Edirne Seyahati IV

 

EDİRNE VE İĞNADA GEZİMİZİN HİKÂYESİDİR

IV

 

Sabah eşyalarımızı toplayıp aşağıya indirdik, Edirne’de, Sultan Otel kısa süreli kalışlar için oldukça uygun bir tesis. Teşekkür ettik resepsiyondakilere. Ben karşıdaki eczaneden ağrı kesici boğaz pastilleri aldım, Aydın ise  sabah kahvaltısından sonra yandaki börekçi ve tatlıcı dükkanını keşfetmiş, Boşnak ve Karaköy böreklerine de aç gözlerle daldık ama bitirmek mümkün değil, paket ettiler yanımıza aldık. İstanbul’dan gelirken şekerim bir ara düştü, Aydın ve Yurdaer bana bir şeyler, çikolatalı gofret falan buldulardı, şimdi ise yanıma börekleri paketledik.

Gidiyoruz diye otobüse giderken Yurdaer bizi Lobide toparladı. Güzel bir girişten sonra namımıza, Edirne’li Mehmet ve Namık beylere birer hediye verdi, gösterdikleri ilgi ve yakınlıklara teşekkür ettik Onlar da böyle bir grupla tanışmış olmaktan onur duyduklarını aramızda bir dostluk bağları oluştuğunu söyleyerek, hediyelere teşekkür ettiler. Onlarda kendi arabalarıyla iğne adaya gelecekler bir geceliğine. Bizim Gala Yemeğimize katılmak istemişler.

Otobüse gittiğimizde, Saim’le eşini de yolcu ettik, İtalya’ya gideceklermiş araçlarıyla. Daha sonrada bizim otobüs arka sokağa, dar kapıdan süzülür gibi  ağır ağır çıktı, ”Cittaslow” a daldık yavaşça. Böyle güzel bir şey olamaz, caddedeki araçlar, zaten bir, iki, onlar da bize yol verdiler. caddeye de ağır ağır giriş  yaptı bizim şoför.  Bir gündür yüzünü görememiştik, kuzenlerin.  Dün otobüsü kısa mesafe için kullandık, bindik indik şehrin bir semtinden bir semtine giderek,  sanki hiç görüşmemiştik bizim Abdullah’la. Bugün yüzü gülüyordu, belki karısı ile telefonla görüşmüş ve de bebeklerinin sesini dinletmiş olabilir karısı. Ama moral bin beş yüz vaziyetinde bizim Maçkalı da.

Arabanın arkasına geçmemeye çalıştık bu sefer, gideceğimiz yollarda fazla viraj var, arkada olursanız serseme dönersiniz. 

Ana caddeden Şehrin Akropolüne doğru uzandık, pencerelerden dün geçtiğimiz yerlere biraz hüzün biraz imrenerek bakıyoruz, hepimiz. Selimiye’yi önünde kazı yapılan alanı, tarihi Belediye binasını, Onun yanında Üç şerefeli camiyi ve eski camileri sol yanımızda bırakıp eski meydandan sağa saparak çevre yoluna doğru devam ettiğimizi oradan da Avrupa Otoyoluna girip, İstanbul istikâmetine döndük, diye hatırlıyorum. 


Kırklareli'ne gider gibi devlet yolunu takiben Vize’ye varmadan Demir köy sapağından Demir köye döndük ve oradan İğne adaya vardık. Özellikle Demir köy kavşağından itibaren İstranca dağlarının başlangıcından itibaren harika bir yol bizi bekliyordu. Orman ve virajlar, iniş ve çıkışlar ama en ufak bir toz yok, zevkle gidebileceğimiz  bir yol. Ralli sürücüsü gibi otomobil kullanmak için ideal, tabii araç tutmazsa sizi veya yanınızdakileri. Tekrar yeşile bulandık, Otobüsün içi dışı yeşilin çeşitli tonlarına  boyandı, gözlerimizin ayarı bozuldu nerdeyse. “Yeryüzünde bir cennet, lâ teşbih” derlerdi eskiler, işte ondan. “Benzetmek gibi olmasın yeryüzünde bir cennet”

Yan Pencereden dalgın dalgın bakarken, seri bir şekilde geçen çeşitli tonlarda ki yeşil, zamanımı, mekânımı yok etti. Bir boşlukta gibiyim, kolumu başımı ayağımı hissetmiyorum, cismim yok, adsız, zamansız, sadece gördüğüm var, ya da gördüğümü sandığım, gerçek hangisi? Gözümü başka yöne çevirsem her şey düzelecek, ancak ben de o istek yok. Gidiyorum, ben tek miyim, çok muyuz farkında değilim. Renkler gözlerimin önünde gittikçe değişti, ben diyeyim yeşil sen de kahve rengi, kararıyor dünyam, kararıyor benim dışındakiler. Biteviye bir uğultu gibi ses, zaman zaman kararan, zaman zaman ağaran dünyamın yanında uyutuyor beni, gözümü kırpsam gerçeğe döneceğimin, konuşmaları duyacağımın farkındayım. Ama hoşuma gidiyor, bitmese derken, paldır küldür, bir anda koltuğa geri dönüyorum, gerçek dünyamdayım. Bir çukura mı girdik ne? Betül ‘e bakıyorum, gözleri kapalı dinleniyor. Yan koltukta Şakir ve hanımı, onlarda dalmışlar. Gazete kucağına düşmüş, ağzı aralık. Pat gözlerini açtı, kâbus görür gibi Ona bakan beni gördü.  Yeşil dünyamız otobüsün yanı sıra yeşil ve yeşil, yemyeşil ve de yeşilimsi olarak yan pencerelerde koşuyor halâ.

Hava hafiften kararmış gibi, çiseliyor olmalı.  Öndeki sıralardan yine bir takım konuşmalar, “Burada duralım” Şoför bunu bekliyordu zaten yavaşladı ve durdu. Gelirken gördüğümüz bir piknik alanı. Teker teker indik. “Lâ teşbih cennet benzeri”. İnsan böyle yerleri ancak masallarda hayal eder ama şimdi önümüzde işte. Fotoğraf makinam elimde, boynuma asılı, Ara Güler misali, bir sahne karşısında kendi hislerini belli etmeden cebindeki ya da o anda elinde olan makinasını gözüne götürür ve deklanşöre basar. Bende de aynı duruş, bir kaç poz çektim, ama hiçbiri benim gördüğümü ve his ettiklerimi vermiyor bana. Bıraktım fotoğraf çekmeyi. Onun yerine havayı içime derin derin çektim, bu ne güzel bir an. 

Yan Pencereden dalgın dalgın bakarken, seri bir şekilde geçen çeşitli tonlarda ki yeşil, zamanımı, mekânımı yok etti. Bir boşlukta gibiyim, kolumu başımı ayağımı hissetmiyorum, cismim yok, adsız, zamansız, sadece gördüğüm var, ya da gördüğümü sandığım, gerçek hangisi? Gözümü başka yöne çevirsem her şey düzelecek, ancak ben de o istek yok. Gidiyorum, ben tek miyim, çok muyuz farkında değilim. Renkler gözlerimin önünde gittikçe değişti, ben diyeyim yeşil sen de kahve rengi, kararıyor dünyam, kararıyor benim dışındakiler. Biteviye bir uğultu gibi ses, zaman zaman kararan, zaman zaman ağaran dünyamın yanında uyutuyor beni, gözümü kırpsam gerçeğe döneceğimin, konuşmaları duyacağımın farkındayım. Ama hoşuma gidiyor, bitmese derken, padır küldür, bir anda koltuğa geri dönüyorum, gerçek dünyamdayım. Bir çukura mı girdik ne? Betül ‘e bakıyorum, gözleri kapalı dinleniyor. Yan koltukta Şakir ve hanımı, onlarda dalmışlar. Gazete kucağına düşmüş, ağzı aralık. Pat gözlerini açtı, kâbus görür gibi Ona bakan beni gördü.  Yeşil dünyamız otobüsün yanı sıra yeşil ve yeşil, yemyeşil ve de yeşilimsi olarak yan pencerelerde koşuyor halâ.


Hava hafiften kararmış gibi çiseliyor olmalı.  Öndeki sıralardan yine bir takım konuşmalar, “Burada duralım” Şoför bunu bekliyordu zaten yavaşladı ve durdu. Gelirken gördüğümüz bir piknik alanı. Teker teker indik. “Lâ teşbih cennet benzeri”. İnsan böyle yerleri ancak masallarda hayal eder ama şimdi önümüzde işte. Fotoğraf makinam elimde, boynuma asılı, Ara Güler[1] misali, bir sahne karşısında kendi hislerini belli etmeden cebindeki ya da o anda elinde olan makinasını gözüne götürür ve deklanşöre basar. Bende de aynı duruş, bir kaç poz çektim, ama hiçbiri benim gördüğümü ve hissettiklerimi vermiyor bana. 
Bıraktım fotoğraf çekmeyi. Onun yerine havayı içime derin derin çektim, bu ne güzel bir an.


Dönüşte de uğrar mıyız acaba? Bizimkiler yayılmışlar çayıra çocuklar gibi şenlerdiler, birbirlerinin resimlerini çekiyorlar, eğleniyorlardı.

Helâl olsun şu Japonlara,  Çinlilere. Yarattıkları foto-telefon sayesinde gerçek olmayan ama gerçeğe yakın, daha parlak ve daha neşeli bir dünyayı resmediyorlar, herkes hayatından memnun. Hatta birlerine gösterip “kimin ki daha iyi?” muhabbeti yapıyor insanlar. Aslında gördükleri resimler gerçeğe uzak, ama görmek istedikleri dünyanın kendisi?? Olduğundan parlak, fazla kontrast, sevinç dolu, iyimser resimler. Bir de yalandan yaratılan, daha fazla çözünürlük daha iyidir masalı.. Çok da işe yaramayan ama insanları yüreğinden yakalayan özellikler bunlar. Tüketimi pompalıyorlar, daha çok, daha büyük, daha zengin, daha marifetli foto telefonlar ama daha dayanıklı değil. Bir

ömür biçiliyor bunlara, o süreyi bir saat geçmiyor son nefeslerini vermeleri...  Hadii, yeni bir akıllı modele müracaat. Bir de alındığım şey bizleri saf ve yarım akıllı zanneden. “smart phone” lar.  Ama  tüketiciler memnun kendilerine saf ve yarı akıllı muamelesi yapılmaktan herhalde. Satışlar iyi. Hava durumunu ekrandan okumak, balkona çıkıp havaya bakıp, kendi kararını vermekten kolay geliyor, biz zamane insanlarına. Adreslerle ilgili yön algılama sezgilerimizi ve hafızamızı çalıştırmak yerine GPS (bizimkiler de öğrendi, ci pi es) le dolaşmak, ama son nokta da arabadan çıkıp acaba burası mıydı muhabbeti çok güzel oluyor.   

“Yaa kardeş geldik de burada sizin eve benzer bir şey görünmüyor. Ne tarafa döneceğiz?”

Geçenlerde benim cep telefonum bozuldu, bir gün aniden karardı küçücük dünyası. Yeni model almaktansa evde çocuklardan kalan eski cep telefonlarından birini aldım, olay kapandı ama kayıtlı telefon nolarını aktarmak beni perişan etti. Akıllı telefonlar öyle mi ki? Araya bir kablo tak, “bunları şurdan şuraya kopyala” de yeter. Ya da mavi diş ile, hoop bitti.  Tamam o uzun vakit sana kaldı, ne güzel. Ne yapacaksın o zaman içinde? İnternette ya da TV de daha çok vakit mi harcayacaksın?

Yola çıkıyoruz çığlıklarıyla arabaya binmemiz bir oldu. Başladık yine orman ve tepeler vs. Arkadaşlar Smart'lardan yolu takip ediyorlar, burada bile hizmette sınır yoktur mavrası. Oysa yolun sağa sola ayrıldığı yok, 3, 5 km öncesinde Demirköy’e gider levhasını geçmiştik, devamındayız, modern insan kendine güvenemiyor bu akıllı aletlerden daha fazla. Herkeste, bende de var o, yanımızdaki telefonlar çekmezse, ya da telefonumuz yanımızda yoksa, sade burada değil evrende  “Kayboldum Allahım.” korkusu sarıyor içimizi.

İğneda'nın girişi bana çok çarpıcı gelmedi. Yol bir anda genişledi, asfalttan, beton taş kaplamaya döndü zemin ve bir hoş geldiniz levhası vs. Ama mesela üstten gelip o muazzam plajını algılamak ilk anda mümkün değil. Ama beş yıldız bir otel dikmişler sahile yakın, insan başka bir tür mimari beklerken bir alelade bir BA yapı, 7 katlı, insafsızca, etrafındakilere acımayan bir yapı. Ben mi fazla hassas ve alıngan oldum yoksa bunlara proje hazırlayanlar mı fazla vurdumduymaz oldular.

Liberalizmin zirvesinin hayat bulduğu Amerika Birleşik Devletlerinde o tabiat harikası yerlerde yer alan konaklama tesislerine ve yapılaşmalara bir bakın, yapılar ve sahipleri varoluşlarını ve kazançlarını borçlu oldukları tabiata saygı duyar, duymak zorundadır. Yapıları yaparken, yerel gruplar çizgiyi aşanlarla veya zorlayanlarla mücadele ederler.

Türkiye de tabiat sahipsiz gibi gelir bana. Yanlış kararlarla kuruyan göllerin, santral yapıyoruz diye eko sistemi değiştirilen doğa harikalarının, dağlarda yaşayan kurdun, ayının, çakalın, kartalın, kirpinin ve ya böceğin sularını alıp, onlara bir şey ayırmadan köylere kasabalara indirilen kaynakların hesaplarını soran var mıdır? Sonunda çevreyi öldürüyoruz, tabii kendimizi de.

Şimdi burda olduğu gibi, Türkiye’de ki bürokrasi bir tabiat harikası yerleşmenin hayat damarlarını pervasızca kesip atabiliyor. Yerel halk buna duyarsız davranıyor. Kendinin de böyle bir imkânı doğarsa O da aynı şeyi yapma sevdasında çünkü. Aslında birgün gelecek çok sevdikleri mangal sefası yapabilecekleri ağaç gölgesi dahi bulamayacaklar.

“Abiciğim İğne adadaki bu kat yüksekliğini, yüksek emsali, neyle savunursunuz? Uyum, Çevreye saygı ve bulunduğu yerdeki görsele katkısı nerede bu yapılaşmanın? Böyle yerlerde belki de çözüm, kitlesel büyük oteller yerine daha mütevazi butik otellerde olmalı...”

Aslında İğne adanın geleceği konusunda daha karamsar senaryolar gözümün önüne geliyor ama..

Otobüsten inince ilk aradığım ve yöre de görmek istediğim levhaları göremedim. Maçkalı bagajı boşaltırken ben biraz sersemce etrafta sallanıp, buraya kurulması planlanan İğne Ada Nukleer santralını protestoyla ilgili bir şeyler aradım. Otel önündekii Elektrik direğinde 50x70 bir mukavva üzerine yazılmış, “Santrala hayır” yazısından başka hiçbir levha görmedim. Ben de yer yerinden oynar zannetmiştim burada. Alan da satan da razı bir görünüm var. Yeri nerede? Muhtemelen kasabanın 3, 5 km civarında sahilde bir yer olacaktır.

Yakında yani beş, on sene sonra bizim Longozlar da sahillerdeki deniz dibi canlıları da sıcak suda yaşayabilen canlılar şekline  dönemezlerse yaşama veda ederler. Tencerede İstakoz misali. Bu santralların soğutmasında kullanılan su denizden alınır, ve tekrar geri verilir sistem budur.



Çevreciler buraya geldiklerinde buranın yerlilerinden de dayak yemiş olabilirler, çünkü onlar şimdiden çil çil paraların hayallerini kuruyorlardır. Bizler orada iken neden bu alanı gezmeye gitmedik diye şimdi hayıflanıyorum. Aydın geçinen bizler bile çevremize bu kadar duyarlı olduk, çünkü artık genç değiliz, gençliğin dinamizmi yok. Bu yoz dünyada yaşarken uzlaşmacı olduk ve  adeta törpülendik diye düşünüyorum.

 Green Peace affedersiniz popolarını yırtsalar, bizde bu vurdumduymazlık ve egoizm, adamlarda bu politik güc ve para olduğu sürece, yatırımcı denenlerin akıllarına neresi yatarsa orda bir yatırım yatıracaklarından süphe duymayınız.

Bu tür bir arz, gözlerine çarparsa veya akıllarına gelirse  Edirne’nin tarihi mahallelerini bile yatırır bu yatırcılar. Oteller hatta gök delen bile dikerler, Ankara İstanbul ve İzmir nasıl yoldan çıkıp bu hale geldiğini sanıyorsunuz? Adeta kurbağa misali, haşlandığından bîhaber “du bakalım ne olacak?”  diye beklerken haşlanırsınız olur biter.

Evet, Nükleer Enerji santralleri,  diğer termik santralların içinde  temiz enerji üretim yollarından biridir, biliyoruz. Ama atıkları sadece bizim başımıza değil, dünyanın da başına bela, bunu da biliyoruz. Buna rağmen diğer yolları tükettik mi ki, biz ısrarla Nükleer Santralle yatıp, nükleer enerjiyle beynimizi uyuşturuyoruz. Atıkları ve kazaları konusunda daha emniyyetli, güvenli teknolojiler gelişmediği sürece, Nükleer Santrallar bizim memleketimiz için bence kâbus... Ayrıca bu bizim dışa bağımlılığımızıda artıracaktır diye düşünüyorum. Daha ucuz mu elektrik kullanacağız nükleer santralımız olursa? Bizleri bundan daha ucuz bir enerji ile tavlayabilirler, öyle ya elimizden gidecek olan Trakya’nın doğası, zemin suyu ve insancıkları olacaksa bunun karşılığının da böyle büyük bir kazancın olması gerekmez mi? Ama hayır...

Bu kabustan “Bavulu aldın mı?” diyen Betül’ün sesi kurtardı beni.

Biri de bu İğnedalıları uyandırsın, bizden hayır yok. Yakında yatırım yapacağım diye gelen sermaye ile Nükleer Santral arasında sıkışıp kendilerini kapı önünde bulacaklar. Kim bu fırtınada gemisini kumsala oturtmadan yüzdürürse kaptan falan diyecekler ama bence bu burada yaşayan yerlilerin sonu olacaktır. Ellerinde atalarından kalan yerleri, yurtları satarlar ve İstanbul’a yollanırlar...

 

Lobi de Mehmet ve Namık beylerle karşılaştık. Onlarda bizimle gelecekler Longoz’a. Otele yerleştikten sonra tekrar otobüse doluştuk iki de genç çocuk bizi gezdirmek üzere yerlerini aldılar ön tarafta. Burası zaten bir avuç yer, geldiğimizi yola girip oradan batıya doğru ayrıldık, 3, 5 km sonra ormanın içinde durduk. Gençlerin söylediğine göre burası en yakın longoz ormanı.. Bir kaç adımdan sonra değişik bir dünyanın içine girdiğimizi anladık. Mevsim olarak en uygun zaman, zemin kışı geçirmiş, hafif kurumuş, çamur yok ama yer yer yumuşak ama rahat yürünüyor. Bir de sineklerin yumurta devresinde olup henüz ortada uçuşmuyor olmaları konforlu yürüyüşümüze katkıda bulunuyorlar.



Grup dağılmadan önde gidenleri takibe başladı, üç, beş dakika sonra smartphone’lar ile fotoğraflar çekilmeye başlandı ve kafile uzadı gitti. Orman kendi sesini kıstı bizleri dinliyor şimdi. Bizimle gelen gençlerden öğrendiğimiz kadarıyla, buradaki orman kendini kışın 1, 2 metre yükselen sularla yaklaşık yarı seneyi su altında geçirmeye bitkileriyle, hayvanlarıyla adapte etmiş, böylece yaşamaya devam ediyor. Tabii yarın santralın sıcak sularına da kendini uyarlar mı göreceğiz.



Burada yaşayan hayvanlar, kimi tepeden kimi yerden bizleri gözlemeye başladı, ama bunlar alışmışlar turist görmeye sanırım bizi daha yakından seyrediyorlardı, su yılanlarıyla kurbağalar. Birini kamerama yakaladım. Bir kurbağa, siz de fark ettiniz mi?

 

Bu bizim Oğuz Aral’ın Arap Kadri’si gibi oraya çökmüş bizim gitmemizi bekliyordu, Bizden sonra akşam banyosunu yapacak, belki bir iki larva ve sinek yutacak, bu arada kendi bir su yılanına av olmazsa. Suyun içinde bizi takip eden  bir gözü de yakaladım sanıyorum. Sudan kabarcıklar yükselirse bilin ki, orada %70 bir canlı vardır, %30 da kimyasal işlemler sonucudur.

Yol üzerinde bir kiloluk bir mantara rastladık, devrilmiş bir gövdede. Şimdi bir soru, bu mantar mı bu ağacı devirdi, yoksa ağaç gövdesi devrildiği için mi mantarlaştı?

Ormanda dolaşmak için vaktimiz oldukça, dar ve ortam alaca karanlık idi.  Zaman, zaman bir hafif yağmur çisentisi de elimize yüzümüze geldi. Ama zaten otobüsten fazla açılmamıştık, yürüdüğümüz yol olsa olsa 500 metre idi. Süratle geri döndü grubumuz.

Kuşları pek göremedik, Ama çocukların veya büyük insanların kendi elleriyle yapmış oldukları tahtadan kuş yuvalarını hep boş gördük, sanki pek itibar etmiyorlardı bu maklûklar... Aslına bakarsanız tabii olmayan hiçbir şey burada itibar görmüyorken, kendiliğinden düşen bir dal ya da yaşlanmış bir gövde buranın sakinlerine ilham veriyor yuva yapmak ya da saklanmak için. Ya da bir yılana, sökülen kökler toprakta sığınılacak imkânlar sağlayabiliyor. Buraya en az iki gün için gelmemiz gerekirmiş, yazının ve seyahatimizin ve muhabbetimizin ismi LONGOZ iken bütün longoz gezimiz sadece 1 saat sürdü. Bunu da gelen arkadaşlarımıza saygıyla hatırlatırım.

Akşam Otelde Gala!? yemeğimizden önce, küçük bir salonda toplandık. Yurdaer sağ olsun, onu da düşünmüş bir projeksiyon ve bilgi milgi sayar ayarlatmış, U biçimde masa ve sandalyaları, U’nun açık tarafı projeksiyon perdesine dönük vaziyette dizdirmiş, herşey bizi bekler vaziyetteydi. Her sene yapmaya çalıştığımız bir etkinliğimiz var. Geçmiş senenin Süleyman tarafından hazırlanmış bir CD si olurdu, foto ve videoları Süleyman kendi çekerdi gezi esnasında, bizden de takviye alırdı,  İsveç’te hazırlar, yanında getirirdi. Bu sene maalesef aramıza katılamadığından, hazırlanmış videoyu Yurdaer’e gönderdi, O da geri kalan işlerini yaptı, ben de CD kapak desenlerini hazırladım. Akşamın bu ilk saatlerinde bu CD yi seyretmek üzere toplandık, geçen sene Çeşme ve Sakız buluşması CD sini biraz hüzün  biraz mutluluk içinde seyrettik... Bu seyir de aramızda bizi Edirne’de misafir eden Namık ve Mehmet beyler ve eşleri de de izlediler.

İşte bizim grup bu. Bu arada eşlerimize de bizlere katlandıkları ve uyum gösterdikleri ve bu videolarda yer aldıkları için minnettar olduğumuzu ifade etmeliyiz. Bu sene Edirne gezimizde özellikle Şakir video çekimlerini yaptı, ama herkes ona elinde olan resim ve videolardan uygun olanları göndererek takviye yapacak, ümit ederim.

Aslanım Şakir, gelecek senenin işlerinin provalarına başladı bile, Kolay gelir umarız. Bana yine kapak deseni yapma onuru düştü. Bakalım gelecek sene nerde ve hangi şartlarda buluşuruz, göreceğiz?   

Salon boşaldı, gruplar halinde yukarı, 7. kattaki restorana çıkıldı ve Gala yemeğimiz başladı.

Bir köşe masaya da biz oturduk, Can ve seyahat kolu reisi ve eşleriyle birlikteyiz.… Sanki bu seyahatte hiç konuşmamış gibi yine konuşuyoruz, daha ayrıntılı. Üzerimde halâ alt salonda seyrettiğimiz Çeşme buluşma CD sinin etkisi var, tam bir sene geçmiş üzerinden.

Çeşme’de yemeğimizin olacağı gün  akşam üstüne doğru, Otelin bahçesinde oturuyorduk. İçeriden gelenler birer, birer gelip çöküyorlardı, boş duran sandalyelere. Bir, iki, üç, beş derken halka gittikçe genişledi, oldukça geniş bir kalabalık yayıldık bahçeye. Geyik ve deve muhabbetleri yanında, ciddi konularda var, n’olacak bu memleketin hali, gibi. Çeşmenin rüzgarı meşhurdur, bilirsiniz. Sert bir rüzgar ılık ılık saçlarımızı okşuyordu. Sıcaklar geldi şimdi kapıda durumları. Birden üstü başı düzgün bir adam ve yanındaki grup, Otelin bahçesine girdiler, tereddütsüz yanımıza geldilerdi, hatırlarsınız. CHP milletvekili adayı imiş.  Yanındakiler bizlere broşür vermeye başlamışlardı ki, kulakları çınlasın Fatih  adamcağıza: ”Beyefendi bunları bizlere boşuna vermeyin ziyan olmasın.” dedi. Kalakaldılar kızlar, erkekler. “Burda gördüğünüz herkes CHP’ye oy verecektir, Siz bize ne yaptığınızı değil  Cumhuriyet için ne yapacağınızı anlatınız. Kazanabilecek misiniz?” Adama doğrudan hitap ettiğimizden zavallıya CHP nin bütün makûs talihinin yükünü yükler gibi olmuştuk, diye hatırlıyorum, geçen sene bu zamanlar. Sonrasında 2 seçim sığdırdık bu bir yıla, helâl olsun bize!

Yemeğini sonuna doğru, Müzik başladı, Bir yaş daha gençleşen Mühendishaney-i Orta Şark mezunları, çoşkulu bir şekilde, pistlerdeki yerlerini aldılar..Piyanist Şantörümüze şarkılarda eşlik bile ettik. Ama bana göre,  Gazi Baba’nın o dar, o sıkışık ve rahatsız meyhanesinin yerini tutamazdı.

Çeşme buluşmamızdan sonraki ikinci hafataya, 7 Haziran 2015 gününün ertesi, sevinçle başladı CHP. Kendlerinin %25 e çıkmalarına değil de, AKP %41 e gerilemesine daha çok sevimişler %60 muhalefetten bahsetmek acemiliğini yapmışlardı. “Hah! Yetmez ama, adamları yerlerine oturtuk.” dediklerin de safiyane, sevinç içinde, “işte şimdi bir hükûmet kurarız ve demokrasinin devrilen direklerini yeniden dikeriz.” demişlerdi de, yanlarında hükûmet kuracakları ortak bulamamışlardı. Sonuç manevrayla tekrar seçim ve 7 Kasım 2015 de beylerin oyları tavan yaptı yine, %49,5.  Hoop, Tombala. Sayın Başkanımız Cumhur Reisi seçimlerinde tek başına % 52 çıkartmış idi vs. Ama bu iki genel seçim sonrasında Anayasayı tek başına yapabilecekleri noktaya geldiler…Takviye mi gerekecek, bulunuuur..

“Başkanlık, ya da kaos” diye ceride-i Akit, başlık atmış idi, iki seçim arasında…Henüz başkanlık gelmediğine göre kargaşa’da bitmedi vesselâm.

PKK ise beyefendiye hizmette kusursuz. Sayısız hizmetleri oldu bu bir yıl boyunca. Ancak artık dağları, tepeleri bıraktılar, şehirlere indiler, ancak kendi yanlarında olsunlar olmasınlar bizlere seçimsiz ve geçimsiz bir yıl yaşattılar, gözlerimiz yaşlı, sol yanımız yaralı bir yıl oldu.

Kürt kökenli vatandaşlarımızı temsil ettiğini iddia eden yasal bir parti kendi tabanının radikalleriyle, ılımlıları ve kendini TC vatandaşı gören kesim arasında şıkışmış, Cumhur reisiyle yasal varlıkları üzerine kumar oynuyor bence.

Yurt içinde ve dışında son bir yılda geldiğimiz nokta; Ahlâki değerlerimizin, tıpkı paramız gibi erozyona uğrayıp, değer kaybettiği, (2001 yılı son gününde, 1 Dolar, 1.446,- TL eski para, şimdi 1 amerikan Doları 2.903.000,- TL eski para, erezyona bakar mısınız?) Dışa bağımlı Ekonomimizin çuvalladığı, Devletimizin, dolayısıyla insanımızın gelişmiş Batı dünyasında, Orta Doğu’da ve son Güney Korelinin dükkanının basılmasıyla da uzak Doğu’da da saygınlığımızı yitirmekte olduğunu hepimiz sükût içinde izliyoruz.. Dedelerin, babaların söyleyemediğini bu Liseli yavrucaklar söyletmemiz doğru değil. Yüreğim kabarmıştı O gece, demek bundanmış. Bundan 3 sene önceki Bodrum buluşmamızda da Taksim Parkı direnişi başlamış idi, bir hafta on gün sonra o gençler ve çocukların sesleri kısılmıştı, onları hatırladım.

“Bir ümit şu dağın arkasında, orada da bulamazsam bendeki  feryadı görün.”

Bir Sıvas Divriği türküsü şöyle der;

Yine Gam yükünün kervanı geldi,

Çekemem bu derdi de bölek seninle…

Eremem Lokman’a çaresiz kaldım,

Çekemem bu derdi de bölek seninle…

 

Bağımıza gazel düştü de güz oldu,

Geçti bu vakitler yavrum ne tez oldu,

Derdim binbir iken, binbeş yüz oldu.

Çekemem bu derdi de bölek seninle..

Bölüşmeden bu dert yükü taşınmaz.

İşte böyle iken böyle oldu, kardeşler. Edirne’yi görünce, “İşte insanca yaşanası yerler” dedik Betül ve ben. Arkadaşlarımızın çevrelerine karşı duydukları ilgi ve heyecan beni de sizleri de duygulandırdı. “Ama ellerinde Tırpan, ve döğer biçerler ile şehirlerimizi yavaş yavaş tırpanlayan, bizleri yabancılaştıran eski gençlik zamanlarımızın hatıra dekorlarını ortadan kaldıran kapitaller geliyor.” demiştim Namık ve Mehmet beylere, “Edirne’ye de uğrar mı bilinmez. Ama İğnedaya da bir Nukleer Santral ne güzel yaraşır…” diye espri yapmıştım kendi kendime. Ben abartmıyorum eli tırpanlı, döğer, biçerli kapitalistler derken bakın habere:

Bu akşam OdaTV den bir haber; bu gece Hacı bayram hazretlerinin yanındaki Gavur Avgustus Tapınağından kalan duvarların üzerine bazı iş makinaları sürülmüş, çalışma yapılıyormuş, uzaktan gece karanlığında çekilmiş resimler var. Gecenin karanlığında ne işidir bu? Gündüzler çuvala mı girmiş?

Kazı da olabilir, gözlerden uzakta…Hayra yoralım ama orayı ziyaret farz olmuştur. Herşey olabilir...

Hacı Bayram da yapılan işlerle ilgili bir video göndermiştim sizlere Nisan veya Mayıs başında, onu bir daha izleyin bu son görüşümüz olabilir mi?

 

 

Hani sohbet sırasında bahsi geçmişti konuşmuştuk, ama fincanlardaki kahvelerimizin kokusu, dalgalarının dinmeyen sesi, rüzgârın kulaklarda ki nağmesi, bir de insanı ürperten serinlik, kendimize geldik. Yaşamak her şeye rağmen güzel şey be kardeşim…

 

Sadık Mercangöz     8 Haziran 2016, Ankara. Düzeltme 21 Haziran 2016 02:00




[1] Ara Güler.  Türkiye’nin en ünlü fotoğrafçılarındandır, kendini bir sanatkar olarak görmez, “fotografçıyım” der.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder