorum ya ben bile karıştırdım. 5, 6 asırdır,
galiba fazla da olabilir sürünüyorum bu dünyada.
“Ben altmış sene
normal yaşadıktan sonra altmışımdan sonra öylece kaldım, fiziğim ve görünümüm değişmedi,
o ilk on beş, yirmi senelerde insana hoş
geliyor aynada yüzümü, ellerimi, kollarımı görmek, ya da dökülmeyen saçlarımı
fiyakalı bir şekilde taramak, kendimi zinde hissettirirdi ve çok beğenirdim
hayalimi. Öyle ya; diğerlerinin kadın olsun erkek olsun, yolda başkalarının
kolunda ya da bir bastona sıkı sıkıya sarılmış, sallana sallana yürümesini
seyrederken, kerametin kendinizden olduğunu sanıp, dudak büküp, kibirle veya
acıyarak yanlarından geçerdiniz. O günlerde ki tek sıkıntım kendimi dinç ve kuvvetli
hissetmeme ve akıl sağlığım son derece yerinde olmasına rağmen Banka
müdürlüğünden emekli olduktan sonra başka işlerde fazla çalışmama müsaade
etmediler. Yedi, sekiz sene daha mali müşavirlik yapabildim, Ve ben o çağda
sadece emekli maaşıma mahkum olmuştum. Her öğlen evde yapacak işim yoksa,
gazetemi alır, kravatımı takar, şubemize gider gibi banka lokaline gider vakit
geçiridim. Mütevazi gelirimle fazla açılmadan kıyıdan, bir emekli gibi emekleyerek yaşamayı öğrendim.
Allahtan çocuklar başlarını kurtarmışlardı da bir de onlara bakmak zorunda
kalmamıştım. Sonra aklımıza köydeki baba evini açmak ve emekliliğin tadını
çıkarmak düştü, ne kadar tatlı ise, çıktık da buralara geldik. Bu, yıllarca kâh
şehirde kâh burada sürdü gitti.”
Adam ilk karısını
doksanında kaybetmiş, çok üzülmüştü. Arkadaşları, sevdikleri, oğlu, kızları ve
torunlarıyla bir aradayken üzüntüsünün
ne derece olduğunu anlayamadı da; ertesi gün eşinin neşe içinde kahvaltıya
çağırışını duymayınca jeton kutuya “trink” diye düşmüştü. O yoktu, evin içinde
Adamı çağıran sesi duvarların
derinliklerinde kalmıştı, yalnızdı artık. Bu duruma alışacaktı herkes
gibi.
“Fakat ertesi gün traş olurken aynada
kendimi görünce tereddüte düştüğümü hatırlıyorum, ‘Hiç üzülmemiş gibi
görünüyorsun ulan, halbuki için kan ağlarken belli olmuyor ilk bakışta’ dedim
kendi kendime... Hiç yaşlanmamışım gibi geldi bana ama o gün üstüne
düşmemiştim”.
“Yüzü devirdim,
ben halâ altmışımdayım iyi mi? Bu bir anormallik değil mi doktor hanım?” diye
sorduğumu hatırlıyorum.”
“Kadıncağız izah
ediyor ama ben, içinde geçen kelimeler bildiğim kelimeler olmasına rağmen,
kurulan cümleleri ve paragrafları anlamdıramadım. Hoş bir hanımdı. Tahlil
sonuçlarını yorumluyordu. İzahat uzadı da uzadı ama biz de bu sayede, doktor
hanımla muhabbeti koyulttuk. Onun mesleki cümlelerini benim maliye
formasyonumla anlayamamam normaldi tabii... Ancak aklımda kalan şey;
metabolizmam diğer insanlara kıyasla daha yavaş çalışıyor ve yaşlanmakta daha
geç kalıyor bedenim vs. diye bir şeyler söylendi o gün. Bütün tahlillerim son
derece normal, bedenim son derece sağlıklı ve dinç çıktığı son günümdü
doktordaki, bu tahlillerde son tahillerim olmuştu.. Sonraki iki veya üç ay
içinde, ilk hanımımın ölümünden aşağı yukarı on bir yıl sonra, ben bu altmış
yaşındaki hanımla evlendim. O zamanlar evlenilirdi. İyi günde, kötü günde,
hastalıkta ve, veya sağlıkta beraber yaşayacağınıza söz verilir ve
kavilleşilirdi. Herkes te şahit olurdu.
Evliliğin devamı için bunların önemi yoktu aslında; ne, ne kadar şahitin olması ve de ne kadar çok
davetlinizin katılmış olması ne de Resmi kayıtların yapılmış olması önemliydi.
Bu evlilik bağını samiyetle ve sevgiyle ki, sonradan alışkanlığa dönerdi, içinizde yaşatmanız yeterli olurdu evliliğin
devamına. Çocuklarımız bu evliliğe karşı çıkmışlardı, Vehbi’[1]nin
kerrâkesi Doktor hanımın ölümüyle ortaya çıktı, mal için birbirlerine
girdiler!”
O sırada
çıtırtılar duydu Adam, karanlığa bakarak güldü; “Farecikler olmalı” dedi.
Kendini tekrar yastığa bıraktı. Tavana dikti gözlerini, bu arada taşlıktan
gelen Nazik’in inlemeleri duyuldu. Aklına geldi, dünden beri hasta gibiydi
zavallı koca oğlan. Yolda bulduğu hayvan kemiklerini kaynatarak hazırladığı
ekmek paparasını yememişti. Onbeş senedir beraberdiler, bir kangal için oldukça
uzun bir ömürdü. Kaç köpeği olduğunu
hatırlamaya çalıştı; “Beş mi?, Çık, çık arkadaş, sekiz mi?” dedi kendi kendine. “Yok, onu bulmuş olmalı bu köye geldiğimden
beri... Bu köyde ne kadar oldum, dersen, Yatak odasının pervazına eski bir
kurşun kalemle attığım çentikler var, saymam lazım. İlk on beş, yirmi senede
arada sırada köyden, köylüden öğrenirdim hangi yılda olduğumuzu. Eski
takvimleri kahveden toplar eve getirirdim. Kahvede sorduğumda da ‘Ne işin var
senin yılla, takvimle baba?’ diye dalga geçerlerdi.
“Ulen” derdim
yanlız kalınca; “Yaşadığının farkında olmanın ilk şartı zamanı bilmektir. Saati
veya günü bilmektir. Bir şeylerin olması lazım yoksa zamanın yürüdüğünün
farkına varamıyorsun bir de yaşlanmıyorsan hiç ayırdına varamazsın. Sabah,
öğle, akşam olmalı, karnın acıkmalı, çamaşır yıkamalısın, el yüz yıkamalısın,
yürümelisin ya da koşmalı sonra durmalısın. Meyve toplamalısın mesela. Eğer bir
de yaşıyor, yaşıyor, yaşıyorsan eğer ölüm de gelmiyorsa imdadına, o zaman
resmen donuyor zaman. Unutuyorsun zamanı, zaman da seni.”
Köylülerin
kaybolmasından sonra artık zamanı soracak kimse de kalmamıştı çevrede.
İnsanların kaybolduğunu keşfettikten aylar sonra, kendi bilmiyor ama nicedir
aklında olan cami ziyaretini yapmaya karar verdi. Orada ayakta duran kocaman
sarkaçlı, saat başlarında çalan bir saat vardı. Onu tekrar görmek isteği
alevlendiği bir gün, gitti caminin kapısının kilidini kırıp, içeri girdi.
Hayalet gibi, sis gibi tozlar kapının açılmasıyla birlikte havalandılar. Güneş
ışınları içinde dansettiler bir süre. Yerdeki halılar toplanmış, duvar kenarına
kıvrılmış halde dizilmişlerdi, ortadaki yıpranmış taban tahtası hüzünle
bakıyordu Adamın yüzüne. Bir süre içeri girmeden içeriyi seyretti. Birisi ona bakıyormuş, gözetleniyormuş gibi
bir his duydu. Ürperdi. Halk “Allahın evi” derlerdi camilere, ama kendi evini
koruyamazdı, zaman, zaman soyulurdu böyle yerler, bunun bir anlamı olmalıydı
ama insan evladı bunun üzerinde düşünmezdi anlaşılan. sonsuz evreni yaratan bir
varlığın bu tür yerlere ihtiyacı mı vardı?
Adam insanların insani sıfatları tanrılara yakıştırdıklarını düşünürdü.
Yaratıcı kızar, intikam alır, cezalandırır ya da affeder, sevinir, üzülür mü
insanlar gibi? Adam içeriyi uzun uzun seyretti, koca mekândaki, terk
edilmişliği gözleriyle gördü, yalnızlığı kulaklarıyla duydu. Sessiz ve kimsesiz duyulmaz çığlıklar atıyordu
burası. Adamın ölümü beklediği gibi burası da bekliyordu kaderini.
Mihrabın önünde
bir halı seccade serili bırakılmış, birisini bekler vaziyetteydi bir ucu
kıvrılmış. Adam yavaşça kapıdan içeri
süzüldü. Ayağında sandaletleri, üzerinde çuldan örtüsüyle bir Antik çağ
feylozofu gibi elinde asası ve hafif keçi sakalıyla terreddüt ederek yürüdü
yere bastıkça tahtalardan acaip sesler çıkıyordu. “Aşağısı cehennem olmalı, üstü de Araf, bu
çığlık benzeri sesler ordan geliyor” dedi.
Adam ahşap mimbere döndü. Kaba bir işçiliği
olmasına rağmen naif bir estetiği de vardı bu göğe doğru uzanan merdivenin. Bu mimber türevinin
Suudî’de sade üç basamaklı bir eşik taşı olduğunu da yüz yıllar önce bir
yerlerde görmüştü. Sonraki halifelerin elinde dini sadelik ve samimiyet, şekil
değiştirmiş olduğunu ritüellerin daha törensel, daha debdebeli hale
getirildiğini öğrenmişti. Merdivene doğru yürüdü, bir zamanlar taa çocukken,
“Sahi O da bir zamanlar çocuktu” oraya çıkmaya heveslenirdi. Şimdi bu isteğini
yerine getirecekti.
Mihrabın sağındaki
sarkaçlı ayaklı saati kaptı eve getirdi Adam. Evin içinde sarkaçlı saat bayağı
doldurmuştu ortamı. Camlı kapağı açtığında altında küçük bir yağdanlık ile ağzı
açılmamış bir adet ince yağ kutusu buldu. O gün çok sevindi kendini takdir
etti: “Allahın evinden saat çaldın!” “Allah biliyor, ödünç aldım. Cemaat geri
gelirse geri götürürüm” diye mırıldandı.
Evde köyden
topladığı10 adetten fazla saat birikmişti ama bir süre sonra birer birer
bozulmaya başlamışlardı. Onlar bozulur
Adamımız yapmaya çalışırdı. Ama
otuz yıl sonra etrafı çalışmayan saatlerle doldu. Ama camiden kaldırıp
getirdiği ayaklı sarkaçlı saat çalışmaya devam etti. Gün içinde saatlerle
konuşarak, onları bazen güler yüzle, bazen teşvik, bazen de tehdit ederek,
düzenli çalışmalarını sağlamaya çalışıyordu. Saatleri takip yola girmiş
oluyorken, iş günlere, aylara ve de
yıllara gelince çuvallamış ipin ucunu kaçırmıştı.
Kronos ve onun
çocukları antik çağlardan beri bizlerle beraberdiler. Toplu yaşamanın bir sırrı
da düzendir ve esas değişkeni de zamandır. Ama tek başına kalınca, yani tek ve
yalın, birinci tekil şahıs için zamanı
saymanın ne önemi vardı? Adam bunu çözemedi. Bir beş sene kadar günleri
saymaktan vaz geçti. Aslında tam olarak tarımla uğraşmadığından mevsimleri ve
gün dönümlerini, kocakarı soğuklarını önceden tahmin etmeye ihtiyacı olmuyordu..
Donuk
yaşam, ilk baharın birinde, bir güneşli günde
sona erdi ve eski alışkanlığa döndü. Ama bu sefer her gününü bastonların
üzerinde işaretlemeye ve olaylarla anlamlandırmaya bu işaretleri Nazikle
paylaşmaya karar verdi. İşte o güne “Milât” demişti ve o günden bu yana 1979
günü bitirmişlerdi. Yüz yıllar önce okuduğu bir romandaki Tatar çölü’[2]nde
hiç gelmeyecek düşmanı bekleyen nöbet tutan lejyoner gibi hissediyordu
kendini. Halâ gelmeyen ölüme teslim
edecekti kaleyi ama bunun olacağından emin değildi Adam. Bazı zamanlarda
sabahtan akşama ölmeyi düşünüyor olmasına rağmen zavallı,
bu olasılığın yüzde kaç olduğunu kestiremiyordu.
Kenarları lime
lime olmuş ot yastığının içine, hışırtılar içinde gömdü kafasını. Gözlerini
sıkıca yumdu, yarı kurumuş göz yaşı keselerinden bir, iki damla yaş belirdi göz
pınarlarında. Uyumaya çalışırken düşünceler üşüştü yine, ne yöne dönse onlar
vardı karşısında. Düşünceler içinde kaybolmaya çalıştı biraz daha. Sonra
çıtırtılar kesildi. Nazik de inlemeyi kesmişti.
Uyuyamadığının
farkına varınca Adam uykusunu almışcasına diri hissetti kendini. Kalktı oturdu.
Ayakları soğuk betona bastı, sandaletlerini ayaklarıyla aradı, taradı, buldu.
Biraz sonra evin kapısından taşlığa, tarabanın altına çıktı. Karanlığın
aydınlığında, yarı yıldızlı yarı karanlık gökyüzünün farkına vardı. Ayaklarının
dibinde Nazik’in başını hafifce kaldırmaya çalıştığını anlayabildi. Yanına
çöktü, el yardımıyla kangalın koca başını okşamaya başladı. Canının sıcaklığını
avuçlarında hissetti. Çeşitli yönlerde başını örselemeden oğuşturdu. Bir kaç
kez yaptı bunu ama hayvanın hali yoktu cevap verecek, yoksa çok severdi
okşanmayı. Kafasını geri çekti, inledi, yere bıraktı kendini nazikçe Adam
kilimin ucunu çekti, taşlığa serdi, hayvanı kaldırdı killimin üştüne yatırdı.
İnledi hayvan ama kendini kilimin üstüne bıraktı. İçeriden bir battaniye
getirdi, kendi de Nazik’in yanına uzandı. Battaniyeyi üstlerine örttü. Biraz sonra Adamın nefes alışları
yanında yatan hayvanın inlemelerine karışıyordu. “Sakın beni terk etme Nazik..
Seni çok seviyorum çok.” İçini çekerek konuşuyordu Adam. Nazik’e sarıldı
hayvanın inlemesini duydu. Havanın serinliği üstlerine çöktü. Adam hafifce
titredi battaniyenin altında. Nazik kendi hastalığıyla uğraşıyordu, ateşinden
hissetmedi bile.
Çocuk koşarak evin
kapısından içeri girdi. Mutfağa daldı, kadının bağırıp çağırmasına aldırmadan
ayakkabılarının tozu ve pisliğiyle mutfakta idi. Yarım somun ekmeği kaptı ve o
hızla terar sokakta arkadaşlarının yanındaydı şimdi, çocuklar toplanmışlar
ortada koca bir sokak köpeği, Nazik’miş güya. Otururken çocuğun elindeki ekmeği
görünce kalktı kuyruğunu salladı, ekmeği bir hamlede yuttu. Çocuk boynuna
sarıldı. Pencereden bakan kadın çocuğa “üstün başın rezil oldu” diye çıkıştı.
Üstüne baktı çocuk, üzerinde bembeyaz sünnet giysileri, göğsünde çapraz asılmış
kurdale ve başında bir bembeyaz ama simli pullarla süslü komik mi komik bir
şapka. Sünnet düğününde adettendir ya hepsi tamam... O sırada elinde palayla
bir adam peydah oluyor, gülerek çocuğa yaklaşırken üstüne doğru atlıyor, çocuk
önde, eli palalı adam arkada, mahalle
arasında bir kovalamacadır başlıyor. Çocuk çığlık çığlığa. Babası da amcası da katılıyor bu
kovalamacaya, herkes çocuğun peşinde. Annesi kapı önünde kollarını açmış
beklerken çocuk ona doğru koşup sığınıyor. Kadın bir süre arkasında sakladığı
çocuğu, babasına teslim ediyor. O sırada Nazik koşarak ortaya çıkıp babasının
böyu kadar kalkıp sırtından itip yere düşürüyor adamcağızı ve o sırada eli
palalı adam yetişiyor çocuğa. Adam elindeki palayı Nazik’e doğru sallıyor,
çocuğun son gördüğü adamın iğrenç gülüşü ve yerde yatan kangal oluyor.
Adam birden uyandı
bu kâbusdan. Yanında yatan Köpeğe baktı alaca karanlıkta. Derin bir nefes aldı.
Üstüne eğildi nefesini dinledi köpeğin, nefes aldığını anladı. “Daha
yanımdasın, ne iyi... Sen de beni yalnız bırakma... Lütfen, yalvarırım. Hadi
Nazik oğlum, uyan oğlum...” diye yüksek sesle seslendi durmadan. Ama köpek
kendini kaybetmişti. Adam yüzüne doğru eğildi, gözlerini açmaya çalıştı
parmaklarıyla, incitmeden. Nazik gözlerini açar gibi oldu. Uzaklara takılmış
gözleriyle bir yerlere bakar gibiydi. Vücudununda hafif bir titreme. Aradan geçen zamanda ortalığın aydınlığı
artarken, Adam artık daha fazla kendini tutamıyordu. Gözlerinden akan yaşları
köpeğin üstüne damalamaya, henüz parlaklığı, yumuşaklığı devam eden kürkünü
ıslatmaya başlamıştı.. Nazik’in yolun sonuna geldiğini kabul etmek zorundaydı.
Durdu, daha dikkatle bakınca yarı açık duran ağzından sarkan o güzelim pembe dili
halâ canlılıkla titrerken, gece boyunca
kilimin üstüne akmış kanlı salyaları gördü. Hayvan hafif bir puf sesiyle
son nefesini de tüketti.
“Güle güle benim
Nazik oğlum, Yolun açık olsun. Sana karşı hatalarım olduysa bağışla, beni.
Affet” derken Nazik’in boynuna sarılmış hayvanın tüylerini hoyrat bir şekilde
okşuyordu. Gözlerine bakma cesareti buldu bir an o matlaşmakta olan uzaklara
bakan gözleri, o gözlerde kendini gördü.
Zavallı ve çaresiz. Adamı ona hiç bir yardımı etmediği için kendini suçluyordu.
Gözlerinden akan yaşların sonu gelmiyordu. Bir isyan içinde hesap soruyordu
gökyüzünden: “Neden ben değil de O? Benim sıram daha gelmedi mi? Gücenme ...
Yeter ben yaşamaktaan bıktım” diye bağra bağıra ağlıyordu.
“Benimle doğanlar,
benden doğanlar çoktan toprak oldular, yem oldular börtü böceğe... belki bir
otta ya da bir sinekte yaşıyor zerreleri. Allahım bana acı, merhamet et!” diye
yüksek sesle göğe doğru bağırdı. Birden sabahın sessizliğini yırtan bir “çaat”
sesi duyuldu Adam aldırmadı, o halâ kucağındaki koca kafalı, çocuk bakışlı
Kangalı okşamakla meşgûldü. Sıcacık sımsıcacık bir çocuk başıydı kucağındaki
sanki. Nefes alır, nefes verir gibi, uyur gibi, kaybolan bir ruh gibiydi
gidişi. “" "Keşke
ben de öyle gidebilsem Nazik... Orada
seni kim karşıladı şimdi? Olan biteni bana anlatırsın, ha delikanlı? Beni de hatırlatır mısın
onlara? Çok ihtiyacım var herhangi bir sona.. Dosyalar mı karışmış acaba diye
sor! Bu dünya da kabız biri var de, arkadaşım de... Bakayaya kalmış de...
Dosyam karışmış olmalı, aklıma başka bir sebep gelmiyor. Gelmiyor arkadaş! Haa bir
de masaların ayakları altına bak. Bazen kapılarda pasaport memurları yaparlar
ya? Pasaportları sallanan çalışmama masalarının dengeli durması için
ayaklarının altına sıkıştırırlar ve orada unutulur giderler yaa?...Öyle olmuş olabilir
mi?... Onlara söyle, arkadaşım gelmeye
hazır de evlat! Hazırım senin yanına gelmeye,
Benim ölmeye ihtiyacım var, Nazik!”
Bunları
mırıldanırken bir taraftan yavaş yavaş soğumakta olan Nazik’i halâ okşamakla
meşgûldü. Gözlerinden inci gibi süzülen göz yaşları hayvanın üstüne damlamaya
devam ediyordu. Ve Adam bu törene öyle kaptırmıştı ki duyularını bu dünyaya
kapatmış bir halde dakikalarca sürdü durdu bu tören. Söylendi, sızlandı,
ağladı, hayvanın tüylerini yola yola
sevdi zavallıyı. Asıl acıdığı ve üzüldüğü ise kendisiydi tabii, kendi bilmese
de. Nazik onu çok iyi anlıyordu. şimdi artık işleri daha zor olacaktı. Yalnızdı
hem de yapayalnızdı. Yavaşça doğruldu oturduğu yerden, kucağındaki kangalı yere
battaniyenin üzerine bıraktı ve ayağa kalktı.
“Şimdi sana bir
yer bulmalıyım Oğlum...” dedi. Başını kaldırınca ön bahçede giriş kapısına
yakın çitin kenarında toprağı görünen tepecik gözüne çarptı. “Birinci mevkii
bir yer. Ne dersin?” dedi burnunu çekerekten. Hava iyice ağarmıştı, ama
bulutlar tam tepede toparlanıyorlardı, yani alaca karanlıktı çevre. Adam elindeki kazmayı bir hırsla kuru
toprağın bağrına sapladı sonra ucunu silkerek çıkardı yerden. Sonra yavaş
tempoda ard arda sallamaya devam etti. her darbeyle üçer beşer, onar santim yer
çözülüp, çözülüp dağılıyordu kazmanın altında. Adam her kazma salladığında
hayalinde Nazik, önünde havlıyordu. O havladıkça Adam da daha hırsla
yapıştırıyordu. Kazmayı kenara bırakıp şimdi ortaya çıkan toprağın yumuşak karnını belle kazmaya devam etti.
“Daha derin olmalı” diyordu toprağı boşalttıkça. “Vahşi hayvanlara yem
olmamalısın oğul!” diyordu. Birden
durdu, “Ya da olmalısın mı? Ama gözümün önünde parçalamalarına dayanamam...”
Gözünün onüne ilk karşılaştıkları zamandaki o tombik ve pamuk gibi tüylü hali
geldi. Kazmaya devam ederken anlatıyordu Adam:
“Bunlar aslında üç
kardeşdiler. Bir gün bahçenin önünden sersefil halde geçerlerken içlerinden
biri diğerlerini bırakıp bahçe çitlerinin altından geçip eve doğru koşmaya
başladı. Baktım diğerleri de içeri koşarak daldılar, ilk giren beni görünce duraklayınca
diğerleride zınk diye durdular. O sırada iki azman bunları takip ederek içeri
girince ben yerimden kalkmadan ayağımın altında bulunan değneklerden birini
kaptığım gibi azmanlara doğru fırlattım, tabii ayaklarına çarpan sopadan korkan
köpek tazı gibi dışarı fırladı arkasından da ikincisi.. De mi, Nazik?” İşte o
andan itibaren anneleri kayıp bu yavrular Adamın himayesindeydiler... Birkaç
aylık iken genç üçlüden ikisi etsiz
yemeklere dayanamayıp bunları terkederken Nazik ömrü boyunca Adamın yanından
ayrılmamıştı, bugün hariç. İşte bu yüzden kendini terketmeyen Kangal yavrusu
Nazik’in son makamını hazırlıyordu. Adamın sesi boğulmuş, gözleri yaşlı
vaziyette arada bir durup şehre doğru
giden kimsesiz yola bakıyordu.
“Benim bu sonu
bilinmeyen hayatımda, bana onbeş yıl arkadaşlık yaptın Nazik, sırlarımı
paylaştım, dertlerimi anlattım sana, yaa evet.. Sen benim bu hayattaki
yanlızlığımı aldın, pansumanım oldun. Bazen çocukça davranışlarıma ağabeylik
yaptın, hatalarımı ve sevaplarımı belki yüzlerce defa tekrarladım sana. Uff
demedin...Beni en güzel ve en candan sen dinledin koca oğlan... Şimdi de gitme
zamanı geldi ki doğal olanı bu olmalı, meçhûlün çağrısına uydun gittin. Peki,
ben ne olacağım Nazik?” sustu. “Sana söylediklerimi orada anlatmayı unutma olmaz
mı?” susar gibi oldu, sözler boğazına takıldı, yutkundu, yutkundu ve yutkundu.
Aradan bir saat
geçtikten sonra Nazik, artık toprağın yaklaşık bir metre aşağısında yatıyordu.
Adam alnında birikmiş olan terlerini elinin tersiyle sildi. Kuyudan çektiği bir
kova ile önce ellerini sonra da yüzünü yıkamaya çalıştı. Tahta kovadaki su
ellerini daldırdığında bir anda çamurlandı ama Adam farkında bile değildi,
yüzüne sürdü, hem de oğuşturarak yıkadı. Ardından bir yarım kova daha çekti
kuyudan. Onu da kullandı. Aşırı yorulduğunu hissetti. Doğruldu elleri belinde,
şehirden gelen yola doğru baktı. Ufukta bir ip gibi görünürdü o şose yol.
Asırlar geçmiş dünyada havadan geçen ne yollar yapılmışken, ilk insanın icadı
şoseler de tamamen yok olamamıştı. Adam bu yollara bayılırdı insani ve evcil
gelirdi ona. Yoldan birileri gelebilir düşüncesi, gerçi kırk senedir bu yoldan
kimse geçmemişti, Adamı heyecanlandırırdı her zaman. Başını tekrar kaldırıp
yola doğru baktı. Sanki bir toz bulutu görür gibi olduğunu sandı, heyecanlandı...
Evinin önündeki sokağa çıktı daha iyi görebilmek için elini gözlerinin üzerine
siper etti, havada güneş varmış gibi. Alışkanlıklar kolay bırakılmıyordu. Yolu
gözlemlemeye başladı.. Gelen geçen yoktu, içini çekti, eve doğru döndü. Bahçede
çok önceleri yaşamış çeşitli köpeklerin mezarcıkları vardı, Mahsun’nun
Nazlı’nın, Cesur’un gibi, şimdi de Nazik.
“Bunların bir
cennetleri var mı acaba? Yoksa insanların cennetlerinde de bu yaratıklar olacak
mı? Eğer izin verilirse Nazik kesinlikle orada olur. İnsan kadar anlayışlı bir
mahlûk”. Durdu düşündü. “İnsan-ı kâmil
olmanın sırrı kâinatı sevmek, kainatı kucaklamak olmalı” diye düşündü ama insan
dışındakiler sadece çerez olabilir miydi? Kainat var bir yanda, insan var öbür
yanda ve çer çöp, diğerleri mi? diye aklından geçerken, gözünde sonsuz
büyüklükte dünyalar, denizler, boşluklar, ışıklar karanlıklarda çakan
yıldırımlar,şimşekler. Aniden patlayan bir göğün korkunç ve meydan okuyan sesi
ve o anda parlak bir ışık, kapalı göz
kapaklarından gözünün içine kadar girdi. Bu ses ve ışık akışı Adamı dünyaya
geri getirdi. “Beklenen yağmur işte
geldi!” diye mırıldandı. Tahta tarabanın üstünde trampet çalmaya başlamıştı
usuldan, usula...
Annem olsaydı,
“Nazik’in üstüne rahmet yağdırıyor Mevlam”, derdi, diye mırıldandı. Gök tekrar
yer yüzüne bir kırbaç gibi şakladı. Tahta tarabanın altında ayakta dikilirken,
damdan akan damlaların tarabadan aşağı akışlarına daldı bir süre..Havanın
karanlığı giderek arttı. Şehir yoluna baktı, artık görülmez hale gelmişti. Adam
serinliği farketti ürperdi. İçeriye kaçtı.
“Nazik, bu rahmet
senin yüzünden mi?” dedi. “Öyle olmalı... Ama bir felaket halini almasın,
çatının kiremitlerinin halini biliyorsun?”
Evin içinden çeşitli yerlerden şıpırtılar gelmeye başladığında, Adam
bulabildiği kap kacağı yerleştirmeye başladı.. şimdilik yağmuru karşılamış görünüyordu. “Böyle
kalırsa iyi” dedi kendi kendine. Mutfaktaydı yerdeki kapanda bir hareket fark
etti, ve eğildiğinde içindeki mahluğu gördü. Bir fındık faresiydi bu. Doğruldu, eline aldığı fare kapanını
içindeki fareyle beraber gözüne kadar kaldırdı, minik bir fare kaçabildiği en
uzak köşeye sığınıp sırtını telden duvara sımsıkı yaslanmış korku dolu gözlerle
doğrudan göz bebeklerine bakarken, Adam farenin gözbebeklerinin titreyen
ışıklarında hayatın son saatlerinde var
olan zerre umudun da pır, pır döküldüğünü görüyordu ki hayvanın kıpır kıpır yerinde durmadan kapanın
içinde kaçabildiği en uzak köşeye çekilip umutsuzca iyice küçülmeye çalıştığını fark ediyordu. Pembe
ayaklarını ve korkuyla seyiren ve titreyen bıyıklarını ilgiyle seyretti. Adam farenin gözlerine içine bakarken
aklından ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Bundan öncekileri su dolu taş
yalakta suyun dibine bastırarak öldürdürmüştü. Yere bıraktı elindekini.
Evin içine daldı
ve odaları gözden geçirdi akan sızan var mı diye. İçerisi normale girmişti.
Taşlığa çıktı. etraf oldukça kararmış ve yağmur damlaları tahta tarabanın
üzerinde kızgın yağ tavasına damlayan su damlaları gibi şiddetle sıçrıyor,
zıplıyor ve kıyameti koparıyordu. Adam endişe ile ufka bakmaya başladı ama ufuk
dediği bahçe duvarının olduğu yerden ötesi değildi. Etrafı gözlerken aniden bir
aydınlık gözlerini kamaştırırken o korkunç ses hemen akabinde geldi, bütün
ağırlığıyla gümbürdedi kulaklarında.
“Bu çok yakına düştü”
dedi Adam. Gözlerindeki körleşme bir iki dakika sürdü. Biraz sonra endişe ile
yağmuru seyrederken içinden ne kadar zaman geçtiğini sordu kendi kendine. Sanki
yirmidört saattir yağıyor gibi gelmişti
Adama.
“İçimdeki hüzünle
doğru orantılı bu yağmur da” dedi yüksek sesle. Yirmidört saat değil birkaç
saat önce ölmüştü Nazik, o can yoldaşı. “Takvime işlemeliyim bu günü” dedi.
“Zamanın büyüklüğü de bana bağlı kesinlikle, bazen olaylar geçmek, bitmek
bilmiyor ya da göz açıp kapayana kadar çabuk geçip gidiyor, Öyle mi Nazik?”
“Saatler ya da
dakikalara vuracak olursak muhakkak ki bir takım sayılar gösterecektir ama
benim için asıl zaman ölçer içimdeki saat olmalı.”
“Ne kadar
hissedersen o kadar süre mi yani?” Adam tam eveti yapıştıracağı zaman, yine bir
şimşek çaktı Adamın gözlerinin içinde ve bütün dünya karardı gitti.. Karanlıkta
yer yer parlayan küçüklü büyüklü yıldızlar gördü aralarında örümcek ipliğinden
daha ince, ışıktan parlak iplerle sarılmış ve ışıkların aktığına şahit oldu.
Evet sözü ağzında dondu kaldı. “Her şey birbirine bağlı!”
“Benim içimdeki saat benim algıladığım
zamanı ölçerken, aslında algıyı ölçüyor olmalı... Benim gibi herkesin kendi
zaman ölçeri varsa bu kadar sayıda zaman, sayısız sayıda da algı zamanı olmalı
değil mi Nazik oğlum? Ama geceyi nasıl geçirmiş olursak olalım yine de sabah
uyanıp kalktığımızda senin de benim de saatlerimiz yeniden ayarlanıyor o her
neyse, ‘Sabah olunca ‘tık’... yeni bir gün başladı’ diyor bize!”
Adam buralara
nasıl ve neden geldiğini bilmeden düşüncelerine devam ediyordu. Yağmur biraz sakinledi ve muntazam ama
kudurmadan akmaya devam ediyordu, adamın saati de yeni bir tempoya
indirgenmişti. Gök gürültüleri ve şimşek çakmaları arasında yeni gün öğlene
kavuşmuştu. Aradan bir kaç saat daha geçince yağmur dindi güneş kendini
gösterdi. Sakin, parlak bir mavi içinde gülümsedi.
İçeri girdi ve
zaman kayıtlarını tutan bastonlarını getirdi içeriden. Bahçedeki masanın
üzerine serdi bastonları, ve en son bastonu aralarından çıkarıp eline aldığı
çoban bıçağıyla bu günü işaretledi ve karenin ortasına elindeki çakısıyla
Nazik’in kafasını çizmeye oturdu ve bu işlem yarım saatini aldı Adamın ama
bizimkine bu bir, bir buçuk saatlik uğraş gibi geldi. “İşte yine aynı konuya
geldik” diye düşündü.
“Bizim dışımızda
da evrensel bir tık, tık olmalı ki herkes onu takip etsin, öyle değil mi
Oğlum?” Ancak bütün maddelerde kainatdaki herşey ile öyle ortak bir şey olmalı
ki bunlardan oluşan bir orkestra, ortak
bir yürek çarpıntısını ortaya koyabilmeli...” dedi.
Maddenin
esası moleküller, onları oluşturan
birbirinin benzeri tanecikler ve onların alt tanecikleri ve enerji bağları ve
akıl sır almaz boşluklar olduğunu, yıllar öncesinden duymuştu. Antik çağ
felsefecisi Demokritos’dan beri boşluk ve tanecik ki o zamandan beri Atom diye
anılır, felsefi olarak bölünmez olarak bilinirken 19 ve 20. yy. daki bilimsel araştırmalardan
anlaşılır ki daha aşağısında da ona bağlı tanecikler, enerji bağlarıyla
paketlenmiştir bu Atomlar... Adamın
aklına takılan soru Madde ve Enerji bu evreni yaparken, zaman bu yapının
neresindedir, ya da nerde başlar?
Adam yıllar önce
kendine bir quartz saat aldığını hatırlıyordu, içindeki pil enerjisiyle kuartz
molekülünün saniyede bilmem ne kadar bin salınım yaptığını okuduğunu hatırladı.
Bu küçücük elektrik akımı kristalin içinde uyuyan bir hareketi açığa
çıkarmıştı. İşte oralarda bir yerlerde zaman ve hareket başlıyor dedi kendi
kendine, bizim eski bankacı.. “Hareket varsa zaman da vardır. Bütün evrendeki
atan tek yüreğin başlangıcı böyle bir şey olmalı” dedi, Adam.
Taşlıkta bir süre
daha oturup tarabadan tek tek damlayan sulara baktı daldı gitti. Tam o sırada
koca saat iki defa gongunu çaldı. Kendine gelir gibi oldu, “Zaman öğleni
geçmiş, ne yağmurdu ama. Nazik’in sonrasında gökler ağıt tuttular” dedi kendi
kendine. Birden kafesteki farecik geldi aklına..
Adam içinde fare
olan kafesi eline alınca, farecik aynı ilkinde olduğu gibi adamdan en uzak
köşeye kaçtı, oturdu. Elleri ayakları bembeyaz bıyıkları yine titriyordu. Adam
onun korku dolu gözlerine bakarak tane tane konuştu:
“Bana bak ufaklık,
sana bundan sonraa.... ‘Finduk’ diyeceğim. Duydun mu? Şimdi senin karnın
acıkmıştır, kafesin içine benim peynirden koyacağım... Afiyet olsun ama daha
bir süre katıklı hapis yatacaksın sen
beni ben seni tanıyana kadar bu devam edecek tamam mı? Beni üzersen...”
Kafesteki yaratık
atılan peynirleri, bir süre tereddütten sonra, biraz açlığın biraz da kendine
gelen güvenle bir hamlede sildi, süpürdü.
“Bak şimdi, bugün
benim acı bir kaybım oldu, bunu bilmeni isterim” dedi fareye. Ona oturup Nazik
adlı bir Kangal köpeğinin arkadaşlığını ve dostluğunu, nasıl böyle yanlız
kaldığını ayrıntılarıyla salya, sümük
anlattı. Şaşkın fare gözlerini Adamın yüzüne dikmiş, başka bir yere gitme şansı
da olmadığından pür dikkat dinlemişti bütün gün onu.
“Mutlak zaman, her
yerde var bu evrensel bir kurgu Finduk. Her atomun içinde atmaya devam ediyor
olmalı, sende, bende, onda. Zamanı dolan hücrelerde kurgu bittiğinde saat
duruyor, ve ölüm başlıyor olmalı. Ama benim zamanın nasıl tükenmiyor,
anlamıyorum farecik. Herne hal ise, yaşayıp duruyorum istemesem de...”
Kafesdeki fareye döndü:
“Ulen sen erkek misin yoksa dişi mi Finduk!?
Ne dersin, arkadaş olalım mı?”
Sadık Mercangöz Antalya 5 Haziran 2018
Saat: 22:07
ZAMANI ÖLDÜRMEK
BÖLÜM III
Zamanı mı geldi?
Adam
parmağına bulaştırdığı peynirimsi bir parçayı, omuzunda zorla tutunan fareye
uzattıp onun bıyıklarını titrete titrete yemekle yalamak arasında kararsız hareketlerini keyifle takip etti bir süre.
“Hayat bu olmalı” dedi kendi kendine. “Bir küçücük farecik, parmağımdaki
yoğurdun kaymağını mideye indirmek için çalışıyor, çabalıyor. Nereden bulduğunu
ya da nerede bulunduğunu sormuyor ama karnını doyurmak için çabalıyor. Ne
bulursa ama ne bulursa yiyiyor. İşte bu çaba onu hayatta tutuyor”. Miladın üzerinden
tam 2279 gün geçmiş, Finduk’la tanışalı ise 500 gün olmuş yani, Nazik’in ölümünün üstünden de bir
o kadar zamanın geçmiş olduğunu kendi kendine mırıldandı.
Dudaklarımı kımıldatmadan mı yoksa namaz duası okur gibi dudaklarımı oynatarak mı
konuşuyorum Finduk?” Bu soruyu omuzundan avucuna alarak göz hizasına getirdiği
Finduk’a soruyordu. Hayvan o minik gözleriyle dikkatle Adamın gözlerine bakmaya çalışırken göz bebeklerinde
sadece memnuniyet değil aynı zamanda kaygı da doluydu. Bu kadar süre içersinde
bu insan oğlunu anlayabilmek için hep pür dikkat yaşadı, bazen fareliğinden
vazgeçti yaranmak için, bazen yemeğinden, omuzuna çıkabilmek için. Finduk
fındık faresi olalı bu kadar rahat bir hayat yaşamamıştı, ama anladığı bir şey
daha vardı ki hayat sadece yaşamak değil, ölmekte vardı yaşamanın içinde
sürünmek de. Bıyıklarını ve dudaklarını
oynattığını gören Adam:
“Tahmin
ettiğim gibi, namaz duasına benzemiş demek” dedi.
Adam
miladın bu 2279. gününde yine sıcak mı sıcak bir gün başlamaktaydı. Beklemeye
uyanmıştı bu sabah yine. Dün olduğu gibi. Bütün gün nöbete yazılmıştı yine.
Verandanın gölgesinde ama yine de sıcak. Ensesinde beliren terini elinin
tersiyle sildi. Ufka doğru, başını kaldırıp baktı. Masmavi, bulutsuz gök
yüzünün altında şehre giden şoseyi gördü. Ne kadar zamandır bir hareket, bir
toz bulutu görmemişti o yolda. Aslına
bakılırsa o yolun nereye gittiğini de
hatırlamıyordu.
Buraya
gelirken hangi yoldan geldiğine dikkat etmemişti ama bu yoldan da başka bir yol
yoktu alıp başını buradan giden. İşte o yolda kaç senedir herhangi bir toz
bulutu görmemişti Adam.
“Elli
yıl? Altmış yıl?”
Orada
öyle bir yol olduğu bile aklından çıkmıştı. Bir gün oradan birilerinin
geleceğini ve bir insan sesi duyacağını derinlerde kalan bir umutla bekliyordu
yaşlı adam. Başını eğdi kabullenmişlikle. “Olmazları olur yapan yüce Rabbim
elbette bir bildiği vardır”.
“Belki
yüz senedir gelen gidenin olmadığından eminim” diye yüksek sesle söylendi.
“Halbuki, bir zamanlar insan seslerine, hayvan sesleri karışıyordu bu
köyde. Beni tanımasalar da etrafımda
selam verenler, dolaşanlar, yaşayanlar vardı. Şimdi tüm o yaşayanların,
ahırların, odaların, duvarların, yolların, bahçelerin, tarlaların bazen hoş,
bazen nahoş kokuları burnumda tütüyor.”
Tahta
sandalyenin üzerinde şöyle bir doğruldu, sırtı ağrımıştı. Gelmeyen düşmanı ya
da düşmanları bekleyen kale muhafızı misali ayağa kalktı. Bir elindeki koca bir
sopaya dayanarak, diğer elini gözünün üstüne koydu, ışığa karşı siper etti
alışkanlıkla. Tahta tarabanın altına henüz güneş gelmiyordu ama olsun, kale
muhafızları öyle yaparlardı. Yoldan gelen hayali birine sanki parola sorar gibi
seslendi boşluğa:
“Kaç
yıldır buradayım söyle. İkiyüz? İki yüz
elli yıl? ” dedi sonra omuzlarını
silkti. “Bu melankolik kaderim benim, geçen sürenin ne önemi var?”
Kapının
arkasındaki takvim süslemeli değnek ve bastonlara bakılırsa son kırk senedir takvim işaretlemeye
başladığını kolaylıkla sayabiliyordu. Ama daha da fazla olabilirdi. Bazı
geceler kâbuslar görüp ertesi günler uyanamadığı sabahlar olduğunu, ancak
aklından çıkmış olanları baston üzerine kaydetmeden geçirdiği günlerin
olabildiğini hayal meyal hatırlıyorsa da “kırk yıl olmuş olabilir” diyordu
Finduğa. Birden gözünün önünde eski bir sima belirdi, sarı dalgalı saçlı bir
kadın başı:
“Bak dedem, sen altmış yaşında
gösteriyorsun ama yüz ellidesin... Sana son yirmi beş yıldır emekli aylığını
bile ödemiyorlar, kestiler. Sosyal Güvenlik Kurumu altmış yıl bakarmış
sigortalısına. Şimdi doktor hanımından sana kalan maaşından istifade
ediyorsunuz, bir de kalan ev kiralarından. Arada sırada bizler de katkıda
bulunuyoruz kart hesaplarınıza. Son arkadaşlarınızı da kırk sene önce
yitirmişsiniz. Allah size sağlık dolu uzun ömürler versin. Maşallah aklınız
başınızda, sizi tanıyan insanların müthiş ilgisini çekiyorsunuz, şahsen benim
de... Size özeniyoruz. Sizin soyunuzdan gelen nesliniz olarak; sizin kadar uzun
yaşayıp yaşayamayacağımızı merak ediyoruz. Bu kadar uzun yaşayabilmek için
nasıl besleniyor, ne tüketiyor ve nasıl yaşıyorsunuz? ” diye sormuştu torununun
torunu. Ona market denen bakkal dükkânlarından aldığı yiyecekleri tükettiğini,
suyunu da içtiğini, içkisini de yudumladığını, özel bir beslenme rejimi
yapmadığını, özel bir yaşama tarzının olmadığını ama çok miktarda yürüyüş
yaptığını söylemişti Adam. Bu kadın torun adeta Adam’la röportaj yaparcasına
sorduğu sorularla işin sırrını anlamaya çalışıyorken asıl aradığı da
kendilerinin de Onun gibi uzun ömürlü olup olmayacaklarıydı. Ama aldığı cevap onları şaşırtmıştı.
“Aslolan
sağlıklı bir ömür sürüp, sağlıklı ve zamanında ölebilmektir kızım. Elden
ayaktan düşersen, ele güne muhtaç olursan, kim geldi diye kapıya bakar, sonuçta
sürünürsün! Uzun yaşamaya değil, iyi yaşamaya kafa yor.”
Bu cevap o zaman
için onları dinleyenlere pek matrak gelmişti gelmesine ama espriyle karışık
gülüşmelerine karşın Adam onlara söylediği sözleri sonradan, belki bir yirmi,
otuz yıl sonra anlarlar diye düşündü. Kadın kararan gölgelerin arasında
kaybolup giderken o sırada hayallerin arasından kadının yanında ayakta duran
genç adam gülerek kucağındaki oğlan olduğunu sandığı çocuğu Adama doğru
salladı:
“Bak oğlum bu benim dedemin dedesi yani en
büyük dedemiz. Onun yüz ellinci yaş günü bugün. Bir gün belki senin de onun
gibi bir ömrün olabilir.”
Bağrışlar
ve alkışlar arasında Adamın son yaş gününü kutladılar, “Nice elli yaşlara”
diyerek. Biraz önceki sarı saçlı kadını hatırlamaya çalıştı, torunlarından
birisiydi ama nedense bir kara perde gelip aralarına giriveriyordu. “Düşün”
dedi kendine, zorladı kendini, beyninin bütün kıvrımlarında yakalamağa
çalıştıkça inatla uzaklaşan hayalleri hatırlamayı. Seneler önceye ait ne vardı
da bu kara perde beyninden bir türlü kalkmıyordu nedense? “Bir şey vardı
aramızı bozan” dedi ama neydi o? Öksürdü, bir iki derken hafif bir öksürük
fırtınası başladı ve bitti. Ne vardı da hatırlayamıyordu ne olduğunu? Hayalinde
beliren garip resimlerin üstüne üstüne geliyor olması Adamı ürküttü. Titreyen
ellerini yüzüne sürdü.
“Daha
kaç elli yaşlar oldu da geçti. Bu eskimiş, kadim dünyanın en sona kalmış, bir
titrek yaşayanıyım ben. Ayaklarımın
ağrıları, ellerimin titremeleri, gözlerimin sönmüş feri, bir de çınlayan
kulaklarım, yaşamaktan alıkoyamadı beni Finduk!” sustu bir süre, içini çekti
nemlenen gözlerini sildi. “Gitmek isterim buradan, eller bırakmaz.Tutmaz ayak, tutmaz el, gönül
bırakmaz, bi temelli, verseler de vaad, köşkleri. meşkleri. Son deminde bu
hazanın. Özler bırakıp gidenleri, yürür ha yürür, Varır menzile lakin, el
bırakmaz” dedi.
Toz
bulutları sarmallandı uzaktaki yolda.
Hani köyü şehre beğlayan can yolu şosede. Ya da öyle geldi Adam’a. Şöyle bir
toparlandı. Dikkatle seyretti olanı biteni.
“Aldanmışım” dedi üzüntüyle. Göz kapakları yavaşça indi. Titrek, çatlak
elleriyle gözlerini ovuşturdu. “Finduk gördün mü hâlâ ümidimi yitirmedim” diye
masada bekleyen fareye döndü. O da “cik” ledi cevap olarak. “Biliyor musun
kıyameti görecek olanlar da bizleriz. Ben öldüğümde, umarım bu olur, kıyamet
kopmuş olacak. Çünkü kıyamet insanlığın sonu demek, sen bilir misin? Sizlerin
ne olacağınızı bilmem” dedi.
Finduk
masanın üzerinden şaşkın şaşkın bakıyordu Adama. Bu
kadar lafa alışık değildi zaten her zaman uzun cümlelere başladığında
şaşırırdı. Yüzüne bakıp Adamın ne dediğini anlamaya çalıştı. İçinden, zekiyim
ama bunu ben bile anlayamam dercesine,
şaşkınlıkla başını olumsuz anlamında sağa sola çevirirken Adam:
“Ben
böyle anlıyorum. Aslında kitaplara göre dünyanın da sonu olacağını söylüyorlar,
bizimkiler de kafalarından bir sürü senaryo üretiyorlar. Anadolu’daki her şehir
ve yörenin nasıl yok olacağına dair rivayetler vardır. Şurası depremle, şurası
selle, burası hastalıkla, şu belde de yangınla falan derler. Hoca efendilerin
sarık kuşağının uzunluğuna göre değişir bunlar, uzunsa daha uzaklara ulaşır,
ama bütün bilebildikleri yerler, Hint ve Çin elleri kadardır, denizlerin
ötesinden ya da Afrika’nın içlerinden ya da kutuplardan haberleri yoktur, ama
aya ve güneşe dair kitaplarda paragraflar bulurlar fetva sallarlardı. İyi
mi?” Finduk hâlâ bakıyordu. Derken
birden bulunduğu yerden sıçrayarak masadan aşağıya indi ve verendanın önündeki
otların içinde kayboldu.
“Olacağı
buydu... Adam haklı tabii. Bunları düşünürken benim bile içime fenalık geliyor
arkadaş... ”
Sıcak,
sımsıcak bir gündü başlayan. Adam etraftaki ışıktan oldukça rahatsız oldu, gözleri yaşardı, açamaz oldu
gözlerini. Böyle bir sıcak ve parlak
havaları son yıllarda yaşar olmuştu. Güneş daha bir parlak, gökyüzü de daha bir mavi, ama bulutlar daha bir az.
İçeri girip salondaki konsolun gözlerini karıştırmaya başladı. eski bir konsol
beş çekmeceli, ama her yanı tamir görmüş, çekmeceleri asılmadıkça açılmayan
plastik ve metal karışımı 21. yüz yıla ait bir mobilya. Üzerinde olması gereken
ayna çoktan kaybolmuştu. Adamın ilk evlendiğinde aldıkları mobilyalardan
biriydi öyle hatırlıyordu. Karısı ailesinden gördüğü gibi bu ahşap görünümlü,
deseni de ceviz idi galiba, mobilyayı el işi örtülerle süslemişti. Şimdi
kurumuş yer yer çatlamış yüzeylerinden bu desenler senelere yenik düşerek adeta
buharlaşıp kaybolup gitmişlerdi.
Karısının bu konsoldaki aynaya bakarak sık sık saçlarını taradığını sokağa
çıkmadan son bir defa daha kendine baktığını unutmamıştı Adam. Sonra ilk
çocuklarının oynarken havaya attığı bir oyuncağının aynaya isabet edip
kırdığını anımsadı. Sonra bir kaç kez daha kırılmıştı ama ilki o hırçın
tabiatlı çocuk yapmıştı. En büyük oğlu. Hırçın tabiatlı çabuk öfkelenen ama son
derece akıllı, çalışkan, dirayetli, mantık sahibi biri olmuştu. Lise
eğitiminden sonra, şimdiki okul sisteminde lise var mıydı bilmiyordu,
Üniversite eğitimini burada yapmasını istemediğinden aile bütçesinden
yaptıkları tasarrufla yurt dışına yeni dünyaya eğitime göndermişlerdi..
Avustralya denen yere. Çocuk buradaki ortamda yetişip büyüyüp tıp dünyasının
tanınmış simalarından biri olmuş ama bir daha da yaşamak için yuvaya
dönmemişti, Çinli bir kızla evlenip orada kalmıştı. Annenin öngörüsü çıkmıştı.
Gönderirken yüreğine düşen sızı hayat boyu bir daha hiç geçmemişti.
Şimdi
bunları neden hatırladığını anlayamıyordu ama bir sürü hayal peş peşe
geliyorlardı Adam’ın üstüne üstüne. O bayan, torununun torunu olan yüz elli
yaşı kutlamalarında Adam’ı kameraya alan olan kadın, yine arkalarda bir
yerlerden öne doğru geldi ve birden havalandı. Adam şimdi kadının havada
sallanan ayaklarını ve eteklerine sarılı çocuklarını görüyordu. O yüz elli
yaşına kadar yaşamanın sırrını merak eden kadıncağız evde kimsenin olmadığı bir
zamanda, tamı tamına kırk yaşında, plastik bir iple kendini asarak canına
kıymıştı. Nereye mi asmıştı, evin içindeki doğal gaz borusuna. Adam bir gün
sonra duymuştu bu olayı ve çok üzülmüş günlerce yemekten, içmekten kesilmişti.
Bunaldıkça bunaldı. Bu acı, apacı olayı asırlar önce unutmuştu şimdi neden hatırlar
gibi oluyordu? Böyle bir günde güneşin en parlak olduğu, gözünü açamadığı bir
zamanda, alt tarafı gözlük almaya gelmişti içeri. Komodinin gözüne koyduğu
güneş gözlüklerinin arasından işe yarar birini seçmekti gayesi Adam’ın.
“Bu,
ne bu şimdi? Karabasanlar bastı üstüme boran gibi, kar gibi” dedi.
Kapının
önüne bahçeye yeniden çıktı, gözünde koyu renkli kara gözlükler, sandalyeye
yavaşça oturdu.: “Ohh, be dünya varmış, ne güzel şey şu görmek!” Başını
kaldırıp masmavi , bulutsuz gökyüzüne baktı. Daha önce gökyüzü hiç bu kadar
parlak ve rahatsız edici değildi. Bir şeyler mi değişiyordu havada yoksa kendi
gözlerinde bir acaip oluşum başlamıştı? Düşündü. Endişelendi.
Asırlara
dayanan bir garip organizmaydı Onun yapısı. Şimdi artık hayatta kalmamış olan
bilimcilerin görmesini isterdi Adam. Kendi deneylerinin hayret verici
sonuçlarını ancak bir on yıl takip etmişlerdi. Bir kaç makaleye ve günlük
gazeteye konu olmuş ötesi çok pahalı olan bu yöntemin uygulanmasının fantezi
olduğu iddia edilmişti. Gerçekte olan ise organizmaya bu müdahalenin ulvi yasa
ve kaideleri inkâra yol açağı realitesinin belirmesiydi.
Tam
elli dokuzuncu yaş günündeyken hastaneye kaldırıldı Adam. Yılardır süren
halsizliğin ve önce karaciğerde başlayan organ yetmezliğinin teşhisi konmuştu.
Vücudu yeni kan hücresi yapma özelliğini yitirmişti, artık yeni kan yapamıyordu sonrasında bundan ilk zararı
beyni ve karaciğeri görmüştü, Ayrıca Adam’ın kanında mikroskobik plastik lifler
bulundu. Bundan yarım yüzyıl önce ilk örneğine bir insanın hücreleri içinde
rastlanmış olan bu lifler, insanlığın girmiş olduğu bu acaip yaşam
teknolojisinin son evresinde dünyadaki çevre kirlenmesinin hücre içi kirlenmeye
de yol açmakta olduğunun korkunç bir göstergesiydi bu. Zavallı hücreler,
bünyelerindeki bu yabancı mikroskobik oluşumların, hücre organize
bölünmelerinin aksatılmasına ya da dumura uğratılmasına şahit olmaktaydılar.
Anneden fetüse geçen bu kirlilik acayip gelişmelere, garip doğumlara ve
düşüklere yol açıyordu. Adam’ın kanı,
tedavi süresince yeni geliştirilmiş yapay kanla üç defa değiştirildi. İlk
olumlu sonucu hücrelerinde rastlanmış plastik fiberlerin vücut dışına atılmakta
oluşuyla vermişti. Kana geçen lifler daha sonra yeniden yapılan kan değişimiyle
tamamen dışarı atılmıştı. Sonunda
yepyeni bir vücut sıvısına kavuşan Adam yenilenmeye ihtiyaç duymayan, hücreleri
yaşlanmayan, dolayısıyla organizmanın teorik olarak sonsuza kadar dayanacak bir
yapıya sahip olacağı bir vücuda sahip oldu. Her zaman ve her yerde o değişimin
yapıldığı yaşta kalan görünümüyle gezinir oldu. Genleriyle oynanmış domates,
salatalık, çilek gibi uzun ömürlü ve çürüyünceye kadar taze görünüşünü muhafaza
eden bir organizmaya dönmüştü. Etrafında olan sayısız değişimlerin, soyundan
gelen nesillerin yaşlanmasına ve ölümlerine şahit olmuştu Adam ama kendi aynı
kalmıştı.. Baş ağrısı, hastalık nedir bilmez, saçı dökülmez bir adam olmuştu,
ta ki bu yıllara kadar.
Yaşamakta
olduğu bu ucu, bucağı ve sonu bilinmez hayat O’na gittikçe sıkıcı, çekilmez ve
acı veren bir müebbet hapis mahkûmiyetine dönmüştü. Çok defa Tanrıya canını alması için dualar etmişti ama
istediği gerçekleşmiyordu. Ancak sanki bu günlerde bir şeyler olabilir gibi
hissediyordu.
“Bu
bir his arkadaşım. İçime doğuyor. Bu günlerden birinde kendi başına
kalabilirsin Finduk... Üzülme, herkesin bir gün buraları bırakıp gideceği bir
saati olacak” diye söylendi. Masanın üzerindeki seramik kupanın içindeki ada
çayından bir yudum aldı. “Bayağı ılık, gerçi havanın bu sıcağında iyi sayılır”
dedi. Bahçeden toplamıştı bunu. Kafasını kaldırıp ot bürümüş bahçeden geçip
bahçe çitlerine, oradan gözü ufuktaki şose yola çevirdi gözlerini. Bir zamanlar
çocuklar, yani torunlar bu yoldan gelip Adam’ı ziyaret ederlerdi. O zamanlar
vaktin nasıl geçtiğini bilemezler vakit geldiğinde de aynı yoldan geri dönerlerdi.
Hayallerinin arasında bir gelişlerinde çocukların o yolda dönerlerken yol
kenarındaki hendeğe uçuşları da vardı. Bu kaza adeta bir son oldu, bir başka
gelen giden olmadı köye şehirden. Adam emin değildi ama o zamandan bu zamana
bir yüz elli, yüz altmış yıl daha geçtiğini sanıyordu. Belki de daha
fazla... Bu unutulmuşluk artık bir taş
gibi inmişti yüreğine. Ada çayından bir
yudum daha aldı, onun yemek borusundan aşağıya ılık bir akıntı şeklinde inişini
takip etti, ta midesine kadar.
“Ohh. Bak adamım farecik: insan yaşadığını nasıl
anlar? Haa? Bir cevabın var mı?” diye biraz önce otların arasında kaybolan
fareciğin ardından seslendi. “Bak bahçeye dadanan bir iki kedi var, farkında
mısın bilmiyorum ama kendini kollasan iyi edersin. Sonra beni yalnız bırakırsın
Finduk” derken masanın üstünde bekleyen üç elmanın birini üstündeki çullara,
artık ancak çul denirdi giydiklerine, sürerek pırıl pırıl parlattı. Elindeki
elmayı evire çevire süzdü. Üstündeki lekelere bakarak en kurtlu olabilecek
yerinden bir ısırık aldı. Kopan parçanın
altından bir anda açık havada kalan beyaz bir kurtçuğun üşümüş, tırsmış bir kurtçuğun ürpertiyle kıvranan gövdesiyle
karşılaştı.
“Merhaba
arkadaş, bu acımasız dünyaya hoş geldin” dedi Adam. “Finduk, çabuk gel. Duydun
mu? Bir elma kurdu yarışması yapalım, yarışmacılar ortaya çıkıyorlar, haydi gel
arkadaşım!”
Adamın
yıllar öncesinde bulduğu bir zaman öldürme aracıydı bu yarış. Çizilmiş olan bir
dairenin ortasına konan kurtçuklardan kimin kurtçuğu en çabuk dairenin dışına
kendini atarsa yarışı o kazanırdı, bu kadar basitti oyun. Zavallı kurtçuklar,
elmadaki yuvalarından ayrılınca şaşkınlıkla ve can havliyle dışarıdaki hain hava vücutlarını kurutup
onları öldürmeden önce kımıl kımıl kımıldanırlar. Kendilerini ya ileriye doğru
atarlar ya oldukları yerde kıvranırlar. Fareciği bekledi, gelen giden yoktu.
Baktı O gelmiyor, masanın tablasının
üstüne çizili dairenin içine iki kurtçuk koydu parmağıyla işaret etti
sağda olanını:
“Bu
senin farecik, bu da benimki. Senin kurt kazanırsa sana ekstradan peynir! Ben
kazanırsam elmanın biri daha benim olur. Tamam mı?” diye seslendi. Adam işaret parmağıyla
kurtları hafifçe dürtükledi. Zavallılar bir telaşlandılar, bir telaşlandılar ki
o menfur dairenin içinde kıvranarak kaçmaya çalıştılar ters yönlerde. Adam
yerinden kalkmadan doğrularak, masanın altına eğilerek fareciğe baktı. O sırada
otlar titredi ve Finduk ortaya çıktı ve gelip adamın paçalarından masanın
üstüne doğru tırmandı ve sonunda başardı küçük fare.
“Bak!”
dedi Adam. “Sonradan mızıklama sağdaki senin, soldaki benim. Anlaşıldı mı?” O
sırada kurtçuklar masadaki çizili çemberin içinde sağa sola boş hamleler yapıyorlarken, biri daire çizgisine doğru uzun fulelerle hızla yaklaşmaya
başladı. bir kaç saniye sonra da çizgiyi yakaladı ve geçti. Durmak yok devam
dedi, herhalde ki yoluna devam ediyordu bu bacaksız. Bu Finduk’un kurtçuğu idi.
Farecik bunları seyretti bir süre sonra koşarak gelip önce dairenin içindeki
kurtçuğu arkasından dışarı fırlamış olan kurtçuğu, miyop gözleriyle seçerek, ellerine
aldı onları ağzına attı, bıyıklarını titreterekten afiyetle yedi. Adam güldü:
“Eee
hak etmiştin.” İçini çekti, “Bu gün ekmek yapma günümüz Finduk, yardım edecek
misin?” Tekrar güldü. Ayağa kalktı ufka doğru döndü. “Yok” dedi. “Gelen, giden
yok... Bari tembellik çökmeden önce temizlik yapayım sonra da ekmek
mayalayayım. Sonra geçen gün köydeki evlerin birinde bulduğum kitapları şöyle
bir gözden geçireyim” diye düşündü. Ayaklarını sürüye sürüye içeri giderken
döndü fareye:
“Sen
de yuvana dön, kapını kapat” diye parmağını salladı. O sırada mavi gökyüzünde
inceden de ince beyaz bir çizgi
bulutunun uzanmakta olduğunu fark etti. Tereddütle durdu, dikkatle bakmaya başladı. İnce bir bulut
kuzeye doğru uzayıp gidiyor o uzandıkça
çizginin en arkasından itibaren genişleyerek havada dağılıyordu. Bu oluşum
adama yıllar öncesinden aklında kalan havada süratle giden uçakların peşlerinde oluşan bulutçukları hatırlatıyordu
ama ihtimal de vermiyordu, belki yüz yıldır böyle bir şeye şahit olmadığı
aklına geldi. İçeriye girdi yavaş yavaş, hiçbir şey olmamış gibi hareket
ediyordu. Etrafı toplamaya başladı ama havadaki o bulutun ne olabileceği aklına
takıldı, dönüp dışarıya verandaya çıktı tekrar. O bulut artık çizgi olmaktan
çıkmış, genişleyerek dağılmaktaydı. Oraya bakarken yan taraftan Doğu’dan yine
kuzeye doğru yeni bir çizgi bulut peydahlandı. O da demin ki çizginin gittiği
yere doğru gitti. Adam onun arkasından öndeki uçağın izini takip eden bir başka
uçağın varlığını fark etti.
“Hayırdır,
neler oluyor böyle? Ben yıllardır şu dünyada yapayalnız kaldığımı sanıyordum
ama öyleyse bunlar da ne? yoksa yanılıyor muyum acaba? Yeniden masaya tırmanmış
olan Finduk’a döndü:
“Sen
ne diyorsun bu işe Finduk?” Farecik şaşkın gözlerle süzdü adamı. Tedbirli
olmayı aklına getirdi farecik, ne olur, ne olmazdı.
Hayaller
görüyor olabilirim, sanki biraz önceki karabasanlar geriye dönmekte de
olabilirler diye düşündü Adam. Başını salladı pişmanlıkla, üzgündü sağlıklı
düşünemiyor gibi geliyordu Ona. Her gördüğünü veya duyduğunu kötümser yorumluyor
diye düşünüyordu. Haklı da olabilirdi, yaklaşık bir asırdır yalnız değil neredeyse yapayalnız sayılırdı, aklının
başında olmasını beklemek saflık olurdu belki ama öyleydi.
“Büyük
baba” diye seslendi Adam’ın torunlarından biri. Baktı üstünde beyaz bir anorak
elleri cebinde gözünde gözlük, Ona gülümsüyordu. Adam Ona doğru hamle yaptı,
torunun hayali havada dalgalandı, adam olduğu yerde kalakaldı. Ne söyleyecek
diye bekledi. Yanındaki esmerce on on iki yaşlarındaki kız çocuğu hayallerin
içinden sıyrılıp ona doğru geldi ve sarıldı. Adam Onu ve diğer hayalleri
tanımaya çalıştı uzunca bir süre, toplananlar torunlardan yaşlıca birinin yaş
günü için bir araya gelmişlermiş, kaç yaşında olduğunu sordu, “Yüz otuz altı
oldu Büyük baba” dediler. Büyük baba o kalabalık hayallerin arasında sevinerek
arandı yüz otuz altı yaşında olan selefini, ne yaptıysa kalabalık içinde
gösteremediler, yoktu O yaşlı adam. Finduk o sırada cikledi. Hayaller bir süre
donup kaldılar:
“Fare.
Fare var burada! Fare var fare var...” diyerek kaçıştılar birden bire. Adam
fareciğe döndü, ilk defa görüyormuş gibi baktı, baktı. Tanıyamadı.
“Sen
fare misin arkadaş? Sen benim arkadaşım değil misin? Bu yalnızlık çölünde sen
bana Tanrının bahşettiği bir cansın, dostumsun, arkadaşımsın.” Finduk bir kaç
defa cik cikledi. Adam’a iyice sokuldu. Adam’da onu avucuna aldı. Elleri
ayakları soğuk vücudu sıcaktı. İncecik tırnakları avucunun içinde sağa sola
dokundukça iğne gibi batıyor, biraz da acıtıyordu. Farecik Adam’ın avucunun
içinde gerindi, gerindi sonra gevşedi. Tostoparlak oldu uyumaya hazırlandı.
Adam yukarı kaldırıp yüzüne yaklaştırdı:

“Yahu
bu uçaklar da neyin nesi? Buradan uçak, muçak geçmez ki. Bu olağan üstü bir
durum. Bunlar bana işaret olabilir mi acaba? Galiba yolun sonuna geliyorum”
diye düşünürken kalp atışları yükseldi. İlk olarak aklına Gordion’daki kral
Midas’ın 1940 larda açılmış olan Tümülüs'ün mezar odasının o zaman çekilmiş
fotoğrafları geliverdi. O çağların Anadolu’sunda en zengin insanıydı bu kral
Midas. Nihayet vakti saati gelip öldüğünde, kendisine ardıç ağaçlarından bir
mezar odası yapılır ve içinde yerleştirilen çamdan yapılma bir kerevetin üstüne
konulur. Üzerinde işlemeli elbisesi ve ayaklarında altın işlemeli çizmeleri
vardır. Mezar odasına 196 adet kap, kacak ve tabak bırakılmış, cesedin üzerine
kullandığı silahları ile 21 çeşit kumaş
örtülmüştür. Sonra mezar odasının üzeri köleler ve Gordion’luların, günler
süren gün süren çalışmalarıyla kül,
toprak ve taşlarla örtülür ve büyük bir tepe yapılır. Adamın hatırladığı
kadarıyla 55 metre yüksekliğe erişir. Ceset üstünde yapılan incelemelerden
ölünün 60 yaşlarında olduğu anlaşılır ama höyük yüksekliği neden 55 metrede
bırakılmıştır anlaşılmaz. Ya para babaları parayı kestiler ya da nafıa vekili
tamam dedi. Bu haliyle bile eski höyükler arasında büyüklük açısından ikinci
sırada olmuştu bu höyük. Höyük tamamlandıktan sonra büyük bir olasılıkla
karılarının ve çocuklarının isteğiyle kırk gün yas tutmuş olabilirler, bu arada
bazıları kimin ne kazanacağı, kimin hangi köşeleri tutacağını planlamış olmalılardı. Düşünün en kıymetli
malların demir, bakır kılıçlar ile altın, gümüş fibro ve pamuk ve keten dokuma
olduğu zamanlarda adam o çağın en zengin kralıdır. Demek ki ortalığı iyi
götürmüş olmalıydı. Her tuttuğu altın olan bir adam.
Gerçekte
Adam’ı etkileyen son sahneydi. Asırlar sonrasında açılan tünelle mezar odasına ulaştıklarında kocaman kireç
taşlarından yapılmış bir dış duvarla karşılaşmamıştı ekip. Görebildikleri sadece bu kireç duvardı. Kireç
taşı duvarı kestiklerinde ise, 28 asırdır hapsolmuş hava ve küf kokusunu
solumuşlardı. Duvarların içinde bir boşluk içine hapis ardıç ağacının kocaman
gövdelerinden yapılmış kocaman küp şeklinde bir yapının sapasağlam kaldığına şahit olmuşlardı. Ölü
odasına girmek için o muhteşem ardıçları keserek önce bir pencere sonra da bir
büyük kapı açtılar. Ölü odasına girdiklerinde ki o zaman çekilmiş resimler
görmüştü Adam, ölünün yattığı kerevetin çürümüş, kırılmış, yere serilmiş, üzerindeki kurumuş ceset, dağılmış silahlar
ve örtülerle beraber yere serilmiş vaziyette bulunmuştu. Son yıllarda içerideki kirli tabaklardaki
kalıntılardan ölü yemeğinde acılı ballı et kızartma ile şarap ve bira ikram edildiği
de bulunmuştu. “Ancak son teknolojiyle yapılan yaş belirleme testlerinden bu mezarda yatan erkek cesedinin Midas’ın
değil ondan on, on beş sene daha önce
ölen Midas’ın babasına veya başka birine ait olabileceği söylendi, iyi mi? her
tuttuğu altın olan adamın öyküsü işte bu kadar...” diye mırıldandı Adam. Bir
süre sonrasında da ölümünün nasıl olabileceği şeklinde ya da nasıl olmalı diye
kafa yormaya başladı.
“Mesela
kanepeye mi uzanmalıyım yoksa yerdeki ot yatağıma mı? Kapalı bir yerde mi
olmalıyım yoksa bahçede otlar arasında mı? Kendimi gömebilir miyim acaba? Kurda
kuşa yem olmak mı yoksa alabildiğime saklanmak mı?” bayağı heyecanlandı ama
“İşte Midas’ın hali” dedi. “Ne planlarsan planla, su kendi yolunu buluyor
sonunda. Doğal olanını... buluyor” dedi, yutkundu.
Adam’ın
takvim zamazingosuna göre aradan iki tam gün geçmişti o olaydan sonra. Sabah
kalkınca kendisini dinç hissetti. Bahçede kapıya doğru adeta fışkırmış olan
otları biçmeye başladı. Ama aklı önceki gün
geçen havadaki çizgi bulutlarda ve onları yapan uçaklardaydı. O gün
onların uçak olduğunu düşünmüş idi şimdi de aynı kanıdaydı ya, yine başka ne
olabilir diye düşünmeden edemiyordu.
Sabah saatleri güneş ufuktan hafifçe yükselmiş
ama halâ ışıkları yatık geliyordu köye. Havada açık maviler, açık pembe ve uçuk
sarılara karışmış bir ışık hakimdi. Sesiz bir zaman dilimindeydi Adam, o kadar
sessiz idi ki adam bu yaştaki kulaklarıyla yerdeki börtü böceğin
çıtırtılarını duyabiliyordu. En büyük
gürültüyü Finduk çıkarıyordu. O Adam’ın omuzunda durmaya çalışıyorken Adam
eğilip kalktıkça aşağı düşmemek için devamlı yerini değiştiriyor ve cikleyip
duruyordu. Bir hayli zaman geçirdi bahçede. Yorulduğunu hissettiğinde kendine
bir adaçayı yapmaya karar verdi. Bu arada gözü hâlâ gökyüzündeydi. Lâkin
herhangi bir hareket göremiyordu, bir kaç parça top bulutun hareketi dışında
herhangi bir hareket yoktu. Sakin ama sıcak bir gün başlıyordu kısaca.
Aniden
Finduk bir telaş içinde Adam’ın üstünden aşağıya atlayıp evin içine doğru
koştu. Yaşlı adam bu harekete bir mana veremedi, irkilerek etrafına bakındı.
Nabzı bir anda yükselmiş, adrenalin tavana çıkma yoluna girmişti. Yine etrafı
kolladı ama görünürde bir anormallik yoktu. Ufuktaki şose yine tozsuz, yine
bomboş, gideni geleni yoktu.. “Hayırdır, hayır olsa gerek!” diye yüksek sesle
söylendi. “Annem olsaydı, Hayırdır İnşallah, derdi.”
“Beni
mi çağırdın?”
“Sen
mi geldin? Annem benim. Seni ve babamı kadınlarımı, çocuklarımızı, ayrıca
hatırlayabildiğim tüm torunlarımı çok özledim... Kardeşlerimi, yeğenlerimi
herkesi çok özledim. Hem de pek çok! Ama az kaldı galiba di mi? Benim bu
dünyadaki unutulmuşluğumu açıklamak mümkün değil anne. Niye ben? Çözemedim.”
“Herkesin
bir kaderi var. bu da senin. Yaşarken verdiğin kararlar, kavşaklarda yaptığın
seçimler eninde sonunda kaderin kendisine dönüş oluyor” dedi hayaldeki kadın
karalar içinde... “Oldukça karmaşık ama doğru olmalı” dedi Adam. “Her neyse”
dedi kendine geldiğinde adaçayını eline almış bahçeye çıkarken buldu kendini.
Kapının önündeki sandalyeye oturmuştu ki bir gürültü yükseldi evin arka
tarafından. Telaşla ayağa fırladı, ne
olduğunu anlamaya çalıştı Adam. Evin
yanından, kümeslerin olduğu yerden peş peşe üç tane drone benzeri uçan nesneler
süratle fırladılar. Öndeki ikisi
bahçeden çıkıp, köyün içine doğru dağılırlarken sondaki fırlayıp gelip Adam’ın
karşısında havada asılı durdu. Dört adet pervanesi baş ağrıtacak bir gürültüyle
uluma benzeri sesler çıkarıyordu. Pervanelerin arasında kaplumbağanın bağası
benzeri bir gövdeye alttan asılı duran mekanik bir göz sağa sola bu gürültü
arasında bile duyulacak bir cızırtıyla hareket ediyor, görüşünü ayarlıyordu.
Gövdenin üzerinde de küçük bir namlu ucu görünüyordu. Havada asılı duran makine aniden adama doğru hızla hareket edip açık duran kapıdan evin içine daldı.
Elindeki fincanla beraber kendini sağa atan Adam hızla içeri giren dronun arkasından bağırdı:
“Oha
ulan! Bu ne şimdi? Nereye giriyorsun böyle? Babanın yeri mi?
Terbiyesiz herifler! ”
Kapıyı sertçe çarptı kapattı ama hareket etmekte zaten
geç kalmıştı. Açık kapıdan giren dron aynı hızla açık duran pencereden fırladı
çıktı ve gelip Adam’ın karşısına dikildi kaldı.
Cızırtılı seslerle adama hitaben bir şeyler söylediği belli ama ne
söylediği anlaşılmıyordu. Araç biraz sonra havada salınımlar yaparak yaşlı
adamın karşısında sinir bozucu bir sesle konuşmaya devam ediyordu. Adam
sinirlendi, hem de uzun yıllardan sonra başka birine sinirlendi, “Yeter be”
diye bağırarak elini salladı araca doğru.. Araç olduğu yerden geri sıçradı ve
aynı anda küçük namlusundan 3 mmlik saçmaları adama doğru adeta kustu. O anda körelmiş reflekslerine rağmen
Adam kendini bir yana atarken aynı anda boğazında bir yanma hissetti. Sol
eliyle boğazının sol yanını kapattı, sıkı sıkı bastırdı. Adam bu tecavüze son
derece şaşkın ve korkarak baktı.
“Ne
oldu bana?” diye sordu annesine.
“Bu
araç seni vurdu. Vuruldun sen!”
“Kahretsin!
Lanet olsun! Cinayet bu... Melunlar!” dedi Adam titreyen bir sesle. Elini
çekince yarılmış şah damarından kanın oluk gibi gelmeye başladığını
fark etti, korkuyla avucundaki kanı
seyretti bir süre, gözleri büyüdü, ayakları titredi dizleri bükülü verdi.
Bahçenin içine doğru, biraz önce kesmiş
olduğu otların üstüne yüz üstü düşüverdi. Otlar ve aralarındaki çalılar adamın
yüzüne, gözüne battı ama başını
çevirecek gücü kendine bulamıyordu.
Burnuna kesilmiş ot kokusuyla beraber yeni açmış iğde çiçeklerinin
baygın kokusu doluvermişti. Bu zamanlarda bahçe nefis kokardı diye aklından
geçirdi, düşüncesi bile korkudan buz kesmiş içini ısıttı.. “Baygın, baygın”
dedi.
Öte
yandan kimliği belirsiz Çin malı dron halâ tepesinde salınıyor, millerce öteden
sanki haz içinde seyrediyorlardı yerde kıvranan yaşlı adamı. Bir kaç saniye
sonra araç aniden yeni avlar bulmak üzere fırladı gitti bahçeden.
Kan
ilk hızıyla değildi ama yine de akmaya devam ediyordu otların arasına.
Asırlardır damarlarında dolaşan, ona hayat veren, ölümsüzlük veren o mucize
sıvı damarlarını terk ediyordu, gözlerinin önünde. Bu düşünce yaşlı adamı
korkuttu. “Öleceğim galiba. Hiç kuşkum kalmadı” dedi içi titreyerek, başı otların arasında, gözleri başının altındaki
kaba toprağa dikili.
“Böyle
ölmeyi hiç aklıma getirmemiştim. Kulaklarım uğulduyor, gözlerim kararıyor, titriyorum,.. sanki...sanki sarhoşum,
sızacağım. Böylesi de güzel, mavi bir gökyüzü altında, bahçedeyim... mis gibi
iğde kokuları içindeyim.” Ama vücudunun
ayazda kalmış gibi titremesine, kol ve bacaklarının seğirmesine mani olamıyordu
bunları düşünürken. Otların arasındaki
kan burnuna sızmaya başlayınca çiçek kokusunun yerini ağır bir kan kokusu
aldı..
“Nefes
alamıyorum anne!” diye hırıldadı, boğazından gelen hırıltıyla. Otların arasında hayal meyal fareciği gördüğünü sandı.
“Farecik bu günü şu bastona işlemeyi unutmazsın
de mi?... Hoşça kal...”
“Bu
gün milattan sonra... neydi?”
düşüncesini tamamlayamadı, karanlık bir boşluğa düştüğünü sandı, kendini
sıkı sıkıya kastı.
Sadık
Mercangöz Antalya 22 Kasım 2018 08:22”
[1] Vehbi, 18 yy. divan şairi, rücû
şiirinin en meşhur beyitlerini söylemiştir. İlk satırda başka anlam varken
ikinci satırından başka bir anlam çıkarak padişahı delirtmiş olduğu söylenir...
[2] Dino Buzzati; Tatar Çölü, Roman
Sadık hikayeni okuyunca, aklıma bir gün gördüğüm rüya geldi.
YanıtlaSilDünyada bir şeyler olmuş ve çok az insan kalmış. Bunlardan biri de bendim. Sağıma soluma baktım kimseler yok, sadece uzaklardan bazı sesler geliyor. O taraf yöneldim, benim gibi bir kaç kişi ne yapacağımızı tartıştık. Rüya sahibi benim ya, başkanlık ediyorum konuşmalara. Öncelikle mevcut yiyecek ve içecekleri tespit edelim, ondan sonra gelecekte yiyecek işini ne şekilde çözelim diye düşünelim dedim. İçinizde tarımdan anlayan var mı? Kimseden çıt çıkmıyor. Ben tekrar bağırıyorum. Yine ses yok ve o endişe ile uykudan uyandım. Bir süre düşündüm. Gerçek böyle oluşursa ne yapardık diye.
Hikayen çok ilginç, Düşüncelerimiz bir sürpriz ile bitiyor.
Eline sağlık.