AZRO İŞ BAŞINDA
İLK GÜN
Tam
artık bizi unuttuğunu düşündüğüm bir anda, bizim Melek Başkanın odasında tekrar görünmüş,
adamcağız nefes nefese beni çağırdı. İlk iki gün diken üzerindeyken
görünmeyince, üçüncü günün sonunda da halâ ortada görünmeyince bayağı bir rahatlamıştık.
Adam beşinci gün öğlene doğru peydahlandı. Başkanın dairesine girdiğimde Meleği
Başkanın karşısındaki koltukta samimi bir şekilde, yayılmış sere serpe
oturduğunu gördüm ilk anda. Yine başında Indiana Jones fötr şapkası ve üstünde bej
pardösüsü, benim geldiğimi görünce yerinden kıpırdamadan:
“Merhaba
Mendi” diye elini uzattı.
“Hey
Azro adamım, n'aber?” El sıkıştık. “Kendini özlettin birader. Nerelerdeydin?”
Canı
sıkkın gibi ufladı.
“İstifa
etmek, bunca yıldan sonra ilişik kesmek kolay olmuyor tabii” dedi ve sustu.
Sıkıntısı
bembeyaz yüzünden bile kolayca hissediliyordu. Başkan “Merhaba Mendi” diye
seslenirken ellerini ensesinde kilitleyip ayak ayak üstüne attı ve o koca
koltuğunda arkasına yaslanarak buradaki patronun kim olduğunu göstermek istedi
adeta.
“Oradan
ayrıldığım için benim görevimi yapacak melek bulamamışlar, iki gün boyunca
kimse ölememiş dünyada” diye anlatmaya başladı. “Vadesi gelenler, gelmeden planlama
dışı ölümler hepsi, hepsi ortada kalmışlar. Aksilik işte ben buradan dönünce
nasıl derler... ee şey bana azar ettiler.”
“Azarladılar.”
diye düzelttim.
“Hah,
evet! Yukarıdan bana gök gürültüleri arasında azarlattılar... İşimi yapacak
birini bulana kadar hiç bir yere gidemezsin dediler. Talihime küsüp bu iki gün
boyunca melek dünyasında bana çıraklık edenleri aradım. Bir zamanlar yanıma
gelip merak veya zevkten bana yardım edenleri tek, tek aradım. Kaypak herifler
yan çizdiler, nasıl derler? Siz nasıl söylersiniz? Dansöz gibi... Nihayet son
model nükleer uçuş kıyafetlerini gösterince iş değişir gibi oldu. Ben de benim
mevki ve pozisyonumu vereceğimi, dört büyük melekten biri olacaklarını
söyleyince içlerinden birini, daha önceden tanıdığım kabiliyetli bir genç adam
ortaya çıkıp ‘Ben’ dedi. Bir gün de onunla beklemekte olan ölümleri ben ve O
süratle ve ivedilikle ortalığı toparladık, harika bir ikili olduk açıkcası ”
diye sıkıntıyla gülümsedi Başkana. Başkan, istifini bozmadan:
“Eee?”
dedi.
“Eee
si patron, bu genç adam işi doğru dürüst götüremezse beni çağıracaklar...” kısa
bir sessizlik oldu.
Bana
döndü merakla baktı:
“Eee
çalışmaya hazırım, ne yapmam gerekiyor? Benim bir odam var mı arkadaş?”
Hazırlıklıydım:
“Birazdan
gösteririm” dedim. Hoşuna gitti. Onun için binanın en üst katında bir geniş oda
ayırmıştım, onun kimseyle yüzgöz olmamasını, kimsenin de onunla temas
etmemesini sağlama almak için bulmuştum burayı. Adam yüzüme bakar bakmaz
kafamdakini okumuştu kolayca.
“Demek
beni, nasıl derler, saklamak için parlak fikrin bu” dedi sırıtırken yüzüme. “Merak
etmeyiniz, ben bin yıllardır yalnız başıma çalışırım. Sır küpüyümdür.“
Ayağa
kalktı, upuzun pardösünün cebinden küçük kristal objeler çıkardı masanın
üzerine yanyana dizdi. “On üç şişe” dedi, “Kutlama yaparız diye siz nasıl
dersiniz, gümrüksüz dükkândan aldım... Duty Free diyorsunuz siz. Sizler için
Patron” diye gülümsedi.
Mahallin
patronu Aziz Başkan halinden son derece memnun gururla arkasına yaslandı. Kolay
mı emrinde melek çalıştıran bu dünyada başka kim vardı ki. Söyleseniz de kimse
inanmaz. Ne Amerikanya’da, ne Çin’de, Ne Rusya’da var.
“Ne zahmet ettin
Azro, senin gelmen bize hediye sayılır. Öyle mi Mendi?”
Bunu söylerken
Başkan eline aldığı kristali elinde evirip çeviriyordu. Her iki tarafı da bir
birinin aynı olan ve altı ve üstü olmayan bu silindirik kesme kristallerin,
açılacak bir kapağı da yoktu. Son derece pırıltılı bir kristal adeta elmas gibi
bir nesne. İçinde bir şey olduğunu da belli etmeyen şişeler, kuyumcu vitrinine
dizilmiş kesme elmaslar misali masanın üzerinden salonu aydınlatıyorlardı. Başkan birini bırakıp,
birini alıyor bu garip nesneleri anlamaya çalışıyordu. Ben de öyle. Başkan
dudak bükerek sordu:
“Azro,
bu nedir?”
“Ab-ı
hayat patron” dedi bize bakıp gülümserken. Adam samimiyeti artırıp sokak
dilinde konuşmaya çalışırken bile doğal kibarlığından kurtulamıyordu..
“Sizlerin
içki içmeye meraklı olduğunuzu görünce bir sürpriz yapayım demiştim, baylar...
Yoksa beğenmediniz mi? Sizler ne sanmıştınız?”
Başkan süpheyle dudak bükmeye devam
ederken:
“Ben de elmas, melmas getirdin
sanmıştım, değil mi Mendi?”
“Elmas melmas mı? Nedir o, bilemedim”
dedi melek. Ben de gözlerimi bu kristallerden ayırmadan:
“Azro, elmas dünyadaki en kıymetli
taşlardan biridir. Zenginlik işaretidir” diye cevapladım. Sonrasında
açıklamalar devam etti:
“Yüzük, kolye ve küpe yaparlar, kadınlarımız
çok meraklıdırlar, başlarına, boyunlarına, parmaklarına, bilmem daha nerelerine
takarlar Azro... İnsancıklar bunun uğruna birbirlerini yerler.. Kavga ve savaş
ederler, öldürürler birbirlerini. Yani insan, insan olduğunu unutur, bir bu ve
bir de altın uğruna..”
“Bu öyle beklediğiniz gibi bir şey
değil, üzgünüm. Bu sadece, bildiğim kadarıyla
saf karbondan mamûl bir şişe, Ab-ı hayat şişesi..” Başkanın gözleri
açıldı olabildiğince; tekrar elindeki şişeyi tarttı, koltuğunun kenarına sürdü
çaktırmadan.
“Çok serttir, sağı solu çizer” dedi melek.
“hiç tavsiye etmem”
“Mendoza, bak bakalım camı da çizer mi
bu?” bana doğru attı kristali.
Penceredeki cama bastırarak sürdüm, ve
trink! İnce bir çizgi peydahlandı parlak yüzeyde, başımı salladım. Kafasındaki
düşüncelerin ne olacağı beni ürküttü doğrusu.Melek bana dönerek kutlama yapar
mıyız gibilerden yüzüme baktı:
“Elbette Azro, bizde de adettir.
Şimdilik biz bize yapalım, sonrayı düşünürüz” diye sırıttım. Merakla bakıyorum bu kristal cisimlere, ne
ağzı belli ne de dibi. Azro eline bir tanesini aldı, parmağını silindirin üstüne
değdirdi, bir parça kızıllıktan sonra elindekini masaya bıraktı, diğerlerini de
eline alıp aynı şeyi yaparak bana ve başkana uzattı.
“Buz gelsin Mendoza!” dedi ben telefona
uzanırken, Azro elinde tuttuğu şişeye iki eliyle sarıldı. Biraz sonra şişenin
dışı buğulanır gibi oldu, Başkana uzattı. Başkan eline aldığı şişede ilk
hamlede ummadığı bir şeyle karşılaştı. Şişeyi elinden düşürecek gibi oldu.
“Bu resmen buz amigo! Ellerim dondu!”
diye bağırdı. Masaya bıraktı elindekini:
“Vay canına Bayım bu nasıl bir mucize,
ilk aldığımda ellerime inanamadım ama resmen buzu tutuyordum, Mendi!” Melek
onun bu haline güldü.
Bu adam bizi şakınlığa düşürmeğe devam
ediyordu. Normal bir insan görünüşü altında olağandışı gizleri var ve bunları
bize sırası geldikçe gösteriyordu. Benim cin gibi aklım zaman zaman
gördüklerimiz karşısında tekliyordu. Melek elinde tuttuğu şişeden bir yudum
aldı. Yüzünün rengi hafifce değişir gibi oldu. Kızardı bozardı, ama büyük bir
keyf alıyormuş gibi gözlerini kapattı. Açtığında parlamaya başladılar, saçları
da adeta bir aslan yelesi gibi kabardı.
“Vayy tadını da tesirini de unutmuşum bayağı”
diye mırıldandı.
Başkan ve ben de çekine çekine birer
yudum aldık. Gırtlağımdan aşağı bir köz yutmuşcasına bir ateş topu ağır, ağır
mideme doğru inmeye başladı. Midemde müthiş bir kramp bir kaç saniye sonra da bir
rahatlama hissettim.
“Karamba, karambita. Ohh tanrım! Bana
acı!” Gözlerimi sıkı, sıkı yumdum. Açtığımda herşeyi daha bir parlak görmeye
başladım.
“Bu ne be!” diye çığlık attı Başkan.
“Feleğim şaştı doğrusu. Bu nasıl bir şey?” Adam karşımızda ayakta dikilirken
her ikimizin de yüzlerimize merak ve endişe ile bakıyordu.
“Hıı? Nasıl buldunuz?” Başkan başını
sallayarak politik bir cevap verdi:
“Azro gerçekten de çok değişik bir
içki. Ab-ı hayat suyu. Elde edeceğiniz keyif için gerçi bir hayli bedel
ödüyorsunuz, öyle değil mi sayın danışmanım?”
“Bence vücudunuzun yenilendiğini
hissettiğinizde bunun az bir bedel olduğunu kabul edersiniz” dedi Azro gülümsüyerek.
“Hayatınızın süresine bir on dakika
ilave etmiş oldunuz bu yudumlarla.”
Aklımdan “Nerede o bolluk” diye
geçirdim. O anda bana gözlerini dikip sertçe baktı.
“Pardon adamım ama nerden emin
olabiliriz ki? Benim ömrüm ne kadar ve ne kadar Ab-ı hayattan ilave diye...”
“Ben bir kaç yudum daha içmek ve bu
naçiz bedenimi insanlığın geleceğine adamak isterim” dedi Başkan. Art arda üç
yudum aldıktan sonra gözlerini sıkıp, yüzünüzü ekşiterek hayatına bir yarım
saat ilave etmiş oldu. Bir yarım saat sonra bu sebeple veya şu nedenle diye,
diye, kadehleri yuvarlayarak şişelerimizi bitirdik. Böylece ömrümüze bir saat
kadar ömür kattık. Ama artık gözlerimizden şimşekler çakar vaziyete gelmiştik. Olağanüstü
bir durumdu bu. Dünyayı değişik renkli gözlükler gerisinden çeşitli renkte ve
deforme gördük ilk beş dakika, daha sonra pırıl pırıl parlak ve canlı
algılıyordunuz çevreyi. Dünyada olsa kesinlikle sağlık mağlık vesaireler bahane
edilerek yasaklanırdı bu.
“Oğlum Mendii,, zehirlendikkk mii oğlum
biz? Olabilir miyizzz, hıı?” dedi Başkan ağzını yaya yaya. “Herrr yıll...
dünyada kaçakk... alkol muhabbet...tinden çook insanın... annadın mı... ya
gözleri körr... oluyor, ya da bu
dünyadan annadın mı....göçüp gidiyorlarrr..
Bu sene, haa? Biz de ilave olur muyuz bu sayıya, haa?” O kadar çok ezdirdi ki
söylediklerini anlamak için birkaç dakika düşünmek zorunda kaldım. Sonra döndüm
bizim meleğe şöyle bir aşağıdan yukarıya süzdüm adamı küçümseyerek:
“Haa? Azro sen, şimdi, bak. Bak! Şimdi Başkanımm, saygıdeğer başkanımmm tamam
mı, zehirlendik mi diyoo.. Sen ne dersin?” demek istedim, aygın baygın
vaziyette. Birden içimde doğan özgüvenle:
“Ulan sana... nedenn Azrail demişler
hıı? Azrail yerine Azrooo yada Azz...rayill mesela ya da melek ama zalim melek!
Cannn alıcı zalımmm melek mesela? Nedenn dememişler, örneğin Morzona ya da
turfolino veya pırrt gibi mesela...? Hıı?” Gülme krizine girdim aniden.
O sırada Meleğin maviye çalan gözlerini
gördüm; hayretle açılmış, aygın baygın yalpalaya, sallana hareketlerimize,
söylemeye çalıştığımız anlamsız sözlerimize merak ve endişeyle bakıyordu.
“ Yok size bir daha Ab-ı Hayat beyler!”
“Oğlumm sen söyle.. Başkanım ne dedi
şimdi cevap ver! Bizz... zehirlendik
falan mıyızz?” diye konuşmaya çalıştım.
“Merak etmeyin birazdan geçer adamım,
sizde biraz uzadı. Yok size bir daha”
dedi melek adam. Hakikaten biraz sonra bu halimizden eser kalmadı.
“Vayy canına” diye Başkana baktım,
masanın arkasından cin gibi etrafa bakıyordu. Adamın kurnaz bakışları daha bir
cinleşmişti.
Tam o sırada masadaki telefon çaldı, Başkanın
sekreteri, Hala kızının latif ve buğulu sesi baygın baygın Başkana Saraydaki
toplantısını hatırlatıverdi.
“Ne dersin Mendi, Azro’yu da götürsem
mi yanımda, danışmanım diye”
“Tavsiye
etmem Başkanım, bu son görüşünüz olabilir..” dedim. “Ben onun çalışacağı yeri göstereceğim.
Arkadaşlarıyla tanışacağım. Ayrıca görev ve sorumluluklarını tartışırız
Başkanım. Bugün onun ilk günü. Çalışmaya başladığını bilmesi lazım, değil mi?”
Başkan
yeni adamına gıptayla baktı. Apar topar hazırlanmak için içeriye geçti, bizde
Azro ile beraber Makam salonundan ayrılmak üzere kapıya yönelmişken, melek
benim kolumu tuttu:
“Bir
dakika. Kapı korirdor falan dolaşmak bana gelmez. Sen nereye gitmeyi
planladığını aklına getir yeter. Orada oluruz” dedi. Onun çalışma odasına çıkacaktık diye
söyleniyordum ki; çevremiz birden değişti. Onun Odası oluverdi etrafımız.
“Azro geldik mi ne?”. Güldü:
“Eski
alışkanlıklarımdan kolay vazgeçemiyeceğim galiba. İnsanlaşmamın ilk özelliği
bu. Hoşuna giden, işine gelen şeylerden vazgeçememe zafiyeti, değil mi? Koltuk
sevdası misal” diyerek yüzüme baktı. Başımı salladım.
“Arkadaş,
adam gibi kapı, merdiven, asansör kullan. Adam ol adam! Kadın sesi çıkarma
kapiş? Adam gibi davran. Sesin gür ve kalın çıksın, tamam?”
Aklımda
bu arada saat gibi çalışıyor, bu adama bir iş bulmalıyım, olmazsa yaratmalıyım.
Habercimiz olsun dedik de, ne getirip götürecek diye yavaş yavaş karamsarlık
başladı bende. Azro, soyadı Melek, yeni koltuğuna alışmaya çalışıyordu.
Adama
koltuğu Amerikanya’dan almışız. Müceddet yeni, pırıl, pırıl, gıcır gıcır.
Oturuyor kalkıyor yeniden oturuyor, yeniden kalkıyor, yeniden, yeniden
vs denemeye devam etti, koltuğun enine
boyuna müdahale etti, Döner koltuğu yatar koltuk haline getirdi. Adam zaten
iriyarı koltuklar vasat bir insan boyutuna uyar şekilde yapılmışken, hatta
yapılamamışken bu adam hiç olamazdı, sonunda bozdu koltuğu, yatar döner hale
geldi koltuk. Aniden üzerinde yatarken, paldır küldür yere yapışır gibi oldu
bizimki. Şaşkın şaşkın yattığı yerden bana bakıyordu:
“Nasıl
kalkacağımı bilmiyorum, şimdiye kadar hiç düşmedim. Nasıl yapsam? Sağdan mı
soldan mı kalkabilirim?” Başladım gülmeye. İçimden “aldık başımıza bir ucubeyi”
dedim. Elimi uzattım tutunması için. “Şimdi bu ne?” dedi “el sıkışmanın sırası
mı Mendi?”
“Elimi
tut da kalk adamım” Biraz sonra ayakta durdu kırılan koltuğa bakmaya başladı:
“Nasıl
olacak bu Mendi? Ben insan olamayacak mıyım acaba, ne dersin? Merdiven, asansör,
kapı kullanamıyorum, koltuğa
oturamıyorum, ne yapmam lazım?”
“Üzülme
ben de bir keresinde sırt üstü düşmüştüm” dedim. Arkasından ekledim:
“Büyütme
oğlum, insan olmanın özel bir eğitimi yok ki. Kendini koyver, hiç bir şeye
aldırma, bencil ol. Kimseye yardım etmeye kalkma içinden böyle bir his gelirse,
yüze kadar say ve hemen ordan uzaklaş tamam mı? Bir olay görünce başını çevir geç, tamam mı?
Hiç bir olaya müdahale etmeye kalkma, bu memlekette aile kavgaları arasına
girilmez, barışırlar sen kötü olursun. Comprehende?”
Yüzüme
şaşkın şaşkın bakmaya başaldı zavallı.
“Mafya
hesaplaşmaları olur sokaklarda, sakın seyretme, salakça ateş ederler, hedefe
değil sana gelir mermiler. Hemen kaç tamam mı adamım? Kimseye selam vermeye,
günaydın demeye kalkışmana gerek yok ama söyleyebilirsin de. Bazıları duyunca
şaşırırlar sen aldırma. Sana selam verirlerse selam vermeyebilirsin meselâ duymazdan gelebilirsin veya başını
başka bir tarafa çebirebilirsin, başka bir şeyle meşgulmüşsün gibi
yapabilirsin, Aklından bir şey düşünür gibi yapabilirsin, gibi. Tamam mı? Bu
dünya böyle...”
Yüzüme
gülmeye başladı:
“Şimdi
anladım. Aynen bize benziyorsunuz demek ki, adamım!” dedi. “Bu dediklerin bizde
de var. Kimse kimseyle ilgilenmez, çünkü herkesin bir kaderi var. Ona müdahale
edersek, fırçaydı değil mi, işte onu yeriz. Önceden yazılmış kaderinize
dokunamayız, silinmez yani. Bozarsak al başına derdi!”
Adam anlatıyor ben ağzı açık dinliyorum. İçimden “Din kitapları da böyle
söyler” dedim. Beni anladı:
“Hahh
işte öyle bir şey. Ama biz birbirimize karşı son derece nazikizdir...”
“Bak
burası Dünya... Sizde olmayan ne varsa burada vardır. İyilik de kötülük de, serkeşlikte, hainlikte, merhamet
de zulüm de burada, anladın mı? Sizin dünyanız iyilik ve saflık üzerine
kurulmuş olabilir ama burada iyiliğe az rastlanırken, kötülüğün envai çeşidi,
sürüsüyle insanların kafalarına üşüşür.
Onun için insanlara mesafeli yaklaş. Okey?” dedim. Azro benden geriye
çekildi uzaktan yandan, yandan baktı. Ne olur ne olmaz gibisine.
“Uzatma
adamım, gel yerine otur” dedim ama, baktım oturacak bir yeri yoktu koltuğu yere
dökülmüş, dağılmış vaziyetteydi. Misafir koltuğu olacak olan hilkat garibesi
ise zaten insan ölçüsünde bile dar görünüyordu. Malzeme satın almacı, aldığı
rüşvetin büyüklüğüne göre satınalmış bu sandalya ve koltukları, kendi kıçı bile
sığamazdı belki.
“İnsan
rüşveti bile kaliteden ödün vermeden alır ulan feleksiz lama” dedim.
“Bal
kavanozuna daldırırsan elini yalamak zorunda kalır insanoğlu,” dedim bizimkine.
Bana şaşkın şaşkın baktı.:
“Elbette”
gibi bir şey dedi. Bunda doğru olmayan bir şey yoktu ki.Patalonya’da acaip karşılanmazdı,
yıllardan beri gelen bir alışkanlıktı bu.
“Sirkeyi
içemez çoğu kimse ama şifalıdır, hele bedava olursa bizimkiler bayılırlar” diye
devam ettim Azro’ya.
“Bizim
ülkenin acaip Bakır madeni yatakları vardır Azro. Önce yerli mademecilerin elindeyken
devletleştirilmeye çalışılmış, bir parça da muvaffak olmuşlar ancak mafya hile
ve rüşvetle yine ele geçirmiş madenleri, teknoloji ile geliştirmek yerine ilkel
yöntemlere devam demişler, ta ki bir kahraman çıkıp bu asalakları tasfiye edene
kadar. Ama devlet de yeni teknolojiyi takip edemeyince, zarar eden işletmeler
teker teker Amerikanya kapitalinin kontroluna geçmiş durumda, bizimkiler yine
onların yanında boğaz tokluğuna çalışıltılar, pazarlık yok sendika yok, ferdi
başkaldırırsan onu da bulamazsın yani. Asgari yaşam kalitesinde çalışmaya
devam. Başkan ve yakın çevresi hallerinden memnun. Keselerini doldurmaya
bakarlarken, halktan vergi almamayı, eğitimi ve bazı sağlık hizmetlerini beleş
yapmayı taahhüt etti devlet olarak, bu
da halkın üzerinde harika bir bahar havası yarattı. Sonra bizim bir ayak topu
oyunumuz vardır. Müthiş bir şey! Devlet
onu milli oyun ilân etti. Bazı önemli karşılaşmalarda tüm ülkede tatil yaparız.
İyi oyuncuları halk Milli kahraman sayar. Devlet halkın maçları seyretmesi için
koca, koca stadyumlar yapar,sokaklara televizyonlar yerleştirilir maça
giremeyenler için Bilet fiyatları sudan ucuzdur. Böylece sadece çalışanlar
değil, çalışmayanlar da hayatlarından son derece memnun ve mesut sürünmeye
devam ederler” dedim bizim adama.
Halâ
şaşkın saf saf bana bakmaya devam
ederken biraz sonra bulunduğu yerde yavaş yavaş havalandı ve görünmez bir hava
yatağı üstüne uzandı. Ben de şaşkınlıkla bakarken, baktım bende aynı durumu
almışım, havadayım, bir yatağa uzanır gibi uzanmışım. Durumum farkına varınca:
“Ulan havadayım, aman!” diyerek panikle
toparlandım ve o panikle kıç üstü yere
oturdum. Azro suçlandı tabii:
“Me
perdoe[1]”
dedi. “Seversin diye yaptım. Aslında çok rahattır. Korkacağını
düşünemedim. Şu koltuk benzerlerinden
birine otur istersen” dedi sırıtarak.
“Bana
bak amigo, sen kim olursan ol, senin patronun benim! Bana böyle şakalar yapma!”
Yüzüne sertçe baktım.
“Affedersin
Amigo patron. İsteyerek yapmadım havada durmak hoşuna gider sanmıştım. Bunu
bilmeni isterim.“ Sıkılmış halde yanımda ayakta dikliyordu:
“Bana
söyler misin neden bana bunları anlatıyorsun?” Elini uzattı bana kalkmam için.
“Bu
dünyayı ve insanları tanımanı istedim. Bizde para diye bir şey vardır mesela. Para
kazanmak, ekmek parası kazanmak önemlidir. İnsanları harekete geçirmek için
para teklif edersin. Her insan daha çok para kazanmak arzusuyla doğar, öylece de
büyür. Ayrıca her insanın bir satın alınma fiyatı vardır. Bunların sizde olup
olmadığını bilmiyorum” dedim yüzüne
baktım.
“Ya
amigo patron, bu para denen şeyi anlamadım.”
“Adamım
bak şimdi” odasındaki küçük buzdolabının
kapağını açtım. Amerikanya malı Coca
Cola şişesini alıp, gösterdim:
“Bak
bunu alıp içmek istersen sahibine 1 pezos vereceksin o da sana bunu verecek!” Cebimden
bir pezo çıkarıp gösterdim: ”Comprehende[2]?”
“Hıı?”
“Para
vermezsen bunu sana vermezler.”
“Eee?”
“Eesi paran yoksa hiç bir şey yok. Anlaşıldı değil mi?”
“Nerden
bulacağız parayı?” saf saf baktı yüzüme. Dünyada başka bir sistem var mı diye
bir süre düşündüm.
“Bütün
insanlar gibi çalışarak kazanacaksın.”
İçimden de; çoğunluğunun yaptığı gibi
diye geçirdim. Aklımı okudu adamım
anladım ama sesini çıkarmadan durdu.
“Bak
şimdi bu paranın üstünde 1 yazıyor, 1 pezo. Bu değişmez ama bu Cola geçen sene
yarım pezoydu, bu sene 1 pezo oldu. Bu ne demek?”
“Ne?”
“Bu
mal pahalandı demek olur değil mi amigo?”
“Kim
söylüyor?”
“Toptan
satan perakendeciye yani tektekçiye söylüyor. Üreten fabrika da Toptan satana
öyle söylüyor fiyatı değişti diyor. Böylece fiyatı değişiyor” dedim ama bunun sonu
nereye varacak bekliyorum. Azro durdu durdu:
“Şimdi
n’olacak? Neden sabit durmuyor bu meret? Para neden sabit? Parayı yapan kim?”
“Parayı
Patalonya Devleti namına Merkez Bankası basıyor..”
“O
da benim paramın değeri 1,5 oldu dese n’olur? Ya da onu kazanan insancıklar da;
‘bizim de yevmiyemiz o kadar arttı’ dese ne olur?”
“Ulan
amigo sen de flamingo kadar akıl yok diye düşünüyorum bazen. Biz mesela Ham
petrolü nerden alıyoruz? Orası diyor ki ham petrol zamlandı, Varili şu kadardı,
şu kadar oldu bundan böyle. Çalışanlarıma zam yapmak zorunda kaldım veya
ürettiğimden fazla talep var dünyadan, üretim az talep fazla vs ben de bu durumda zam yapmak zorunda
hissediyorum filan diyerek, kısaca fiyatı yükseltttim deyince Patolonya’da ki
herşeyin fiyatı yerinden oynar” dedim bir öğretmen edasıyla.
“Amigo
sizin aklınız hep fesata çalışıyor. Gezegenlerdeki kaynakların hepsinin sahibi
tek, herşey aslında onu çalışarak çıkaranlara ve emeğiyle hakedenleredir. Senin
benim olamaz iyelik herkesindir. Paylaşmayı öğrenmelisiniz...” derken
öfkelendi.
“Öyle
değil Azro, Parayı veren düdüğü çalar diye bir söz var..” derken atıldı
bizimki.
“Diğerleri
avucunu yalar dersen tepemin tası atar amigo patron.” Baktım çosuyor sessiz
kaldım.
“Ayrıldığım
dünyada bu tür davranışlar yoktu. Herkes yeteneği kadar koşturur ihtiyacı kadar
üretimden pay alır, istediğimiz önümüzde olur” dedi öfkeyle.
Adamım
haklı ama alacağı yok esasen... “Burası lithosphere, taş küre. Burada kalpler
taş, kuvvetlier baş olur. İstediğini alır, isterse sana da verir, o da bedeli
mukabil. Bir yardım yaparsa bunun karşılığını Tanrı’dan bekler. İnançları bunu
aleni vazeder. Kurbanı keser Onun rızası için, bir acize yardım eder Onun
rızası için, elini yüzünü yıkar Onun rızası için. Bu işte bir riya yok mu?
İnsan kendi için ne yapar?” dedim kendi kendime.
Yüzüne
baktım hafiften kızarmış derin derin soluk alıyordu. Konuyu değiştirmek
istedim. O sırada adamım pencereye
dönmüş Harnovo’yu seyrediyordu. 30 ıncı kattan şehir bambaşka görünür, dalıp
gitti.
“Hoş
geldin amigo aramıza!” dedim, dönüp bakmadı bile bana...
Sadık 24 Mart 2018 saat 23:15 Bağlıca Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder