EDİRNE VE İĞNADA
GEZİMİZİN HİKÂYESİDİR
I. Kısım
Yarı parlak bir öğle
vakti İstanbul’a varmışız, Very yüksek hızlı tren adeta gidiyor gibi durdu
peronda. Zaten yolun bir sürü yerinde Kurtalan Ekspresi misali gidiyorduk, öylece de
durduk anlayacağınız.
“İstanbula geldik.”
dedi birileri.
“Ulen burası nerden
İstanbul, Kartal, bilemedin Pendik. Ülen urda Pendik yazar be. Aydar Paşamıza
varmaya var bir 40 kilometre be yaav.”
Ben de beklerim Aydar Paşamızın merdivenlerinden İstanbul’u ellerimizde bavul, gerine, gerine seyredecem. Nerdeee? Taa bir saaatlik yol varmış be."
Neyse, bir minübüs karşılar da, alır götürür bizi Aydar Paşamıza raatça.
Biz Anadolunun bağrından koparılmış bir avuç
saf çucuklar misali, “Ülen München’e felan mı geldik diye kamyon kasasında
seyahat eden kazlar misali em bakıyor em anlatıyoz kendimize..” Tabii
buralarını avucunun içi gibi bilenlerimiz var da, ama yani ben de bir saflık mı
var ne... Yanımda bizim anım, una anlatıyom İstanbul imarı üstüne. Emen acele
veriyom hükümleri. “Buna nasıl böyle emsal verilmiş, olmuş mu yani”, albuki taa
sonra anlattılar nasıl ruhsat verildiğini, gene anlayamam.
18 Mayıs 2016, Perşembe. Haydar Paşa yolundayız. Boynumdaki makina şahidimiz olsun diye ne görsem basıyom deklanşöre. Ama yan camlar kapkara havada yağmur var gibi, affedersiniz bir .... şeyetmiyor, benim aslında bir “Vakanüvis” olarak önde olmam lazımdı amma Araç komutanı misali Hüseyin diye bir arkadaşımız ön tarafı kapıp kendini yaymış. Şehr-i İstanbul ile ilgili bilgiler veriyor. O da bilir buraları, askerliğini Rami Topçu kışlasında yapmış, çok atıraları var.
tek el direksiyonda, bezgin bir vaziyette, yeni iş şartlarını soruyor, para durumunu felan, bıkmış İstanbul’umuzun trafik denen akışkanından. Tahsil yok, tahsilât yok, ne olacak ki başka? Etrafa bakmaktan bu telefon olayının farkında değil bizimkiler. Olsalar bir düstur çekerlerdi çocuğa.
Neyse gittik, gittik Misafiraneye vardık. “Aydar Paşamız,
derler, o mübareyi gürmen için taa biraz yürüyecen, inşaat alanına girecen, O
koca binanın kurban olduğum, ayaklarına, merdivenlerine varacan ki, akî
payesine yüz sürecen. Breh, breh, breh, bizim urda yok böle bir bina, maşallah
be... Ama çatısın üstüne şu martı denen beyaz kuşlar var ya, şeylerini şey ede,
ede çürütmüşler saçlarını. Ülen ayıp be, böyle bırakılır mı bu. Elalem ne der
görünce. Misafirhanede ki yazıcı çoçuka da anlattırdım.
”Ulmaz böle bir şey, büyük ayıp..” dedim.
Akşam beklenen yemeğe gittik. Kadı köyünde, çarşı içinde sokaklara taşmış bir sürü yemek yeri var, her birinde et, balık yazıyor ya, kulak asmayın, balığın tazesi Ankara’da. Marmara’da Karadeniz’de tutulur, Ankara’da yenir. O sırada bir sürü resim çektim yol üstünde. En çok etkilendiğim, sokakların üstünde uçan martıların,
“Akşam oldu vakti
keraat, nerde bizim nevaleler” diyen çığlıkları ve uçuşları, ve de denize inen bir sokaktan Ayasofya’nın heybetli görünüşü. Aramızdaki mesafe yaklaşık 3, 3 buçuk km olmalı.
Lokantalar sokaklara o kadar yayılmışlar ki, sokaktaki masalar arasından adeta müsaade isteyip geçiyorsunuz.
“Önlerinde de (h)er (h)angi bir (h)erifler, içeri çağırırlar insanları. Boşta bulunursan kolundan tutup seni bir masaya atarlar ki, "Bu Evliya kuluna yaptukları misâl, anlayana kadar yemeğe başladuğumu fark edüp, dudaklarımda uçuklar çıkar idi.” der Evliya Çelebimiz.
“Ülen siz kuş musunuz, yoksa tavuk mu?”
Resim 1 Haydarpaşa Ehl-i Beyt
Camii, 1988 (isim bile bizden değil)
|
Bizleri Edirne’ye
götürecek otobüs misafirhane önündeydi, dönmeye karar vermiştim ki, önümde
neoklasik (aslına bakılırsa biraz karışık)
görünümlü eklektik camiyi fark ettim. Dün geldiğimizde de bizim Cahit’le
de tartışmıştık eski mi diye. Yandan güzel bir poz vermişti, minareler. Elim
boş dönmeyeyim diye, bir poz çektim hepsi bu. “21 yy la geldik ama modern
anlamda bir Cumhuriyet cami modelimiz yok”diye düşünürken, model olmasına gerek
olmadığına karar verdim. İstanbul’da Çamlıca da bir cami inşaatı var, yeşil
kalmış nadir tepelerden birinin üstüne, adeta bir anıt gibi, kocaman bir cami,
cemaati toplamak için İstanbul’un dört yanından otobüs kaldırılmalı. İnşaat hararetle
devam ediyordu biz ordayken, ama yine eskiden eklektik bir yansıma, Sinan
Klasiği gibi, ama olamayacak, çünkü Sinan sürekli kendini geliştiren bir deha. Aslında “Sinan yapsaydı Çamlıca'ya nasıl bir
camii düşünürdü?” diye başlamak lazım, tarihi süreç içinde. "füze misali
minareler” koyar mıydı? Bunu deyince aklıma geldi.
Vaktiyle, Vedat
Dolakay’ın Ankara, Kocatepe’de modern form arayışıyla Jürinin takdirlerini
kazanarak seçilen projesi geldi aklıma ve bağışlarla başlanan temellerin
sökülmesini hatırladım. Bahanesi; üstünün kabuk olması sebebiyle strüktürel testlerinin
yapılamamış olması denmiş, doğru muydu bilmiyorum. “Füze misali minareler” diye
de maytap geçmişlerdi, oradan çağrışım yaptı. Kocatepe’de muhafazakârlar, inatla
klasik döneme benzer bir camii isterken, klasikten sonra Osmanlı’da yapılmış
olan Barok, Rokoko ve Neoklasik dönem veya Mimar Kemalettin’in Ulusalcı çizgilerini taşıyan camilerin bile
gerisine giderlerken, aslında bu günlerdeki muhafazakârlığın
bir tezahürünün böyle bir hamleyle dışa vurulmakta olduğu aklımıza bile gelmemişti o yıllarda doğrusu...
Sonra klasik selatin cami benzeri boy göstermeye başlamıştı, yapım süresi 20
yıl sürmüştü. İşte şimdiki Kocatepe camii ve son zamanın camileri:
Hüsrev Tayla, 1987 |
Klasik karşısında modern form ve biçim denemeleri
denebilecek, Türkiye’deki modern camilerden örnekleri arayınca buluyorsun
internette:
İptal
edilen Kocatepe Camii, Ankara 1965 ve İslamabad Faysal camii, Pakistan / Vedat
Dalokay Altta, Şakirin camii, İstanbul, Hüsrev Tayla, 2009.( Kocatepe Camii mimarı). |
Çok huxel
YanıtlaSil