Yeni ZAMANI ÖLDÜRMEK


ZAMANI ÖLDÜRMEK

BÖLÜM I

          Oturduğu sallanır koltukta sallanırken bahçesine sıkıntıyla baktı. Yeşeren otların arasında kurumuş çalı çırpılar ve kurumuş yapraklar rüzgârla beraber hışırdıyordu. Sabah, uyanır uyanmaz, ada çayını hazırlayıp fazla demlenmesini beklemeden ince belli çay bardağına bir bardak çay koyup dışarıya çıkmıştı. Hava serinceydi yaz sonrası, inceden inceye ısırıyordu bedenini. Ürperdi.


Tek başınaydı Adam. Yalnızlık belini büküyordu ama yalnız yaşayıp ta kendi işlerine yetişmeyi, ihtiyaçlarını görmeyi öğrenmişti. Yalnızdı, gerçek bir yalnızlık içinde, yalnız evinde değil, köyde de başka yaşayan kalmamıştı. Çayından bir yudum aldı. Acımsı tadı önce dilinde sonra da artık yaşlanmış beyninde hissetti. Demli çaydan ziyade bu tada bağımlı olmuştu.

“Uhh, harika... Ellerime sağlık.”

Ellerine baktı bir süre, buruşmuş derisinden beyazımsı kemikleri, fırlamış mor damarları görünür biçimde titriyordu. Sever gibi yüzüne sürdü ellerini. Sakalları zayıf telcikler halinde belirgin ama dikkatle bakılırsa ergenliğe yeni erişmiş genç gibiydi.  Tırnakları uzamış kararmış bir halde ona bakıyorlardı. Sağ eliyle sol elinin tırnaklarını kesebilirken, eski gücünü kaybeden sol eliyle sağ elinin tırnaklarını kesememeye başlamıştı bir kaç senedir. Onları da törpüyle kısaltabilmeyi öğrenmişti Adam. Bahçesi son dönemde görülmemiş biçimde bozulmuş kuruyan veya çürüyen bitkilerle doluydu. Yapabildiği tek şey çok eski bir tırpanın yardımıyla evin önündeki yola çıkan taşlığı arada bir açmaktı. Onu da belki bir kaç ayda, bir iki sefer ara verdikten sonra yapar olmuştu.

Kimseyi görmüyordu artık, yooo, gözleri görüyordu ama göreceği kimse kalmamıştı. Arada bir köyün içinde yürürdü, elinde kocaman sopası ve Nazikle beraber, bir baştan bir başa taa şehre giden yolun başlangıcına kadar giderdi.. Nazik yaşlı bir Kangaldı, son on beş senedir beraberdiler. Son gezdiklerinde köyde kimseye rastlamamışlardı, bir kaç başı boş dolanan çoban köpeklerinden başka. Nazikle hırlaştılar ama Adamın sopasından da çekinmişlerdi. Bu yıl yürüyüşe çıktıklarında köpekleri de göremedi Adam. “Nereye gittiler” diye merak dahi etmedi. “Ölmüşlerdir, ya da bir birbirlerini yemişlerdir” diye düşündü.

Geçen senelerin birinde köydeki evleri tek tek yokladığında kafasına dank etmişti yanlızlığı. İnsanlar yerine bir sürü harabe ev, hayvan leşleri, kırık pencere ve kapılara, terkedilmiş pulluk ve traktöre rastlamıştı. Bir de bir yakın okuma gözlüğü bulmuştu, bir pencere pervazında, gözüne de uygundu.  Köyde kimse kalmamıştı, yaşayanlar belki de yıllar önce ya burayı terk etmişler, ya da ölmüşlerdi. Adam ancak yeni keşfediyordu gerçek yalnızlığı. Zar zor gören gözleri için o gözlüğü yanına aldı. Bundan  iki yıl önce oluyordu bu. Ancak Onun için herşey her hatıra birbirine karışmış olduğundan, geçen sene geçen haftaya, geçen yıllar ise birbirinin içine girmişti. Hepsi sanki dün olmuş gibi hatırlıyordu. Kışa girmek üzere oldukları günlerden bir gün hatırladıklarıyla bir takvim yapabilmek kararıyla güne başladı.

“Bir bir işaretleyeceğim yaşadığım günleri... Daha ne kadar yaşayacağımı göreceğim” dedi. Köpek dikkatle dinliyordu onu.

“Bir gün önce misket elmalarını topladım” dedi yüksek sesle, “Bunu unutmayayım”   O sırada aklına ondan bir gün öncesinde de Amasyaları toplamış olduğu geldi.

“Daha önceki gün ise komşu evleri  dolaşmıştık, değil mi Nazik? Ulen yoksa o daha mı önceki gündü? Olabilir... Mi? Ben bir yerden başlamalıyım saymaya, o gün başlangıç olmalı bu zamazingo için. Ne?”

“Zamazingo demem normal Nazik. Böyle takvim olmaz arkadaş”

Adını işitince Nazik Adama bakarak hafifçe havladı.

“İşte o gün ben dünyadaki tek ve son  insan olduğumu anladıydım, değil mi? İşte onunla başlasın benim bu zamazingo, tamam mı?” Sesiz kalınca Nazik, Adam ona çıkıştı.

“Bir şey söyle ulen!” Nazik halâ yüzüne bakıyordu. “Bırak canım sen de!”

          “Zaman ne ki benim için?!” dedi kendi kendine.  Dün bugüne, evvelki gün yarına karışıyor da  önemli miydi bu? Onu da bilmiyordu. Zaman neydi ki onun için. Ya da O neresindeydi zamanın? Bilebildiği başlangıcı vardı ama sonu nerede? Ne zaman bitecek? O gün o kararı vermişti, her günü kaydedecekti işte.

“Lan Nazik takvim gibi bir çetele tutacağım, günleri kaydedeceğim, insan dünü bugünü ve yarını bilmez mi len?” Köpek koca kafasını ona doğru çevirdi yine.

“Sen bilmezsin tabii, biz eskiden günlere Perşembe derdik Cuma derdik, Cumartesi derdik... Haftanın günleri yedidir, derdik, neden sekiz veya on değil bilmem ama öyle derdik Nazik!” Düşündü “Acaba bugün günlerden ne olmalı?” diye düşündü düşündü, bulamadı.   

“Neyse, ne!” Cuma olsa mesela, ya da Pazartesi mesela? Ya da Salı. Köpek başını salladı gibi geldi Adama.

“Salı mı olsun? Neden?” Köpeğin gözlerinin derinine dikkatle baktı.

“Sence bir sakıncası mı var? Neden olmasın?” diye mırıldandı, köpek...

“Annem bir örgüye başlarken, Salı olmamasına dikkat ederdi oğlum! Salı günü başlanan iş sallanır sürer gider derdi... Ama şimdi günlere isim vermeye gerek yok. Ama o gün önemli ne olmuşsa kayıt edeceğim diyorum, anlayabildin mi sen?”

Adam kendini bu dünya da yaşayan tek varlık diye kabul etti o gün. Köyün tepede oluşu ufkunu bir hayli genişletmişken evinin önündeki taşlıkta durup karşılara baktığında kuru çıplak tepecikleri ve oradan şehre giden şoseyi rahatlıkla görüyordu. Olduğu yerden şöyle bir doğrulup baktı. Gelen gideni görür müyüm diye ama boşuna...

Evdeki eski zamanların birinde alınmış bir bastonu alıp getirdi bahçeye. Yakın gözlüğünü taktı gözüne. Adam elindeki bastonu elinde evirip, çevirerek şöyle bir tarttı. Elindeki çakısıyla bastonun gövdesinde aşağıdan başlayarak ucuna bir üçgen çizdi.   Yanına bir düz çizgi çekip “Bu yalnızlığımı bildiğim gün olsun” dedi. Ertesi gün Amasya elmasını sonraki günde misket elmasını topladık dimi?”

Köpek: “Evet” dedi. Adam yan yana iki elma çizip birer düz çizgiyle iki günü birbirinden ayırdı. Beğeniyle baktı bastona ve sonra içeri götürüp girişin yanındaki askıya astı, köpeğe dönüp yüksek sesle:

“Yarın bana bastonu unutturma tamam mı?” diye köpeğe tembihledi.

Tekrar karşı tepelere doğru döndü, şehirden gelen yola dikkatle baktı. “Gerçekten de gelen giden olmuyor mu?" Ben bakmazken birileri geliyor mu kuşkusu düştü yüreğine. Başını uzaktaki yola aniden çevirdi. Yine bir şey göremedi. Durdu köpeğe doğru eğildi:

“Sen de olmasaydın ben ne yapardım, Nazik?” Köpek kısaca havladı. Adam birden başını kaldırıp tekrar yola doğru baktı, hiç bir hareket yoktu.

“Bir araç veya hayvan gelse sesini duyarsın, ahbap!” dedi köpek. Adam ona döndü baktı: “Haklısın arkadaşım...” 


O günden itibaren başladı Adamın baston kayıtları, dikkatle takip etmeye çalıştı günler boyu. Üşenmeden atlamadan çizmeye devam etti, böylece daha bir titiz davranıyordu, zamanı öldürmeye. Adam zamanı öldürerek sona erdireceğini sanıyordu. Köpek ona güldü, kısık sesle...  

Adam sabahın ısırgan serinliğinde ada çayından bir yudum daha aldı:

“Bunun bu kokusu bu acı tadı sabahleyin beni kendime getiriyor Nazik” İsmini duyunca Nazik kafasını taş zeminden kaldırdı.

“Bugün yapacağım ne vardı?” Kafasını zorladı biraz. “Bugün kilerde kalan son çuvallardan birini açalım da bir kaç ekmek yapalım, Nazik!”

“Çok yaşlandı” diye aklından geçirdi Adam. Köpek ağarmış gözlerinin yarı yarıya sönmüş feriyle  yorgun bir halde evin önündeki taşlıkta yatıyordu. İsmini duyunca başını yine kaldırdı, sahibine bir göz attı ve tekrar başını yere koydu.

“En son ne zaman yemek yedik arkadaş? İki gün oldu mu? Kesin bir günden fazla!”

Bahçedeki elma ağacından iki, üç elma yemişti. Köpeğe de ikram etmişti lakin O sadece seyretmişti sahanındaki dilinmiş elmaları. Evin içindeki tahta ambarda elma ve ayva doluydu. Biraz yamru yumru ama tatları ve kokuları müthişti. Yalnızlık, yalnız kalmak, bir başına olmak artık ona olağan gelir olmuştu. Kendine ve kafasına göre yaşıyordu, artık hiç bir şeye bağımlı değildi, hiçbir şeyi yapmak durumda değildi, yapardı ya da yapmazdı. Özgürce, dilediğini yapıyor veya yapmıyor ya da yapamıyordu. Adam aradan geçen bunca seneden sonra başkalarıyla beraber yaşamak ya da  başkalarına bağlı olmak neydi hatırlamıyordu bile. Bunca seneden sonra kimseden hiç bir yardım almadan yaşamanın da sırrını çözmüştü. Gücünü kuvvetini, sağlığını sağlam tut, yanlızca kendine güven, kendi işini kendin gör.

Yıllar, belki yüz yıllar öncesinden beri herşeyi adil yapan, insanlara hak ve insaf duygusunu dağıtan ulu yaratandan umudunu kesmişti Adam. Buralar okadar ıssızdı ki  şeytan bile uğramıyor, rüyalarına girip onu kandırmıyordu.

İnsanlar bu dünyada çürümeyen domatesi, biberi, patlıcanı, geliştirdikten sonra, insan organizmasında kendini yenileyen organları, kendini tamir eden genleri, çürümiyen dişleri geliştirip, bir nevi ölümsüzlüğe doğru yelken açmışlarken, bir yarım asır sonra gen havuzunda el atılmadık gen kalmadığını ama  farkına varmadan cinsiyet belirleyen x,y kromozomlarının da yok olduğunu, oynamalar sonunda artık upuzun ömürlü ama kısır ya da ebter bir insan serisi yaratmışlardı 22.yy da. Bu insancıkların üreme kabiliyetleri sıfırlanmıştı. Üremeden uzun ömürlü bitkiler misali yaşarlarken Bilim insanları kendilerini ulu yaratıcının yerine koyarak, üreme için yapay hücreler geliştirip, onları diğer yapay hücreyle dölleyip doğumhanelerde dokuz ay değil, oniki, veya ondört ay kuluçka makinalarında hücrelerin çoğalarak embriyodan tam teşekküllü bir insan yavrusu yaratmayı başarıyorlardı. Bu oldukça pahalı bir iş olduğundan herkes çocuk sahibi olamıyordu. Kendiliğinden  çocuk doğurmak bu çok kontamine ortamda büyük riskler taşıyordu. Bu değişimin ilk zamanlarında doğal yoldan doğan  bebekler çoğunlukla defolu  olduğundan, hükûmetler doğal yoldan doğumu yasaklama yolunu seçmişlerdi. Kazara doğan amorf insancıkların hücrelerinin zarar görmemesi için basınçlı tanklarda kanlarının emilerek yok edilmelerine şahit olmuştu 23.yy.

Çürümeyen sebzeler, ve bunları tüketen insanların çürümiyen bedenleri, upuzun ömürler ama başkaca bir şey yok. Cinsiyetlerini kaybetmiş, doğal yoldan  üreyemeyen insan ırkıydı bu keşif. Bu Adam da bu türün başarılı bir örneği ve son mostrasıydı. Yaşıyor yaşıyor, yaşıyordu. Karıları – eski alışkanlıkla-  da uzun yaşamasına rağmen çoktan terki dünya etmişlerdi. Torunlarının beşinci kuşak torunları evde bir buda gibi dolaşan bu adamın adını dahi söyleyemiyorlardı. Kim idi bu adam?

“Haa O mu? Yahu bu adam bizim babamızın beşinci nesilden atası mı neymiş, adı da ... şeydi... Dur, neydi? Evde bilgisayarda kaydı vardı ama şimdi hatırlayamadım” derdi yaşlı mı yaşlı torunlardan biri.

Karar verdiler torunlar bu adamı köyüne götürdüler ama orada da kimse bunun kim olduğunu hatırlayamadı, Adam o kadar uzun zamandan beridir yaşıyordu ki o köyede de onun zamanından yaşayan kimse kalmamıştı.

Köyde bu evde kendine bakabilecek mi diye kimse merak etmedi. Adamın köye gelişi böyle olmuştu, yüz sene önce. ilk on iki, on beş yıl aileden sık sık  ziyaret edenler oluyordu, gelip saygıyla otururlar, bir bir sarılırlar öperlerdi Adamı, bilhassa o yaşlı torun hayattayken. O ve karısı gelir, bir hafta on gün kalırlardı Adamın yanında. Oturup saygıyla dinlerlerdi Atalarını. Arada diğer torunların da geldiği olurdu. Evde yapılacak işlere yardım ederler ve ortalığı toplarlar,  biraz para verip köyden evdeki temizliği yapacak insanlar da kiralamışlardı da o zamanlar. Adam için mutlu zamanlardı o zamanlar, yavaş yavaş tek başına yalnızlığı denedi öğrendi. Ama aradan elli yıl geçtikten sonra şehirden kimseler gelmez oldu. Adam artık gerçek anlamda yalnızlara karışmıştı.  Köyden eksilenlerin yerine geçecek çocuklar doğmadığından geçen bir yüz yıl sonunda koca köyden kimse kalmaz oldu nihayetinde.. Her geçen gün yaşayanlar eksildikçe mezarlık genişledi ve bir gün geldi ki, mezarlık köyden daha büyük, sessizlik, sesten daha ulu, sağdan soldan gelen insan konuşmaları ve nâraları ise duyulmaz olmuştu. Şenlik köy adı tarihe gömüldü gitti, ne kadının sesi kaldı ne erkeğin sesi, zaten çocuk sesi ilk geldiğinde de yoktu bu köyde adı şenlik olmasına rağmen.

Adam son bir kaç yıldır uğuldayan rüzgârın ağaçlardaki sesi, alaca kargalar ve Nazik’in havlaması dışında doğru dürüst bir ses, bir müzik duyamamıştı. Diğer taraftan gelişen  kataraktan gözlerini kaybediyordu köpeği gibi. Herşeyi bulanık görüyordu “İyiyidim ama son on yıldır daha bir felaket oldu” diye düşünüyordu Adam. İçeri girdi doğru Kilere gitti, bugün ekmek yapmalıydı.

Akşama doğru bulutlar köyün tepesine toparlanmaya başladı. Seyretti bir süre, rüzgar ihtiyar adamın kulaklarında yankılanıyordu. Kümülüsler top top olup tepelere bir bir koşarak geliyorlar, sonra kaçıyorlardı elim sende oynar gibi. Saatlerce seyretti. Bulutların dansını seyrederken dudaklarının arasından bir melodiyi mırıldanırken buldu kendini. “Nereden çıktı bu? Ne bu şimdi? Nereden kalmış aklımda?” dedi ve şaşkınlıkla düşündü bir an, hatırlar gibi oldu.

21.yy da annesi küçük kardeşlerine söylerdi bunu:

“Dandini dandini das dana
  Danalar girmiş bostana.
            Kov bostancı danayı,
            Yemesin lahanayı...”

Ardından da şimdi bile duyduğunda yüreğine dokunan bir “Ee’leme” gelirdi. Güzel bir ses güzel bir melodi.

          “Dandini dandini danistan,
           Yıkılsın Arabistan,
           Arabistan’nın kızları,
           Ne don giyer, ne fistan.”

Mırıldana mırıldana oturduğu yerden ağır, ağır kalktı. Hatırındaki her şey hatırlayamayacağı kadar uzak, varamayacağı kadar ırak, imkânsız bir yerden adını sesleniyorlardı. Aceleyle içeriye girdi:

“Anne” diye seslendi içeriye. “Sen mi geldin? Hoş geldin anacığım” dedi ama cevap yoktu. Sadece kendi sesini duyunca kalakaldı.. Bazı geceler bir sürü geni dumura uğramış olsa da beynin türlü kıvrımları arasına kıvrılmış, kalmış anıları bir tüpten fışkırır gibi rüyalarına giriverirlerdi. Bazı günler, şu kapıdan içeri annesi, babası ve kardeşleriyle karıları,  kapıyı ardına kadar açtığında bölük bölük, “Seni çok özledik de geldik” diyerek girdiklerini görürdü. Çok memnun ve mutlu olarak, birileriyle şakalaşarak uyanırdı sabahleyin. Ama artık oldukça nadir rüya görüyordu Adam.  Gözleri sulandı ve özlemi iki damla yaş oldu, göz pınarlarında belirdi, yanaklarından aşağıya yuvarlanıverdiler. Burnunu çekti hafifçe. Yüksek sesle köpeğe seslendi.

“Benim kaderim bu mu Nazik? Ben neden yalnızım bilemedim ki? Senelerdir yaşıyorum, yaşıyorum, sadece yaşıyorum, hasta olmuyorum yatalak olamadım, hergün ayaktayım bugünkü gibi. Soğuk etkilemiyor, sıcak etkilemiyor beni. Başım ağrımaz midem bulanmaz, ayaktayım. Artık sürünüyorum ama ölemiyorum. Benimle yola çıkanlar çoktan beni bıraktılar yarı yolda. Kadınlarım, çocuklarım, torunlarım terk ettiler. Kardeşlerim, onların çocukları, onların torunları, torunlarının torunları, torunlarımın torunları neredeler, Nazik?” Köpekten çıt yok.

“Bütün köylü de beni bıraktı gitti... bu insanlar neredeler Nazik?” durdu, düşündü: “Bin sene filan geçmiş olmalı. Fakat  kimse bana sormuyor ki! Benim de bir kaderim olmalı. Günüm gelsin diye iple çekiyorum ama ipin sonu gelmiyor” dedi, gözleri ıslak.


Nazik ismini duyduktan sonra ağzını kocaman açarak esnedi, bir homurtuyla kapattı. Tekrar yere uzandı. Yine büyükçe bir sessizlik hakim oldu eve. Adam bahçeye çıkarken içeriden duvarda asılı olan bastonlarını getirdi, hepsi bir sanat takvimine dönmüştü. Elmalı, armutlu, buğdaylı, yağmurlu, güneşli  günler işlenmiş dört tane baston, her birinde 300 veya 400 gün işaretli, her bir şekil yontula yontula alçak kabartmaya dönmüştü bastonların yüzleri.

Bastonları sırasıyla masaya yerleştirdi. Sonra her birine tek tek baktı. Bir daha, bir daha baktı, iyiki bu zamazingoyu da yapmışım dedi içinden.

“Bak burda her günümüz işaretli Nazik. Bak ekmek yaptığım günler, elma, armut topladığım günler. Bak bunlar da beraberce gezdiğimiz günler Nazik. O gün spor yapmışız yani” dedi köpeğe, sonra solucan gibi kıvrık şekli gösterdi: “Bu günü hatırlıyor musun? Elmadan iki tane kurtçuk çıkmıştı da birbiriyle yarıştırmıştık masanın üstünde?  O günü de kurt yarışıyla geçirmiştik?” Sonra bir başka iki kurtçuk işaretini gösterdi köpeğe. “Bak bugünde de ayva kurdu ile elma kurtlarını yarıştırmıştık, sabahtan akşama kadar. Hatırlasana nasıl zaman öldürmüştük o gün!”

Kafasını kaldırıp yıllardır duvarda asılı olan durmuş saatlere baktı. Saatler durmuştu ama zaman sona ermemişti. Yalnız duvarlarda değil pencere önlerinde, masa üstlerinde de saatler vardı. Bozulanları kendince tamir ediyordu Adam ama yolun sonuna gelmiş gibi bir gün baktı ki çalışan bir tane saat kalmadığını farkına vardı. Adam saatlere baktıktan sonra tekrar bastondaki şekillere döndü:

“Haa bak şu günlerde şarkı söylemişiz” dedi. Ardından içi boş kareleri gösterdi köpeğe. “Şu günlerde sadece uyumuşuz” dedi gülümseyerek ki nadir gülümserdi, o gün de zamanı öldürmüşüz biz!” Bastonlardaki bütün işaretleri saydı içinden, köpeğine belli etmeden.

“1350 gün geçmiş, milattan sonra” dedi köpeğe. Yıllara ayırarak saydı tekrar. “Üç yıl 255 gün olmuş milattan bu tarafa Nazik! Dört yıla az kalmış, bu kış dört yıl olacak” diye mırıldandı.

O sırada bir şimşek çaktı uzaklarda bir yerde, bir an aydınlandı ortalık. İrkildi.

“Birazdan yağmur yağacak len! Harika” diye sevindi Adam. Çok geçmedi tarabanın üstüne ilk damlalar düşmeye başladı.  Önce tane tane tek tük tıpırtılar duyuldu. Adam yerinden kalkıp bastonların birinin üstüne bu gün yağmur yağdı diye işaretledi. “Bugünlerde sonbahara girdik, yarında yağmur indirebilir Ocakta ki ateşi söndürmemeliyim” diye düşündü. Sonra bastonları içeri götürüp duvara astı. O sırada yağmur muntazam yağmaya başladı, çatıdan ritmik  pıtırtılar duyuluyordu. Adam kovaları getirip damlayacak yerlere yerleştirdi dikkatlice. Bir kaç gündür bahçedeki kuyunun tulumbası da arızalıydı ve zaman öldürmekten henüz tamir edememişti. Bu yağmur tam zamanında geldi diye düşündü. “Sağol” dedi yüksek sesle.

Sonra kendi yaptığı darbukayı eline alıp bahçedeki tarabanın altına çıktı. Nazik de yattığı yerden yağmurla beraber kalkıp tarabanın altına gelmişti. Adam sevinçle seslendi köpeğe:

“Haydi Nazik, müzik zamanı, beni takip et arkadaş!” Köpek iki defa havlar gibi uludu. Adam elindeki darbukayla yağmurun ritmine uydurmaya çalıştı, düm tekleri... 

Sadık Mercangöz 19 Nisan 2018 Bağlıca 02:20      

 

 

 

ZAMANI ÖLDÜRMEK

BÖLÜM II

Zamanında  Ölmek

Milat'ın  1979.  gününün gecesiydi, Adam sıkıntıyla uyandı. Ot yatağının içinde dirsekleri üzerinde doğruldu. İçerinin karanlığına alışmak için bir süre gözlerini karanlığa dikti. Gündüzler  gecelerine, geceler gündüzlerine karışmış, içindeki beden saati arada bir şaşırıyor, ileri gidiyor,  geri kalıyor, işte şimdi sabah oluyor, dediği zaman, daha gece yarısı olmamış olabiliyor,  gece yarısı olmalı dediği zaman sabahın ilk ışıklarını görüyordu biraz bekleyince... Ama her sabah güneşin ilk ışıklarıyla birlikte beden saati kendini yeniden ayar ediyor, yeniden başlıyordu saymaya içinden. Eskiden mekanik zemberekli, kurmalı saatler vardı, her gün kurardınız, ve radyodan hergün belli saatlerde memleket saat ayarı verilirdi. Bu saatler içlerindeki zemberek ve çarkların hassasiyete bağlı olarak, az veya çok ileri veya geri bir zamanı gösterirlerdi de memleket saat ayarlarıyla saatlerinizi ayarlı tutardınız. Kendini o mekanik saatlere benzetiyordu Adam. Kendine soruyordu, başlayan hangi sabahın içindeyim diye. Hangi ayda, hangi gündeyim? Cevabını bulamazsa omuzlarını silkerdi, “bilsem de olur bilmesem de”.

“Kör karanlık beni perişan ediyor” diye başladı karanlığa konuşmaya mırıl mırıl. “Her çıtırtı hayallerimi ya uyandırıyor ya da kovalıyor, kâh korkuyorum, kâh aldırmıyorum, biliyorum bin bir yaratıkla beraber yaşıyorum bu evde. Takım kurdum onlardan yüzyıllar öncesinden aklımda kalmış yarı yıpranmış ya da silinmiş isimlerle çağırıyorum onları ama adamlar antrenörlerine aldırış dahi etmiyorlar, maça çıkmıyorlar.. Karanlık demek körlük demek benim için ama körler nasıl beceriyorsa ben de beceriyorum yaşamayı, takım arkadaşlarım içinse bu karanlık körlük; yaşamak demek” diye söylendi Adam.

“Oysa yalnızlık beni kat be kat perişan ediyor, ne desem boş. Günde yirmidört saat yalnızım eğer Nazik, köpeğim yoksa. Yüzyıllardır kendi kendimleyim, yalnızım. Yirmi beş, otuz, yıl önceye kadar etrafta dolaşan insanlar vardı, bana selam verirlerdi konuşmasalar bile. O karşılaşmalarda insanlar kaç yaşımda olduğumu ya da benim hangi çağda yaşadığımı tahmin bile edemezlerdi de; benim ağzımdan o anda dökülen cümlelerin onların zamanlarıyla alakasını kuramayan zavallılar bana göstermeden yanındakilere el işaretiyle, benim için ‘Meczup’,  ‘Tırlatmış’ derlerdi. Bağırmak gelirdi içimden, ‘Ben meczup değilim’ diye, ama kendimi tutardım. Anlatamazdım ki kendimi. Desem ki ‘ben kaç yaşımda olduğumu unuttum. Kaç senedir yaşıyorum çıkartamıyorum desem inanamazlar ki’. Bana büyük büyük baba deseler kaç yaşında olduğumu sanırlardı ki; yüz, yüz on, yüz otuz? Kaç seneyi kabul ederlerdi benim yaşım için bu görünüşüme bakarak? Diyorum ya ben bile karıştırdım. 5, 6 asırdır, galiba fazla da olabilir sürünüyorum bu dünyada.

“Ben altmış sene normal yaşadıktan sonra altmışımdan sonra öylece kaldım, fiziğim ve görünümüm değişmedi, o ilk on beş,  yirmi senelerde insana hoş geliyor aynada yüzümü, ellerimi, kollarımı görmek, ya da dökülmeyen saçlarımı fiyakalı bir şekilde taramak, kendimi zinde hissettirirdi ve çok beğenirdim hayalimi. Öyle ya; diğerlerinin kadın olsun erkek olsun, yolda başkalarının kolunda ya da bir bastona sıkı sıkıya sarılmış, sallana sallana yürümesini seyrederken, kerametin kendinizden olduğunu sanıp, dudak büküp, kibirle veya acıyarak yanlarından geçerdiniz. O günlerde ki tek sıkıntım kendimi dinç ve kuvvetli hissetmeme ve akıl sağlığım son derece yerinde olmasına rağmen Banka müdürlüğünden emekli olduktan sonra başka işlerde fazla çalışmama müsaade etmediler. Yedi, sekiz sene daha mali müşavirlik yapabildim, Ve ben o çağda sadece emekli maaşıma mahkum olmuştum. Her öğlen evde yapacak işim yoksa, gazetemi alır, kravatımı takar, şubemize gider gibi banka lokaline gider vakit geçiridim. Mütevazi gelirimle fazla açılmadan kıyıdan,  bir emekli gibi emekleyerek yaşamayı öğrendim. Allahtan çocuklar başlarını kurtarmışlardı da bir de onlara bakmak zorunda kalmamıştım. Sonra aklımıza köydeki baba evini açmak ve emekliliğin tadını çıkarmak düştü, ne kadar tatlı ise, çıktık da buralara geldik. Bu, yıllarca kâh şehirde kâh burada sürdü gitti.”

Adam ilk karısını doksanında kaybetmiş, çok üzülmüştü. Arkadaşları, sevdikleri, oğlu, kızları ve torunlarıyla bir aradayken  üzüntüsünün ne derece olduğunu anlayamadı da; ertesi gün eşinin neşe içinde kahvaltıya çağırışını duymayınca jeton kutuya “trink” diye düşmüştü. O yoktu, evin içinde Adamı  çağıran sesi duvarların derinliklerinde kalmıştı, yalnızdı artık. Bu duruma alışacaktı herkes gibi. 

         “Fakat ertesi gün traş olurken aynada kendimi görünce tereddüte düştüğümü hatırlıyorum, ‘Hiç üzülmemiş gibi görünüyorsun ulan, halbuki için kan ağlarken belli olmuyor ilk bakışta’ dedim kendi kendime... Hiç yaşlanmamışım gibi geldi bana ama o gün üstüne düşmemiştim”.                                                                            

“Yüzü devirdim, ben halâ altmışımdayım iyi mi? Bu bir anormallik değil mi doktor hanım?” diye sorduğumu hatırlıyorum.”

“Kadıncağız izah ediyor ama ben, içinde geçen kelimeler bildiğim kelimeler olmasına rağmen, kurulan cümleleri ve paragrafları anlamdıramadım. Hoş bir hanımdı. Tahlil sonuçlarını yorumluyordu. İzahat uzadı da uzadı ama biz de bu sayede, doktor hanımla muhabbeti koyulttuk. Onun mesleki cümlelerini benim maliye formasyonumla anlayamamam normaldi tabii... Ancak aklımda kalan şey; metabolizmam diğer insanlara kıyasla daha yavaş çalışıyor ve yaşlanmakta daha geç kalıyor bedenim vs. diye bir şeyler söylendi o gün. Bütün tahlillerim son derece normal, bedenim son derece sağlıklı ve dinç çıktığı son günümdü doktordaki, bu tahlillerde son tahillerim olmuştu.. Sonraki iki veya üç ay içinde, ilk hanımımın ölümünden aşağı yukarı on bir yıl sonra, ben bu altmış yaşındaki hanımla evlendim. O zamanlar evlenilirdi. İyi günde, kötü günde, hastalıkta ve, veya sağlıkta beraber yaşayacağınıza söz verilir ve kavilleşilirdi.  Herkes te şahit olurdu. Evliliğin devamı için bunların önemi yoktu aslında; ne,  ne kadar şahitin olması ve de ne kadar çok davetlinizin katılmış olması ne de Resmi kayıtların yapılmış olması önemliydi. Bu evlilik bağını samiyetle ve sevgiyle ki, sonradan alışkanlığa dönerdi,  içinizde yaşatmanız yeterli olurdu evliliğin devamına. Çocuklarımız bu evliliğe karşı çıkmışlardı, Vehbi’[1]nin kerrâkesi Doktor hanımın ölümüyle ortaya çıktı, mal için birbirlerine girdiler!”

O sırada çıtırtılar duydu Adam, karanlığa bakarak güldü; “Farecikler olmalı” dedi. Kendini tekrar yastığa bıraktı. Tavana dikti gözlerini, bu arada taşlıktan gelen Nazik’in inlemeleri duyuldu. Aklına geldi, dünden beri hasta gibiydi zavallı koca oğlan. Yolda bulduğu hayvan kemiklerini kaynatarak hazırladığı ekmek paparasını yememişti. Onbeş senedir beraberdiler, bir kangal için oldukça uzun bir ömürdü.  Kaç köpeği olduğunu hatırlamaya çalıştı; “Beş mi?, Çık, çık arkadaş,  sekiz mi?” dedi kendi kendine.  “Yok, onu bulmuş olmalı bu köye geldiğimden beri... Bu köyde ne kadar oldum, dersen, Yatak odasının pervazına eski bir kurşun kalemle attığım çentikler var, saymam lazım. İlk on beş, yirmi senede arada sırada köyden, köylüden öğrenirdim hangi yılda olduğumuzu. Eski takvimleri kahveden toplar eve getirirdim. Kahvede sorduğumda da ‘Ne işin var senin yılla, takvimle baba?’ diye dalga geçerlerdi.

“Ulen” derdim yanlız kalınca; “Yaşadığının farkında olmanın ilk şartı zamanı bilmektir. Saati veya günü bilmektir. Bir şeylerin olması lazım yoksa zamanın yürüdüğünün farkına varamıyorsun bir de yaşlanmıyorsan hiç ayırdına varamazsın. Sabah, öğle, akşam olmalı, karnın acıkmalı, çamaşır yıkamalısın, el yüz yıkamalısın, yürümelisin ya da koşmalı sonra durmalısın. Meyve toplamalısın mesela. Eğer bir de yaşıyor, yaşıyor, yaşıyorsan eğer ölüm de gelmiyorsa imdadına, o zaman resmen donuyor zaman. Unutuyorsun zamanı, zaman da seni.”

Köylülerin kaybolmasından sonra artık zamanı soracak kimse de kalmamıştı çevrede. İnsanların kaybolduğunu keşfettikten aylar sonra, kendi bilmiyor ama nicedir aklında olan cami ziyaretini yapmaya karar verdi. Orada ayakta duran kocaman sarkaçlı, saat başlarında çalan bir saat vardı. Onu tekrar görmek isteği alevlendiği bir gün, gitti caminin kapısının kilidini kırıp, içeri girdi. Hayalet gibi, sis gibi tozlar kapının açılmasıyla birlikte havalandılar. Güneş ışınları içinde dansettiler bir süre. Yerdeki halılar toplanmış, duvar kenarına kıvrılmış halde dizilmişlerdi, ortadaki yıpranmış taban tahtası hüzünle bakıyordu Adamın yüzüne. Bir süre içeri girmeden içeriyi seyretti.  Birisi ona bakıyormuş, gözetleniyormuş gibi bir his duydu. Ürperdi. Halk “Allahın evi” derlerdi camilere, ama kendi evini koruyamazdı, zaman, zaman soyulurdu böyle yerler, bunun bir anlamı olmalıydı ama insan evladı bunun üzerinde düşünmezdi anlaşılan. sonsuz evreni yaratan bir varlığın bu tür yerlere ihtiyacı mı vardı?  Adam insanların insani sıfatları tanrılara yakıştırdıklarını düşünürdü. Yaratıcı kızar, intikam alır, cezalandırır ya da affeder, sevinir, üzülür mü insanlar gibi? Adam içeriyi uzun uzun seyretti, koca mekândaki, terk edilmişliği gözleriyle gördü, yalnızlığı kulaklarıyla duydu.  Sessiz ve kimsesiz duyulmaz çığlıklar atıyordu burası. Adamın ölümü beklediği gibi burası da bekliyordu kaderini.

Mihrabın önünde bir halı seccade serili bırakılmış, birisini bekler vaziyetteydi bir ucu kıvrılmış.  Adam yavaşça kapıdan içeri süzüldü. Ayağında sandaletleri, üzerinde çuldan örtüsüyle bir Antik çağ feylozofu gibi elinde asası ve hafif keçi sakalıyla terreddüt ederek yürüdü yere bastıkça tahtalardan acaip sesler çıkıyordu.  “Aşağısı cehennem olmalı, üstü de Araf, bu çığlık benzeri sesler ordan geliyor” dedi.

Adam  ahşap mimbere döndü. Kaba bir işçiliği olmasına rağmen naif bir estetiği de vardı bu göğe doğru  uzanan merdivenin. Bu mimber türevinin Suudî’de sade üç basamaklı bir eşik taşı olduğunu da yüz yıllar önce bir yerlerde görmüştü. Sonraki halifelerin elinde dini sadelik ve samimiyet, şekil değiştirmiş olduğunu ritüellerin daha törensel, daha debdebeli hale getirildiğini öğrenmişti. Merdivene doğru yürüdü, bir zamanlar taa çocukken, “Sahi O da bir zamanlar çocuktu” oraya çıkmaya heveslenirdi. Şimdi bu isteğini yerine getirecekti.

Mihrabın sağındaki sarkaçlı ayaklı saati kaptı eve getirdi Adam. Evin içinde sarkaçlı saat bayağı doldurmuştu ortamı. Camlı kapağı açtığında altında küçük bir yağdanlık ile ağzı açılmamış bir adet ince yağ kutusu buldu. O gün çok sevindi kendini takdir etti: “Allahın evinden saat çaldın!” “Allah biliyor, ödünç aldım. Cemaat geri gelirse geri götürürüm” diye mırıldandı.

Evde köyden topladığı10 adetten fazla saat birikmişti ama bir süre sonra birer birer bozulmaya başlamışlardı. Onlar bozulur  Adamımız yapmaya çalışırdı.  Ama otuz yıl sonra etrafı çalışmayan saatlerle doldu. Ama camiden kaldırıp getirdiği ayaklı sarkaçlı saat çalışmaya devam etti. Gün içinde saatlerle konuşarak, onları bazen güler yüzle, bazen teşvik, bazen de tehdit ederek, düzenli çalışmalarını sağlamaya çalışıyordu. Saatleri takip yola girmiş oluyorken, iş günlere, aylara  ve de yıllara gelince çuvallamış ipin ucunu kaçırmıştı.

Kronos ve onun çocukları antik çağlardan beri bizlerle beraberdiler. Toplu yaşamanın bir sırrı da düzendir ve esas değişkeni de zamandır. Ama tek başına kalınca, yani tek ve yalın, birinci tekil şahıs için  zamanı saymanın ne önemi vardı? Adam bunu çözemedi. Bir beş sene kadar günleri saymaktan vaz geçti. Aslında tam olarak tarımla uğraşmadığından mevsimleri ve gün dönümlerini, kocakarı soğuklarını önceden tahmin etmeye  ihtiyacı olmuyordu..

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                   Donuk yaşam, ilk baharın birinde, bir güneşli günde  sona erdi ve eski alışkanlığa döndü. Ama bu sefer her gününü bastonların üzerinde işaretlemeye ve olaylarla anlamlandırmaya bu işaretleri Nazikle paylaşmaya karar verdi. İşte o güne “Milât” demişti ve o günden bu yana 1979 günü bitirmişlerdi. Yüz yıllar önce okuduğu bir romandaki Tatar çölü’[2]nde hiç gelmeyecek düşmanı bekleyen nöbet tutan lejyoner gibi hissediyordu kendini.  Halâ gelmeyen ölüme teslim edecekti kaleyi ama bunun olacağından emin değildi Adam. Bazı zamanlarda sabahtan akşama ölmeyi düşünüyor olmasına rağmen  zavallı,  bu olasılığın yüzde kaç olduğunu kestiremiyordu.

Kenarları lime lime olmuş ot yastığının içine, hışırtılar içinde gömdü kafasını. Gözlerini sıkıca yumdu, yarı kurumuş göz yaşı keselerinden bir, iki damla yaş belirdi göz pınarlarında. Uyumaya çalışırken düşünceler üşüştü yine, ne yöne dönse onlar vardı karşısında. Düşünceler içinde kaybolmaya çalıştı biraz daha. Sonra çıtırtılar kesildi. Nazik de inlemeyi kesmişti.

Uyuyamadığının farkına varınca Adam uykusunu almışcasına diri hissetti kendini. Kalktı oturdu. Ayakları soğuk betona bastı, sandaletlerini ayaklarıyla aradı, taradı, buldu. Biraz sonra evin kapısından taşlığa, tarabanın altına çıktı. Karanlığın aydınlığında, yarı yıldızlı yarı karanlık gökyüzünün farkına vardı. Ayaklarının dibinde Nazik’in başını hafifce kaldırmaya çalıştığını anlayabildi. Yanına çöktü, el yardımıyla kangalın koca başını okşamaya başladı. Canının sıcaklığını avuçlarında hissetti. Çeşitli yönlerde başını örselemeden oğuşturdu. Bir kaç kez yaptı bunu ama hayvanın hali yoktu cevap verecek, yoksa çok severdi okşanmayı. Kafasını geri çekti, inledi, yere bıraktı kendini nazikçe Adam kilimin ucunu çekti, taşlığa serdi, hayvanı kaldırdı killimin üştüne yatırdı. İnledi hayvan ama kendini kilimin üstüne bıraktı. İçeriden bir battaniye getirdi, kendi de Nazik’in yanına uzandı. Battaniyeyi  üstlerine örttü. Biraz sonra Adamın nefes alışları yanında yatan hayvanın inlemelerine karışıyordu. “Sakın beni terk etme Nazik.. Seni çok seviyorum çok.” İçini çekerek konuşuyordu Adam. Nazik’e sarıldı hayvanın inlemesini duydu. Havanın serinliği üstlerine çöktü. Adam hafifce titredi battaniyenin altında. Nazik kendi hastalığıyla uğraşıyordu, ateşinden hissetmedi bile.

Çocuk koşarak evin kapısından içeri girdi. Mutfağa daldı, kadının bağırıp çağırmasına aldırmadan ayakkabılarının tozu ve pisliğiyle mutfakta idi. Yarım somun ekmeği kaptı ve o hızla terar sokakta arkadaşlarının yanındaydı şimdi, çocuklar toplanmışlar ortada koca bir sokak köpeği, Nazik’miş güya. Otururken çocuğun elindeki ekmeği görünce kalktı kuyruğunu salladı, ekmeği bir hamlede yuttu. Çocuk boynuna sarıldı. Pencereden bakan kadın çocuğa “üstün başın rezil oldu” diye çıkıştı. Üstüne baktı çocuk, üzerinde bembeyaz sünnet giysileri, göğsünde çapraz asılmış kurdale ve başında bir bembeyaz ama simli pullarla süslü komik mi komik bir şapka. Sünnet düğününde adettendir ya hepsi tamam... O sırada elinde palayla bir adam peydah oluyor, gülerek çocuğa yaklaşırken üstüne doğru atlıyor, çocuk önde, eli palalı adam  arkada, mahalle arasında bir kovalamacadır başlıyor. Çocuk çığlık çığlığa.  Babası da amcası da katılıyor bu kovalamacaya, herkes çocuğun peşinde. Annesi kapı önünde kollarını açmış beklerken çocuk ona doğru koşup sığınıyor. Kadın bir süre arkasında sakladığı çocuğu, babasına teslim ediyor. O sırada Nazik koşarak ortaya çıkıp babasının böyu kadar kalkıp sırtından itip yere düşürüyor adamcağızı ve o sırada eli palalı adam yetişiyor çocuğa. Adam elindeki palayı Nazik’e doğru sallıyor, çocuğun son gördüğü adamın iğrenç gülüşü ve yerde yatan kangal oluyor.

 

Adam birden uyandı bu kâbusdan. Yanında yatan Köpeğe baktı alaca karanlıkta. Derin bir nefes aldı. Üstüne eğildi nefesini dinledi köpeğin, nefes aldığını anladı. “Daha yanımdasın, ne iyi... Sen de beni yalnız bırakma... Lütfen, yalvarırım. Hadi Nazik oğlum, uyan oğlum...” diye yüksek sesle seslendi durmadan. Ama köpek kendini kaybetmişti. Adam yüzüne doğru eğildi, gözlerini açmaya çalıştı parmaklarıyla, incitmeden. Nazik gözlerini açar gibi oldu. Uzaklara takılmış gözleriyle bir yerlere bakar gibiydi. Vücudununda hafif bir titreme.  Aradan geçen zamanda ortalığın aydınlığı artarken, Adam artık daha fazla kendini tutamıyordu. Gözlerinden akan yaşları köpeğin üstüne damalamaya, henüz parlaklığı, yumuşaklığı devam eden kürkünü ıslatmaya başlamıştı.. Nazik’in yolun sonuna geldiğini kabul etmek zorundaydı. Durdu, daha dikkatle bakınca yarı açık duran ağzından sarkan o güzelim pembe dili halâ canlılıkla titrerken, gece boyunca  kilimin üstüne akmış kanlı salyaları gördü. Hayvan hafif bir puf sesiyle son nefesini de tüketti. 
“Güle güle benim Nazik oğlum, Yolun açık olsun. Sana karşı hatalarım olduysa bağışla, beni. Affet” derken Nazik’in boynuna sarılmış hayvanın tüylerini hoyrat bir şekilde okşuyordu. Gözlerine bakma cesareti buldu bir an o matlaşmakta olan uzaklara bakan gözleri, o  gözlerde kendini gördü. Zavallı ve çaresiz. Adamı ona hiç bir yardımı etmediği için kendini suçluyordu. Gözlerinden akan yaşların sonu gelmiyordu. Bir isyan içinde hesap soruyordu gökyüzünden: “Neden ben değil de O? Benim sıram daha gelmedi mi? Gücenme ... Yeter ben yaşamaktaan bıktım” diye bağra bağıra ağlıyordu.

“Benimle doğanlar, benden doğanlar çoktan toprak oldular, yem oldular börtü böceğe... belki bir otta ya da bir sinekte yaşıyor zerreleri. Allahım bana acı, merhamet et!” diye yüksek sesle göğe doğru bağırdı. Birden sabahın sessizliğini yırtan bir “çaat” sesi duyuldu Adam aldırmadı, o halâ kucağındaki koca kafalı, çocuk bakışlı Kangalı okşamakla meşgûldü. Sıcacık sımsıcacık bir çocuk başıydı kucağındaki sanki. Nefes alır, nefes verir gibi, uyur gibi, kaybolan bir ruh gibiydi gidişi.                                             “"        "Keşke ben de öyle gidebilsem Nazik... Orada  seni kim karşıladı şimdi? Olan biteni bana anlatırsın,  ha delikanlı? Beni de hatırlatır mısın onlara? Çok ihtiyacım var herhangi bir sona.. Dosyalar mı karışmış acaba diye sor! Bu dünya da kabız biri var de, arkadaşım de... Bakayaya kalmış de... Dosyam karışmış olmalı, aklıma başka bir sebep gelmiyor. Gelmiyor arkadaş! Haa bir de masaların ayakları altına bak. Bazen kapılarda pasaport memurları yaparlar ya? Pasaportları sallanan çalışmama masalarının dengeli durması için ayaklarının altına sıkıştırırlar ve orada unutulur giderler yaa?...Öyle olmuş olabilir mi?... Onlara söyle,  arkadaşım gelmeye hazır de evlat! Hazırım senin yanına gelmeye,  Benim ölmeye ihtiyacım var, Nazik!”

Bunları mırıldanırken bir taraftan yavaş yavaş soğumakta olan Nazik’i halâ okşamakla meşgûldü. Gözlerinden inci gibi süzülen göz yaşları hayvanın üstüne damlamaya devam ediyordu. Ve Adam bu törene öyle kaptırmıştı ki duyularını bu dünyaya kapatmış bir halde dakikalarca sürdü durdu bu tören. Söylendi, sızlandı, ağladı,  hayvanın tüylerini yola yola sevdi zavallıyı. Asıl acıdığı ve üzüldüğü ise kendisiydi tabii, kendi bilmese de. Nazik onu çok iyi anlıyordu. şimdi artık işleri daha zor olacaktı. Yalnızdı hem de yapayalnızdı. Yavaşça doğruldu oturduğu yerden, kucağındaki kangalı yere battaniyenin üzerine bıraktı ve ayağa kalktı.

“Şimdi sana bir yer bulmalıyım Oğlum...” dedi. Başını kaldırınca ön bahçede giriş kapısına yakın çitin kenarında toprağı görünen tepecik gözüne çarptı. “Birinci mevkii bir yer. Ne dersin?” dedi burnunu çekerekten. Hava iyice ağarmıştı, ama bulutlar tam tepede toparlanıyorlardı, yani alaca karanlıktı çevre.  Adam elindeki kazmayı bir hırsla kuru toprağın bağrına sapladı sonra ucunu silkerek çıkardı yerden. Sonra yavaş tempoda ard arda sallamaya devam etti. her darbeyle üçer beşer, onar santim yer çözülüp, çözülüp dağılıyordu kazmanın altında. Adam her kazma salladığında hayalinde Nazik, önünde havlıyordu. O havladıkça Adam da daha hırsla yapıştırıyordu. Kazmayı kenara bırakıp şimdi ortaya çıkan toprağın  yumuşak karnını belle kazmaya devam etti. “Daha derin olmalı” diyordu toprağı boşalttıkça. “Vahşi hayvanlara yem olmamalısın oğul!” diyordu.  Birden durdu, “Ya da olmalısın mı? Ama gözümün önünde parçalamalarına dayanamam...” Gözünün onüne ilk karşılaştıkları zamandaki o tombik ve pamuk gibi tüylü hali geldi. Kazmaya devam ederken anlatıyordu Adam:

“Bunlar aslında üç kardeşdiler. Bir gün bahçenin önünden sersefil halde geçerlerken içlerinden biri diğerlerini bırakıp bahçe çitlerinin altından geçip eve doğru koşmaya başladı. Baktım diğerleri de içeri koşarak daldılar, ilk giren beni görünce duraklayınca diğerleride zınk diye durdular. O sırada iki azman bunları takip ederek içeri girince ben yerimden kalkmadan ayağımın altında bulunan değneklerden birini kaptığım gibi azmanlara doğru fırlattım, tabii ayaklarına çarpan sopadan korkan köpek tazı gibi dışarı fırladı arkasından da ikincisi.. De mi, Nazik?” İşte o andan itibaren anneleri kayıp bu yavrular Adamın himayesindeydiler... Birkaç aylık iken genç üçlüden  ikisi etsiz yemeklere dayanamayıp bunları terkederken Nazik ömrü boyunca Adamın yanından ayrılmamıştı, bugün hariç. İşte bu yüzden kendini terketmeyen Kangal yavrusu Nazik’in son makamını hazırlıyordu. Adamın sesi boğulmuş, gözleri yaşlı vaziyette arada bir durup  şehre doğru giden kimsesiz yola bakıyordu.

“Benim bu sonu bilinmeyen hayatımda, bana onbeş yıl arkadaşlık yaptın Nazik, sırlarımı paylaştım, dertlerimi anlattım sana, yaa evet.. Sen benim bu hayattaki yanlızlığımı aldın, pansumanım oldun. Bazen çocukça davranışlarıma ağabeylik yaptın, hatalarımı ve sevaplarımı belki yüzlerce defa tekrarladım sana. Uff demedin...Beni en güzel ve en candan sen dinledin koca oğlan... Şimdi de gitme zamanı geldi ki doğal olanı bu olmalı, meçhûlün çağrısına uydun gittin. Peki, ben ne olacağım Nazik?” sustu. “Sana söylediklerimi orada anlatmayı unutma olmaz mı?” susar gibi oldu, sözler boğazına takıldı, yutkundu, yutkundu ve yutkundu.

Aradan bir saat geçtikten sonra Nazik, artık toprağın yaklaşık bir metre aşağısında yatıyordu. Adam alnında birikmiş olan terlerini elinin tersiyle sildi. Kuyudan çektiği bir kova ile önce ellerini sonra da yüzünü yıkamaya çalıştı. Tahta kovadaki su ellerini daldırdığında bir anda çamurlandı ama Adam farkında bile değildi, yüzüne sürdü, hem de oğuşturarak yıkadı. Ardından bir yarım kova daha çekti kuyudan. Onu da kullandı. Aşırı yorulduğunu hissetti. Doğruldu elleri belinde, şehirden gelen yola doğru baktı. Ufukta bir ip gibi görünürdü o şose yol. Asırlar geçmiş dünyada havadan geçen ne yollar yapılmışken, ilk insanın icadı şoseler de tamamen yok olamamıştı. Adam bu yollara bayılırdı insani ve evcil gelirdi ona. Yoldan birileri gelebilir düşüncesi, gerçi kırk senedir bu yoldan kimse geçmemişti, Adamı heyecanlandırırdı her zaman. Başını tekrar kaldırıp yola doğru baktı. Sanki bir toz bulutu görür gibi olduğunu sandı, heyecanlandı... Evinin önündeki sokağa çıktı daha iyi görebilmek için elini gözlerinin üzerine siper etti, havada güneş varmış gibi. Alışkanlıklar kolay bırakılmıyordu. Yolu gözlemlemeye başladı.. Gelen geçen yoktu, içini çekti, eve doğru döndü. Bahçede çok önceleri yaşamış çeşitli köpeklerin mezarcıkları vardı, Mahsun’nun Nazlı’nın, Cesur’un gibi, şimdi de Nazik.

“Bunların bir cennetleri var mı acaba? Yoksa insanların cennetlerinde de bu yaratıklar olacak mı? Eğer izin verilirse Nazik kesinlikle orada olur. İnsan kadar anlayışlı bir mahlûk”.   Durdu düşündü. “İnsan-ı kâmil olmanın sırrı kâinatı sevmek, kainatı kucaklamak olmalı” diye düşündü ama insan dışındakiler sadece çerez olabilir miydi? Kainat var bir yanda, insan var öbür yanda ve çer çöp, diğerleri mi? diye aklından geçerken, gözünde sonsuz büyüklükte dünyalar, denizler, boşluklar, ışıklar karanlıklarda çakan yıldırımlar,şimşekler. Aniden patlayan bir göğün korkunç ve meydan okuyan sesi ve  o anda parlak bir ışık, kapalı göz kapaklarından gözünün içine kadar girdi. Bu ses ve ışık akışı Adamı dünyaya geri getirdi.  “Beklenen yağmur işte geldi!” diye mırıldandı. Tahta tarabanın üstünde trampet çalmaya başlamıştı usuldan, usula...

Annem olsaydı, “Nazik’in üstüne rahmet yağdırıyor Mevlam”, derdi, diye mırıldandı. Gök tekrar yer yüzüne bir kırbaç gibi şakladı. Tahta tarabanın altında ayakta dikilirken, damdan akan damlaların tarabadan aşağı akışlarına daldı bir süre..Havanın karanlığı giderek arttı. Şehir yoluna baktı, artık görülmez hale gelmişti. Adam serinliği farketti ürperdi. İçeriye kaçtı.

“Nazik, bu rahmet senin yüzünden mi?” dedi. “Öyle olmalı... Ama bir felaket halini almasın, çatının kiremitlerinin halini biliyorsun?”     Evin içinden çeşitli yerlerden şıpırtılar gelmeye başladığında, Adam bulabildiği kap kacağı yerleştirmeye başladı.. şimdilik  yağmuru karşılamış görünüyordu. “Böyle kalırsa iyi” dedi kendi kendine. Mutfaktaydı yerdeki kapanda bir hareket fark etti, ve eğildiğinde içindeki mahluğu gördü. Bir fındık faresiydi bu.   Doğruldu, eline aldığı fare kapanını içindeki fareyle beraber gözüne kadar kaldırdı, minik bir fare kaçabildiği en uzak köşeye sığınıp sırtını telden duvara sımsıkı yaslanmış korku dolu gözlerle doğrudan göz bebeklerine bakarken, Adam farenin gözbebeklerinin titreyen ışıklarında hayatın son saatlerinde  var olan zerre umudun da pır, pır döküldüğünü görüyordu ki  hayvanın kıpır kıpır yerinde durmadan kapanın içinde kaçabildiği en uzak köşeye çekilip umutsuzca iyice  küçülmeye çalıştığını fark ediyordu. Pembe ayaklarını ve korkuyla seyiren ve titreyen bıyıklarını ilgiyle seyretti.  Adam farenin gözlerine içine bakarken aklından ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Bundan öncekileri su dolu taş yalakta suyun dibine bastırarak öldürdürmüştü. Yere bıraktı elindekini.

Evin içine daldı ve odaları gözden geçirdi akan sızan var mı diye. İçerisi normale girmişti. Taşlığa çıktı. etraf oldukça kararmış ve yağmur damlaları tahta tarabanın üzerinde kızgın yağ tavasına damlayan su damlaları gibi şiddetle sıçrıyor, zıplıyor ve kıyameti koparıyordu. Adam endişe ile ufka bakmaya başladı ama ufuk dediği bahçe duvarının olduğu yerden ötesi değildi. Etrafı gözlerken aniden bir aydınlık gözlerini kamaştırırken o korkunç ses hemen akabinde geldi, bütün ağırlığıyla gümbürdedi kulaklarında.

“Bu çok yakına düştü” dedi Adam. Gözlerindeki körleşme bir iki dakika sürdü. Biraz sonra endişe ile yağmuru seyrederken içinden ne kadar zaman geçtiğini sordu kendi kendine. Sanki yirmidört saattir  yağıyor gibi gelmişti Adama.

“İçimdeki hüzünle doğru orantılı bu yağmur da” dedi yüksek sesle. Yirmidört saat değil birkaç saat önce ölmüştü Nazik, o can yoldaşı. “Takvime işlemeliyim bu günü” dedi. “Zamanın büyüklüğü de bana bağlı kesinlikle, bazen olaylar geçmek, bitmek bilmiyor ya da göz açıp kapayana kadar çabuk geçip gidiyor, Öyle mi Nazik?”

“Saatler ya da dakikalara vuracak olursak muhakkak ki bir takım sayılar gösterecektir ama benim için asıl zaman ölçer içimdeki saat olmalı.”

“Ne kadar hissedersen o kadar süre mi yani?” Adam tam eveti yapıştıracağı zaman, yine bir şimşek çaktı Adamın gözlerinin içinde ve bütün dünya karardı gitti.. Karanlıkta yer yer parlayan küçüklü büyüklü yıldızlar gördü aralarında örümcek ipliğinden daha ince, ışıktan parlak iplerle sarılmış ve ışıkların aktığına şahit oldu. Evet sözü ağzında dondu kaldı. “Her şey birbirine bağlı!”

          “Benim içimdeki saat benim algıladığım zamanı ölçerken, aslında algıyı ölçüyor olmalı... Benim gibi herkesin kendi zaman ölçeri varsa bu kadar sayıda zaman, sayısız sayıda da algı zamanı olmalı değil mi Nazik oğlum? Ama geceyi nasıl geçirmiş olursak olalım yine de sabah uyanıp kalktığımızda senin de benim de saatlerimiz yeniden ayarlanıyor o her neyse, ‘Sabah olunca ‘tık’... yeni bir gün başladı’ diyor bize!”

Adam buralara nasıl ve neden geldiğini bilmeden düşüncelerine devam ediyordu.  Yağmur biraz sakinledi ve muntazam ama kudurmadan akmaya devam ediyordu, adamın saati de yeni bir tempoya indirgenmişti. Gök gürültüleri ve şimşek çakmaları arasında yeni gün öğlene kavuşmuştu. Aradan bir kaç saat daha geçince yağmur dindi güneş kendini gösterdi. Sakin, parlak bir mavi içinde gülümsedi.

İçeri girdi ve zaman kayıtlarını tutan bastonlarını getirdi içeriden. Bahçedeki masanın üzerine serdi bastonları, ve en son bastonu aralarından çıkarıp eline aldığı çoban bıçağıyla bu günü işaretledi ve karenin ortasına elindeki çakısıyla Nazik’in kafasını çizmeye oturdu ve bu işlem yarım saatini aldı Adamın ama bizimkine bu bir, bir buçuk saatlik uğraş gibi geldi. “İşte yine aynı konuya geldik” diye düşündü.

“Bizim dışımızda da evrensel bir tık, tık olmalı ki herkes onu takip etsin, öyle değil mi Oğlum?” Ancak bütün maddelerde kainatdaki herşey ile öyle ortak bir şey olmalı ki bunlardan oluşan bir orkestra,  ortak bir yürek çarpıntısını ortaya koyabilmeli...” dedi.

Maddenin esası  moleküller, onları oluşturan birbirinin benzeri tanecikler ve onların alt tanecikleri ve enerji bağları ve akıl sır almaz boşluklar olduğunu, yıllar öncesinden duymuştu. Antik çağ felsefecisi Demokritos’dan beri boşluk ve tanecik ki o zamandan beri Atom diye anılır, felsefi olarak bölünmez olarak bilinirken  19 ve 20. yy. daki bilimsel araştırmalardan anlaşılır ki daha aşağısında da ona bağlı tanecikler, enerji bağlarıyla paketlenmiştir bu Atomlar...  Adamın aklına takılan soru Madde ve Enerji bu evreni yaparken, zaman bu yapının neresindedir, ya da nerde başlar?

Adam yıllar önce kendine bir quartz saat aldığını hatırlıyordu, içindeki pil enerjisiyle kuartz molekülünün saniyede bilmem ne kadar bin salınım yaptığını okuduğunu hatırladı. Bu küçücük elektrik akımı kristalin içinde uyuyan bir hareketi açığa çıkarmıştı. İşte oralarda bir yerlerde zaman ve hareket başlıyor dedi kendi kendine, bizim eski bankacı.. “Hareket varsa zaman da vardır. Bütün evrendeki atan tek yüreğin başlangıcı böyle bir şey olmalı” dedi, Adam.

Taşlıkta bir süre daha oturup tarabadan tek tek damlayan sulara baktı daldı gitti. Tam o sırada koca saat iki defa gongunu çaldı. Kendine gelir gibi oldu, “Zaman öğleni geçmiş, ne yağmurdu ama. Nazik’in sonrasında gökler ağıt tuttular” dedi kendi kendine. Birden kafesteki farecik geldi aklına..

Adam içinde fare olan kafesi eline alınca, farecik aynı ilkinde olduğu gibi adamdan en uzak köşeye kaçtı, oturdu. Elleri ayakları bembeyaz bıyıkları yine titriyordu. Adam onun korku dolu gözlerine bakarak tane tane konuştu:

“Bana bak ufaklık, sana bundan sonraa.... ‘Finduk’ diyeceğim. Duydun mu? Şimdi senin karnın acıkmıştır, kafesin içine benim peynirden koyacağım... Afiyet olsun ama daha bir süre  katıklı hapis yatacaksın sen beni ben seni tanıyana kadar bu devam edecek tamam mı? Beni üzersen...”
Kafesteki yaratık atılan peynirleri, bir süre tereddütten sonra, biraz açlığın biraz da kendine gelen güvenle bir hamlede sildi, süpürdü.

“Bak şimdi, bugün benim acı bir kaybım oldu, bunu bilmeni isterim” dedi fareye. Ona oturup Nazik adlı bir Kangal köpeğinin arkadaşlığını ve dostluğunu, nasıl böyle yanlız kaldığını  ayrıntılarıyla salya, sümük anlattı. Şaşkın fare gözlerini Adamın yüzüne dikmiş, başka bir yere gitme şansı da olmadığından pür dikkat dinlemişti bütün gün onu.

“Mutlak zaman, her yerde var bu evrensel bir kurgu Finduk. Her atomun içinde atmaya devam ediyor olmalı, sende, bende, onda. Zamanı dolan hücrelerde kurgu bittiğinde saat duruyor, ve ölüm başlıyor olmalı. Ama benim zamanın nasıl tükenmiyor, anlamıyorum farecik. Herne hal ise, yaşayıp duruyorum istemesem de...” Kafesdeki fareye döndü:

 “Ulen sen erkek misin yoksa dişi mi Finduk!? Ne dersin, arkadaş olalım mı?”
 

Sadık Mercangöz Antalya 5 Haziran 2018 Saat: 22:07

 

 

ZAMANI ÖLDÜRMEK

BÖLÜM III

Zamanı mı geldi?

Adam parmağına bulaştırdığı peynirimsi bir parçayı, omuzunda zorla tutunan fareye uzattıp onun bıyıklarını titrete titrete yemekle yalamak arasında kararsız  hareketlerini keyifle takip etti bir süre. “Hayat bu olmalı” dedi kendi kendine. “Bir küçücük farecik, parmağımdaki yoğurdun kaymağını mideye indirmek için çalışıyor, çabalıyor. Nereden bulduğunu ya da nerede bulunduğunu sormuyor ama karnını doyurmak için çabalıyor. Ne bulursa ama ne bulursa yiyiyor. İşte bu çaba onu hayatta tutuyor”. Miladın üzerinden tam 2279 gün geçmiş, Finduk’la tanışalı ise 500 gün  olmuş yani, Nazik’in ölümünün üstünden de bir o kadar zamanın geçmiş olduğunu kendi kendine mırıldandı.
Dudaklarımı kımıldatmadan mı yoksa namaz duası  okur gibi dudaklarımı oynatarak mı konuşuyorum Finduk?” Bu soruyu omuzundan avucuna alarak göz hizasına getirdiği Finduk’a soruyordu. Hayvan o minik gözleriyle dikkatle Adamın  gözlerine bakmaya çalışırken göz bebeklerinde sadece memnuniyet değil aynı zamanda kaygı da doluydu. Bu kadar süre içersinde bu insan oğlunu anlayabilmek için hep pür dikkat yaşadı, bazen fareliğinden vazgeçti yaranmak için, bazen yemeğinden, omuzuna çıkabilmek için. Finduk fındık faresi olalı bu kadar rahat bir hayat yaşamamıştı, ama anladığı bir şey daha vardı ki hayat sadece yaşamak değil, ölmekte vardı yaşamanın içinde sürünmek de.  Bıyıklarını ve dudaklarını oynattığını gören Adam:

“Tahmin ettiğim gibi, namaz duasına benzemiş demek” dedi.

Adam miladın bu 2279. gününde yine sıcak mı sıcak bir gün başlamaktaydı. Beklemeye uyanmıştı bu sabah yine. Dün olduğu gibi. Bütün gün nöbete yazılmıştı yine. Verandanın gölgesinde ama yine de sıcak. Ensesinde beliren terini elinin tersiyle sildi. Ufka doğru, başını kaldırıp baktı. Masmavi, bulutsuz gök yüzünün altında şehre giden şoseyi gördü. Ne kadar zamandır bir hareket, bir toz  bulutu görmemişti o yolda. Aslına bakılırsa o yolun nereye gittiğini de   hatırlamıyordu.                                              
Buraya gelirken hangi yoldan geldiğine dikkat etmemişti ama bu yoldan da başka bir yol yoktu alıp başını buradan giden. İşte o yolda kaç senedir herhangi bir toz bulutu görmemişti Adam.
“Elli yıl? Altmış yıl?”

Orada öyle bir yol olduğu bile aklından çıkmıştı. Bir gün oradan birilerinin geleceğini ve bir insan sesi duyacağını derinlerde kalan bir umutla bekliyordu yaşlı adam. Başını eğdi kabullenmişlikle. “Olmazları olur yapan yüce Rabbim elbette bir bildiği vardır”.

“Belki yüz senedir gelen gidenin olmadığından eminim” diye yüksek sesle söylendi. “Halbuki, bir zamanlar insan seslerine, hayvan sesleri karışıyordu bu köyde.  Beni tanımasalar da etrafımda selam verenler, dolaşanlar, yaşayanlar vardı. Şimdi tüm o yaşayanların, ahırların, odaların, duvarların, yolların, bahçelerin, tarlaların bazen hoş, bazen nahoş kokuları burnumda tütüyor.”

Tahta sandalyenin üzerinde şöyle bir doğruldu, sırtı ağrımıştı. Gelmeyen düşmanı ya da düşmanları bekleyen kale muhafızı misali ayağa kalktı. Bir elindeki koca bir sopaya dayanarak, diğer elini gözünün üstüne koydu, ışığa karşı siper etti alışkanlıkla. Tahta tarabanın altına henüz güneş gelmiyordu ama olsun, kale muhafızları öyle yaparlardı. Yoldan gelen hayali birine sanki parola sorar gibi seslendi boşluğa:

“Kaç yıldır buradayım söyle.  İkiyüz? İki yüz elli yıl? ”   dedi sonra omuzlarını silkti. “Bu melankolik kaderim benim, geçen sürenin ne önemi var?”

Kapının arkasındaki takvim süslemeli değnek ve bastonlara bakılırsa   son kırk senedir takvim işaretlemeye başladığını kolaylıkla sayabiliyordu. Ama daha da fazla olabilirdi. Bazı geceler kâbuslar görüp ertesi günler uyanamadığı sabahlar olduğunu, ancak aklından çıkmış olanları baston üzerine kaydetmeden geçirdiği günlerin olabildiğini hayal meyal hatırlıyorsa da “kırk yıl olmuş olabilir” diyordu Finduğa. Birden gözünün önünde eski bir sima belirdi, sarı dalgalı saçlı bir kadın başı:

          “Bak dedem, sen altmış yaşında gösteriyorsun ama yüz ellidesin... Sana son yirmi beş yıldır emekli aylığını bile ödemiyorlar, kestiler. Sosyal Güvenlik Kurumu altmış yıl bakarmış sigortalısına. Şimdi doktor hanımından sana kalan maaşından istifade ediyorsunuz, bir de kalan ev kiralarından. Arada sırada bizler de katkıda bulunuyoruz kart hesaplarınıza. Son arkadaşlarınızı da kırk sene önce yitirmişsiniz. Allah size sağlık dolu uzun ömürler versin. Maşallah aklınız başınızda, sizi tanıyan insanların müthiş ilgisini çekiyorsunuz, şahsen benim de... Size özeniyoruz. Sizin soyunuzdan gelen nesliniz olarak; sizin kadar uzun yaşayıp yaşayamayacağımızı merak ediyoruz. Bu kadar uzun yaşayabilmek için nasıl besleniyor, ne tüketiyor ve nasıl yaşıyorsunuz? ” diye sormuştu torununun torunu. Ona market denen bakkal dükkânlarından aldığı yiyecekleri tükettiğini, suyunu da içtiğini, içkisini de yudumladığını, özel bir beslenme rejimi yapmadığını, özel bir yaşama tarzının olmadığını ama çok miktarda yürüyüş yaptığını söylemişti Adam. Bu kadın torun adeta Adam’la röportaj yaparcasına sorduğu sorularla işin sırrını anlamaya çalışıyorken asıl aradığı da kendilerinin de Onun gibi uzun ömürlü olup olmayacaklarıydı.  Ama aldığı cevap onları şaşırtmıştı.

“Aslolan sağlıklı bir ömür sürüp, sağlıklı ve zamanında ölebilmektir kızım. Elden ayaktan düşersen, ele güne muhtaç olursan, kim geldi diye kapıya bakar, sonuçta sürünürsün! Uzun yaşamaya değil, iyi yaşamaya kafa yor.”

Bu cevap o zaman için onları dinleyenlere pek matrak gelmişti gelmesine ama espriyle karışık gülüşmelerine karşın Adam onlara söylediği sözleri sonradan, belki bir yirmi, otuz yıl sonra anlarlar diye düşündü. Kadın kararan gölgelerin arasında kaybolup giderken o sırada hayallerin arasından kadının yanında ayakta duran genç adam gülerek kucağındaki oğlan olduğunu sandığı çocuğu Adama doğru salladı:
                  “Bak oğlum bu benim dedemin dedesi yani en büyük dedemiz. Onun yüz ellinci yaş günü bugün. Bir gün belki senin de onun gibi bir ömrün olabilir.”

Bağrışlar ve alkışlar arasında Adamın son yaş gününü kutladılar, “Nice elli yaşlara” diyerek. Biraz önceki sarı saçlı kadını hatırlamaya çalıştı, torunlarından birisiydi ama nedense bir kara perde gelip aralarına giriveriyordu. “Düşün” dedi kendine, zorladı kendini, beyninin bütün kıvrımlarında yakalamağa çalıştıkça inatla uzaklaşan hayalleri hatırlamayı. Seneler önceye ait ne vardı da bu kara perde beyninden bir türlü kalkmıyordu nedense? “Bir şey vardı aramızı bozan” dedi ama neydi o? Öksürdü, bir iki derken hafif bir öksürük fırtınası başladı ve bitti. Ne vardı da hatırlayamıyordu ne olduğunu? Hayalinde beliren garip resimlerin üstüne üstüne geliyor olması Adamı ürküttü. Titreyen ellerini yüzüne sürdü.

“Daha kaç elli yaşlar oldu da geçti. Bu eskimiş, kadim dünyanın en sona kalmış, bir titrek yaşayanıyım ben.  Ayaklarımın ağrıları, ellerimin titremeleri, gözlerimin sönmüş feri, bir de çınlayan kulaklarım, yaşamaktan alıkoyamadı beni Finduk!” sustu bir süre, içini çekti nemlenen gözlerini sildi. “Gitmek isterim buradan,  eller bırakmaz.Tutmaz ayak, tutmaz el, gönül bırakmaz, bi temelli, verseler de vaad, köşkleri. meşkleri. Son deminde bu hazanın. Özler bırakıp gidenleri, yürür ha yürür, Varır menzile lakin, el bırakmaz”  dedi.

Toz bulutları sarmallandı  uzaktaki yolda. Hani köyü şehre beğlayan can yolu şosede. Ya da öyle geldi Adam’a. Şöyle bir toparlandı. Dikkatle seyretti olanı biteni.  “Aldanmışım” dedi üzüntüyle. Göz kapakları yavaşça indi. Titrek, çatlak elleriyle gözlerini ovuşturdu. “Finduk gördün mü hâlâ ümidimi yitirmedim” diye masada bekleyen fareye döndü. O da “cik” ledi cevap olarak. “Biliyor musun kıyameti görecek olanlar da bizleriz. Ben öldüğümde, umarım bu olur, kıyamet kopmuş olacak. Çünkü kıyamet insanlığın sonu demek, sen bilir misin? Sizlerin ne olacağınızı bilmem” dedi.

Finduk masanın üzerinden şaşkın şaşkın bakıyordu Adama.                                                                                                                                                                                                                                    Bu kadar lafa alışık değildi zaten her zaman uzun cümlelere başladığında şaşırırdı. Yüzüne bakıp Adamın ne dediğini anlamaya çalıştı. İçinden, zekiyim ama bunu ben bile anlayamam dercesine,  şaşkınlıkla başını olumsuz anlamında sağa sola çevirirken Adam:

“Ben böyle anlıyorum. Aslında kitaplara göre dünyanın da sonu olacağını söylüyorlar, bizimkiler de kafalarından bir sürü senaryo üretiyorlar. Anadolu’daki her şehir ve yörenin nasıl yok olacağına dair rivayetler vardır. Şurası depremle, şurası selle, burası hastalıkla, şu belde de yangınla falan derler. Hoca efendilerin sarık kuşağının uzunluğuna göre değişir bunlar, uzunsa daha uzaklara ulaşır, ama bütün bilebildikleri yerler, Hint ve Çin elleri kadardır, denizlerin ötesinden ya da Afrika’nın içlerinden ya da kutuplardan haberleri yoktur, ama aya ve güneşe dair kitaplarda paragraflar bulurlar fetva sallarlardı. İyi mi?”  Finduk hâlâ bakıyordu. Derken birden bulunduğu yerden sıçrayarak masadan aşağıya indi ve verendanın önündeki otların içinde kayboldu.  

“Olacağı buydu... Adam haklı tabii. Bunları düşünürken benim bile içime fenalık geliyor arkadaş... ”

Sıcak, sımsıcak bir gündü başlayan. Adam etraftaki ışıktan oldukça  rahatsız oldu, gözleri yaşardı, açamaz oldu gözlerini.  Böyle bir sıcak ve parlak havaları son yıllarda yaşar olmuştu. Güneş daha bir parlak, gökyüzü de  daha bir mavi, ama bulutlar daha bir az. İçeri girip salondaki konsolun gözlerini karıştırmaya başladı. eski bir konsol beş çekmeceli, ama her yanı tamir görmüş, çekmeceleri asılmadıkça açılmayan plastik ve metal karışımı 21. yüz yıla ait bir mobilya. Üzerinde olması gereken ayna çoktan kaybolmuştu. Adamın ilk evlendiğinde aldıkları mobilyalardan biriydi öyle hatırlıyordu. Karısı ailesinden gördüğü gibi bu ahşap görünümlü, deseni de ceviz idi galiba, mobilyayı el işi örtülerle süslemişti. Şimdi kurumuş yer yer çatlamış yüzeylerinden bu desenler senelere yenik düşerek adeta buharlaşıp  kaybolup gitmişlerdi. Karısının bu konsoldaki aynaya bakarak sık sık saçlarını taradığını sokağa çıkmadan son bir defa daha kendine baktığını unutmamıştı Adam. Sonra ilk çocuklarının oynarken havaya attığı bir oyuncağının aynaya isabet edip kırdığını anımsadı. Sonra bir kaç kez daha kırılmıştı ama ilki o hırçın tabiatlı çocuk yapmıştı. En büyük oğlu. Hırçın tabiatlı çabuk öfkelenen ama son derece akıllı, çalışkan, dirayetli, mantık sahibi biri olmuştu. Lise eğitiminden sonra, şimdiki okul sisteminde lise var mıydı bilmiyordu, Üniversite eğitimini burada yapmasını istemediğinden aile bütçesinden yaptıkları tasarrufla yurt dışına yeni dünyaya eğitime göndermişlerdi.. Avustralya denen yere. Çocuk buradaki ortamda yetişip büyüyüp tıp dünyasının tanınmış simalarından biri olmuş ama bir daha da yaşamak için yuvaya dönmemişti, Çinli bir kızla evlenip orada kalmıştı. Annenin öngörüsü çıkmıştı. Gönderirken yüreğine düşen sızı hayat boyu bir daha hiç geçmemişti. 

Şimdi bunları neden hatırladığını anlayamıyordu ama bir sürü hayal peş peşe geliyorlardı Adam’ın üstüne üstüne. O bayan, torununun torunu olan yüz elli yaşı kutlamalarında Adam’ı kameraya alan olan kadın, yine arkalarda bir yerlerden öne doğru geldi ve birden havalandı. Adam şimdi kadının havada sallanan ayaklarını ve eteklerine sarılı çocuklarını görüyordu. O yüz elli yaşına kadar yaşamanın sırrını merak eden kadıncağız evde kimsenin olmadığı bir zamanda, tamı tamına kırk yaşında, plastik bir iple kendini asarak canına kıymıştı. Nereye mi asmıştı, evin içindeki doğal gaz borusuna. Adam bir gün sonra duymuştu bu olayı ve çok üzülmüş günlerce yemekten, içmekten kesilmişti. Bunaldıkça bunaldı. Bu acı, apacı olayı asırlar önce unutmuştu şimdi neden hatırlar gibi oluyordu? Böyle bir günde güneşin en parlak olduğu, gözünü açamadığı bir zamanda, alt tarafı gözlük almaya gelmişti içeri. Komodinin gözüne koyduğu güneş gözlüklerinin arasından işe yarar birini seçmekti gayesi Adam’ın.

“Bu, ne bu şimdi? Karabasanlar bastı üstüme boran gibi, kar gibi” dedi.

Kapının önüne bahçeye yeniden çıktı, gözünde koyu renkli kara gözlükler, sandalyeye yavaşça oturdu.: “Ohh, be dünya varmış, ne güzel şey şu görmek!” Başını kaldırıp masmavi , bulutsuz gökyüzüne baktı. Daha önce gökyüzü hiç bu kadar parlak ve rahatsız edici değildi. Bir şeyler mi değişiyordu havada yoksa kendi gözlerinde bir acaip oluşum başlamıştı? Düşündü. Endişelendi.

Asırlara dayanan bir garip organizmaydı Onun yapısı. Şimdi artık hayatta kalmamış olan bilimcilerin görmesini isterdi Adam. Kendi deneylerinin hayret verici sonuçlarını ancak bir on yıl takip etmişlerdi. Bir kaç makaleye ve günlük gazeteye konu olmuş ötesi çok pahalı olan bu yöntemin uygulanmasının fantezi olduğu iddia edilmişti. Gerçekte olan ise organizmaya bu müdahalenin ulvi yasa ve kaideleri inkâra yol açağı realitesinin belirmesiydi.

Tam elli dokuzuncu yaş günündeyken hastaneye kaldırıldı Adam. Yılardır süren halsizliğin ve önce karaciğerde başlayan organ yetmezliğinin teşhisi konmuştu. Vücudu yeni kan hücresi yapma özelliğini yitirmişti, artık yeni   kan yapamıyordu sonrasında bundan ilk zararı beyni ve karaciğeri görmüştü, Ayrıca Adam’ın kanında mikroskobik plastik lifler bulundu. Bundan yarım yüzyıl önce ilk örneğine bir insanın hücreleri içinde rastlanmış olan bu lifler, insanlığın girmiş olduğu bu acaip yaşam teknolojisinin son evresinde dünyadaki çevre kirlenmesinin hücre içi kirlenmeye de yol açmakta olduğunun korkunç bir göstergesiydi bu. Zavallı hücreler, bünyelerindeki bu yabancı mikroskobik oluşumların, hücre organize bölünmelerinin aksatılmasına ya da dumura uğratılmasına şahit olmaktaydılar. Anneden fetüse geçen bu kirlilik acayip gelişmelere, garip doğumlara ve düşüklere yol açıyordu. Adam’ın  kanı, tedavi süresince yeni geliştirilmiş yapay kanla üç defa değiştirildi. İlk olumlu sonucu hücrelerinde rastlanmış plastik fiberlerin vücut dışına atılmakta oluşuyla vermişti. Kana geçen lifler daha sonra yeniden yapılan kan değişimiyle tamamen dışarı atılmıştı.  Sonunda yepyeni bir vücut sıvısına kavuşan Adam yenilenmeye ihtiyaç duymayan, hücreleri yaşlanmayan, dolayısıyla organizmanın teorik olarak sonsuza kadar dayanacak bir yapıya sahip olacağı bir vücuda sahip oldu. Her zaman ve her yerde o değişimin yapıldığı yaşta kalan görünümüyle gezinir oldu. Genleriyle oynanmış domates, salatalık, çilek gibi uzun ömürlü ve çürüyünceye kadar taze görünüşünü muhafaza eden bir organizmaya dönmüştü. Etrafında olan sayısız değişimlerin, soyundan gelen nesillerin yaşlanmasına ve ölümlerine şahit olmuştu Adam ama kendi aynı kalmıştı.. Baş ağrısı, hastalık nedir bilmez, saçı dökülmez bir adam olmuştu, ta ki bu yıllara kadar.

Yaşamakta olduğu bu ucu, bucağı ve sonu bilinmez hayat O’na gittikçe sıkıcı, çekilmez ve acı veren bir müebbet hapis mahkûmiyetine dönmüştü. Çok defa Tanrıya  canını alması için dualar etmişti ama istediği gerçekleşmiyordu. Ancak sanki bu günlerde bir şeyler olabilir gibi hissediyordu.

“Bu bir his arkadaşım. İçime doğuyor. Bu günlerden birinde kendi başına kalabilirsin Finduk... Üzülme, herkesin bir gün buraları bırakıp gideceği bir saati olacak” diye söylendi. Masanın üzerindeki seramik kupanın içindeki ada çayından bir yudum aldı. “Bayağı ılık, gerçi havanın bu sıcağında iyi sayılır” dedi. Bahçeden toplamıştı bunu. Kafasını kaldırıp ot bürümüş bahçeden geçip bahçe çitlerine, oradan gözü ufuktaki şose yola çevirdi gözlerini. Bir zamanlar çocuklar, yani torunlar bu yoldan gelip Adam’ı ziyaret ederlerdi. O zamanlar vaktin nasıl geçtiğini bilemezler vakit geldiğinde de aynı yoldan geri dönerlerdi. Hayallerinin arasında bir gelişlerinde çocukların o yolda dönerlerken yol kenarındaki hendeğe uçuşları da vardı. Bu kaza adeta bir son oldu, bir başka gelen giden olmadı köye şehirden. Adam emin değildi ama o zamandan bu zamana bir yüz elli, yüz altmış yıl daha geçtiğini sanıyordu. Belki de daha fazla...  Bu unutulmuşluk artık bir taş gibi inmişti yüreğine.  Ada çayından bir yudum daha aldı, onun yemek borusundan aşağıya ılık bir akıntı şeklinde inişini takip etti, ta midesine kadar.
“Ohh. Bak adamım farecik: insan yaşadığını nasıl anlar? Haa? Bir cevabın var mı?” diye biraz önce otların arasında kaybolan fareciğin ardından seslendi. “Bak bahçeye dadanan bir iki kedi var, farkında mısın bilmiyorum ama kendini kollasan iyi edersin. Sonra beni yalnız bırakırsın Finduk” derken masanın üstünde bekleyen üç elmanın birini üstündeki çullara, artık ancak çul denirdi giydiklerine, sürerek pırıl pırıl parlattı. Elindeki elmayı evire çevire süzdü. Üstündeki lekelere bakarak en kurtlu olabilecek yerinden  bir ısırık aldı. Kopan parçanın altından bir anda açık havada kalan beyaz bir kurtçuğun üşümüş, tırsmış  bir kurtçuğun ürpertiyle kıvranan gövdesiyle karşılaştı.

“Merhaba arkadaş, bu acımasız dünyaya hoş geldin” dedi Adam. “Finduk, çabuk gel. Duydun mu? Bir elma kurdu yarışması yapalım, yarışmacılar ortaya çıkıyorlar, haydi gel arkadaşım!” 

Adamın yıllar öncesinde bulduğu bir zaman öldürme aracıydı bu yarış. Çizilmiş olan bir dairenin ortasına konan kurtçuklardan kimin kurtçuğu en çabuk dairenin dışına kendini atarsa yarışı o kazanırdı, bu kadar basitti oyun. Zavallı kurtçuklar, elmadaki yuvalarından ayrılınca şaşkınlıkla ve can havliyle  dışarıdaki hain hava vücutlarını kurutup onları öldürmeden önce kımıl kımıl kımıldanırlar. Kendilerini ya ileriye doğru atarlar ya oldukları yerde kıvranırlar. Fareciği bekledi, gelen giden yoktu. Baktı O gelmiyor, masanın tablasının  üstüne çizili dairenin içine iki kurtçuk koydu parmağıyla işaret etti sağda olanını:

“Bu senin farecik, bu da benimki. Senin kurt kazanırsa sana ekstradan peynir! Ben kazanırsam elmanın biri daha benim olur. Tamam mı?”  diye seslendi. Adam işaret parmağıyla kurtları hafifçe dürtükledi. Zavallılar bir telaşlandılar, bir telaşlandılar ki o menfur dairenin içinde kıvranarak kaçmaya çalıştılar ters yönlerde. Adam yerinden kalkmadan doğrularak, masanın altına eğilerek fareciğe baktı. O sırada otlar titredi ve Finduk ortaya çıktı ve gelip adamın paçalarından masanın üstüne doğru tırmandı ve sonunda başardı küçük fare.

“Bak!” dedi Adam. “Sonradan mızıklama sağdaki senin, soldaki benim. Anlaşıldı mı?” O sırada kurtçuklar masadaki çizili çemberin içinde sağa sola boş hamleler yapıyorlarken, biri daire çizgisine doğru uzun fulelerle hızla yaklaşmaya başladı. bir kaç saniye sonra da çizgiyi yakaladı ve geçti. Durmak yok devam dedi, herhalde ki yoluna devam ediyordu bu bacaksız. Bu Finduk’un kurtçuğu idi. Farecik bunları seyretti bir süre sonra koşarak gelip önce dairenin içindeki kurtçuğu arkasından dışarı fırlamış olan kurtçuğu, miyop gözleriyle seçerek, ellerine aldı onları ağzına attı, bıyıklarını titreterekten afiyetle yedi. Adam güldü:

“Eee hak etmiştin.” İçini çekti, “Bu gün ekmek yapma günümüz Finduk, yardım edecek misin?” Tekrar güldü. Ayağa kalktı ufka doğru döndü. “Yok” dedi. “Gelen, giden yok... Bari tembellik çökmeden önce temizlik yapayım sonra da ekmek mayalayayım. Sonra geçen gün köydeki evlerin birinde bulduğum kitapları şöyle bir gözden geçireyim” diye düşündü. Ayaklarını sürüye sürüye içeri giderken döndü fareye:

“Sen de yuvana dön, kapını kapat” diye parmağını salladı. O sırada mavi gökyüzünde inceden de ince beyaz  bir çizgi bulutunun uzanmakta olduğunu fark etti. Tereddütle durdu,  dikkatle bakmaya başladı. İnce bir bulut kuzeye doğru uzayıp gidiyor  o uzandıkça çizginin en arkasından itibaren genişleyerek havada dağılıyordu. Bu oluşum adama yıllar öncesinden aklında kalan havada süratle giden uçakların  peşlerinde oluşan bulutçukları hatırlatıyordu ama ihtimal de vermiyordu, belki yüz yıldır böyle bir şeye şahit olmadığı aklına geldi. İçeriye girdi yavaş yavaş, hiçbir şey olmamış gibi hareket ediyordu. Etrafı toplamaya başladı ama havadaki o bulutun ne olabileceği aklına takıldı, dönüp dışarıya verandaya çıktı tekrar. O bulut artık çizgi olmaktan çıkmış, genişleyerek dağılmaktaydı. Oraya bakarken yan taraftan Doğu’dan yine kuzeye doğru yeni bir çizgi bulut peydahlandı. O da demin ki çizginin gittiği yere doğru gitti. Adam onun arkasından öndeki uçağın izini takip eden bir başka uçağın varlığını fark etti.

“Hayırdır, neler oluyor böyle? Ben yıllardır şu dünyada yapayalnız kaldığımı sanıyordum ama öyleyse bunlar da ne? yoksa yanılıyor muyum acaba? Yeniden masaya tırmanmış olan Finduk’a döndü:

“Sen ne diyorsun bu işe Finduk?” Farecik şaşkın gözlerle süzdü adamı. Tedbirli olmayı aklına getirdi farecik, ne olur, ne olmazdı.

Hayaller görüyor olabilirim, sanki biraz önceki karabasanlar geriye dönmekte de olabilirler diye düşündü Adam. Başını salladı pişmanlıkla, üzgündü sağlıklı düşünemiyor gibi geliyordu Ona. Her gördüğünü veya duyduğunu kötümser yorumluyor diye düşünüyordu. Haklı da olabilirdi, yaklaşık bir asırdır yalnız  değil neredeyse yapayalnız sayılırdı, aklının başında olmasını beklemek saflık olurdu belki ama öyleydi.

“Büyük baba” diye seslendi Adam’ın torunlarından biri. Baktı üstünde beyaz bir anorak elleri cebinde gözünde gözlük, Ona gülümsüyordu. Adam Ona doğru hamle yaptı, torunun hayali havada dalgalandı, adam olduğu yerde kalakaldı. Ne söyleyecek diye bekledi. Yanındaki esmerce on on iki yaşlarındaki kız çocuğu hayallerin içinden sıyrılıp ona doğru geldi ve sarıldı. Adam Onu ve diğer hayalleri tanımaya çalıştı uzunca bir süre, toplananlar torunlardan yaşlıca birinin yaş günü için bir araya gelmişlermiş, kaç yaşında olduğunu sordu, “Yüz otuz altı oldu Büyük baba” dediler. Büyük baba o kalabalık hayallerin arasında sevinerek arandı yüz otuz altı yaşında olan selefini, ne yaptıysa kalabalık içinde gösteremediler, yoktu O yaşlı adam. Finduk o sırada cikledi. Hayaller bir süre donup kaldılar:

“Fare. Fare var burada! Fare var fare var...” diyerek kaçıştılar birden bire. Adam fareciğe döndü, ilk defa görüyormuş gibi baktı, baktı. Tanıyamadı.

“Sen fare misin arkadaş? Sen benim arkadaşım değil misin? Bu yalnızlık çölünde sen bana Tanrının bahşettiği bir cansın, dostumsun, arkadaşımsın.” Finduk bir kaç defa cik cikledi. Adam’a iyice sokuldu. Adam’da onu avucuna aldı. Elleri ayakları soğuk vücudu sıcaktı. İncecik tırnakları avucunun içinde sağa sola dokundukça iğne gibi batıyor, biraz da acıtıyordu. Farecik Adam’ın avucunun içinde gerindi, gerindi sonra gevşedi. Tostoparlak oldu uyumaya hazırlandı. Adam yukarı kaldırıp yüzüne yaklaştırdı:

“Uyuyacaksın besbelli ama benim yapacak işlerim var  Findukçuğum, başka yerde uyu!”  masanın üstüne atar gibi bıraktı.. İçeri girip son takvim olan bastonu  getirdi. Bu günü işleyecekti, uçak deseni çizdi yanına da “3” yazdı. Gökteki bulutların uçaklardan çıkan egsoz olduğuna karar verdi. Özenle deseni tekrar tekrar işledi. Güzel olduğuna inanınca bitirdi. 

“Yahu bu uçaklar da neyin nesi? Buradan uçak, muçak geçmez ki. Bu olağan üstü bir durum. Bunlar bana işaret olabilir mi acaba? Galiba yolun sonuna geliyorum” diye düşünürken kalp atışları yükseldi. İlk olarak aklına Gordion’daki kral Midas’ın 1940 larda açılmış olan Tümülüs'ün mezar odasının o zaman çekilmiş fotoğrafları geliverdi. O çağların Anadolu’sunda en zengin insanıydı bu kral Midas. Nihayet vakti saati gelip öldüğünde, kendisine ardıç ağaçlarından bir mezar odası yapılır ve içinde yerleştirilen çamdan yapılma bir kerevetin üstüne konulur. Üzerinde işlemeli elbisesi ve ayaklarında altın işlemeli çizmeleri vardır. Mezar odasına 196 adet kap, kacak ve tabak bırakılmış, cesedin üzerine kullandığı   silahları ile 21 çeşit kumaş örtülmüştür. Sonra mezar odasının üzeri köleler ve Gordion’luların, günler süren gün süren  çalışmalarıyla kül, toprak ve taşlarla örtülür ve büyük bir tepe yapılır. Adamın hatırladığı kadarıyla 55 metre yüksekliğe erişir. Ceset üstünde yapılan incelemelerden ölünün 60 yaşlarında olduğu anlaşılır ama höyük yüksekliği neden 55 metrede bırakılmıştır anlaşılmaz. Ya para babaları parayı kestiler ya da nafıa vekili tamam dedi. Bu haliyle bile eski höyükler arasında büyüklük açısından ikinci sırada olmuştu bu höyük. Höyük tamamlandıktan sonra büyük bir olasılıkla karılarının ve çocuklarının isteğiyle kırk gün yas tutmuş olabilirler, bu arada bazıları kimin ne kazanacağı, kimin hangi köşeleri tutacağını  planlamış olmalılardı. Düşünün en kıymetli malların demir, bakır kılıçlar ile altın, gümüş fibro ve pamuk ve keten dokuma olduğu zamanlarda adam o çağın en zengin kralıdır. Demek ki ortalığı iyi götürmüş olmalıydı. Her tuttuğu altın olan bir adam.

Gerçekte Adam’ı etkileyen son sahneydi. Asırlar sonrasında açılan tünelle  mezar odasına ulaştıklarında kocaman kireç taşlarından yapılmış bir dış duvarla karşılaşmamıştı ekip.  Görebildikleri sadece bu kireç duvardı. Kireç taşı duvarı kestiklerinde ise, 28 asırdır hapsolmuş hava ve küf kokusunu solumuşlardı.  Duvarların içinde bir boşluk  içine hapis ardıç ağacının kocaman gövdelerinden yapılmış kocaman küp şeklinde bir yapının  sapasağlam kaldığına şahit olmuşlardı. Ölü odasına girmek için o muhteşem ardıçları keserek önce bir pencere sonra da bir büyük kapı açtılar. Ölü odasına girdiklerinde ki o zaman çekilmiş resimler görmüştü Adam, ölünün yattığı kerevetin çürümüş, kırılmış, yere serilmiş,  üzerindeki kurumuş ceset, dağılmış silahlar ve örtülerle beraber yere serilmiş vaziyette bulunmuştu.  Son yıllarda içerideki kirli tabaklardaki kalıntılardan ölü yemeğinde acılı ballı et kızartma ile şarap ve bira ikram edildiği de bulunmuştu. “Ancak son teknolojiyle yapılan yaş belirleme testlerinden  bu mezarda yatan erkek cesedinin Midas’ın değil ondan on, on beş sene daha   önce ölen Midas’ın babasına veya başka birine ait olabileceği söylendi, iyi mi? her tuttuğu altın olan adamın öyküsü işte bu kadar...” diye mırıldandı Adam. Bir süre sonrasında da ölümünün nasıl olabileceği şeklinde ya da nasıl olmalı diye kafa yormaya başladı.

“Mesela kanepeye mi uzanmalıyım yoksa yerdeki ot yatağıma mı? Kapalı bir yerde mi olmalıyım yoksa bahçede otlar arasında mı? Kendimi gömebilir miyim acaba? Kurda kuşa yem olmak mı yoksa alabildiğime saklanmak mı?” bayağı heyecanlandı ama “İşte Midas’ın hali” dedi. “Ne planlarsan planla, su kendi yolunu buluyor sonunda. Doğal olanını... buluyor” dedi, yutkundu.

 

Adam’ın takvim zamazingosuna göre aradan iki tam gün geçmişti o olaydan sonra. Sabah kalkınca kendisini dinç hissetti. Bahçede kapıya doğru adeta fışkırmış olan otları biçmeye başladı. Ama aklı önceki gün  geçen havadaki çizgi bulutlarda ve onları yapan uçaklardaydı. O gün onların uçak olduğunu düşünmüş idi şimdi de aynı kanıdaydı ya, yine başka ne olabilir diye düşünmeden edemiyordu.

 Sabah saatleri güneş ufuktan hafifçe yükselmiş ama halâ ışıkları yatık geliyordu köye. Havada açık maviler, açık pembe ve uçuk sarılara karışmış bir ışık hakimdi. Sesiz bir zaman dilimindeydi Adam, o kadar sessiz idi ki adam bu yaştaki kulaklarıyla yerdeki börtü böceğin çıtırtılarını  duyabiliyordu. En büyük gürültüyü Finduk çıkarıyordu. O Adam’ın omuzunda durmaya çalışıyorken Adam eğilip kalktıkça aşağı düşmemek için devamlı yerini değiştiriyor ve cikleyip duruyordu. Bir hayli zaman geçirdi bahçede. Yorulduğunu hissettiğinde kendine bir adaçayı yapmaya karar verdi. Bu arada gözü hâlâ gökyüzündeydi. Lâkin herhangi bir hareket göremiyordu, bir kaç parça top bulutun hareketi dışında herhangi bir hareket yoktu. Sakin ama sıcak bir gün başlıyordu kısaca. 

Aniden Finduk bir telaş içinde Adam’ın üstünden aşağıya atlayıp evin içine doğru koştu. Yaşlı adam bu harekete bir mana veremedi, irkilerek etrafına bakındı. Nabzı bir anda yükselmiş, adrenalin tavana çıkma yoluna girmişti. Yine etrafı kolladı ama görünürde bir anormallik yoktu. Ufuktaki şose yine tozsuz, yine bomboş, gideni geleni yoktu.. “Hayırdır, hayır olsa gerek!” diye yüksek sesle söylendi. “Annem olsaydı, Hayırdır İnşallah, derdi.”

“Beni mi çağırdın?”

“Sen mi geldin? Annem benim. Seni ve babamı kadınlarımı, çocuklarımızı, ayrıca hatırlayabildiğim tüm torunlarımı çok özledim... Kardeşlerimi, yeğenlerimi herkesi çok özledim. Hem de pek çok! Ama az kaldı galiba di mi? Benim bu dünyadaki unutulmuşluğumu açıklamak mümkün değil anne. Niye ben? Çözemedim.”

“Herkesin bir kaderi var. bu da senin. Yaşarken verdiğin kararlar, kavşaklarda yaptığın seçimler eninde sonunda kaderin kendisine dönüş oluyor” dedi hayaldeki kadın karalar içinde... “Oldukça karmaşık ama doğru olmalı” dedi Adam. “Her neyse” dedi kendine geldiğinde adaçayını eline almış bahçeye çıkarken buldu kendini. Kapının önündeki sandalyeye oturmuştu ki bir gürültü yükseldi evin arka tarafından.  Telaşla ayağa fırladı, ne olduğunu anlamaya çalıştı Adam.    Evin yanından, kümeslerin olduğu yerden peş peşe üç tane drone benzeri uçan nesneler süratle fırladılar. Öndeki  ikisi bahçeden çıkıp, köyün içine doğru dağılırlarken sondaki fırlayıp gelip Adam’ın karşısında havada asılı durdu. Dört adet pervanesi baş ağrıtacak bir gürültüyle uluma benzeri sesler çıkarıyordu. Pervanelerin arasında kaplumbağanın bağası benzeri bir gövdeye alttan asılı duran mekanik bir göz sağa sola bu gürültü arasında bile duyulacak bir cızırtıyla hareket ediyor, görüşünü ayarlıyordu. Gövdenin üzerinde de küçük bir namlu ucu görünüyordu. Havada asılı duran makine aniden adama doğru hızla hareket edip açık duran kapıdan evin içine daldı. Elindeki fincanla beraber kendini sağa atan Adam hızla içeri giren dronun  arkasından bağırdı:                                                                  

“Oha ulan! Bu ne şimdi? Nereye giriyorsun böyle? Babanın yeri  mi? Terbiyesiz herifler! ” 
Kapıyı sertçe çarptı kapattı ama hareket etmekte zaten geç kalmıştı. Açık kapıdan giren dron aynı hızla açık duran pencereden fırladı çıktı ve gelip Adam’ın karşısına dikildi kaldı.  Cızırtılı seslerle adama hitaben bir şeyler söylediği belli ama ne söylediği anlaşılmıyordu. Araç biraz sonra havada salınımlar yaparak yaşlı adamın karşısında sinir bozucu bir sesle konuşmaya devam ediyordu. Adam sinirlendi, hem de uzun yıllardan sonra başka birine sinirlendi, “Yeter be” diye bağırarak elini salladı araca doğru.. Araç olduğu yerden geri sıçradı ve aynı anda küçük namlusundan 3 mmlik saçmaları adama doğru adeta  kustu. O anda körelmiş reflekslerine rağmen Adam kendini bir yana atarken aynı anda boğazında bir yanma hissetti. Sol eliyle boğazının sol yanını kapattı, sıkı sıkı bastırdı. Adam bu tecavüze son derece şaşkın ve korkarak baktı.

“Ne oldu bana?” diye sordu annesine.

“Bu araç seni vurdu. Vuruldun sen!”

“Kahretsin! Lanet olsun! Cinayet bu... Melunlar!” dedi Adam titreyen bir sesle. Elini çekince yarılmış şah damarından kanın oluk gibi gelmeye başladığını fark etti,  korkuyla avucundaki kanı seyretti bir süre, gözleri büyüdü, ayakları titredi dizleri bükülü verdi. Bahçenin içine doğru,  biraz önce kesmiş olduğu otların üstüne yüz üstü düşüverdi. Otlar ve aralarındaki çalılar adamın yüzüne, gözüne  battı ama başını çevirecek gücü kendine bulamıyordu.  Burnuna kesilmiş ot kokusuyla beraber yeni açmış iğde çiçeklerinin baygın kokusu doluvermişti. Bu zamanlarda bahçe nefis kokardı diye aklından geçirdi, düşüncesi bile korkudan buz kesmiş içini ısıttı.. “Baygın, baygın” dedi.

Öte yandan kimliği belirsiz Çin malı dron halâ tepesinde salınıyor, millerce öteden sanki haz içinde seyrediyorlardı yerde kıvranan yaşlı adamı. Bir kaç saniye sonra araç aniden yeni avlar bulmak üzere fırladı gitti bahçeden.

Kan ilk hızıyla değildi ama yine de akmaya devam ediyordu otların arasına. Asırlardır damarlarında dolaşan, ona hayat veren, ölümsüzlük veren o mucize sıvı damarlarını terk ediyordu, gözlerinin önünde. Bu düşünce yaşlı adamı korkuttu. “Öleceğim galiba. Hiç kuşkum kalmadı” dedi  içi titreyerek, başı  otların arasında, gözleri başının altındaki kaba toprağa dikili.

“Böyle ölmeyi hiç aklıma getirmemiştim. Kulaklarım uğulduyor, gözlerim kararıyor,  titriyorum,.. sanki...sanki sarhoşum, sızacağım. Böylesi de güzel, mavi bir gökyüzü altında, bahçedeyim... mis gibi iğde kokuları içindeyim.”  Ama vücudunun ayazda kalmış gibi titremesine, kol ve bacaklarının seğirmesine mani olamıyordu bunları düşünürken.  Otların arasındaki kan burnuna sızmaya başlayınca çiçek kokusunun yerini ağır bir kan kokusu aldı..

“Nefes alamıyorum anne!” diye hırıldadı, boğazından gelen hırıltıyla. Otların arasında hayal meyal fareciği gördüğünü sandı.
 “Farecik bu günü şu bastona işlemeyi unutmazsın de mi?... Hoşça kal...”
“Bu gün milattan sonra... neydi?”  düşüncesini tamamlayamadı, karanlık bir boşluğa düştüğünü sandı, kendini sıkı sıkıya kastı.

 

Sadık Mercangöz Antalya  22 Kasım 2018 08:22”

 
 



[1] Vehbi, 18 yy. divan şairi,  rücû şiirinin en meşhur beyitlerini söylemiştir. İlk satırda başka anlam varken ikinci satırından başka bir anlam çıkarak padişahı delirtmiş olduğu söylenir...
[2] Dino Buzzati; Tatar Çölü, Roman






1 yorum:

  1. Sadık hikayeni okuyunca, aklıma bir gün gördüğüm rüya geldi.
    Dünyada bir şeyler olmuş ve çok az insan kalmış. Bunlardan biri de bendim. Sağıma soluma baktım kimseler yok, sadece uzaklardan bazı sesler geliyor. O taraf yöneldim, benim gibi bir kaç kişi ne yapacağımızı tartıştık. Rüya sahibi benim ya, başkanlık ediyorum konuşmalara. Öncelikle mevcut yiyecek ve içecekleri tespit edelim, ondan sonra gelecekte yiyecek işini ne şekilde çözelim diye düşünelim dedim. İçinizde tarımdan anlayan var mı? Kimseden çıt çıkmıyor. Ben tekrar bağırıyorum. Yine ses yok ve o endişe ile uykudan uyandım. Bir süre düşündüm. Gerçek böyle oluşursa ne yapardık diye.
    Hikayen çok ilginç, Düşüncelerimiz bir sürpriz ile bitiyor.
    Eline sağlık.

    YanıtlaSil