EDİRNE VE İĞNADA GEZİMİZİN
HİKÂYESİDİR
II
Güzel bir otobüs
kiralamış Yurdaer. İstanbul’dan katılacak arkadaşlarımızı da toplaya, toplaya
Edirne’ye doğru yola çıkacağız. Ama o kadar kolay değil. Otobüse en son ben
yetiştim, elimde fotoğraf makinam koşarak, derken oturdum yerime ama yürümez.
Dedim içimden “Yol selameti bekler şoför”
“Ava da pek güzel be. Güneş var ama yakmaz. Arkadeşler,
kardeşler, kızanlar, kızancıklar adi eyi yolculuklar cümleten, Adi şoför bey,
Istanbul’u koklaya koklaya gidelim artıkın.”
“Hoop” dediler, Biri misafirhanede hırkasını unutmuş, onu almaya koşmuşmuş.
Haydar Paşa’da O
misafirhanede Ankara’dan gelen aileler bir gece kaldık, bir de sabah kahvaltı
yaptık, herşey güzeldi akşam benusen de rüyaya benzedi zaten. “Bir daha yolumuz
düşerse burda kalalım” diye aklımdan geçirdim doğrusu. İstanbul’un güzelliğini
karşıdan seyrediyorsun. İstanbul’u kuranlar burada Kadıköyü kuranlara,
Kalkhedonlar’a “Kör olmalısınız bu tarafı bırakıp oraya oturmuşsunuz..”
derlermişler ya, aslında ben Kadıköy ve Üsküdar’I seyretmek yerine İstanbul
Saray burnunu ve tarihi yarım adayı
güneş batarken seyretmeyi tercih ederim, Körler kimmiş dersiniz?
Tekerlekler döndü. Ankara’dan gelen bizlerin dışında,
Bursa’dan Turgut ve Eser ile İzmir’den İhsan
İstanbul’dan Erdal, Bülent, Yurdaer ve eşleri var. Yurdaer Reis “Oktay,
Saim ve Semih ile Ercüment kendi arabalarıyla gelecekler, diğerlerini yoldan
alacağız” dedi. İlk Durak Kadıköy meydandaki Haldun Taner Sahnesi, oradan
sosyetemizin foto montajcısı Şakir ve eşini aldık. İyi ki geldin Şakir,
gelmeseydin ben kimin resimlerini çekecektim.
Köprü yoluna çıkmadan
önce mahalle arasında, evet resmen mahalle içinde, Natilus adında bir Veriş
Alış Merkezi (Almadan zırnık vermezler onun için doğrusu AVM değil VAM
olmalıdır.) var, oraya uğradık. Attar ailesini alacağız, nerde oturuyorlarsa buraya
kadar taksi, maksi gelmişler, ama Fayez’e otobüsümüzü bulduramıyoruz bir türlü.
Fayez Arap olup bizim sınıfın Arabistan temsilcisidir, kendi memleketinden
ziyade Türkiye’yi tanır, eniştemiz olur. Onun için Araplar “Fayyez the Turk”
derler.
Otobüsü ana yola çıkmadan
önce VAM nin arkasında durdurduk. Gözlerimiz bunları arıyor. Durduğumuz yer
ışıklı bir kavşak, biz lambanın altında duruyoruz, yanımızda lastikçi
dükkanları var, kaldırıma çekilmiş birkaç araba var, vs. Arkamıza kazara
girenler korna çalıp yürümemizi istiyorlar şoför de otobüsün kıçını biraz
yerinden kaldırıyor, sonra yine duruyoruz.
Işık kırmızı, sarı, yeşil
sırayla yanıp sönüp duruyor, ve biz tam manasıyle “Off-side” dayız. Ankara’dan
göçme, İstanbullu Bülent Önen telefon açtı Fayez’e. “Bir dakika beyler ben
hallederim.” Deyip, cep telefonundan yol göstermeye başladı. “Şimdi doğuya dön,
Karaca Ahmet’e doğru yürüyün, arka
Otoparka çıkın, Kuzey Doğuya bakın yolda Otobüsü göreceksiniz oğlum. Ne demek
Doğu neresi? Güneşin doğduğu yer. Yüzünü Kuzeye verince sağınız Doğu solunuz
Batı olur.” Gülmekten kırılıyoruz bu arada. “Oğlum Karaca Ahmet neresi bilmiyor
musun? Ölünce öğrenirsin.”
Bizim itirazlarımıza
rağmen, Bülent bir hızla otobüsten indi koşarak VAM ye doğru gitti. Sonunda
Attar ailesini gördük, zavallılar ellerinde çantaları ıkıldıya sıkıldıya yavaş
yavaş geldiler alkışlar arasında otobüsümüze dahil oldular. Her ikiside alı al,
moru mor durumdalar. Otobüsün arkasına doğru yürüdüler. Otobüs de bilmem
kaçıncı yeşil ışıktan sonra tekrar yürümeye başladı.
İstanbul’da âdet böyle
herhalde. Mahalle arasına VAM, trafik ışığı altına otobüs park edebiliyorsunuz. Ama biz henüz Anadolu yakasındayız, Avrupalılığımız öbür
yakada başlayacak. Otobüse Fayez’in bindiği belli oldu, Hüseyin, Bülent ve
Fayez, arka taraftan kahkahalar yükselmeye başladı, ben de severim bu geyik
veya yumurtanın kulpu hikâyelerini… Baktım herkes yıllık dedikodulara başlamış
ki, otobüs sınıfa dönmüş. Bir senedir görmedikleri arkadaşlarıyla dedikodu
yapmaya başlamışlar, evlatlardan, ve torunlardan ha bir de hastalıklardan…
Birinci Boğaziçi Köprüsünü trafiğe yakalanmadan yavaş ve kararlı bir şekilde geçmeye başladık. Ben her geçişimde heyecan duyarım. Harika bir duygudur bu, denizin 70 metre üzerinde, altta koca bir boşluk, sadece rüzgar var, hırçın esen. Üstte yanınızda metal kablolar ana kablodan sarkarlar yola doğru. Binlerce cıvata. Sıkıca sarılmışlar gövdeye, öylece yıllardır geleni geçeni seyrederler, şimdi bizi seyrettikleri gibi. Onlar da şimdi seyretmekte olduğumuz manzaranın birer parçasıdırlar. Sağ yanınızda Beylerbeyi Sarayı, solumuzda bahçe içindeki köşklerin çatıları görünüyor, Can ve Nuran ön sıradalar ”Bak“ diyor bize “Şu koruda bir köşkümüz var, Mesa olarak.” Harika bir yer. Can hocam aslında ömrünün yarısını burada geçirmeye başladı son yıllarda. Burada ismi lazım değil bir ada var orda da bir şeyler yapmaktalar. O sırada otobüs yalıların, sarayın üzerinden uçar gibi geçiyor, adeta çağlar öncesinden gelip, Ortaköy camiinin üzerinden süzülüp, bizim Manhattan'a doğru bugüne geçiş yapmaktayız.
“Asya’dan Avrupa’ya diye
abartmaya gerek yok, her iki yaka da bizim İstanbul aslında. Onu turistlere
söylersiniz siz, bize değil”
Altımızda sular, nehir
gibi pırıltılar arasında akmakta. Güneş ufka doğru yattığında, renkler pembeye
dönerken deniz daha iyi pırıldar ve daha hoş resim verir, bir de akşam üstü
ışıklar yanarken.
Ahmet, Topkapı Sarayı puslar içinde uzanıyor görürsünüz. Bu köprü yapılmadan önce kim görmüş olabilir boğazın bu açıdan manzarasını, Kaba kuş kanatlarıyla uçan Hezarifen Ahmet Çelebi mi?
Sizce gerçekten yaşamış
mı bu adem oğlu? Evliya Çelebi’nin demesine göre “İptida Okmeydan’ın minberi
üzere, rüzgar şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz
ederek talim etmiştir. Badehu Sultan Murad Han Sarayburnu’nda Sinan Paşa
Köşkü’nden temaşa ederken, Galata Kulesi’nin taa zirve-i belasından lodos
rüzgarı ile uçarak, Üsküdar’da Doğancılar meydanına inmiştir. Sonra Murad Han,
kendisine bir kese altın ihsan ederek: “Bu adam pek havf edilecek (korkulacak)
bir ademdir. Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bekası caiz
değil, ” diye Gazir’e (Cezayir) nefyeylemiştir (sürmüştür). Orada merhum oldu.” der bizim Evliya... “Bugün hemen hemen herkes, hemen
her gün Hezarfen’nin gördüğünü görebilir,
bu köprüden geçerken.” derken bu seyir de bitti, karşıdayız artık, Rumeli
yakasında.
“Vay ülen vay, Breh breh breh, maşallah deyin
be kızancıklar.”
Karşı yaka yine sağlı sollu yapılarla yolu kuşatmış durumda, Anadolu tarafında da olduğu gibi. Yolda trafik hızlandı gibi, ama yol ayrımları var. Şerit değiştirenler, duranlar kalkanlar, ana yol üstünde duraklar var, trafik akamıyor, duraklıyor,
aynı damar tıkanıklığında
olduğu gibi sonra yine devam. Fakat bu sabah iyiyiz, araba sürüsü düzgün
akıyor, mavi bir gök yüzü ve o maviye çakılı bir güneş var, pırıl pırıl ama
yakıcı değil.
Sahrayı Cedid’ten, (Orası
olmayabilir ama ben söylemesini seviyorum, Sahrayı Cedid) Zincirli kuyudan,
Ayşegül, Kızkardeşi Jale, Füsun, Deniz ve Yıldız ile İrfan arkadaşlarımızı
topladık. Biraz sonra hızımız bir hayli arttı ve Bahçe Şehir civarından da Rasih’leri
alıyoruz otobüse ve İstanbul’dan binecekler tamamlanmış oluyor. Oktay,
Ercüment, Semih ve Saim arabalarıyla Oraya geleceklermiş. Artık gidiyoruz
rüzgar misali E 80 üzerinde. Dün Ankara’dan trenle gelenler; Bodrum’dan Cansev,
Çiğdem, ABD’den Fahriye, Sporcu maskotumuz Hüseyin ise Mersin’den bir, iki gün
önce gelmiş Ankara’ya, şimdi bizimle beraber, arkadaşda hiç bir değişiklik yok,
göbek eski göbek ama iddiasına göre 7 kilo azalmış vs, Leyla ve kocası ile
Betül ve ben varız birarada. Cavit ve karısı da trendeydiler ama başka
vagondalarmış yerleri. Ancak Pendik’te düm bizi bir minübüs karşılamış ve
hepimizi misafirhaneye getirmişti. Bugün sabahtan Misafirhanenin önü bizi üç gün boyunca
gezdirecek otobüsün ilk kalkış noktası idi, daha sonraları Edirne’ye
gelecekleri çeşitli noktalardan toplayarak E 80 yoluna çıkabildik, saatimiz
oldu 11…
Uzun yola çıkınca bizim
şamatamız da azaldı, yanlarında gazete getirenler gazeteye gömüldüler. Ortak
konumuz; Türkiye’de neler oluyor? Herkes ekonomik gidişten, sosyal hayattdaki
faullerden dertli anlatıyorlar. Bazılarımız da dönüş uçaklarını kaçırabilme
olasılığından dertliler, geri dönüşü erken yapalım derler vs. Başkan da “Bunu
diğerlerine danışalım” der. Hüseyin’nin sesi geliyor arkalardan, sızamamış
daha.
Trende gelirken Hüseyin anlatıyordu:
“Bu gelişimde
Okula gittim, Spor Müdürlüğüne uğradım, ne var, ne yok, arkamızdan gelen sporcu
yiğitler var mı vs diye. Baktım orada kupalardan küçük bir spor müzesi
kurmuşlar. Kupalar dizili. Baktım 2000 den eski kupa yok. Müdüre çıktım, müdür
de bir küçük çocuk. Benim kazandığım ve şerefimle okuluma bıraktığım
kupalarımın akibetini sordum. Adam şaşırdı. “Hüseyin bey, Ben buraya tayin
edildiğimden beri hepsi bunlar. Onbeş senedir başka bir kupa görmedim.” dedi.
Tabii Hüseyin 40 yıl öncesini soruyor. O zamanlarda Müdür doğmamış bile.
Kupalarımı çaldırdınız mı? Ben kupalarımı görmek istiyorum. O ….. götürdü değil
mi? “Kim?” Çocuk Onu bile tanımıyor. Olan şu; benim ve 2000 den önceki hiçbir
kupa yok. Kayıp.” Hüseyin, bunu heyecanla anlatıyor, yemin ediyor ama espri de
olabilir. Doğruysa böyle rezalet de olmaz yani, 2000 de sanki yeni bir çağ
başlamış gibi, bu dönemden önce bizler yoktuk dermiş gibi. Bu işi Rektörlüğe
aktarmak lazım. Bu okul 65 yıllık kuruluş, başarılı bir mazisi var, bunlarla
ilgili ne gibi Kupa, Madalya veya Berat varsa özenle saklanmalı Okulun
müzesinde, bizde arada bir torun, torba gelip kıvançla göstermeliyiz, Genç
Üniversitemizin başarılarından ötürü övünmeliyiz.
“Bu üstümdeki ODTÜ Armalı
tişört var ya, Müdürün özür hediyesi, daha dört tane daha var, değişik
renklerde” diye trendekilere gösterdi ve birini Cansen’e Edirne’de giymek
kaydıyla verdi.
Otobüsün sarsılmasıyla
Hüseyin’in feryadı beni kendime getirdi. En arka sırada oturduğu için böyle
tümseklerde kafası tavana çarpar. Seyahat kolu başkanımız öne geçmiş ortaya
yere oturmuş araç komutanı olmuş. Kaptan ve tayfasına yapılacaklarla ilgili
bilgi vermeye gayret ediyor. Şoför Ordu’lu ama Trabzon göçmeni, muavini
Maçka’lı Abdullah. Takım böyle olunca her şey olabilir bu seyahatte. Maçkalı
uzun boylu yakışıklı sayılır çok genç biri. Yeni evliymiş, bir süredir de
ailesini görmemiş, adamın aklı oralarda olmalı. Yüzünde bir kısa çember sakal,
durgun sürmeli gözler, ne güler gibi ne hüzünlü, donuk bakışlı. Kriminal bir
tip gibi. Ama Maçka’lı seyahat boyunca olabildiğince nazik davranmaya çalıştı.
Gene de muavinlikten fazlaca anlamadığı, hele kabin içi hizmetlerden bîhaber
olduğu ortaya çıktı.
Ne diye gençler bu İŞİD
sakalını bırakırlar, anlamam.
Şoförümüz de Abdullah gibi lacivert pantolon ve koyu kırmızı kravatla bembeyaz gömlek giymiş sinekkaydı bir sakal tıraşı, gözünde koyu renkli Ray Ban gözlüklerle son derece fiyakalı. Hareketleri de ölçülü ve konuşmaları da öyle, sonunda da efendim eksik değil. Bu iki amca oğulları bazen böyle iş çıkınca beraber giderlermiş bu tür seyahatlere. Bir konuşma arsında öğrendim aslında bunların akraba olduğunu. “Ben Ordu doğumluyum ama aslım Trabzonludur. Amcalar aralarında tepişmişler, babam bırakıp Orduya gelmiş. Ne olduğunu da anlatmadı bana. Sebebini bilmiyorum.”
“Bekli de bir fındık
kabukluk bişi. Bizim orda oyledir.” dedi Abdullah gülümseyerek. İşte şimdi iyice
çuvalladık. “Otobüste iki laz var, hem
de akrabadır be. Şimdi bir şey olurdur, karanti.” diye alçak sesle söylendim.
“Adi ayırlısı.” Abdullah’ın amcaoğlu son
derece ustaca kullanıyor otobüsü. Edirne’de tek yön bir sokağa ısrarla
sokulduktan sonra, koca otobüsü park etmiş araçların arasından, geri geri yüz
metre kadar gidişine şahit olduk. Daracık köy yollarında manevra yapıp geri
döndüğünü de gördük.
”U zaman verdim notunu unun.”
Bizim otobüs sakin sakin otoyolda giderken biraz sonra
yemyeşil köy yollarına saptık. Ağzımız açık çevreyi seyrediyoruz. İnanılmaz bir
orman örtüsü yolun etrafını sardı, yeşile bulandık adetâ. Otobüsün içi de
yeşillendi, aynı hızla gidiyorduk ki, arkadan Hüseyin’in narası geldi “nereye
geldik, nereye gidiyoruz” diye. Ellerinde telefonları olanlara göre Edirne
yolundan ayrılmışız. Kısa yoldan yola devam ettiğini ilân etti Yurdaer hocam.
Aradan bir yarım saat daha geçti, otobüs ahalisi kaybolduklarına hükmettiler.
O sırada ormanın içinde adeta çölde vaha gibi bir köye vardık, durakladı bizim kuzenler, yol soracaklar. Ben de o sırada böyle bir köycük görmediğimin farkına vardım. Köyün içinde taşlık yolları var düzgün, temiz ve bir sokağın köşe başına Atamızın ayakta bir heykelini diktirmişler kaldırıma. Kendi paralarıyla yaptırdıklarına iddiaya girerim. Ama bu kadar insanî, böyle samimi bir heykel görmedim, insan boyunda ve hemen kaldırımda, hayatın içinde... Başka köylere Onun büstünü devlet eliyle diker, onun da kıymetini bilmezler, bir sene sonra kırılır gider. Ama burası farklı. Köşede konuşanlar vardı onlarıın resimlerini de çektim Orta ve Doğu Anadolu ahalisine hiç benzemiyordu bunlar. Şu heykelin zerafetine bakar mısınız? Günlük yürüyüşüne çıkmış gibi Atamız. Arka fonda siyah bir mermer var ki, benim baktığım açıdan bakınca ayna görevi görüyor, yoldaki kamyonun kasasını görüyorsunuz.
Biraz sonra tekrar teker
dönmeye başladı. Yarım saatten az bir zamanda uydudan öğrendiğimiz bir yere
Vize’ye vardık, bucak veya kasaba. Sonradan öğrendim, Tarihi Kentler birliği
üyesi aynı zamanda CittaSlow bir ilçe. Herkes bir arada hoplayıp, patır, patır
döküldü manavın önünde otobüsten. Adamın kiraz ve çileklerini tükettikten ve
Vize Tarım ilaçlama Müdürlüğünün tuvaletine girdikten sonra Edirne’ye doğru
yola çıktık. Bu mola da ben de kendime geldim, devam. Bizim şoför bu arada
mesajını tekrar okumuş, önce Edirne sonra İğne adaya gidileceği bilgisi varmış
mesajda. Adam bu sefer iyice utandı ve battı. Özür dilediği söylendi, doğrudur
efendi bir insan.
y |
Resim 23 Namık
Bey |
İnanmasıı güç gelebilir ama burası son derece sakin, başka bir “Cittaslow”.“Yavaş Şehir”, gürültü
neredeyse sıfır. En büyük gürültüyü biz yapıyoruz. Yemekten sonra gevşemeden
sıkı adımlarla eski şehri çeviren surlardan arta kalan Kuleye gittik. Makedonya kulesi.. Mehmet bey
konusuna hakim gayet sakin bir şekilde tarihçesini anlatıyor, Roma
İmparatorlarından Hadriyan tarafından yaptırıldığını (bu Hadrian Romalıların R
İmparatoru, heryerde rastlarsınız) daha sonra çeşitli devirlerde, çeşitli işler
için ve en son Saat kulesi ve Yangın
gözetleme olarak da işlev gördüğünü söyledi. Son kararla boşaltılan bu kule ve
çevredeki istilacı yapıların açılmasıyla da şehrin Antik surlarının temellerine
ulaştıklarını gösterdi.
seslendirilirken, bir grup insan, Mimar ve Şehir Plancısı Meclisi ikna etmeyi başararak bu gün geçerli plan kararlarını alarak, kayıpları olmasına rağmen yine de şimdi gezdiğimiz sokak ve alanları koruyabilmişler. Gezerken halen bazı evlerin, BA iskelet üzerine giydirme cephe gibi dekoratif anlayışla değil, gerçek tekniklerine uygun, restore edildiklerini gördük.
Bu işte beni şaşırtan şey, ülkemizin diğer bir Kentinde Şehir
ölçeğinde koruma kavramı uygulanmaya çalışılırken ve 1983 yılında ödüllerle
takdir edilirken, buradaki Bölge Kurulunun bu koruma kararlarından bîhaber gibi,
Edirne Belediyesinde “Eski şehri yıkalım, yeniden yapalım” seslerine karşı
Antalya’yı örnek göstererek kararlı bir davranışta bulunmamış olmasıdır.
“Kuruluşundan beri
Avrupa Konseyi Tarihi Anıtlar ve Sitler Komitesi içinde kurucu üye olarak yer
alan Türkiye’nin 1970 lerden itibaren Tarihi Çevrenin Geleceği Kaygusuna (Cevat
Erder hocamın bu konuda bir kitabı vardır. Kulakları çınlasın) kapılan Avrupa
ile beraber hareket ederken, Kültür Bakanları Nermin Neftçi, Tâlat Sait Halman
gibi nadide kimselerin bu hareketleri hararetle savunurken, ne olmuştu da 1983
yıllarına gelindiğinde istanbul’un hinderlandı olan bir ilde çevrenin yeniden
düzenlenmesi faslı içinde tarihi alanları yok etme düşünceleri filizlenmişti?”
Buna İğneadanın son gecesinde Namık ve Mehmet beylerle
sohbetimizde konuştuk. Rüzgarlı bir gece yarısı, eve gitmek isteyen kahveciye
kahve ısmarlayarak, sahilde ailecek otururken, “tabii herşey gelip siyasi
istikrara dayanıyor” diye sonuçlandırmıştık aklımızca.
O sırada Kahveci geldi; “Abi ben gidiyorum, siz oturmaya
devam edin isterseniz, kalkarken sandalyeleri toparlayıp şuraya koyarsınız,
uçmasın bu rüzgârda, ama ışıkları söndüreceğim.” deyince ayıldık. Kalktık.
Keşke yolumuz bir kaç yıl sonra bir daha buraya düşse de buralarda neler
olduğunu görebilsek…Edirne’yi blmem ama İğneada iğne adalıların değil
sermayenin olacak.
Rüzgâr aynı hızla eserken , dalgalar sahilde daha coşkun
çarpıyordu. Yürüdük, uğultular içinde otele döndük idi.
Edirne’deki ilk günde epey bir yol yaptık, Öğleden sonra İlk
olarak kuleden başlayıp, eski kale içindeki yapıları sokak sokak dolaşarak
gördük.
“Yaş altmış beş yolun yarısı eder,
Yüz yirmiye az kaldı, sıkı durun çocuklar,
Cahit’te Dante’de bizden talihsiz.”
Kafamda bu sözler, kapıp koyverdim bu eski sokaklarda
kendimi. Elimde de Fotoğraf makinam. Etkilendiğim bir ev de İlhan Koman’ın baba
eviydi. Meşhur heykeltraşımızın baba evinde heykeli var mı bilmiyorum ama
Ankara Seymenler parkındaki heykelinin birdenbire kayboluvermiş olması ilginç,
şimdi gördüm haberi. Orijinali seramik ama Parktaki bronzdan dökülmüş ve
büyütülmüş. Çok ağır bir şey olmalı. ABB den habersiz kaldırılması mümkün değil.
İstanbul İsrail
Konsolosluğu önündeki Akdeniz heykeli de 18 Temmuz 2014 de İsrail’I
protesto eden bir grup insan tarafından tahrip edilmişti. kusurumuza
bakmayınız. İlahi, İlhan usta… Bu senin tahrip olan ilk heykelin değil ki.
Akşam üstü Otobüse binip Karaağaç semtimize hareket ettik.
Tunca’nın kenarına vardığımızda köprülerden önce Dar-ül Hadis Camii karşıladı
bizi. II. Murat zamanında yaptırılmış bir camii ve ona bitişik II Murat’ın
oğullarıyla III. Mustafa ve III Ahmet’in çocuklarının türbelerinin var olduğu
bir erken Osmanlı yapısı. II Murat’ın zamanında ölen oğullarını buraya
gömdürmesi makûl da, o zaman Edirne başkent ama III Mustafa ve III Ahmet’in
çocuklarının İstanbul’da değil de burada gömülü olması nasıl bir durumdur?
Mehmet hocanın ifadesine göre, yanlış anlamadıysam, Fettullah Gülen hoca bu camiide hocalık
yapmış bir süre.
Mehmet hocanın söylediği bir başka söz üzerine Karaağaç’a ve gittiğimiz tren istasyonuna bir başka gözle bakmaya başladım. “Lozan’da zaten bizim olup geri verilen, Trakya hariç aldığımız yegane toprak parçası Karaağaç’tır.
O da Yunan askeri geri çekilirken Anadolu’da yaptıkları
tahrip ve mezalimin karşılığı olarak verilmişti.”
Bu söz üzerinde biraz düşünülmeli, Karaağaç bize veriliyor,
Anadolu’da yaktıkları evlerin, süngüledikleri ineklerin, öldürdükleri
bebelerin, nenelerin ve annelerin kanı karşılığında, Allahım, ne değerli bir
toprak. O topraklarda yetişen marulun, salatalığın, çileğin içinde onların
hakları var, kaderin cilvesine bakınız. Tarih bildiğimiz gibi basit
değil…Kurtlar sofrasında yer kapmaca ama yere düşerseniz yemeğe gelmişken,
yemek olur, aş olursunuz.
Mimar Kemalettin’in “Şark Demiryolları” adına yaptığı dört[1] projeden biridir. İnşaatı
1914 yılında genel olarak bitirilmişken, o yıl başlayan Dünya şavaşı nedeniyle
bu bina hizmete giremez. Savaş sonunda bu sefer Osmanlı Devleti sınırları
dışında kalır. Mondros ateşkesi ertesinde, Trakya’da Yunan işgali başlar, bu
durum 24 Temmuz 1923 Lozan anlaşmasına kadar devam eder. Buna göre 14 Eylül
1923 de bize teslim edilir. O zamana kadar kapalı kalır istasyon. Lozan’dan
sonraki durum komik, İstanbul’dan Edirne’ye demir yoluyla gelebilmek için
Yunanistan’a çıkış yapıp tekrar Türkiye’ye giriş yapıldığından, (neden beklendi anlayamadım) 1971 yılında
demiryolu güzergâhı yapılan yeni hatla değiştirilir, yeni istasyon Edirne’nin
içine yapılır ve Mimar Kemalettin’in istasyonu yanlızlığa terk edilir. 1977 de
bu bina Edirne Mühendislik ve Mimarlık Akademisine verilene kadar yanlız kalır,
rayları sökülür, araç gereçleri taşınır ve yapı anılarıyla, sessizce yaşamaya
mahkum edilir. Bugün Yunan hududu olan Meriç Nehrinin batısındaki kalan tek
Türk toprağı, bu istasyon ve Karaağaç ilçesidir.
Baba tarafım, Selanik
göçmenidir, Türkiye’ye gelirken kucakta geldiğini söylerdi babam iki veya üç
yaşında, olayları büyüklerden dinlediklerinden zaman zaman naklederdi gözleri
nemli. Mübadeleyle geldiklerinde Dedemin başka köylere gelin giden kız kardeşlerinin
farklı zamanda Türkiye içinde farklı yerlerde iskân edildiğinden nasıl
birbirlerini kaybettiklerini seneler sonra babacığım Hv. Astsubay olarak
İzmir’e tayin olduğunda halasını ve onların çocuklarını yolda nasıl bulduğunu
kısadan anlatırdı. Bir imparatorluğun
çöküşü ile bir Cumhuriyetin kuruluşu arasında geçen, adeta devasa dişlilerin
arasında ezilen hayatların, bugün sadece birer rakkamken aslında onların da bir
zamanlar yaşayan umut dolu insancıklar olduğunu hatırlar mıyız? Yoksa kader
der, geçer miyiz?
Buraya, Karaağaç istasyonuna, bence
saygıyla ve duygu yüklü gelmeli ve olanları bir daha hatırlamalıyız. Hepimizin
içinde bir parça Karaağaç var. Anadolu’nun uğramış olduğu mezâlimin karşılığı
olarak verilen bu topraklara ibretle bakmalıyız.
Gördüğümüz Lozan anıtı tam yerine dikilmiş, son derece anlamlı ancak form ve estetik açıdan yetersiz, olgunlaşmamış bir proje olarak görünüyor. Bir önceki sayfada İlhan Koman’nın çalınan bir eserini takdim etmiştim, hiç alışılmadık ama yeni bir estetiği ve bir tür avangard anlayışı temsil eder görünümdeydi, bence böyle bir anıta da böyle bir imza gerekirmiş. Her sanatla uğraşan bir “master” usta değildir. Rönesans çağından, o çağlarda yaşamış yüzlerce sanatkâr varken, kimleri hatırlıyoruz? Iki elin
parmaklarını geçmez. Bence sıradanlıktan kurtulması lazım böyle bir anıtın.Bu arada, son dönem mimarlık tarihinden bî haber olduğumun farkına vardım, okuldan aldığımız bilgiler yetersiz, Osmanlı mimarlığını kemer ve kubbeden ibaret, “gavurlarla sidik yarışı içinde” olan bir kaç isim dışında bildiğimiz bir şey yok. Hele son dönem, İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş dönemiyle ilgili samimi söylüyorum aklımızda bir şey yok gibi.
Akşam Meriç kıyısında
meşhur tarihi Sinan’ın yaptığı köprüyü karşıdan gören bir yerde. bir akşam
yemeği hazırlamışlar, bu sefer müzikliydi. Tabii bir süre sonra bizim Hüseyin
efe tek omuzu aşağıda tek kaşı havada, sahneye yürüdü, müziğin sesinin
yüksekliği konusunda adamla polemiye girdi. Oktay’da. Neyse fazla uzamadı.
Şantörün çaldığı parçalar eşliğinde bir kısım arkadaşlarımız kurtlarını
döktüler. O sırada 19 Mayıs fener yürüyüşüne katılan gençler Şehrin merkezinden
bu köprüye kadar meşale ve fenerlerle geldiler. Cumhuriyet demokrasi ve laiklik
üzerine sloganlarla havai fişek gösterileri yaptılar ve yürüyüş burada sona
erdi. Umut dolu gençlerimizle umut dolu gelecek hayal ettik. Harika bir
geceydi, bu havai fişek gösterisi de üstüne kaymak gibi oldu ama makinamı
getirmediğimden bir kare bile atamadım dağarcığıma. Can’ın makinasını da
maalesef acemice kullandım. Can’ın söylediğine göre dörtte üçünü çöpe atmiş,
gerisini de silmiş. Dolayısıyla ne bizimkilerin oyunları kaldı ben de, ne de Cumhuriyetin
Fener alayından bir iz.
“Bilir misin ki, bu Cumuriiyeti kuran
eep bu toprakların çocuklarıydılar, bizim kızancıklar, onurumuzu insanlıgımızı
kurtardılar, çektiler aldılar epimizi o palikaryaların elinden. Bilirsin di mi?
Unların episinin de ruuları şaad olsun. Şimdi
arkalarından konuşanlara sursana dedeleri nerdeler miş o vakıtlar? Er milletin
içinde kurdu da vardır, çürükü de. U vakıtta bunlar İngilize, Yunan’a yacılık
ederlerdi şimdi de. Koca bir İmparatorluk elli sene içinde kar gibi eridi
gitti, u vakıt bu softalar vardı gene ortada, ettikleri dualar kurtardı mı
bizi? Durdurdu mu bize yapılan mezalimi? Şu ezanlar yüzü suyu ürmetine Allah şaidimdir
ki ulmadı, ulamadı.
“Te ben o vakıtlar 5 yaşında kızanım,
bulgar tohumları geldiler bizleri köyden attılardı ne oldunu bilemeden, suuk
kış günü yayan yapıldak yoldayız, anacımın kucağında kızca kardeşim, taa
yaşında bile deyil, yolda ateşlendi. Ha dayan, Kara aca varırız derken, ertesi
günü diğer komşuların yardımıyle anamın kucandan zorla alıp, urda bir tarlanın kenarına
gümdülerdi. Bizler, agalarım, abalarım yürüdükdü undan sonra. Annem duğru
dürüst okuyamadı bile.”
“Bizde at yok araba yok, Bulgar’a
kapdırdık idi aarı da kümesi de. Bakardık bazan bizim askerler geçerlerdi,
unlar da yayan… çamura saplanırdı yanlarında getiridkleri toplar boyle koca
koca tekerleri vardı, koca koca namluları, biz çocuklara oyun çıkardı, ep birlikte
çekerlerdi, bizinkilerle beraber. İlerden koşar gelir bir atlı gomutan, u da
iner bir elinde atı bağlardı saplanan topa, bir eliyle de tırmalardı yerleri,
taa ki makûs talini yenene kadar.”
“Bilir misin ki o koca adamı en çok
üzen ne oldi? Doğduu büyüdüü Selanik’i kurtaramadı, o vakıt ona karoldu
torunum, şimdi bu Malgara varya bizim ikinci vatanımız, en son gidecem yer,
burda gömülecem unlara inat… Çok sevdiğim atımız vardı babam arabaya koşardı,
işte una çok yakınım diye akşamları yatınca Allama şükrederim, kişnemesi gelir
alâ kulama adımı süler, Ayreddin diye. Yaa..”
bant burda bitti idi, çocukluğumdaki bir teyp kaydı, böyle hatırlıyorum.
Bu saf ve inançlı insanlar nerede
şimdilerde? Hele onların torunları? Ama
Edirne. Görüyorum ki burdalar…Allah yanlarında olsun onların. Çünkü bir gölge
tarıyor bu mübarek yurdu, doğudan batıya.
Gece yarısı tekrar otobüse doluştuk
yarı uykulu, yarı sızmış. Aramızda bazıları öyle üşüdüler ki, battaniyelerle
oturdular masalarda.Benim için inanılmaz bir gece oldu, bir nevi vicdan
muhasebesi, bir duygu seli… Bu arada Şantörle ağız dalaşı, yarın ne yaparız
acaba, malûm Yurdaer’in tabiriyle Gala yemeğimiz var..
Dönüşte yatmaya yukarı çıkmadım, Lobi
de birer kahve aldık Ercüment ile beraber. Oturduk bu gün gördüklerimizden
bahsettik. Aklımda Oktay’la onun usta,
hatta bence duayen olduğu 3 boyutlu fotoğraf konusunda, yakalarsam konuşayım
düşüncesi vardı. Arka lobi de buldum onu. Üç boyutlu fotoğraf konusunda
konuşmaya daldık. Nasıl bir düzenek ile, ne şekilde çekim yapılacağı ve nasıl
görülebileceği, bu resimlerin nasıl sergileneceği konusunu anlattı. Anlattıkça
da coştu arkadaş. Aslında bu arkadaşın bu ilginç merakının ve de bunca emeğinin
kaybolmaması lazım. Bu ortak kültür mirasımıza girmeli, fotoğraf makinası
kolleksiyonu -ki bunu dünyada çok kişi ve üretim yapan fabrikalar da yapıyor-
gibi, teknik malzeme ve düzeneklerinin gelecek kuşaklara aktarılması bir
zorunluluktur. Bu geziden önce bana eskiz ve çizimlerini yaptığı defterinden
tarayarak bazı sayfaların kopyalarını göndermişti. Adeta Leonarda ustanın
çalışma eskizlerini seyreder gibi heyecanla seyretmiştim bu sayfaları. Çizimler
görülüyordu. Bilir misiniz ki basılı kitapların içindeki, o çeşitli safhalardan
geçerek baskıya verilen disipline edilmiş, düzeltilmiş çizim ve resimlerden
ziyade bu eskiz sayfalarının saf görünümleri
beni daha çok etkiler. Onlarda titreyen kalem izlerinden ya da kazara
oluşmuş leke veya çizgi silintilerinden, kişinin çalışırken duygularını ve
takip ettiği yolu izler, düşüncelerini hissedebilirsiniz. Meselâ; bir taşçının
elinden çıkmış, bir sütun başlığının
bitmiş halinden çok, yarım kalmış, ocakta terk edilmiş çalışmalar ya da
muhteşem bir Korint başlığının dibindeki ustanın kişisel markası, yada harman
tuğlalarındaki o el veya parmak izleri daha çok heyecanlandırır beni. O ustalar
o işaretlere göre hesap tutar haftalık veya aylık alır, hayatını devam ettirir
belki mal takası yapar. Siz de katılır mısınız bilmem ama bu işaretler daha
insancıl ve daha yakın gelir bana. Makina üretimlerinde asla
rastlayamayacağınız şeylerdir bunlar. Çöldeki Sfenksin burnunun tamam
olmasındansa bugünkü hali daha hoşuma gider. Aynı şey mi? Olmadı değil mi?
“Keşke imkânım olsa da senin şu üç
boyutlu fotoğraflarını görebilseydim.” dedim. Aslında bir ara bana ve gruba bir
kaç tanesini gönderdiğini hatırlıyorum. Ama internetten gelen resimlerin diğer
resimlerden farkı yoktu.
“Gösterebilirim.” Gece saat bir buçuk.
Onda bir fototelefon var, ekranı üç boyutlu görüntü veriyormuş. “O yanımda .”
dedi. Ve koridorda, odasının kapı ağzında telefonunu getirdi ve çektiği üç boyutlu fotoğrafları
gösterdi, gözlerime inanamadım. Müthiş makro çalışmalar, böcekleri ellerinizle
tutacak kadar yanınızda hissediyorsunuz, renkler acımazsızca, doğa ananın üstün
işçiliğine bir kez daha hayranlık duydum. Saygı duydum doğanın bu isimsiz
çocuklarına, kın kanatlılara, eklem bacaklılara vs. Bence Oktay’ın bu işleri
sonradan öksüz ve sahipsiz kalmamalı. Kendisine de söyledim.
Koridordaki konuşmalarımız usul usul
da olsa yankılanıyordu, artık devam edemedik, bıraktık bu zamansız kapı aralığı
toplantısını. Ama gelecek için bu konuyu düşünecektir sanıyorum.
Sadık Ankara
[1]
Kemalettin beyin “Şark Demiryoları adına yaptığı 4 istasyon projesi; Sofya,
Filibe, Karaağaç ve Selanik Garları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder