PAROLA ASİYE
21 mayıs ’14 İzmir
Kanla,irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti, Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız (Kara Harp Okulu Marşı, Cevdet Şakir Çetinel, 1928)
Doğduğum kent şimdilerde herhalde oy için büyükşehir yapıldı ama ben ilkokula başladığımda sıradan bir kasabadan pek farkı yoktu. Esnafı uykulu, köylüsü rençberi yoksul, memuru bezgindi. Bir iki iş adamı zengin sayılabilirdi, bir de diş tabibi, doktor, eczacı falan olanlar, o kadar. Kentin tümünde hepi topu üç kişinin arabası vardı, bir tanecik de taksi. Taşıt gerektiğinde postanenin yanındaki yolda bekleyen faytonlar kullanılırdı. Postaneye gidiyorsan atların altında biriken katı ve sıvı pisliklerden gelen keskin kokuyu duymamak için nefesini tutmak zorunda kalırdın.
Kentte üç beş yüzyıllık çok sayıda cami, han, hamam, medrese, türbe vardı. Yapıldıklarında kubbeler kurşun kaplı iken imparatorluğun ardı arkası gelmez savaşlarından kimbilir hangileri için mermi yapılmak üzere sökülmüş, yerine kiremit döşenmiş denirdi. Çocukluğumda camilerle türbeler dışındakiler bakımsızdı. Yarısı yıkık bir hamam, topçu kışlasının atları için saman deposuydu. Bir hanı marangozlar, bir diğerini de bakkal, kasap, ve manavlar kullanıyordu. Geri kalan hanların sadece iki üç tanesi eski, özgün konaklama işlevlerini sürdürmekteydiler. Perşembe günleri kurulan pazara gelen üreticiler, aracılar, tahtacılar, cambazlar bir iki gece bunlarda kalırlardı. Çevrelerinde köfteci, çorbacı, semerci, berber, nalbant gibi işyerleri olmasını çocuk aklımla yadırgardım. Avlusuna haftada bir eşekler, atlar bağlanan bir yerin köşe başında neden ‘’İstanbul işi sıcak sıcak’’ bağırtısıyla nohutlu pilav satılsındı ki sabah sabah? Aslında bunlar kentin o düşük nabızlı, soluk benizli, tıknefes ekonomisinin eh işte biraz daha canlı ögeleriymiş, o zaman bilmiyordum.
İlkokulu bitirirken başöğretmenimiz Nail Bey büyüyünce ne olmak istediğimi sormuştu. Makine mühendisi deyivermiştim. Olurdum da belki, kimbilir. Ne var ki, orta sona geçtiğim yaz sonunda bugün bile hala bir türlü tam olarak yerine oturtamadığım bir şey oldu. Annemle babam durduk yerde, kavgasız gürültüsüz, hani patadanak denir ya, işte öyle boşanıverdiler. Çocukları olmayan dayımla yengem beni sahiplenmeseydiler ortalıkta kaldım gittiydi. Dayım gözlerinin bozukluğu nedeniyle memurluktan malulen emekliydi, yengemse ev hanımı. Görücü usulüyle evlenmiş olmalıydılar. Aralarında aman aman bir sevgi bağı belki yoktu ama birbirlerine karşı yapay denecek denli saygılıydılar. Ekrem Bey, Mürşide Hanım. Karı koca değil de ara sıra karşılaşan komşuydular sanki. Doğrusu ya, belki bu aşırı saygıyla çocuk sahibi olmak için gerekeni yapamamışlardır diye düşünüp kendi kendime kıkırdadığım olmuştur.
Dayımın ne kadar olduğunu bilmediğim emekli aylığı kendilerine ancak yetiyordu herhalde. Düşük kirayla oturdukları evin sahibi sağlık memuru Hikmet amcalar alt kattaydılar. Girişler ayrı, arkadaki kuyu ve bahçe ortaktı. Evin lodosa açık cephesi çinko levhalarla kaplıydı. Çinkolar paslanmıştı, yenilemek gerekiyordu ama ‘aman Hikmet Bey kirayı arttırmasın’ diye sözü edilmezdi. Herşey pahalanırken yerinde sayan gelirlerinin kırılgan düzenine tam büyüme çağındaki ek bir boğazın nasıl bir yük getirdiğini, ne kadar özveri gerektirdiğini o zaman hiç düşünmüş müydüm? Elbette hayır. Beni yanlarına aldıkları sene epey zorlandılar besbelli. Kendi aralarındaki fısır fısır konuşmaların konusu sonunda ortaya çıktı. ’Evlatçığım senin için en iyisi askeri okula gitmek. Annen baban da böyle istiyorlar, bak işte yazdıkları mektup. Bu yaz sınavlara hazırlanırsan mutlaka kazanırsın. Askerlik şerefli meslektir. Bugünkü aklım olsa ben bile onu seçerim. Maaşı bizimkilerden daha iyi. Forsu dersen gayet yerinde. Tayın bedeli, emireri, orduevi, daha neler neler. Bundan iyisi can sağlığı.’ Ne diyebilirdim ki?
Hastane, sağlığı tamdır dedi. Boyum posum da uygunmuş. Yazılı sınavları ise zorlanmadan kazandım. Sarı zarf içinde gelen kabul belgesine pek sevindim diyemeyeceğim. Askeri liseye gidecektim, hepsi bu.
Tatil boyunca annemle babamı ya bir kez gördüm ya iki. Arkadaşlarımla buluşmak da içimden gelmiyordu. Nasıl olsa okullar açıldığında birlikte olmayacaktık artık. Bitmek bilmeyen yaz günlerinin Ekrem Beyli Mürşide Hanımlı ağır ve küflü sıkıcılığında yapacak tek şey okumaktı. Dayımın elinden düşürmediği doksandokuzluk tespihin dinmeyen, aksamayan, akıl çelen çıt çıtlarına da aklımı takmıyordum okurken.
Güz başında dayımla Bursa’ya gittik. Işıklar Askeri Lisesine kaydım yapıldı. Dayım beni okula bıraktı, vedalaşıp ayrıldık. Ayrılış o ayrılış. Okulun demir kapısıyla birlikte yaşamımın o kısmı da kapandı, bitti, dışarda kaldı. Doğduğum kente bir daha hiç gitmedim. Gene de ne zaman burnuma bir at pisliği kokusu gelse kendimi o sarı badanalı postanenin girişinde sanırım. Koku, anıları nasıl tetikler, hiç dikkat ettiniz mi?
Işıklar’dayken yirmiyedimayıs yaşandı. Okul arkadaşlarımı bilmem ama ben ne şaştım, ne sevindim, ne de başka bir duygu. Sadece Işıklar’da olmaktan dolayı ordu mensubu gibi, ne gibisi, ordu mensubu olarak düşündüğümü anımsıyorum. Milletin makus talihini ordu yenmiş, düşmanı ordu kovmuş, cumhuriyeti ordu kurmuştu. Gerektiğinde onu kurtarmak da ordunun işiydi elbet. Yirmiyedimayısın yapılması gerekiyordu ki yapılmıştı. Marx’ın dediği gibi, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştu.
Askeri lisede çok şey öğrendim. Bunu normal liseyle karşılaştırarak söylemiyorum. Normal lisede okumadığım için karşılaştıramam zaten. Şunu diyebilirim ki eğitim programı bir yana bırakılırsa benim zamanımda askeri lisenin asıl farkı öğrencilerin birbirine benzemeleriydi. Hepsi delikanlı, hepsi sağlıklı, hepsi akıllıydılar. Kaçı buraya seçeneksizlikten gelmişti, bilmek zor. Eminim kimi yoksul, kimi yetim, kimi de bencileyin cami avlusuna değilse de askeri lisenin bahçesine bırakılmış bebelerdi. Yaz boyu yapacak başka şey olmadığından dayımın evinde nasıl okumaya saldırdıysam burada da aynı nedenle kendini öğrenmeye adamıştı her birimiz. Hevesle değilse de inatla, hırsla, adeta kendi canımızı acıta acıta çalışıyorduk. Başarısızlık söz konusu olamazdı, ne spor salonunda, ne derste, ne talimde. Çalışkanlık okulun heryerine sinmişti sanki. Bir de disiplin. O kahrolası, o kahredici, o olmaz olası ama o olmazsa da olmaz disiplin. Yol çizilmişti. Lise bitince Ankara’ya, Kara Harp Okuluna. Arkasından belki Akademi. Sonunda da şerefli ordumuzun yetenekli, sorumlu subayları olarak gerektiğinde Cumhuriyeti koruma görevi.
Işıklar’ı bitirip Harp Okulu için Başkente geldiğim Kamil Koç’tan o zaman sapa bir yerde olan garajlarda indim. Sora sora Dikmen Bağlarının Harp Okulu kavşağına kadar otobüs, troleybüs, ne varsa binip geldim de okula çıkan yolu elimde bavulla yürümek zorunda kalmıştım. Okulun kapısına gelince durdum, dönüp bulunduğum tepeden şöyle bir baktım. Vay be, demek Ankara buydu. İşte bakanlıklar ve Türkiye Büyük Millet Meclisi. Solda Anıt Kabir. Öbür yöndeki tepede Çankaya ve Cumhurbaşkanlığı Köşkü. İlerlerde, akşam alacakaranlığının sisi pusu içinde bir hayalet gibi ‘ben hala buradayım’ diyen tarihi Kale. Eh, ben de buradaydım, buralıydım artık. Cumhuriyetin kurulduğu yerde, hem de Kara Harp Okulu’nda. Tepede.
Normal liseyi bitirenlerden üniversiteye başlayanlar tıp, hukuk, mühendislik, mimarlık falan okuyacaklardı. Ben de üniversiteye başlamış sayılırdım ama benimki Harp Okulu’ydu. İddiası, ideali farklıydı. ‘Türk vatanı üstünde sönmez güneşsin sen’ diyordu marşımız. Üniversitelerde ordu adına eğitim görenler vardı, bazı derslerimize katılıyorlardı, ama onlar Harp Okul’lu değildi. Biz başkaydık. Gerektiğinde Cumhuriyeti biz koruyacaktık, başkası değil. O görev bizimdi.
Bahadır’la Harp Okulunda aynı devredeniz. Geldiği gün benim gibi o da Dikmen kavşağından okula yürümüş. Soyadlarımız alfabetik dizilişte peşpeşe olduğundan koğuşta, derste, talimde hep yanyanaydık. Çok çocuklu bir aileden geliyordu. ‘Bağ bahçe var, var da para etmiyor’ dedi bir keresinde, dertleşirken. Benim doğduğum kent gibi onların orada da pek aman aman para içinde yüzülmüyordu besbelli. Araları iki üç yaştan fazla olmayan beş kardeşin en büyüğüydü. Kendini kurtarsın da diğerlerinin önünü tıkadığı akla gelmesin diye kendiliğinden askeri okula başvurmuş, liseyi Kuleli’de okumuştu. Kader ikimizi Harp Okulunda buluşturdu. Cemal Süreya’nın kırık bir Verlaine var bu çocukta dediği Ergin Günçe’yi o zaman daha tanımıyordum. Yıllar sonra okuduğum bir şiirine ’herkes bir cumhuriyettir’ diye başlar Günçe. Şimdi düşünüyorum da, Bahadır ve ben de aslında birer cumhuriyettik. Benzer koşullarımızın çizdiği coğrafyada yanyana gelmiş iki bağımsız cumhuriyet. Tek bağımlılığımız aklımız, çalışkanlığımız, ve bir de Cumhuriyete olan bağlılığımızdı. Dedim ya, Cumhuriyeti kuranların çizgisindeydik. Gerektiğinde koruyacak olan bizdik, biz. Marşımızın ‘cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız’ dizisine gelince içimiz ürperiyor, gözümüz doluyordu her seferinde.
Cumhuriyeti korumak için pek fazla da beklemedik. Daha birinci sınıfta, tam yıl sonu sınavlarına hazırlanırken Harp Okulu komutanı ‘kalkın bakalım’ dedi. Kalktık. Elimize tüfekler verildi. Sabaha karşı Meclisi ele geçirmek üzere okuldan çıktık. Çıktık ama olmadı. Üstümüze muhafız alayını saldılar, Eskişehir’den jetler geldi, Polatlı’dan tanklar manklar. Ortalık Kel Alinin bağına döndü. Cumhuriyeti kurtaramadık. İçimizde kaldı. Kamyonlara bindirildik, okulun yatakhanesine kapatıldık. Ertesi gün de okuldan atıldığımız bildirildi. Komutanla yardımcısı idam edildiler. Anlaşılan henüz Cumhuriyetin kurtarılması gerekmiyordu. Daha üç yıl önce zaten kurtarılmıştı, yirmiyedimayısta. Üstüne üstlük biz ayrıntılarını bilmiyorduk ama komutanımız önceki yıl biz okula gelmeden de aynı şeye kalkışmış, başaramamış, o zaman kendisi de öğrenciler de affedilmişti. Bu kez siz artık çok oldunuz dendi. Haydi on yılda bir falan olsa neyse ama bu kadar da sık olmaz tabii, doğru. Herşeyin zamanı var.
Cumhuriyeti kurtaramadığımız bir yana, okuldan atılınca kişisel cumhuriyetlerimiz de dağıldı, oradan oraya savrulduk. Kimseye gidecek yerin var mı diye sorulmadı bile. Benim baba fırınım ne zamandır has ekmek çıkarmıyordu. Dımdızlak kalıverdim. Haydi bakalım, çalış, çabala, para kazan, yeniden üniversite giriş sınavları, sıkıntı, heyecan, zor mu zor günler, aylar, seneler. Gündüz iş, gece okul. Hani askeri okulun o kahrolası, o olmaz olası disiplini diyorum ya, aslında o olmasa işin içinden çıkamazdım. Doğrusu iyi ki varmış.
Bu fırtınada Bahadır’la da yollarımız ayrıldı. Arada bir haberleştik, nerede okuduğumuzu ne yaptığımızı falan duyurduk birbirimize ama o kadar. Sonunda üniversite bitti. Ben işletmeci oldum, imalat işine giriştim. Bahadır bankacılığı seçti. İkimiz de çoluk çocuğa karıştık, torun torba sahibi olduk, bildiğiniz şeyler. Yıllar geçti, görüşemedik. Sıra emekliliğe gelince tası tarağı topladım, işi tasfiye ettim, patırdısı gürültüsü az bir kıyı kasabası buldum, yerleştim. Aaa, bir de baktım, benim kardeş cumhuriyetim Bahadır meğer aynı kasabanın belediye başkanının kızkardeşiyle evliymiş, yaz tatillerinde buraya geliyor. Nereden nereye. Dahası da var. Şu ilerde Migrosu geçince tepede beyaz badanalı, güzel, büyükçe bir ev var. Cumhuriyeti kurtarmak için ipe giden komutanımızın biz yaştaki oğlu da bu kasabada, yabancı uyruklu eşi ve yetişkin oğluyla o evde oturuyormuş. Yok daha neler diyeceksiniz ama durun durun, yemin ederim ki bitmedi. Komutanın aslan gibi delikanlı torunuyla bizim Bahadır’ın büyük kızı iki sene önce plajda birbirlerine ilk görüşte aşık olup o kış evlenmemişler mi ? Başka da var mı derseniz, evet var! Yıllar önce geçici olarak Meclis’in arka bahçesindeki şantiye barakalarında eğitim gören mimarlık öğrencileri de bizim Cumhuriyeti kurtarmak için çatışmaya girdiğimiz gece proje yetiştirmek için okulda sabahlıyorlarmış, nereden bilesin? İki ateş arasında kalmamak için bodruma, kalorifer dairesine falan sığınmışlar. Onlardan birisi yıllar sonra Bahadır’ın yazlık komşusu çıktı mı sana? Geçen yaz ben komşumun teknesini kalafatlamaya yardım ediyordum. O da eşiyle yoldan geçerken ayaküstü konuşuyorduk. Laf lafı açtı da durum öyle anlaşıldı. Eh, bu kadar çok bağımsız cumhuriyet aynı coğrafyada gene bir araya geldiğine göre bu işte bir iş var demektir dedik, geçen akşam yemekte buluşunca. Evet, ömrümüzün son demi ama son baharı değil, Cumhuriyeti kurtarmak zamanıdır artık. Biz kurtarmayacağız da kim kurtaracak? Durum ortada. Şimdikilerden hayır yok. Biz yapacağız. Gerçi nasıl yapacağımıza henüz karar vermedik, sonrasında ne olacak onu da konuşmadık ama parolamız tamam. Asiyeikibinondört. Nasıl ?
Cumartesi millet yemeğe bize gelecek. Önce ona hazırlanalım bakalım. Balıkçı Saffet dülger balığı tutmuşsa alırım. Evde donmuş minik karidesler de var. Ara sıcaklar kolay. Salata dersen iş değil. Off, şu dizim de nasıl ağrıyor. Yağmur yağacak herhalde. Öyle olursa içerde otururuz. Tam Cumhuriyeti kurtaracakken ıslanıp üşütmeyelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder