Edirne Seyahati II

 

EDİRNE VE İĞNADA GEZİMİZİN HİKÂYESİDİR

II

 

Güzel bir otobüs kiralamış Yurdaer. İstanbul’dan katılacak arkadaşlarımızı da toplaya, toplaya Edirne’ye doğru yola çıkacağız. Ama o kadar kolay değil. Otobüse en son ben yetiştim, elimde fotoğraf makinam koşarak, derken oturdum yerime ama yürümez. Dedim içimden “Yol selameti bekler şoför”

“Ava da pek güzel be. Güneş var ama yakmaz. Arkadeşler, kardeşler, kızanlar, kızancıklar adi eyi yolculuklar cümleten, Adi şoför bey, Istanbul’u koklaya koklaya gidelim artıkın.”


“Hoop” dediler, Biri misafirhanede hırkasını unutmuş, onu almaya koşmuşmuş.

Misafirhane TCDD ye ait. Arkadaşlarımızdan biri, Feridun kardeş Demir yollarından emekli ya, sağolsun O bizler için bir gecelik yer ayarlamış idi. Lâkin kendi gelemedi, Ankara’da gara kadar geldi, bizi yolculadı, maalesef “Zona” olmuş, gözlerinde bir haset ardımızdan bakakalmıştı o gün. Valla öyle bakmakta haklıymışsın hocam…

 

Haydar Paşa’da O misafirhanede Ankara’dan gelen aileler bir gece kaldık, bir de sabah kahvaltı yaptık, herşey güzeldi akşam benusen de rüyaya benzedi zaten. “Bir daha yolumuz düşerse burda kalalım” diye aklımdan geçirdim doğrusu. İstanbul’un güzelliğini karşıdan seyrediyorsun. İstanbul’u kuranlar burada Kadıköyü kuranlara, Kalkhedonlar’a “Kör olmalısınız bu tarafı bırakıp oraya oturmuşsunuz..” derlermişler ya, aslında ben Kadıköy ve Üsküdar’I seyretmek yerine İstanbul Saray burnunu  ve tarihi yarım adayı güneş batarken seyretmeyi tercih ederim, Körler kimmiş dersiniz?

Tekerlekler döndü. Ankara’dan gelen bizlerin dışında, Bursa’dan Turgut ve Eser ile İzmir’den İhsan  İstanbul’dan Erdal, Bülent, Yurdaer ve eşleri var. Yurdaer Reis “Oktay, Saim ve Semih ile Ercüment kendi arabalarıyla gelecekler, diğerlerini yoldan alacağız” dedi. İlk Durak Kadıköy meydandaki Haldun Taner Sahnesi, oradan sosyetemizin foto montajcısı Şakir ve eşini aldık. İyi ki geldin Şakir, gelmeseydin ben kimin resimlerini çekecektim.

Köprü yoluna çıkmadan önce mahalle arasında, evet resmen mahalle içinde, Natilus adında bir Veriş Alış Merkezi (Almadan zırnık vermezler onun için doğrusu AVM değil VAM olmalıdır.) var, oraya uğradık. Attar ailesini alacağız, nerde oturuyorlarsa buraya kadar taksi, maksi gelmişler, ama Fayez’e otobüsümüzü bulduramıyoruz bir türlü. Fayez Arap olup bizim sınıfın Arabistan temsilcisidir, kendi memleketinden ziyade Türkiye’yi tanır, eniştemiz olur. Onun için Araplar “Fayyez the Turk” derler.

Otobüsü ana yola çıkmadan önce VAM nin arkasında durdurduk. Gözlerimiz bunları arıyor. Durduğumuz yer ışıklı bir kavşak, biz lambanın altında duruyoruz, yanımızda lastikçi dükkanları var, kaldırıma çekilmiş birkaç araba var, vs. Arkamıza kazara girenler korna çalıp yürümemizi istiyorlar şoför de otobüsün kıçını biraz yerinden kaldırıyor, sonra yine duruyoruz.

Işık kırmızı, sarı, yeşil sırayla yanıp sönüp duruyor, ve biz tam manasıyle “Off-side” dayız. Ankara’dan göçme, İstanbullu Bülent Önen telefon açtı Fayez’e. “Bir dakika beyler ben hallederim.” Deyip, cep telefonundan yol göstermeye başladı. “Şimdi doğuya dön, Karaca Ahmet’e  doğru yürüyün, arka Otoparka çıkın, Kuzey Doğuya bakın yolda Otobüsü göreceksiniz oğlum. Ne demek Doğu neresi? Güneşin doğduğu yer. Yüzünü Kuzeye verince sağınız Doğu solunuz Batı olur.” Gülmekten kırılıyoruz bu arada. “Oğlum Karaca Ahmet neresi bilmiyor musun? Ölünce öğrenirsin.”

Bizim itirazlarımıza rağmen, Bülent bir hızla otobüsten indi koşarak VAM ye doğru gitti. Sonunda Attar ailesini gördük, zavallılar ellerinde çantaları ıkıldıya sıkıldıya yavaş yavaş geldiler alkışlar arasında otobüsümüze dahil oldular. Her ikiside alı al, moru mor durumdalar. Otobüsün arkasına doğru yürüdüler. Otobüs de bilmem kaçıncı yeşil ışıktan sonra tekrar yürümeye başladı.

İstanbul’da âdet böyle herhalde. Mahalle arasına VAM, trafik ışığı altına otobüs park edebiliyorsunuz. Ama biz henüz Anadolu yakasındayız, Avrupalılığımız öbür yakada başlayacak. Otobüse Fayez’in bindiği belli oldu, Hüseyin, Bülent ve Fayez, arka taraftan kahkahalar yükselmeye başladı, ben de severim bu geyik veya yumurtanın kulpu hikâyelerini… Baktım herkes yıllık dedikodulara başlamış ki, otobüs sınıfa dönmüş. Bir senedir görmedikleri arkadaşlarıyla dedikodu yapmaya başlamışlar, evlatlardan, ve torunlardan ha bir de hastalıklardan…

Birinci Boğaziçi Köprüsünü trafiğe yakalanmadan yavaş ve kararlı bir şekilde geçmeye başladık. Ben her geçişimde heyecan duyarım. Harika bir duygudur bu, denizin 70 metre üzerinde, altta koca bir boşluk, sadece rüzgar var, hırçın esen. Üstte yanınızda metal kablolar ana kablodan sarkarlar yola doğru. Binlerce cıvata. Sıkıca sarılmışlar gövdeye, öylece yıllardır geleni geçeni seyrederler, şimdi bizi seyrettikleri gibi. Onlar da şimdi seyretmekte olduğumuz manzaranın birer parçasıdırlar. Sağ yanınızda Beylerbeyi Sarayı, solumuzda bahçe içindeki köşklerin çatıları görünüyor, Can ve Nuran ön sıradalar ”Bak“ diyor bize “Şu koruda bir köşkümüz var, Mesa olarak.” Harika bir yer. Can hocam aslında ömrünün yarısını burada geçirmeye başladı son yıllarda. Burada ismi lazım değil bir ada var orda da bir şeyler yapmaktalar. O sırada otobüs yalıların, sarayın üzerinden uçar  gibi geçiyor, adeta çağlar öncesinden gelip, Ortaköy camiinin üzerinden süzülüp, bizim Manhattan'a doğru bugüne geçiş yapmaktayız.


“Asya’dan Avrupa’ya diye abartmaya gerek yok, her iki yaka da bizim İstanbul aslında. Onu turistlere söylersiniz siz, bize değil”

Altımızda sular, nehir gibi pırıltılar arasında akmakta. Güneş ufka doğru yattığında, renkler pembeye dönerken deniz daha iyi pırıldar ve daha hoş resim verir, bir de akşam üstü ışıklar yanarken.

Solumuzda ufka bakarsanız, eski çağların hayaleti tarihi yarımada, Ayasofya, Sultan



Ahmet, Topkapı Sarayı puslar içinde uzanıyor görürsünüz. Bu köprü yapılmadan önce kim görmüş olabilir boğazın bu açıdan manzarasını, Kaba kuş kanatlarıyla uçan Hezarifen Ahmet Çelebi mi?

Sizce gerçekten yaşamış mı bu adem oğlu? Evliya Çelebi’nin demesine göre “İptida Okmeydan’ın minberi üzere, rüzgar şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz ederek talim etmiştir. Badehu Sultan Murad Han Sarayburnu’nda Sinan Paşa Köşkü’nden temaşa ederken, Galata Kulesi’nin taa zirve-i belasından lodos rüzgarı ile uçarak, Üsküdar’da Doğancılar meydanına inmiştir. Sonra Murad Han, kendisine bir kese altın ihsan ederek: “Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir. Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bekası caiz değil, ” diye Gazir’e (Cezayir) nefyeylemiştir (sürmüştür). Orada merhum oldu.der bizim Evliya... “Bugün hemen hemen herkes, hemen her gün Hezarfen’nin  gördüğünü görebilir, bu köprüden geçerken.” derken bu seyir de bitti, karşıdayız artık, Rumeli yakasında.  Sizleri bilmem ama benim için her geçiş heyecanlı bir gösteridir. Nihayet 43 yaşındaki köprüden çıktık.

 “Vay ülen vay, Breh breh breh, maşallah deyin be kızancıklar.”


Karşı yaka yine sağlı sollu yapılarla yolu kuşatmış durumda, Anadolu tarafında da olduğu gibi. Yolda trafik hızlandı gibi, ama yol ayrımları var. Şerit değiştirenler, duranlar kalkanlar, ana yol üstünde duraklar var, trafik akamıyor, duraklıyor, 

aynı damar tıkanıklığında olduğu gibi sonra yine devam. Fakat bu sabah iyiyiz, araba sürüsü düzgün akıyor, mavi bir gök yüzü ve o maviye çakılı bir güneş var, pırıl pırıl ama yakıcı değil.

Sahrayı Cedid’ten, (Orası olmayabilir ama ben söylemesini seviyorum, Sahrayı Cedid) Zincirli kuyudan, Ayşegül, Kızkardeşi Jale, Füsun, Deniz ve Yıldız ile İrfan arkadaşlarımızı topladık. Biraz sonra hızımız bir hayli arttı ve Bahçe Şehir civarından da Rasih’leri alıyoruz otobüse ve İstanbul’dan binecekler tamamlanmış oluyor. Oktay, Ercüment, Semih ve Saim arabalarıyla Oraya geleceklermiş. Artık gidiyoruz rüzgar misali E 80 üzerinde. Dün Ankara’dan trenle gelenler; Bodrum’dan Cansev, Çiğdem, ABD’den Fahriye, Sporcu maskotumuz Hüseyin ise Mersin’den bir, iki gün önce gelmiş Ankara’ya, şimdi bizimle beraber, arkadaşda hiç bir değişiklik yok, göbek eski göbek ama iddiasına göre 7 kilo azalmış vs, Leyla ve kocası ile Betül ve ben varız birarada. Cavit ve karısı da trendeydiler ama başka vagondalarmış yerleri. Ancak Pendik’te düm bizi bir minübüs karşılamış ve hepimizi misafirhaneye getirmişti. Bugün sabahtan  Misafirhanenin önü bizi üç gün boyunca gezdirecek otobüsün ilk kalkış noktası idi, daha sonraları Edirne’ye gelecekleri çeşitli noktalardan toplayarak E 80 yoluna çıkabildik, saatimiz oldu 11…

Uzun yola çıkınca bizim şamatamız da azaldı, yanlarında gazete getirenler gazeteye gömüldüler. Ortak konumuz; Türkiye’de neler oluyor? Herkes ekonomik gidişten, sosyal hayattdaki faullerden dertli anlatıyorlar. Bazılarımız da dönüş uçaklarını kaçırabilme olasılığından dertliler, geri dönüşü erken yapalım derler vs. Başkan da “Bunu diğerlerine danışalım” der. Hüseyin’nin sesi geliyor arkalardan, sızamamış daha.


Trende gelirken Hüseyin anlatıyordu:  

“Bu gelişimde Okula gittim, Spor Müdürlüğüne uğradım, ne var, ne yok, arkamızdan gelen sporcu yiğitler var mı vs diye. Baktım orada kupalardan küçük bir spor müzesi kurmuşlar. Kupalar dizili. Baktım 2000 den eski kupa yok. Müdüre çıktım, müdür de bir küçük çocuk. Benim kazandığım ve şerefimle okuluma bıraktığım kupalarımın akibetini sordum. Adam şaşırdı. “Hüseyin bey, Ben buraya tayin edildiğimden beri hepsi bunlar. Onbeş senedir başka bir kupa görmedim.” dedi. Tabii Hüseyin 40 yıl öncesini soruyor. O zamanlarda Müdür doğmamış bile. Kupalarımı çaldırdınız mı? Ben kupalarımı görmek istiyorum. O ….. götürdü değil mi? “Kim?” Çocuk Onu bile tanımıyor. Olan şu; benim ve 2000 den önceki hiçbir kupa yok. Kayıp.” Hüseyin, bunu heyecanla anlatıyor, yemin ediyor ama espri de olabilir. Doğruysa böyle rezalet de olmaz yani, 2000 de sanki yeni bir çağ başlamış gibi, bu dönemden önce bizler yoktuk dermiş gibi. Bu işi Rektörlüğe aktarmak lazım. Bu okul 65 yıllık kuruluş, başarılı bir mazisi var, bunlarla ilgili ne gibi Kupa, Madalya veya Berat varsa özenle saklanmalı Okulun müzesinde, bizde arada bir torun, torba gelip kıvançla göstermeliyiz, Genç Üniversitemizin başarılarından ötürü övünmeliyiz.

“Bu üstümdeki ODTÜ Armalı tişört var ya, Müdürün özür hediyesi, daha dört tane daha var, değişik renklerde” diye trendekilere gösterdi ve birini Cansen’e Edirne’de giymek kaydıyla verdi.

Otobüsün sarsılmasıyla Hüseyin’in feryadı beni kendime getirdi. En arka sırada oturduğu için böyle tümseklerde kafası tavana çarpar. Seyahat kolu başkanımız öne geçmiş ortaya yere oturmuş araç komutanı olmuş. Kaptan ve tayfasına yapılacaklarla ilgili bilgi vermeye gayret ediyor. Şoför Ordu’lu ama Trabzon göçmeni, muavini Maçka’lı Abdullah. Takım böyle olunca her şey olabilir bu seyahatte. Maçkalı uzun boylu yakışıklı sayılır çok genç biri. Yeni evliymiş, bir süredir de ailesini görmemiş, adamın aklı oralarda olmalı. Yüzünde bir kısa çember sakal, durgun sürmeli gözler, ne güler gibi ne hüzünlü, donuk bakışlı. Kriminal bir tip gibi. Ama Maçka’lı seyahat boyunca olabildiğince nazik davranmaya çalıştı. Gene de muavinlikten fazlaca anlamadığı, hele kabin içi hizmetlerden bîhaber olduğu ortaya çıktı.

Ne diye gençler bu İŞİD sakalını bırakırlar, anlamam.

Şoförümüz de Abdullah gibi lacivert pantolon ve koyu kırmızı  kravatla bembeyaz gömlek giymiş sinekkaydı bir sakal tıraşı,  gözünde koyu renkli Ray Ban gözlüklerle son derece fiyakalı. Hareketleri de ölçülü ve konuşmaları da öyle, sonunda da efendim eksik değil. Bu iki amca oğulları bazen böyle iş çıkınca beraber giderlermiş bu tür seyahatlere. Bir konuşma arsında öğrendim aslında bunların akraba olduğunu. “Ben Ordu doğumluyum ama aslım Trabzonludur. Amcalar aralarında tepişmişler, babam bırakıp Orduya gelmiş. Ne olduğunu da anlatmadı bana. Sebebini bilmiyorum.”

 “Bekli de bir fındık kabukluk bişi. Bizim orda oyledir.” dedi Abdullah gülümseyerek. İşte şimdi iyice çuvalladık. “Otobüste  iki laz var, hem de akrabadır be. Şimdi bir şey olurdur, karanti.” diye alçak sesle söylendim. “Adi ayırlısı.”  Abdullah’ın amcaoğlu son derece ustaca kullanıyor otobüsü. Edirne’de tek yön bir sokağa ısrarla sokulduktan sonra, koca otobüsü park etmiş araçların arasından, geri geri yüz metre kadar gidişine şahit olduk. Daracık köy yollarında manevra yapıp geri döndüğünü de gördük.

”U zaman verdim notunu unun.”

Bizim otobüs sakin sakin otoyolda giderken biraz sonra yemyeşil köy yollarına saptık. Ağzımız açık çevreyi seyrediyoruz. İnanılmaz bir orman örtüsü yolun etrafını sardı, yeşile bulandık adetâ. Otobüsün içi de yeşillendi, aynı hızla gidiyorduk ki, arkadan Hüseyin’in narası geldi “nereye geldik, nereye gidiyoruz” diye. Ellerinde telefonları olanlara göre Edirne yolundan ayrılmışız. Kısa yoldan yola devam ettiğini ilân etti Yurdaer hocam. Aradan bir yarım saat daha geçti, otobüs ahalisi kaybolduklarına hükmettiler.

“Böyle bir olay beklerdim ulucak diye. Bu ikili, em Karadenizli em de akrıba. Dur bakalım ne çıkacak altından.” diye Betül’e söyledim. Açıklama geldi “Şoför beye gelen mesaja göre önce iğne ada, sonra Edirne programlandığı bildirilmiş sms ile, şimdi İğneada yolundayız. Bunu düzeltmek için bir noktadan Edirne yoluna döneceğiz.” dedi Yurdaer hocam. Herkes homurdandı ama yapılacak bir şey kalmamıştı. Ellerinde telefonu olan arkadaşlar yol tarif etmeye başladılar, birlikte ama farklı farklı. Arkadan Hüseyin kopmuş gelmiş adamla konuşmak için, ama yatıştırıp yerine gönderdiler.         “Tee ben de bunu derdim be yaav.Ulıcak bi şey.” Bende de şeker düştü, yolda alabildiğine engebeli, bir iniyor bir çıkıyor, bir sağa bir sola savruluyoruz virajlardan. Anlayacağınız bu orman içi yol beni ve otobüsün arkasında oturanları daha çok etkiliyordu.


O sırada ormanın içinde adeta çölde vaha gibi bir köye vardık, durakladı bizim kuzenler, yol soracaklar. Ben de o sırada böyle bir köycük görmediğimin farkına vardım. Köyün içinde taşlık yolları var düzgün, temiz ve bir sokağın köşe başına Atamızın ayakta bir heykelini diktirmişler kaldırıma. Kendi paralarıyla yaptırdıklarına iddiaya girerim. Ama bu kadar insanî, böyle samimi bir heykel görmedim, insan boyunda ve hemen kaldırımda, hayatın içinde... Başka köylere Onun büstünü devlet eliyle diker, onun da kıymetini bilmezler, bir sene sonra kırılır gider. Ama burası farklı. Köşede konuşanlar vardı onlarıın resimlerini de çektim Orta ve Doğu Anadolu ahalisine hiç benzemiyordu bunlar. Şu heykelin zerafetine bakar mısınız? Günlük yürüyüşüne çıkmış gibi Atamız. Arka fonda siyah bir mermer var ki, benim baktığım açıdan bakınca ayna görevi görüyor, yoldaki kamyonun kasasını görüyorsunuz.

Biraz sonra tekrar teker dönmeye başladı. Yarım saatten az bir zamanda uydudan öğrendiğimiz bir yere Vize’ye vardık, bucak veya kasaba. Sonradan öğrendim, Tarihi Kentler birliği üyesi aynı zamanda CittaSlow bir ilçe. Herkes bir arada hoplayıp, patır, patır döküldü manavın önünde otobüsten. Adamın kiraz ve çileklerini tükettikten ve Vize Tarım ilaçlama Müdürlüğünün tuvaletine girdikten sonra Edirne’ye doğru yola çıktık. Bu mola da ben de kendime geldim, devam. Bizim şoför bu arada mesajını tekrar okumuş, önce Edirne sonra İğne adaya gidileceği bilgisi varmış mesajda. Adam bu sefer iyice utandı ve battı. Özür dilediği söylendi, doğrudur efendi bir insan.

y


Resim 23  Namık Bey

Nihayet aşağı yukarı 2 saat geçikmeyle, Otelin önünde bizi merakla bekleyen Namık ve Mehmet beylerle buluştuk. Namık Kemal bey bizden birkaç yaş küçük, ODTÜ şehircilik bölümünden mezun bir kardeşimizmiş. Eşi de bizim okul Kimya mühendisliğinden. Bizi Şehir de Namık ve Mehmet bey gezdireceklermiş. Mehmet bey Trakya Üniversitesi Mimarlık ve Mühendislik Fakültesinden mezun bir Mimar. Her ikisi de son derece sempatik ve güler yüzlüler, ama şimdi  kimse onlara bakmıyor, Otele girmeden programdaki köfteciyle tanışmak istiyoruz. Mehmet ve Namık beyler önde biz arkada sürü halinde gidiyoruz. Mehmet bey yapmış olduğu programda gecikmeyi kapatabilmek için acele hareket ediyor. Biz razıyız, köfteciye doğru en hızlı turumuzu yapıyoruz.

İnanmasıı güç gelebilir ama burası son derece sakin,  başka bir “Cittaslow”.“Yavaş Şehir”, gürültü neredeyse sıfır. En büyük gürültüyü biz yapıyoruz. Yemekten sonra gevşemeden sıkı adımlarla eski şehri çeviren surlardan arta kalan  Kuleye gittik. Makedonya kulesi.. Mehmet bey konusuna hakim gayet sakin bir şekilde tarihçesini anlatıyor, Roma İmparatorlarından Hadriyan tarafından yaptırıldığını (bu Hadrian Romalıların R İmparatoru, heryerde rastlarsınız) daha sonra çeşitli devirlerde, çeşitli işler için ve  en son Saat kulesi ve Yangın gözetleme olarak da işlev gördüğünü söyledi. Son kararla boşaltılan bu kule ve çevredeki istilacı yapıların açılmasıyla da şehrin Antik surlarının temellerine ulaştıklarını gösterdi.




Mehmet bey bir dönem de Edirne Belediyesi Başkan vekilliği yaptığından, bu tarihi alanın istilâdan nasıl kurtarıldığından da bahsetti. Aslında yapılan bu hamleler alkışı hakediyor, insanların iknası bir hayli zordur ve de menfaatler çarpışır. Bu her tarihi kentin kaderinde vardır. Bu yönde Belediye Meclisini de alkışlamak gerekir. Şimdilik Edirne’de TOKİ’yi şehrin dışında tutabilmişler, TOKİ’nin girdiği yerde tarihi ot kalmaz, derler. Ben de aynen katılırım. Burada emsaller düşük kat yükseklikleri 4 kata kadar. Insan ölçeğinde bir çevre.. Tarihi şehri gezmeye devam ettik, sur içi mahallelerini ağzımız açık seyrettik. Gerçekten bir hazine.



Mehmet beyin anlattığına göre 1983 yıllında Belediye Meclisinde, yıpranmış bu sur içi mahallelerinin yıkılıp yeniden tertiplenmesi ve yapılması 


seslendirilirken, bir grup insan, Mimar ve Şehir Plancısı Meclisi ikna etmeyi başararak bu gün geçerli plan kararlarını alarak, kayıpları olmasına rağmen yine de şimdi gezdiğimiz sokak ve alanları koruyabilmişler. Gezerken halen bazı evlerin, BA iskelet üzerine giydirme cephe gibi dekoratif  anlayışla değil, gerçek tekniklerine uygun, restore edildiklerini gördük.

Bu işte beni şaşırtan şey, ülkemizin diğer bir Kentinde Şehir ölçeğinde koruma kavramı uygulanmaya çalışılırken ve 1983 yılında ödüllerle takdir edilirken, buradaki Bölge Kurulunun bu koruma kararlarından bîhaber gibi, Edirne Belediyesinde “Eski şehri yıkalım, yeniden yapalım” seslerine karşı Antalya’yı örnek göstererek kararlı bir davranışta bulunmamış olmasıdır.

 “Kuruluşundan beri Avrupa Konseyi Tarihi Anıtlar ve Sitler Komitesi içinde kurucu üye olarak yer alan Türkiye’nin 1970 lerden itibaren Tarihi Çevrenin Geleceği Kaygusuna (Cevat Erder hocamın bu konuda bir kitabı vardır. Kulakları çınlasın) kapılan Avrupa ile beraber hareket ederken, Kültür Bakanları Nermin Neftçi, Tâlat Sait Halman gibi nadide kimselerin bu hareketleri hararetle savunurken, ne olmuştu da 1983 yıllarına gelindiğinde istanbul’un hinderlandı olan bir ilde çevrenin yeniden düzenlenmesi faslı içinde tarihi alanları yok etme düşünceleri filizlenmişti?”

Buna İğneadanın son gecesinde Namık ve Mehmet beylerle sohbetimizde konuştuk. Rüzgarlı bir gece yarısı, eve gitmek isteyen kahveciye kahve ısmarlayarak, sahilde ailecek otururken, “tabii herşey gelip siyasi istikrara dayanıyor” diye sonuçlandırmıştık aklımızca.

“Burada yapılmakta olan işlerinizin ve yaptıklarınızı reklamlarını yaparak, sesinizi duyurabileceğiniz organizasyonlara katılınız, misal Kırkpınar güreşlerinde neler yapılabilir, düşünün. Antalya gibi bir tarihi şehirde bu deneyimleri yaşamış biri olarak,tavsiye ederim. Üniversitenizi ve diğer sosyal kuruluşları da yanınıza alınız. Yoksa bu savaşı kaybedersiniz, heyecan yerini menfaatperestlere bırakırsa şimdi vardığınız  seviyeden geriye gidersiniz. Bunun bir çaresi; çok zor olmakla beraber bu çevre üzerindeki talebi, ölçüyü kaçırmadan öncelikle artırmak, yani yapıların değerlerini yükseltebilmek, yatırım için cazip hale getirebilmek, diğeri de buna bağlı kaleiçinde yaşayanlarda “burası bizim, geçmişimiz, geleceğimiz” bilincini uyandırmaktır. Bunun için mahallede yaşayanlardan oluşan kurullar oluşturnuz. Ev sahiplerinin konforunu sağlayabilecek olanakları yaratabilmek için onlarla beraber Cuma, Cumartesi de olur, mahalli toplantılar yapınız, çevre ile ilgili önerilerini alınız, alt yapı sorunlarını çözünüz.” diye naçizane anlattım, sohbet arasında bu heyecan dolu  arkadaşlarımıza.. “Uluslararası kurullara ulaşınız, bunun için akaddemisyenlerden yardım isteyiniz. Berlin’de Kreuzberg mahallesinin yeniden kazanılmasında orada yaşayanların katkılarını sağlamanın büyük faydası olmuştur, bilirsiniz…


O sırada Kahveci geldi; “Abi ben gidiyorum, siz oturmaya devam edin isterseniz, kalkarken sandalyeleri toparlayıp şuraya koyarsınız, uçmasın bu rüzgârda, ama ışıkları söndüreceğim.” deyince ayıldık. Kalktık. Keşke yolumuz bir kaç yıl sonra bir daha buraya düşse de buralarda neler olduğunu görebilsek…Edirne’yi blmem ama İğneada iğne adalıların değil sermayenin olacak.

Rüzgâr aynı hızla eserken , dalgalar sahilde daha coşkun çarpıyordu. Yürüdük, uğultular içinde otele döndük idi.

Edirne’deki ilk günde epey bir yol yaptık, Öğleden sonra İlk olarak kuleden başlayıp, eski kale içindeki yapıları sokak sokak dolaşarak gördük.

“Yaş altmış beş yolun yarısı eder,

Yüz yirmiye az kaldı, sıkı durun çocuklar,

Cahit’te Dante’de bizden talihsiz.”

Kafamda bu sözler, kapıp koyverdim bu eski sokaklarda kendimi. Elimde de Fotoğraf makinam. Etkilendiğim bir ev de İlhan Koman’ın baba eviydi. Meşhur heykeltraşımızın baba evinde heykeli var mı bilmiyorum ama Ankara Seymenler parkındaki heykelinin birdenbire kayboluvermiş olması ilginç, şimdi gördüm haberi. Orijinali seramik ama Parktaki bronzdan dökülmüş ve büyütülmüş. Çok ağır bir şey olmalı. ABB den habersiz kaldırılması mümkün değil.

İstanbul İsrail  Konsolosluğu önündeki Akdeniz heykeli de 18 Temmuz 2014 de İsrail’I protesto eden bir grup insan tarafından tahrip edilmişti. kusurumuza bakmayınız. İlahi, İlhan usta… Bu senin tahrip olan ilk heykelin değil ki.

Akşam üstü Otobüse binip Karaağaç semtimize hareket ettik. Tunca’nın kenarına vardığımızda köprülerden önce Dar-ül Hadis Camii karşıladı bizi. II. Murat zamanında yaptırılmış bir camii ve ona bitişik II Murat’ın oğullarıyla III. Mustafa ve III Ahmet’in çocuklarının türbelerinin var olduğu bir erken Osmanlı yapısı. II Murat’ın zamanında ölen oğullarını buraya gömdürmesi makûl da, o zaman Edirne başkent ama III Mustafa ve III Ahmet’in çocuklarının İstanbul’da değil de burada gömülü olması nasıl bir durumdur? Mehmet hocanın ifadesine göre, yanlış anlamadıysam,  Fettullah Gülen hoca bu camiide hocalık yapmış bir süre.


Mehmet hocanın söylediği bir başka söz üzerine Karaağaç’a ve gittiğimiz tren istasyonuna bir başka gözle bakmaya başladım. “Lozan’da zaten bizim olup geri verilen, Trakya hariç aldığımız yegane toprak parçası Karaağaç’tır.

O da Yunan askeri geri çekilirken Anadolu’da yaptıkları tahrip ve mezalimin karşılığı olarak verilmişti.”

Bu söz üzerinde biraz düşünülmeli, Karaağaç bize veriliyor, Anadolu’da yaktıkları evlerin, süngüledikleri ineklerin, öldürdükleri bebelerin, nenelerin ve annelerin kanı karşılığında, Allahım, ne değerli bir toprak. O topraklarda yetişen marulun, salatalığın, çileğin içinde onların hakları var, kaderin cilvesine bakınız. Tarih bildiğimiz gibi basit değil…Kurtlar sofrasında yer kapmaca ama yere düşerseniz yemeğe gelmişken, yemek olur, aş olursunuz.

Karaağaç istasyonu Abdülhamit devrinde yapıtırılan 80 metre boyunda büyücek bir bina.


Mimar Kemalettin’in “Şark Demiryolları” adına yaptığı dört[1] projeden biridir. İnşaatı 1914 yılında genel olarak bitirilmişken, o yıl başlayan Dünya şavaşı nedeniyle bu bina hizmete giremez. Savaş sonunda bu sefer Osmanlı Devleti sınırları dışında kalır. Mondros ateşkesi ertesinde, Trakya’da Yunan işgali başlar, bu durum 24 Temmuz 1923 Lozan anlaşmasına kadar devam eder. Buna göre 14 Eylül 1923 de bize teslim edilir. O zamana kadar kapalı kalır istasyon. Lozan’dan sonraki durum komik, İstanbul’dan Edirne’ye demir yoluyla gelebilmek için Yunanistan’a çıkış yapıp tekrar Türkiye’ye giriş yapıldığından,  (neden beklendi anlayamadım) 1971 yılında demiryolu güzergâhı yapılan yeni hatla değiştirilir, yeni istasyon Edirne’nin içine yapılır ve Mimar Kemalettin’in istasyonu yanlızlığa terk edilir. 1977 de bu bina Edirne Mühendislik ve Mimarlık Akademisine verilene kadar yanlız kalır, rayları sökülür, araç gereçleri taşınır ve yapı anılarıyla, sessizce yaşamaya mahkum edilir. Bugün Yunan hududu olan Meriç Nehrinin batısındaki kalan tek Türk toprağı, bu istasyon ve Karaağaç ilçesidir.

Baba tarafım, Selanik göçmenidir, Türkiye’ye gelirken kucakta geldiğini söylerdi babam iki veya üç yaşında, olayları büyüklerden dinlediklerinden zaman zaman naklederdi gözleri nemli. Mübadeleyle geldiklerinde Dedemin başka köylere gelin giden kız kardeşlerinin farklı zamanda Türkiye içinde farklı yerlerde iskân edildiğinden nasıl birbirlerini kaybettiklerini seneler sonra babacığım Hv. Astsubay olarak İzmir’e tayin olduğunda halasını ve onların çocuklarını yolda nasıl bulduğunu kısadan anlatırdı.  Bir imparatorluğun çöküşü ile bir Cumhuriyetin kuruluşu arasında geçen, adeta devasa dişlilerin arasında ezilen hayatların, bugün sadece birer rakkamken aslında onların da bir zamanlar yaşayan umut dolu insancıklar olduğunu hatırlar mıyız? Yoksa kader der, geçer miyiz?

Buraya, Karaağaç istasyonuna, bence saygıyla ve duygu yüklü gelmeli ve olanları bir daha hatırlamalıyız. Hepimizin içinde bir parça Karaağaç var. Anadolu’nun uğramış olduğu mezâlimin karşılığı olarak verilen bu topraklara ibretle bakmalıyız.


Gördüğümüz Lozan anıtı tam yerine dikilmiş, son derece anlamlı ancak form ve estetik açıdan yetersiz,  olgunlaşmamış bir proje olarak görünüyor.  Bir önceki sayfada İlhan Koman’nın çalınan bir eserini takdim etmiştim, hiç alışılmadık ama yeni bir estetiği ve bir tür avangard anlayışı temsil eder görünümdeydi, bence böyle bir anıta da böyle bir imza gerekirmiş. Her sanatla uğraşan bir “master”  usta değildir. Rönesans çağından, o çağlarda yaşamış yüzlerce sanatkâr varken, kimleri hatırlıyoruz? Iki elin

parmaklarını geçmez. Bence sıradanlıktan kurtulması lazım böyle bir anıtın.Bu arada, son dönem mimarlık tarihinden bî haber olduğumun farkına vardım, okuldan aldığımız bilgiler yetersiz, Osmanlı mimarlığını kemer ve kubbeden ibaret, “gavurlarla sidik yarışı içinde” olan bir kaç isim dışında bildiğimiz bir şey yok. Hele son dönem, İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş dönemiyle ilgili samimi söylüyorum  aklımızda  bir şey yok gibi.

Tekrar kokladım havayı, harika, dirildiğimi hissettim, Çevremiz cıvıl, cıvıl gençler. Oturma yerleri Cafeler 19 Mayıs tatilinden istifade etmeye gelenlerle dolu. Akşam üstü, otobüse doluştuk aynı yoldan Meriç üzerinden dönerken bir kaç resim yakalayabildim.

Akşam Meriç kıyısında meşhur tarihi Sinan’ın yaptığı köprüyü karşıdan gören bir yerde. bir akşam yemeği hazırlamışlar, bu sefer müzikliydi. Tabii bir süre sonra bizim Hüseyin efe tek omuzu aşağıda tek kaşı havada, sahneye yürüdü, müziğin sesinin yüksekliği konusunda adamla polemiye girdi. Oktay’da. Neyse fazla uzamadı. Şantörün çaldığı parçalar eşliğinde bir kısım arkadaşlarımız kurtlarını döktüler. O sırada 19 Mayıs fener yürüyüşüne katılan gençler Şehrin merkezinden bu köprüye kadar meşale ve fenerlerle geldiler. Cumhuriyet demokrasi ve laiklik üzerine sloganlarla havai fişek gösterileri yaptılar ve yürüyüş burada sona erdi. Umut dolu gençlerimizle umut dolu gelecek hayal ettik. Harika bir geceydi, bu havai fişek gösterisi de üstüne kaymak gibi oldu ama makinamı getirmediğimden bir kare bile atamadım dağarcığıma. Can’ın makinasını da maalesef acemice kullandım. Can’ın söylediğine göre dörtte üçünü çöpe atmiş, gerisini de silmiş. Dolayısıyla ne bizimkilerin oyunları kaldı ben de, ne de Cumhuriyetin Fener alayından bir iz.

“Bilir misin ki, bu Cumuriiyeti kuran eep bu toprakların çocuklarıydılar, bizim kızancıklar, onurumuzu insanlıgımızı kurtardılar, çektiler aldılar epimizi o palikaryaların elinden. Bilirsin di mi? Unların episinin de  ruuları şaad olsun. Şimdi arkalarından konuşanlara sursana dedeleri nerdeler miş o vakıtlar? Er milletin içinde kurdu da vardır, çürükü de. U vakıtta bunlar İngilize, Yunan’a yacılık ederlerdi şimdi de. Koca bir İmparatorluk elli sene içinde kar gibi eridi gitti, u vakıt bu softalar vardı gene ortada, ettikleri dualar kurtardı mı bizi? Durdurdu mu bize yapılan mezalimi? Şu ezanlar yüzü suyu ürmetine Allah şaidimdir ki ulmadı, ulamadı.

“Te ben o vakıtlar 5 yaşında kızanım, bulgar tohumları geldiler bizleri köyden attılardı ne oldunu bilemeden, suuk kış günü yayan yapıldak yoldayız, anacımın kucağında kızca kardeşim, taa yaşında bile deyil, yolda ateşlendi. Ha dayan, Kara aca varırız derken, ertesi günü diğer komşuların yardımıyle anamın kucandan zorla alıp, urda bir tarlanın kenarına gümdülerdi. Bizler, agalarım, abalarım yürüdükdü undan sonra. Annem duğru dürüst okuyamadı bile.”

“Bizde at yok araba yok, Bulgar’a kapdırdık idi aarı da kümesi de. Bakardık bazan bizim askerler geçerlerdi, unlar da yayan… çamura saplanırdı yanlarında getiridkleri toplar boyle koca koca tekerleri vardı, koca koca namluları, biz çocuklara oyun çıkardı, ep birlikte çekerlerdi, bizinkilerle beraber. İlerden koşar gelir bir atlı gomutan, u da iner bir elinde atı bağlardı saplanan topa, bir eliyle de tırmalardı yerleri, taa ki makûs talini yenene kadar.”

“Bilir misin ki o koca adamı en çok üzen ne oldi? Doğduu büyüdüü Selanik’i kurtaramadı, o vakıt ona karoldu torunum, şimdi bu Malgara varya bizim ikinci vatanımız, en son gidecem yer, burda gömülecem unlara inat… Çok sevdiğim atımız vardı babam arabaya koşardı, işte una çok yakınım diye akşamları yatınca Allama şükrederim, kişnemesi gelir alâ kulama adımı süler, Ayreddin diye. Yaa..”  bant burda bitti idi, çocukluğumdaki bir teyp kaydı, böyle hatırlıyorum.

Bu saf ve inançlı insanlar nerede şimdilerde? Hele onların torunları?  Ama Edirne. Görüyorum ki burdalar…Allah yanlarında olsun onların. Çünkü bir gölge tarıyor bu mübarek yurdu, doğudan batıya.

Gece yarısı tekrar otobüse doluştuk yarı uykulu, yarı sızmış. Aramızda bazıları öyle üşüdüler ki, battaniyelerle oturdular masalarda.Benim için inanılmaz bir gece oldu, bir nevi vicdan muhasebesi, bir duygu seli… Bu arada Şantörle ağız dalaşı, yarın ne yaparız acaba, malûm Yurdaer’in tabiriyle Gala yemeğimiz var..

Dönüşte yatmaya yukarı çıkmadım, Lobi de birer kahve aldık Ercüment ile beraber. Oturduk bu gün gördüklerimizden bahsettik. Aklımda  Oktay’la onun usta, hatta bence duayen olduğu 3 boyutlu fotoğraf konusunda, yakalarsam konuşayım düşüncesi vardı. Arka lobi de buldum onu. Üç boyutlu fotoğraf konusunda konuşmaya daldık. Nasıl bir düzenek ile, ne şekilde çekim yapılacağı ve nasıl görülebileceği, bu resimlerin nasıl sergileneceği konusunu anlattı. Anlattıkça da coştu arkadaş. Aslında bu arkadaşın bu ilginç merakının ve de bunca emeğinin kaybolmaması lazım. Bu ortak kültür mirasımıza girmeli, fotoğraf makinası kolleksiyonu -ki bunu dünyada çok kişi ve üretim yapan fabrikalar da yapıyor- gibi, teknik malzeme ve düzeneklerinin gelecek kuşaklara aktarılması bir zorunluluktur. Bu geziden önce bana eskiz ve çizimlerini yaptığı defterinden tarayarak bazı sayfaların kopyalarını göndermişti. Adeta Leonarda ustanın çalışma eskizlerini seyreder gibi heyecanla seyretmiştim bu sayfaları. Çizimler görülüyordu. Bilir misiniz ki basılı kitapların içindeki, o çeşitli safhalardan geçerek baskıya verilen disipline edilmiş, düzeltilmiş çizim ve resimlerden ziyade bu eskiz sayfalarının saf görünümleri  beni daha çok etkiler. Onlarda titreyen kalem izlerinden ya da kazara oluşmuş leke veya çizgi silintilerinden, kişinin çalışırken duygularını ve takip ettiği yolu izler, düşüncelerini hissedebilirsiniz. Meselâ; bir taşçının elinden çıkmış,  bir sütun başlığının bitmiş halinden çok, yarım kalmış, ocakta terk edilmiş çalışmalar ya da muhteşem bir Korint başlığının dibindeki ustanın kişisel markası, yada harman tuğlalarındaki o el veya parmak izleri daha çok heyecanlandırır beni. O ustalar o işaretlere göre hesap tutar haftalık veya aylık alır, hayatını devam ettirir belki mal takası yapar. Siz de katılır mısınız bilmem ama bu işaretler daha insancıl ve daha yakın gelir bana. Makina üretimlerinde asla rastlayamayacağınız şeylerdir bunlar. Çöldeki Sfenksin burnunun tamam olmasındansa bugünkü hali daha hoşuma gider. Aynı şey mi? Olmadı değil mi?

“Keşke imkânım olsa da senin şu üç boyutlu fotoğraflarını görebilseydim.” dedim. Aslında bir ara bana ve gruba bir kaç tanesini gönderdiğini hatırlıyorum. Ama internetten gelen resimlerin diğer resimlerden farkı yoktu.

“Gösterebilirim.” Gece saat bir buçuk. Onda bir fototelefon var, ekranı üç boyutlu görüntü veriyormuş. “O yanımda .” dedi. Ve koridorda, odasının kapı ağzında telefonunu  getirdi ve çektiği üç boyutlu fotoğrafları gösterdi, gözlerime inanamadım. Müthiş makro çalışmalar, böcekleri ellerinizle tutacak kadar yanınızda hissediyorsunuz, renkler acımazsızca, doğa ananın üstün işçiliğine bir kez daha hayranlık duydum. Saygı duydum doğanın bu isimsiz çocuklarına, kın kanatlılara, eklem bacaklılara vs. Bence Oktay’ın bu işleri sonradan öksüz ve sahipsiz kalmamalı. Kendisine de söyledim.

Koridordaki konuşmalarımız usul usul da olsa yankılanıyordu, artık devam edemedik, bıraktık bu zamansız kapı aralığı toplantısını. Ama gelecek için bu konuyu düşünecektir sanıyorum.

Sadık Ankara



[1] Kemalettin beyin “Şark Demiryoları adına yaptığı 4 istasyon projesi; Sofya, Filibe, Karaağaç ve Selanik Garları.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder