GÜNAYDIN MİR[1]
Mahallede
bu blok ile komşu blok kör topal ayakta idiler. Diğerleri birer moloz yığını
halinde sessiz sedasız yatıyorlardı. Dört katlı blok en üst kata isabet eden
roketle üç katlı olmuştu. Çatı tamamen uçtuğundan gece yağan kar alttaki dairelere
sinsice girmiş, küçük yığınlar oluşturmuştu. Rüzgâr estikçe bu kar yığınları
hareketleniyor, giderek eriyorlardı. Eriyen kar suları Adamın oturduğu ikinci
kattaki dairenin tavanlarından yağmur damlaları gibi arada sırada kovalara
damlıyordu. Tıp, tıp, tıp. Senenin son karlarıydı bunlar. Baharın eli
kulağındaydı artık. Birkaç güne kadar Bahar anne usta elleriyle etrafı özene
bezene süslerdi.
Bu
lanet savaş bir aydır sürüyordu. Her gece ışıkları kesik kapkaranlık bir
sahnede birbirlerine ateş ediyorlardı, körlemesine. Maksatları birbirlerini
uyanık tutmak, rahatsız etmek, korkutmak. Gün ağarmasıyla beraber ufuk aşırı
bir yerlerden yine top sesleri geliyordu. “Barut dumanlarına bak, yine ufku
boyamış. Gece boyunca hiç susmadan taciz ettiler, uyutmadılar bizi” dedi Yaşlı
Adam perdenin aralığından bakarken. Perdeyi kıpırdatmadan etrafı görmeye
çalışıyordu. Öyle olması gerekirdi. Perde kıpırdaması büyük ihtimalle arkasında
bir insanın varlığına işaret edebilir. Bu da keskin nişancılar için av
demektir. Gelişmiş dürbünlü uzun namlulu keskin nişancı tüfekleri hiç
beklenmedik bir anda hayatınızı bitiriverir. Optikteki ve silah tasarımındaki
gelişmeler prensipte çok daha uzun menzilli silahların imalatına yardım ediyorlar.
Oysa insan yücelikleri ve cücelikleriyle hâlâ aynı insan ve eşrefi mahlûkat?? olarak,
o da giderek gelişen o silahları
kullanmaya devam ediyordu. Savaş sırasında kendinden geçerek savaşı ilahi bir oyun
olarak kutsasa da insan, o sırada düşünceyi ve aklıselimi bir yana bırakıp,
temel içgüdüleriyle, sahnededir. Özellikle bunlar arasında keskin nişancılar ölümü
bir oyun ve yarışmaya çevirirler. Bu yüzden ödevlerini yapmanın vicdani
rahatlığı içinde kendilerini ayrı tutarlar diğerlerinden. Kurbanlarına acısız,
ani bir ölümü garanti ederler. Bir çırpıda koca bir ömür biter, insan ölür, geride
kalansa kayıplar kolonunda bir numaradır yalnızca. Yaşlı Adam bazı uykusuz
gecelerinde böyle bir ölümü kendinin de hak ettiğini düşünürdü. “O gün gelse
acısız ve dertsiz bir ölüm bana uyar, beni onurlandırır” derdi.
Bundan
kırk sene önceki emperyalizme karşı Sovyetlerin vermiş olduğu bir savaşta bu
Yaşlı Adam da askerlik görevi nedeniyle yer aldığında, atıcılıktaki şöhreti
kendinden önce askere alınmış idi. Keskin Nişancılar mangasında yer aldı. On beş
günlük bir eğitimden sonra tanımadıkları bir ülkenin, bilinmedik bir coğrafyasına
indirildiler. Orada on iki ay keskin nişancı olarak görev yaptı aslında son bir
ayı revirde geçirdi. Bir sayıma göre iki yüz otuz beş, bir sayıma göre iki yüz
seksen kişiyi bu hayattan kopardı. Yaptığı işten iğrenirdi, buna rağmen hazırlanırken
bir cellat gibi dikkatli ve titizce hazırlanır, kurbanına tüfeğin dürbününden merakla
bakar, acı vermeden nasıl öldüreceğini tasarlar, karşısındakinin beynini
uçurduktan sonra da kendini kötü hisseder, ayılmak için elini yüzünü üç dört defa
yıkardı. Sonradan zaman zaman kurbanının kafasına kurşun girdiği anda, o ne
hisseder diye düşündüğü zamanlar oldu. Yaşlı Adam, “Önce kafasında sarsıntıyı hisseder,
kafatasının kırılma çıtırtısını kulağıyla duyar, gördüğü son görüntüyü birkaç saniye daha
görmeye devam eder, asıl matrağı, kafatasına giren dışarıdaki havanın
serinliğini başında hisseder. Ve bütün bunları aynı anda duyar, görür ve
hisseder” derdi, hafta sonlarındaki votka saatlerinde.
Bir
garip ve halkının son derece fakir olduğu bir ülkeydi bu Afganistan. Burada Sovyetlerin
ne işleri vardı? Yeraltı zenginlikleri miydi onları cezbeden? Sovyet
topraklarında çok daha fazlası vardı. Ya da öyle söylenir veya öyle gösterilirdi.
Bir kere dünyanın en büyük ülkesinde doğmuş, büyümüş ve yetişmişti. Bu bilgiyle
büyüdü, bu büyük ve güçlü ülkenin ne işi vardı bu dünyanın en fakir ve düşkün
memleketinde? Kafası karmakarışık olurdu sıra bu sorulara gelince. Gerçekler
neredeydi? Bu yabancı ülkede kafasına üşüşen bu soruların cevabını bulur muydu?
Askere
gittiğinde okulunu bitirmiş genç bir komünist parti üyesi yakışıklı bir
matematik öğretmeniydi. Okul arkadaşlarından bir parti üyesi kız arkadaşıyla
yeni evliydi. Gelecekte her şeyin daha iyi, daha güzel olacağına inançlı bir nesil
olarak büyümüşlerdi. “Faşist bir irade sizi yerinizden yurdunuzdan kaldırıp bu
ülkeye getirip bu yabancı topraklarda, yabancı insanlarla siperlerde yüz yüze bıraktığında,
bu kavga artık yüce devletinizin değil, sizin hayatta kalma mücadeleniz haline
geldiğinin ayırdına varırsınız. O an kendinizi kanlı bir kavganın içinde yapayalnız
bulursunuz. O zaman kaypak
politikacıların yüce amaçlarla gerekçelendirdiği bu kavga sadece sizin kavganız
olmuş olur başka hiç kimsenin değil. Sizin için savaş ölmekle ölmemek arasında,
vahşi içgüdülerin bir kavgasıdır artık. Savaş için birer bahane olan o yücelikler,
kutsamalar, zaman içinde kaybolur giderler. Bir gün gelir, çok önemli olan önemin
hiçbir önemi kalmaz, belki de doğrular yanlış, yanlışlar doğru olur gider, ne
için savaştığınızı unutursunuz ama ölenler öldükleriyle kalır” derdi.
“Sonuçta
allı, pullu savaşta sizden adeta bir katil gibi hareket edip insanları vatan,
millet aşkına öldürmeniz beklenir. Doğru mu?” diye kendine sorardı.
On iki ayın sonunda vatana dönerken Sovyet
kahramanlık beratını bizzat veren yoldaş Komutanın törende gözlerinin içine bakınca
söylemekte olduğu o büyük lafların içlerinin boş ve anlamsız olduğunu
anlamıştı. Koskoca adam aslında doğruluğu ve güvenirliği ne derece olduğunu
anlayamadığı bir iradenin mekanik bir aracı olduğunu bilmeden göklerden gelen
bir buyruğu vaaz eder gibi konuşuyordu. Parlak ufuklardan, kutsal amaçlardan
sevgiden Vatan sevdasından bahsederken yalnız kendinin değil bütün yoldaşların
da kandırılmış olduğunu hissetmişti genç adam.
***
Sınır
buraya çok yakındı. Kendi hükûmetinin kontrol edebildiği Doğu sınırına en yakın
kasabada yaşıyordu. Yakınlarda Ukrayna’dan ayrılmak isteyenlerin kontrol ettiği
bölgelerde hükûmet kuvvetleriyle ayrılıkçılar çarpışıyorlarken Düşman günlerce
yığınak yaptığı yerden harekâta başlamış, hududu geçmişti sabah sabah.
İnsanların korktukları başlarına geliyordu. O olay, -ona kesinlikle kaza
denilemezdi- Yaşlı Adamın evinin önünde olmuştu. Bir düşman zırhlı personel
taşıyıcı aracı, Yaşlı Adamın evinin önünden caddeye çıkmak üzere bekleyen bir
sivil arabanın üzerine sürüldü. Görenlerin son anda duracağını sandıkları
zırhlı tereddütsüz beklemekte olan otomobili altına aldı ve yolun kenarındaki
hendeğin içine sürüklediğini gördü Yaşlı Adam. Gözlerini yumdu. “ahhh” diye
inledi. Katıldığı harpte tetiği çektiği anlarda pişman olduğunda gözünü
kapardı. Şimdi de o pişmanlıkla mermi çekirdeğinin namlunun ucundan çıktığını
gördüğünü sandı.
Gözünü
açtığında askeri zırhlı araç tavanı yassılmış otomobilin üzerinden geri
manevrayla inmekteydi. Ön tekeri tam şoförün olduğu yerdeydi. Hiçbir şey
olmamış gibi geri geri inip hızla uzaklaştı. Komşular ve Yaşlı Adam ezilmiş
arabaya doğru koştular. Şoför kendi koltuğundan sağ koltuğa doğru kaykılmış,
ilk görünüşte yarı baygın ama nefes alabildiği belli oluyordu. Araba kaldırımın
yanında açılmış hendeğin içine rahatça sığmıştı, o dar aralıkta kapıları açmak
mümkün değildi. Komşular buldukları levyelerle kapının üst kısmını
parçaladılar, şoför kendine gelir gibi olunca önce pedalların arasına sıkışan
ayaklarını kurtardı, tavanı da balık konservesi açar gibi yarıya kadar açıp,
artık toparlanan adamı üstten çıkardılar. Bu çalışma yaklaşık bir buçuk saat
sürdü. Beklenen ambulans hiç gelmedi, on dakika sonra şoförü apartman blokunun
altına, bodrum katına taşıdılar. Patlayan camlardan yüzünde ve ellerinde
meydana gelen kesik yaralarını alkolle temizlediler. Adam yaşadığına
inanamıyordu, biraz önce bir zırhlı personel aracı üzerinden geçmiş, adeta
preslenmiş bir arabanın içinden sapa sağlam çıkmıştı. Bodrum katın vasistas
pencerelerinden gelen loş ışığında yerde yatarken, tanrıya istavroz çıkarıp
duruyordu. Sığınakta üçü anne kucağında, beş, altısı da dört ila on yaş arası
olmak üzere bir sürü küçük insancık vardı. Bunlar da içeride bir köşeye
toplanmışlar kendi aralarında kıkırdaşırlarken, karga tulumba taşınmış olan kafası
sarılı adamın durmadan komik hareketlerle istavroz çıkarmasını gülerek
seyrediyorlardı. Sığınağa çocukların sayesinde biraz neşe gelmişti. Dışarı
çıkmalarına izin yoktu, onlar da dışarıyı buraya getirmişlerdi. Biraz sonra bir
kısmı saklambaç oynamaya kalktı, artık
içeride sığınak çocuk sesleriyle yankılanıyordu. Kadınlar etraftaki çocukların
gürültülerine aldırmıyor hatta hoşgörüyle bakıyorlardı. Onların bu gergin
bekleyişte morale ihtiyaçları vardı ve çocuklar da onlara dünyanın başka bir
yerlerinde olduğu gibi bu bodrumda bile hayatın devam etmekte olduğunu hatırlatıyorlardı.
”Vicdansız herifler, caniler!” diye bağırdı
yaralı adam.
Küçük
sığınakta önce bu bağırış sonra ağlama sesi duyuldu. Koca adam birden, bağıra
bağıra ağlamaya başlamıştı. Biraz önce bir mucizenin içinden çıkıp gelmişti. Önünde
yaşayacak günleri vardı daha. Tanrı onu bağışlamış, kurtarmıştı ama daha ne
acılar çıkaracaktı önüne? Acaba onu daha neler bekliyordu? Ailesi geldi aklına.
Nerede olduklarını düşündü bir süre ama çıkaramadı. Neredeler? Sahi, arabayla
nereye gidiyordu olay olduğunda? Düşün,
düşün. Cevabını bulamadı. Yeniden
burnunu çekerek sessizce ağlamaya başladı. Küçük çocuklar orta yerde durdular
oyunu bırakıp, adamın yüzüne bir süre baktılar sonra oyunlarına döndüler.
***
Mütevazi
apartman bloğunun yaşayanları, bu mütevazi bodrum kat deposunu sığınağa çevirmişler,
yerleşmişlerdi. Yataklar, battaniyeler, katlanır
masalar sandalyeler vs. bulabildiklerini indirmişlerdi buraya. Diğer Blokların bodrum
katlarını da aynı şekilde basit sığınağa dönüştürülmüştü.. Sonu belirsiz bir
süre burada yaşayacaklarını düşünüyorlardı. Apartmandan iki aile düşmanın hücumu
başladığı gün başkente doğru gitmek üzere bir Lada Samara[2]
ile hareket ettiklerinde, ailelerin büyük kısmı en gerekli kişisel eşyalarını
toparlayıp sivil savunmacıların tavsiyesiyle sığınağa indiler. Geride
kalanların bu yolculuğu yapacak kadar arabaları da paraları da yoktu. Gidenleri
bir daha hiç biri göremeyecekti. Belki de Başkente ulaşırlar, oradan da komşu
ülkeye geçerek canlarını kurtarırlar diye düşündü komşuları. Kim bilir? Yaşlı
Adam ilk geceyi orada komşularının arasında ayakta geçirdi. O ve yalnız başına
yaşayan bir alt komşusu, bu gece gönüllü olarak sığınakta kalıp olağan dışı
durumlarda apartman sakinlerine yardımcı olmak istediler. Bloğun giriş
kapısında gün ağarana kadar nöbetteydi bu iki ahbap. Giriş kapısının rüzgârlığı
içindeki duvara verdiler sırtlarını, yerdeki minderlere çöktüler. Arada ısınmak
için sığınağa indiler ve gün ağarıncaya kadar böylece devam ettiler. Önceleri
her ikisi de uyanık kalıp birbirlerine askerlik anılarını anlatırlarken bir
müddet sonra uykuya teslim olmuşlardı. Yorgunluk bu iki yaşlı insanı sabaha
karşı iyice perişan etti. Yaşlı Adam son kez indiği bodrumdan yukarı çıkıp tam
nöbet yerine varacağı sırada gök gürültüsüne benzer gürlemelerle yoğun top
atışları başladı. O anda ikisi de giriş kapısının dibine çöktüler. Artık etraf
aydınlanmaya başlamıştı. Bu aydınlıkta neyin ne olduğu açığa çıkıyordu. Apartman
Bloklarını, daçaları, evleri, okulları ve kreşleri, resmi devlet yapılarını,
hastane ve tren istasyonlarını kolayca ayırt edilebiliyordu. Yani hedefleri rahatça seçmek mümkünken
mermilerin hedef gözetmeden atıldığının düşünülmesi enayilik olurdu. Birden yandaki
bloğa bir top mermisi isabet etmesiyle tuğlalar, parçalanan kapılar,
pencereler, cam parçaları önce metrelerce yukarıya fırlayıp gökten yağmur gibi yağdı.
Ardından arka arkaya diğer bloklarda patlamalar
duyuldu. Aniden içinde bulundukları olduğu binada kulakları sağır eden bir
patlama oldu. Temellerine kadar her yanı sarsıldı binanın. Yaşlı Adam
“Vurulduk” diye bağırdı. Kapının önü bir anda binadan yukarıdan dökülen molozlarla
doldu. Yoğun bir toz bulutu etrafı kapladı. Bu aydınlıkta Yaşlı Adam ve
arkadaşı uzakta yaklaşık bir, bir buçuk kilometre uzaktaki koruda gizlenmiş
tankları ve namlularından çıkan alevleri artık rahatça görüyorlardı. Her atışta
fışkıran alevler aralıklarla koruyu parça parça kızıla boyuyordu. Bu aydınlıkta
askeri hedefleri sivil yaşama yerlerinden ayırmak kolaydı ama atışlar sürekli
evleri hedefliyor, onları havaya uçuruyorlardı.
İlk
fasıl kısa sürdü. On beş dakika kadar. Karşı taraftan cevap verilmedi bu da
düşmanı şaşırttı.
Yaşlı
Adam işittiği bu sesler ve gördüğü alevlerle, kırk yıl önceki yaşadıklarını
anımsamaya başladı. Daldı gitti. Ağzında, dişlerinin arasında kırk yıl
öncesinden gelen incecik tozun varlığını yine duydu. Oradayken susuzluk ve
sürekli esen rüzgârın getirdiği gözünüze ve ağzınıza dolan tozu unutamamıştı Yaşlı
Adam. Gençti o zamanlar, gücü kuvveti yerinde, dikkatli ve disiplinli idi.
Ayrıca keskin nişancı mangasında öğrendiği çok önemli iki şey vardı, başarının
sırrı iyi saklanmak ve sabırla beklemekti. Hayatınız da bunlara bağlıydı. “Sabırsızlık
bir askerin en büyük zaafıdır, doğru zamanlama hayat kurtarır” derdi.
“Son
keresinde Celalabâd yolunda devriyedeyken bir tuzağa düştük ki inanılmazdı. Mücahitler
sekiz, on kişi kadardılar ama tam boğazda bizi yakalamışlardı. Onlar yukarıda
biz yolda aşağıdayız. Öncülerimizi roket
atarla öldürmüşlerdi. Sırada biz vardık, şoför zırhlı kamyonu geri manevra
yaptırırken şarampole düştük geriye de çıkamadı, kendimi araçtan dışarı attım.
Yol kenarındaki iri bir kayanın arkasına saklandım. Durumum kritikti. Biraz
sonra geldiğimiz zırhlı kamyonu havaya uçurdular. Kayanın arkasından bizimkileri temizleyen çöl
şahinini buldum. Ama Adam iyi atıcıydı. Başımızı
çıkaramıyorduk” diye anlatmış olanları hastanede. Bizim nişancı adama nişan almış ve tam
ateşlerken esen yelden, ağzına ve gözüne toz girdiğini sanarak aceleyle tetiğe
dokunmuş. Iska! Oysa yalancı bir histir bu. Ağzını açıp tozlu salyadan
kurtulmak için yere tükürdüğünde biraz fazla başını kaldırıp indirdiğinin,
durumunun bozulduğunun farkına vardığında saklanmakta geç kalır. Karşı
siperdeki nişancı onu başından değil ama ancak omuzundan zımbalar. Oradan nasıl
alınıp hastaneye nasıl götürüldüğünü Yaşlı Adam hatırlamıyordu, ama o yara
kendini hiç unutturmaz. Sol omuzunu parçalayan o atışı unutması mümkün değildir.
Şimdilerde her hangi bir işi yaparken kolunu biraz fazla zorladığında kolunun
omuza yakın yerinde sızı başlar. Bazen de havadaki nemden veya elektrikten de etkilenir
yine sızlar.
Karşısındaki,
keskin nişancı kazanmıştı, bu seferki düelloyu. Bu dikkatsizliği ve
sabırsızlığı hayatını da bitirebilirdi ama askerliğinin sonunu getirmişti.
Tabii iyi tarafı da ölümden kurtulması, memleketine tek parça dönmesi ve eşine
kavuşmasıydı. Gerçi artık omuzundan sakat bir adamdı ama emekli olana kadar
öğretmenliğe devam edebildi.
İşte
oradayken vatanlarını işgalcilere karşı savunan insanın nasıl inatla
dövüştüğünü görmüştü. Oysa işgalcilerin güçlü olmanın verdiği aşırı güvenle
yerlilere insafsız davranırken ahlak kurallarını hafife aldıklarına da şahit
olmuştu. Her şeyden şikâyetçi olan askerler oralarda kolay bulunan afyona
bayılmışlardı. Afyon kolay bulunuyordu tabii karşılığında cephane takasını kabul
ederseniz. Bu da elbette onursuzluk ve vatan hainliğiydi, çünkü takas
yaptığınız cephane bir süre sonra size sıkılan kurşun olarak geri dönüyor kendi
değilse bile arkadaşı ölüyordu. Uyuşturucu ve kaçakçılık işi yeni bir iş kolu
olarak hortlamıştı. Ordu içinde takas işini yapan şebekeler oluşmuş, bir kısmı
yakalanıp askeri mahkemede hüküm giymişlerdi. Sovyet sert tedbirler alıyorken bazılarına
ölüm cezası bir kısmına hapis verdiler. Ama yaşam şartlarının ağırlığı
askerlerin çoğunu yıldırmış olduğundan afyonun sizi çevrelediği hayal dünyası
içindeki huzur hissi bu gençleri ana kucağı gibi sarıyor rahatlatıyordu. Kısaca
insanlar ve Sovyetler uyuşturucu batağına yavaş yavaş batıyorlardı.
“Belinizde
tabanca, içinizde çelik yelek ve üstünüzde egemen bir devletin üniforması
varsa, kendinizi her şeyi yapabilir, muktedir ve işgal ettiğiniz bir ülkenin sessiz
ama egemen patronu sanmanızda yadırganacak bir şey yok gibi geliyordu
bizimkilere...” derdi Yaşlı Adam. “Açlık ve sefaletin kol gezdiği yerde ne
derece ceberut ve muhafazakâr kanunlarla yönetilirse yönetilsin, insanların açlığının
bastırılması için yapamayacağı şey yoktur, buna vücudunu satmak da dahil.”
“Çok
acıklı sahneler gördüm. Kadının üç çocuğu vardı. En büyüğü on üç, on dört yaşlarında
kız çocuğu. Kocası savaşta kalmış, pek yakınları da yoktu galiba” diye
anlatırdı. “Ekmek uğruna askerlerle yatarmış. Kabil’de eski mahallenin tepenin
yamacında oyulmuş mağara evlerde yaşarlarmış. O mahallede o mağaralarda şehrin
en fakirleri barınırlarmış. Bir arkadaşımın vasıtası ile onu tanıdım. Kabil
Sovyet Alayı yakınında dolaşır kendisi ve çocukları için yiyecek dilenirmiş. Bir
Pazar sabahı ben de gördüm onu. Kara, kuru esmerce, genç bir kadın. Solmuş,
adeta erimiş mavi burkasının eteğine yapışmış iki esmer erkek çocukla, yanında
kendi gibi burkalı büyücek kızıyla gelmişler ve giriş kapısının önünden geçen
yolun tam karşısına koca bir ceviz ağacının altına dizilmişlerdi. Yanlarında oturan
başka ailelerde vardı. Hepsinin ayakları çıplak, kir pas içindeydiler.
Arkadaşım yemekhaneden gizlice çıkarmış olduğu kahvaltıdan artan ekmek ve yemek
kalıntılarını vermek üzere yanlarına gitti, ben ise tuhaf bir şekilde karşıya
geçmedim, daha doğrusu geçemedim. Böyle bir şeyi beklemiyordum, insan bu kadar çaresiz
ve acz içinde kalabilir miydi? İnsanlık bu kadar ayağa düşer miydi? Çocuklar
yemeklerini yerlerken bizim arkadaş ve anneleriyle önümüzdeki parkın içinde
kayboldular. Dayanamadım, utanç içinde oradan ayrıldım” diye başı önde
anlatırdı, Yaşlı Adam.
***
Binaları
isabet almıştı. Yaşlı Adam yüzüstü düştüğü yerden ayağa kalkıp üstünü başını
düzeltip, tozdan beyazlaşan gözlerini cebindeki mendiliyle kabaca temizlemeye
çalıştı. Arkasına dönünce sığınaktakilerin hepsinin panik içinde bodrumdan
çıkıp merdivenlere doluşmuş olduklarını gördü. Yaşlı Adamın komşularını
sakinleştirmeye çalışması fayda etmedi. Sığınaktan korku ve heyecanla yukarı
çıkanlar Adamı dinlemediler kendilerini dışarıya attılar. Bu arada kapının
önüne düşen molozlara takılarak düşenler ve yerdeki kırık pencere camlarından
yaralananlar oldu. Bahçeye çıkabilenler dönüp binaya baktıklarında gözlerine
inanamadılar. Beşinci katın yarısı çatıyla beraber yok olmuş, bahçeye
inmişti. O katta yangın çıkmış,
muhtemelen evlerin eşyaları alev alev yanıyorlardı.
Binanın yan tarafından en üst kata kadar çıkan sarı renkli doğal gaz borusu
üçüncü kat seviyesinde patlama sırasında parçalanmış, serbest kalan basınçlı
gaz borudan bir ıslıkla püskürerek yanmaktaydı.
“ Komşu şu doğal gaz vanasına uzan! Şimdi kuvvetle asıl, çevir” dedi. Adam
denileni zorlanarak da olsa yaptı, gökyüzüne ulaşan alev kısa zamanda söndü.
Duvarda
borudan çıkan gazın simsiyah izi alevin bir üst kata kadar çıktığını
gösteriyordu. En üst kat yanmaya devam ediyorken bu gece bodrumda geçirmiş
sahipleri olan karı koca bağıra bağıra ağlıyorlardı. Çocuklar olayların
gidişinden ürkmüş yüzlerle büyükleri seyrediyorlardı. Çevre kırılmış pencere ve
kapı doğramaları ve cam parçaları ve moloz doluydu. Diğer bloklar çok daha
fazla zarar görmüşlerdi. Herkes günlerdir içlerinde sakladıkları göz yaşlarını koy
vermişler, ağıt yakıyorlardı. Patlamanın tozu yavaş yavaş çökerken Yaşlı Adam, “Saklanın,
geliyorlar” diye komşularını uyardı. Yıllar önce Sovyet Ordusunda on iki ay
askerlik sırasında, onlarla beraber o zavallı ülkeyi talan etmeye gitmiş
olduğundan işgal edilen memleketin nasıl yağmalanacağını insanlarının nelere
maruz kalacağını gayet iyi tahmin ediyordu. Koruda bekleyen Tank taburu ve özel
birlikler ağır ağır harekete geçmişlerdi. O sırada değişik noktalardan
bataryalar karşı ateşe başladılar. Adam yıllar öncesinin anılarıyla bugünü
birbirine karıştırıyordu artık. Oradayken mücahitlere yardım eden dağ
köylerinde oturan zavallı insanları tankların önü sıra tavuklar gibi
kovaladıkları, bu arada kerpiç evlerini de yerle bir ettikleri gözünün önüne
gelmişti adamın. “Kader” dedi içinden. Birden aklına geldi, o kadının ismiydi
“Gader”. Gader’i bir gece evim dediği mağarasında basmışlar, çocuklarının
önünde şeriat yasasını uygulamışlardı. Gazeteler sıradan bir olay gibi yazmıştı.
“Kadınlarla
çocukları bodrumda saklayın. Ortalıkta görünmeyin” diye bağırıyordu Yaşlı Adam.
Sanki içine doğmuş da yeni bir “Gader” vakası olabilirmiş gibi heyecanlandı. Herkes
bir telaşla bu emperyalist ordunun önünden onurları uğruna saklanmaya
başladılar. Öbür bloklardakiler çökebilir diye bodruma giremiyorlardı. Tankların
bu ateşleri şehrin alt yapısını da sakatladığından elektrikler ve sular
kesilmiş, durumdaydı. Birkaç gözü yaşlı ihtiyar dışında ortalıkta kimseler
kalmamış, herkes o moloz yığınları arasında adeta böcekler gibi, kendilerine birer
başını sokacak yer bulmuşlardı.
Yaşlı
Adam evine çıktı, kapısını açmak kolay olmuyordu. Kilidi açabilmek için uzun
zaman uğraştıktan sonra yere sürten kapıyı tekmeleyerek açtı, şimdi de açılmış
kapıyı kapatamıyordu. Patlamadan ötürü kapı iyice sıkışmış olmalıydı. Kapı aralık
kaldı. Holdeki masaya çöker gibi oturdu. Masanın üzerinde yıllar önce kendini
bırakıp giden şimdi nerde olduğunu bilemediği sevdiği kadının ve ona sarılmış,
yakışıklı bir genç adamın güler yüzlü resmi, yıllar ötesinden ona bakıyorlardı.
Yaşlı Adam duvarları çeşitli madalya ve sertifikalarla bezemişti. Duvarlara, 1980
Moskova Yaz Olimpiyat oyunlarında Dekatlon dalında kazandığı gümüş Madalyası, onun
yanında, Üstün Askeri Hizmet Nişanı ve Kahraman Asker Beratı, karşı duvarda,
Moskova Üniversitesi, Mekanik ve Matematik Fakültesi’nden almış olduğu
Matematik yüksek lisans diploması ve Onur Sertifikası, bitişiğinde Üniversite Oyunlarında
Atıcılık dalında aldığı Birincilik Madalyası ve Beratı, yanında da Komünist
Partisi Gençlik örgütündeyken kullandığı kırmızı fuları asılıydı. Hepsi de bir gün gelecek çöpe
atılacaklarından ya da bitpazarında satılacaklarından habersiz hep böyle
kalacaklarını sanıyorlardı. Yaşlı Adam her
gün tozlarını alır, itinayla parlatırdı onları.
“İşte
geçmişim” dedi, biraz soluklandı. “İşte bu bir insan ömrü. Bir gün gelecek
hepsi bir yere savrulacaklar, eminim çöpe atılacaklar, bunun yerine bunları ben
tasfiye etmeliyim. Tabii şu lanet savaş biterse. Dışarıda kar yağıyor insanlar
evsiz, susuz, elektriksiz, parasız, pulsuz ve çulsuz.” Duvardakilere bakarak,
“Nereden nereye… “ araya makinalı tüfek atışları ve top sesleri karışıyorken
yolun karşısına çocuk parkına aniden bir mermi düştü. Odanın içinde bir an için
göz alıcı bir ışık doldu. Salıncaklar koparak sağa sola savruldular. Yaşlı Adam
olduğu yerde sıçradı. Pencereden baktığında parkın ortasında açılmış olan
çukuru gördü. Üzüntüyle başını salladı.
“Ayı
bokuyla oynuyor, buna yemin ederim. Ama yüzüne gözüne bulaştırıyor. Kazananı
olmayacak bu savaşın. Hava biraz güzel olsaydı şimdi kucağımızda ölü çocuklar
olacaktı. Bu da “Kader, Gader gibi” dedi
kendi kendine.
Birden
hoparlörden yükselen metalik bir ses duydu. Düşman askerleri sitenin önüne gelmiş
olan bir zırhlı araçtan iniyorlardı. Diğer araç da yandaki Bloğun önünde durdu.
Sert emirlerle canlıların ön tarafa gelmeleri istendi. “Kadınlar eller havaya.
Erkekler eller enseye” dediler. Kar artık irileşmiş lapa lapa yağıyor ve
insancıklar bu soğukta titreşiyorlardı. Başlarında bir çavuş vardı bir manga da
avcı erini yolları kontrol etsinler diye göndermişler… Yaşlı Adam üst katın
penceresinden her şeyi görüyordu. “Bunlar bizden ne isterler ki?” diye düşündü.
Adamları bahçe duvarına doğru birkaç adım yürüttüler. Sonra arkaları binaya
dönük, elleri enselerinde, yerdeki karın üzerine çöktürdüler. Kadınları binaya soktular. Dizlerinin üzerine
çökmüş adamların titredikleri üst katın penceresinden bile görülebiliyordu. İçlerinden biri elleri ensesinde dururken
geriye dönüp başlarındaki Rus askeriyle konuşmak istedi ama askerin tüfeğinin
dipçiği ense kökünde patladı. Adam yüzükoyun yere karların içine yapıştı. Yaşlı
Adamın aklına kötü düşünceler gelmeye başladı. Aşağıdaki gürültülerden askerlerin alttaki
dairelerin kapılarını kırmaya başladıklarını tahmin etti. “Evleri soyuyorlar”
diye düşündü Yaşlı Adam. Panikle ikinci kattaki dairesinden çıkıp kendini
sakına, sakına korkuluklardan uzak durarak bir üst kata çıktı, orada da duramadı,
henüz yangının devam etmekte olduğu en üst kata tırmandı. Yangının ilk heyecanı
geçmişti. Bazı yerlerde alevler devam ederken bazı yerler kararmıştı. Çatının
çökmüş olan ahşapları kor halde hâlâ için için tütüyordu. Karın lapa lapa
yağışı ateşin ateşini almış, bazı yerleri soğutmuştu, ancak aceleyle çıkarken
kabanını alamamıştı. Yeni farkına varıyordu ki, rüzgâr estikçe Ukrayna
steplerinin soğuğu üstündeki kazağın önünden arkasından giriyor, iliklerine
kadar işliyordu. “Hâlâ kızıllıklar içinde tüten kirişlere sarılabilirim. Sıcağı
da soğuğu da aynı anda hissediyorum” dedi Yaşlı Adam.
“Layığını
buldun Yuri. Cehenneme hoş geldin” dedi kendi kendine.
Sadık Mercangöz’ün beşli savaş öyküleri dizisini Blog’a yüklenmeden önce okumuş olmanın ayrıcalığı ve onuru var benim için ve çok değerli. O yüzdendir ki dizinin ilk iki öyküsüne yazdığım yorumlarım ilk okuduğumda yazarla paylaştıklarımdan oluşmaktaydı. Bu da öyle. İşte o zaman dediklerim:
YanıtlaSil''Sadık, biliyorum orada saat sabaha karşı ve ben daha öykünün beşinci sayfasındayım ama yazmadan edemedim. İçim parçalanarak okuyorum. Bir solukta okuyup bitiremedim, yüreğim dayanmadı. Cemal Süreya, komşum sevgili Ergin Günçe'nin şiirleri için ''kırık bir Verlaine var bu çocukta'' demiş diye yazılıdır bir yerlerde. Özellikle ''Mir'' de öncekilere eklenince bu üçlüde bence ''bir Erich Maria Remarque var'' demek geliyor içimden. Üstelik Remarque savaşı yaşamış, deneyimi var. Seninki ise serapa ''empati''. İnsanı ağlatırsın. Eline, aklına, duyguna, kalbine sağlık. İyi ki yazıyorsun. Bunlar çok önemli sayfalar. Gazete haberlerinin içermediği trajedileri kaydediyor. Duygulu bir ''vakanüvis'' notları gibi. Sanki oradaymışcasına yazılmış, okuyanı da beraberinde götürüyor. Bunu belki Erich Maria bile yapamazdı desem mi ?
Sağlıkla, sevgiyle, takdirle, dostlukla,''
Okan Ü