Biraz daha Fe(h)mi

 

BİRAZ DAHA FE(h)Mİ

 

            Olmadı. Yok, olamadı. Fe(h)mi’yi görebilmek mümkün olmadı bir daha. Görüşemedik gitti. Diyarbakır anılarımı yazarken birden  bütün ağırlığıyla çıktı geldi ansızın çöktü öbürlerinin üstüne. “Merhaba kardeşim” dedi bana. O her zaman müşfik ve yufka yüreğiyle. Onun kavga ettiğini hatırlıyorum, ama böyle agız burun kırarcasına insancıklara saldırdığını hatırlamıyorum Kısacası internet dünyasının yapay ortamı dışında bambaşka biriydi bizim Feho.

            Yaşam o kadar bol renkli, alacalı bir fırdöndü ki siz ona bakarken ve geçmişinizi hayal ederken yaşamadığınız  bir gerçeği mi görüyorsunuz yoksa canınızın istediğini mi anımsıyorsunuz işte orada bir keyfilik var gibi.  Belki keyfi seçicilik bu işin doğasında olabilir. Sen mesela istediğin kısımlarını hatırlarsın da ya o anının içinde yaşamış olan başkaları, ya da etraftaki figûranlar mesela bambaşka şeyleri hatırlıyor olamazlar mı? Kardeşlerime sormalı örneğin. Anılarında ne kaldı Diyarbakır’la ilgili? Ya da imkân olsaydı da anneme o mübarek kadına sorabilseydim neleri hatırlardı acaba? Anılarda kaldı Diyarbakır’lı komşular, Sofi teyze, Nuri emmi Fatmanım, Kadirler, Mahmut abiler, karşıdaki demir kapı, evimizin arkasındaki kilisenin demir çanı meselâ.

            “Ulan bütün bunları ben yaşadım mı, yoksa bunları ben mi uyduruyorum yüzüm kızarmadan sanki yaşamışım gibi?” Kendi kendime söylüyordum ki            

            “Ulan oğlum… bunca yıldan sonra kendini tutamayıp ta hepsini ayrılış gününde o yıkık virane evin o yıkık duvarında anlattığın o Garip[1] öykü gibi masal benzeri bir başkasının yazdığı herhangi bir öyküyü mü  aktardın birader? Yani bunlar senin yaşadıkların değil mi? Yuff olsun sana, eğer başkasından  aktarıyorsan”.

            “Neden toplandı bu şüphe bulutları başıma bu sabah saatlerinde?” Dumanlar dağılsın diye kafamı iki yana sallıyorum. Dumanlar ya da bulutlar, her neyse yasak masak dinlemeden dağılmıyorlar. Daha da ileri giderek başımın içinin uzak mı uzak diyarlarına  yasak masak dinlemeden örümcek ağlarıyla sarmışlar  ki görmüyorum ve de duymuyorum, duyduğumu anlayamıyorum.

            Acaba Feho ve ailesi gerçekten    bu dünyada yaşadı mı, yoksa bu adam benim hasta aklımın uydurduğu bir öykü mü? Yaşadılarsa yaşadıkları yer gerçekten Diyarbakır mıydı yoksa başka bir yer mi?

            Ya da en baştan başlayayım. Babam şark hizmeti için Diyarbakır’a hiç mi hiç gitmemiş olabilir miydi? Tabii o gitmeyince bizim aile de gitmemiş olurdu, değil mi? Ancak bu düşünce beni çok incitti doğrusu. Masalımsı şehrin efsanevi beden duvarlarına hiç dokunmamış, küce[2] ve sûk[3]larında hiç yürümemiş olabilir miydim?  Bu benim için onur kırıcı olurdu. Buraya nasıl geldiğimizi, nasıl kiralık ev tuttuğumuzu, mahlenin bize nasıl kucak açtığıni ayrıntılarıyla anlatmıştım, öyle değil mi? 

            İşte böylece başlamıştı. Yine ben anlatmıştım gemici Sinbat’ın teknelerini, değil mi? Akşam geceye dönünce, onların lacivert gök yüzüne çakılı, nokta nokta parıldayan kristallerin altında şafağa dek süren seferlerini, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte sahile daha doğrusu kara bazalt taştan yapılmış evlerin damlarına yanaştıklarını ve yelkenleri indirip tekneleri loğ taşına bağladıklarını anlatmıştım. Öyle değil? Fatih Paşa Mahlemizin dapdaracık sokaklarının yaz günleri o yakıcı sıcağında, ordan burdan bulup buluşturup  gölgeler yaratıp insancıkları ve özellikle biz çocukları bayılmaktan kurtarıp zaman zaman enselerimize hafiften hafife de yel üflediğini unutmamış ve de söylemiştim, değil mi?

            “Doğrudur”

 

            Mahalledeki çocukları anlatırken bizim sokağın başında oturan bakırcıların Bestami, Beşir ve Şehmuz’dan bahsetmiş olmalıyım, ama senin yerin bi ayrıydı be Fe(h)mi. Şimdi diğerlerini önce bahsettiğimi bahane edip kırılmaz ya da başıma kakmazsın değil mi?

            “Bah hele. Ba’a sıfat[4]ın eymezsen de mi he mi babo?

 

***

            Annesinin ölümünden sonra Fe(h)miler’de yaşanan depremin yarattığı kırılma onun ince ve saf ruhunu o kadar etkilemiş ki o üzüntü hayatının sonuna kadar devam etmiş olmalı, diye düşünürüm. Acı haber Ruhban okuluna ulaşınca annesinin yüzünü son bir defa daha görememiş olmasından ziyade onun ölümüne kendisinin sebep olduğunu düşünmesi Fe(h)mi’yi  hayatının sonuna kadar üzmüş. Bana böyle itiraf etmişti son gördüğümde. Öyle ya çocuklarına ve yuvasına son derece düşkün ananın kocasından sonra çocuklarından da birinin yuvayı terk ediyor olmasını kendi başarısızlığı sayması az rastkanan bir hal  olmamalıydı. En azından Fe(h)mi  böyle düşünüyordu. Kaba bir kalıp içinde yufka bir yürek kısaca.

            Babanın ortalarda olmadığı o hazin günlerde babasının arkadaşlarını bulmak ve babasına ulaşmak veya  bir haber ulaştırmak için Balıkçılarbaşı’ndaki amele kahvelerinde gün aşırı giderek  aramış. Ama adamın iş arkadaşlarından kimseye de rastlayamamış, çalıştığı yeri bir tek anneleri bilirmiş ama artık Sofi ana da yok, baba bir meçhulde. Fe(h)mi kendinin ve babasının uzay boşluğunda  kaybolduklarını ve bir daha buluşup buluşamayacaklarını düşünmeye başlamış. O zaman bizim oradan taşınmış olmamamıza da iyice içerlemiş. “Bizim sizden başka hiç kimsemiz yoktu” diyordu sık sık. Hani sokağa terk edilen ev kedisi gibi, ne olduğunu anlayamamış, ürkek, geleceğin ne olacağını  bilemeyen bir zavallı gibi hissetmiş kendini. Kardeşiyle beraber kilisenin misafir odasında kalıyorlarmış ama İstanbul’dan gelirken okulun verdiği harçlık ta suyunu çekmiş, gerçi kilisenin bakmakta olduğu dul ve acizlerin yemeğinden veriyorlarmış ama yoksulların yemeğine  ortak olmak Fe(h)mi’nin içini acıtmaktaymış. Bu ölümle birlikte kardeşinin sorumluluğunu omuzlarında hissederken kendini daha bir büyümüş ve kendi kendine yeten adam olmuş hissediyordu.

            İstanbul’dan geleli  üç dört gün geçmişti. Fe(h)mi Taşer’i yalnız bırakarak İstanbul’a dönemeyeceğine karar vermiş. O bunu düşünürken  Peder  bu arada  İstanbul ile konuşmuş Taşer’in yetimhaneye kabulü için idareyle görüşmüş.   Tam o günlerde babası elinde bir tahta bavul, çıka gelmiş eve. Midyat yakınında bir taş köprü onarımındaymış. Ortağıyla beraber götürü aldıkları taş yonu işlerinde geç kalırlarsa Karayolundan bir daha iş almaları hayal olurdu diyormuş. Karabasanlar artınca ortağına durumunu kısaca anlatmış.

            “Bu gece bir başka kâbus görmüşem Aram. Zebaniler bizim eve kapudan pacadan giriyler. Zati essahtan kapu yoh paca yohhh ya. Vallah bizim orda işler karıştı dellendim gardaş.  Zaar işler  garışmıştır bah hele. Acele gitmem  gerek Aram müsade bike, ya eve bi şeyler oldi ya bizim çocuhlara.” diye arkadaşına yalvararak  zar zor ikna etmiş. O zamanlar araç maraç yok, yayan yapıldak yola çıkmış. O günü yolda geçirmiş, ertesi gün bir kamyonun sayesinde akşamüstü Diyarbakır’a, evine gelmiş, kimseyi bulamayınca, telaşla kiliseye gitmiş, avluda Baba ve çocukları karşılaşmışlar. Çocuklar şaşkın babalarını birkaç aydır görmediklerinden -uyurlarken gelir uyurlarken gidermiş- ilk bakışta tanıyamamışlar bile. Bütün cemaatin tek temsilcisi olan kilisenin eski Rahibi, civardaki tüm inşaat ustalarını ve taşçıları tanır, bütün cemaatin sırlarını da bilirmiş, kilisenin mütevazi yardım kasasına bağışlarını, ihtiyacı olanları ve aile sırlarını vs.  takip edermiş ama yaşlı rahip biz Diyarbakır’da iken vefat ettiğinden yerine genç bir rahip seçilmişti.

            Geçen yılların ağır yükü adamı değirmen taşı gibi ezmiş un ufak etmişmiş, cebinde bir tabaka tütün, elinde bir tahta bavul  adeta koşarak nefes nefese kilisenin önüne gelip  avlunun eski demir kapısını aralayıp da başını uzatınca, çocuklar ve yeni genç rahip için zaman bir an donmuş kalmış. Babasıyla çocuklar  nefessiz bir sevgi yumağı oluşturmuşlardı bir anda. Vanuş dayı ya da Vanuş usta, kilisenin avlusunda akşamın şavk[5]ında sarılıp çocuklarına, gözleri yaşla dolu uzun bir süre o şekilde ayakta sallanmışlar. Bir süre sonra Vanuş evinin kadınını hatırlar, kollarını gevşetir ve birbirlerine sarılı halde hep birlikte uzun uzun, kısık sesle ağlarlar.  Zaman durduğundan ne kadar süre böyle ağladıklarını kimse bilemez.

            Papaz efendi onları evine davet eder, burunlarını çeke, çeke minderlere çökerler. Taşer küçükken babasının tütün kokan  çeketinin içine girip saklanırmış. Küçükken yaptığı gibi adamın bağdaş kurup oturduğu dizine oturmuş ufaklık. Oradan bütün dünyaya daha bir cesur daha bir güven içinde bakarmış meğer. Şimdi de aynı hareketleri yapıyordu.  Babası başını okşamaya başlayınca, çocuk içini çekerek ağlamaya başlamış.

            “Aney ba’a acele Pederi çaarasan Daşer dedi”. O an adamın  aklaşmış kaşları buruşuk göz kapaklarının üzerine düşüverdi. Dudakları titredi, çeketinin iç cebinden cilaları yer yer dökülmüş  eski ama gösterişli, yarı yarıya tütün dolu tabakasını titreyen elleriyle çıkardı. Kapağını “pıt” diye açtı. İpek kadar ince sigara kağıdını sol elinin kaba, çatlak baş parmağıyla işaret parmağı arasına çukurlaştırarak yerleştirdi. O sırada başı eğik vaziyette ölüm anını anlatan  rahibi dinliyordu. Evet son anlarında yanında bulunamadığı karısının hayattaki son saniyelerini dinlerken titreyen parmakları arasından tütün tabakasını yere düşürdü, parmaklarının arasındaki tütünler etrafa saçıldı. Artık kendine daha fazla hakim olamadı. Damlalar yanaklarının buruşuk derisinden yuvarlanarak iniverdi. “Ben belki bir aydır karmakarışık rüyalar görüydim. Lakin benim başım her zaman dumanlı ve karışıktır. Şu hayatta başıma gelmeyen kalmadı” dedi ve sustu, yutkundu. “Kutsal anamız ve babamızın şu dünyada bana bahşettiği en güzel şey, bana bu yavruları hediye eden o fedakâr kadındı” diye inlercesine seslendi. “Kafasız adam daha erken gelsen, belki şimdi” diye homurdandı.  Ama rahip olaya doğrudan girdi:

            “Yerlerin ve göklerin sahibi olan ulu babamızın sa’a bahşedilen ömrü ne bir dakika geç ne bir dakika erken yaşarsın. Fanilik budur. Günaha girmeyiniz.”dedi.

            “Sofi anayı geç tanıdım ama imanı bütün bir kişiydi. Huzur içinde uyuyacaktır oğul.”

 

***

 

            Fe(h)mi anlatmaya devam ediyordu:

            O gece hep beraber Göçmen sokaktaki evlerine gelmişler, o sırada anahtarı bulamamışlar ve bahçe duvarına tırmanan Fe(h)mi içeri atlayıp kapıyı arkasından sürgüyü çekip açmış. Bana döndü “Sizin evin yanındaki evdir bilirsin” dedi. “Sadece Sofi anam evde olmadığı için kendi evimize hırhızlar gibi girdik he mi? Babamın pederle konuşması benim için bilmece gibiydi, ne gonuştu bilmem duyamadım” dedi bana yanımda otururken. “Beyba cebinden çıkardığı iple bağlı kıvrılmış tomar halindeki bir miktar kâğıt parayı pedere teslim etti.

            “Bence özel bir cenaze ayini  ve yapılacak hayır, hasenat için vermiş olmalı o parayı. Sofi teyze  bunu hak etmişti, toprağı bol olsun huzur içinde uyusun” dedim alçak sesle.

            Akşamın karanlığı içinde arabanın tavanını döven yağmur damlalarını duyuyordum. Hayatın devam ettiğini hatırlatıyorlardı bana. Stüdyonun dışında, otomobilde beklemeye devam ediyordum. Arabanın içindeki müzik Gabriel Faure’nin pavanne’nına dönüşmüş. Şoför mahallinde ben, benim yanımda da bir gölge, Fe(h)mi oturmaya devam ediyordu. Müzik adım adım nazlı nazlı çalınan sevdalı bir dans müziği bence. Hafifçe duruyor eğiliyor gibi sonra doğruluyor, hızlanıyor, bir iki üç dört belli belirsiz eğil, doğrul ve devam et.

            Hayalimde ipeksi yumuşaklıkta simli saçlar, peruklar ve parlaklığını kaybetmiş akarcasına bol elbiseler havada uçuşuyorlar gibi dalgalanıyor, öte yandan hayalimdeki tabloda uçuşan güz yaprakları gibi kayboluyorlardı.

 

            Yağmur sesine karışmış bir erkek sesi:

            “Babayla beraber geçirdiğimiz o gece bize  milât oldu” dedi “O gece İstanbul benden çok uzakta sanki dünyanın öbür ucundaydı.  Büyüsü beni çağırıyordu. Hatta ismimi duyuyordum gel diyordu ba’a. Dönebilecek miydim? Ya da dönecek miydim? Haa? Biz Ermeniler için vadedilen ütopya. Tıpkı Yahudiler için Filistin gibi ben şimdi onun kapısındaydım, sadece orada olmak isteseydim…”

            Odadayız. Yerde şilteler minderler, karanlık içinde yüzüyorlar. Göz gözü görmez halde baba ve Taşer içeri girmeye çalışırken “ben bir lamba getireyim” dedim.

           

            “Akşam anamın son defa sildiği gaz lambanın camını kirletmek istemedim, onun parmak izleri temiz olarak kalsın dedim kendi kendime. Mutfakta duran bizim yağ kandilini yaktım, odaya getirdim. Babamın üzerinde çeketi ve kasketiyle mindere kendini olduğu gibi bırakmış. Taşer de yanında sızmıştı, elinde katıksız ekmeğiyle.”

            “Baba sessiz, konuşmuyordu ama onun ne demek istediğini anlayabiliyordum. Diyordu ki evin damı çökmüş benim  sırtlayacak halım yoh. Nefesimi zar zor alıyim. Öksürük duttu muydu o gızıkurt, o lanet yere yatırıncaya kadar boğazıma çöker soluğumu keser beni boğardı.” Öksürmekten adeta ciğerleri sökülüyordu Vanuş babanın. Hele bu hali sonbaharda gurbette başına geldiğinde normale dönmesi saatler alırmış.

 

 “Bana göre” dedi Fe(h)mi, “O evde, ya da her ne denirse, geleceği yaşamayı bekleyen güzel gözlü  küçük bir çocuk vardı… Yaşamayı hak eden... Durumumuzdan ne anlıyordu bilmiyorum amma…” dedi ve sustu.

             Anam beni neden tek başına bırakmış diye düşünüyor olmalıydı güzel gözlü Taşer.  Onun doğuştan sol gözünde bir küçücük lekesi vardı, o leke yüzünden anasının güzel gözlüsüydü. Hem de dünyanın en güzel gözlüsü. 

            Babası Taşer doğduğundan beri hayat mücadelesi içinde olan adam babey zaten ortalarda olamazmış, hep gurbetteymiş. Bu arada biz üç senedir Diyarbakır’daydık ama bizler bile bu zavallı adam ile yani Fe(h)mi’nin babasıyla karşılaşmamıştık . Şimdi yavrucak ürpererek bir  ağabeyinin yüzüne, bir babasının gözlerine bakıyordu. İçten içe göz yaşlarını yutuyor gibi geldi bana. Her an ağlamaya hazır. Rahibin İstanbul’a yetimaneye telefonunu da duymuş olmalı diye düşündüm o karanlıkta.  

            “Gün içinde birkaç defa beni bırakma Feho, dedi, – o ba’a Feho derdi-  ve ellerime sarıldı öptü. Elini sıkarak cevapladım. Ben de ne yapacağımı bilmiyordum henüz” diye devam etti Fe(h)mi.

            “Babanın tahta bavulunu kiliseden beri ben taşımıştım, oda kapısının arkasına benimkiyle yan yana koyduydum. Kandilin aydınlığında ben de bir mindere oturdum. Düşünmeye çalışıyorum ama faydasız,  uç uca gelmiyor hiç biri toparlanmıyordu. Dalmışım. Biraz sonra aklıma babayin çantasında bizimle ilgili neler vardır, bakayım diye bir şeytanlık girdi.”

            “Babanın bavulunu adeta ürpererek açtım. Yakalanırsam  ne söylerim diye düşündüm bir süre. Beybaba yarı temiz yarı kirli iç çamaşırlarıyla, toprağı bol olsun annemin  elleriyle pamuk ipliğiyle hazırladığı içlikler, topukları yamalı beyaz ipten örmüş olduğu çoraplar ve yünden ördüğü motifli bir kazak, başlık ve atkıyı itinayla katlayarak bavulun içine yerleştirmişti beybacım. Bir tane de yakası biraz yıpranmış ekose desenli pamuklu bir mintan   ve cebinde kırmızı kapkâğıdı[6]na sarılı küçük bir kitab-ı mukaddes, İncil… Top haline bir gasteye sarılı traş makinası ve bir traş fırçasıyla kullanılmış bir traş sabunu. Başını çevirip babasına  bakmış traş olmak bir yana mezar kaçkını gibi olmuş bir adem baba.

            Fe(h)mi’nin   çantasındakiler ile babasının çantasındakiler aynı sayı ve cinstendiler. Sofi ana oğluna da kocasına da aynı şeyleri hazırlamış. Neden?

            “Bana ölümünden önce bir mesaj vermeye çabalamış”, dedi Fe(h)mi. Baba oğul her ikisinin de bavulları ölçüleri farklı olsa da birbirine çok benziyorlardı. Tahta bavullarının çerçeveleri sert ağaçtan, köşeleri kırlangıç[7] kuyruğundan geçmeli hazırlanmış, alt ve üstü  kontraplak levhalarla kaplanmıştı. Metal menteşe ve kilitli ve üstten bu ağırlığı çekecek kadar kavi bir demir kulp takılmış son olarak da üstlerine vernik sürülmüştü. Neredeyse her ikisi de noktasına virgülüne kadar benzerdi. Babası askerlik görevine giderken almışmış. Fe(h)mi’nin bavulunu da trenle İstanbul’a gideceği gün Rahip getirip kilise adına ona hediye etmişmiş. Bavulun içinde bu bavul sahibini kötülüklerden korusun diye çeşitli yerleri Ermeni haçıyla damgalanmış. Bu haçın bavulu kem gözlerden ve kötülüklerden koruyacağına inanılırmış. Kandilin titrek ışığında babanın bavulunda eski bir gazeteye sarılı aile resimleri Fe(h)mi’nin eline geçer. Ve aklının erebildiği eski hatıralar uyanır hayalinde bizimkinin. Kenarları sararmış uçuk bir resimdir bu. Ortada ayakta bir bebek, Taşer olmalı. Onun bir tarafında Fe(h)mi dört beş yaşlarında, bir tarafında Sofi teyze, en solda da geriye kaykılmış ve kasılmış Vanuş dayı, hepsinin yüzlerinde silik bir tebessüm ile uzaklara bakarken deklanşöre basılmış. Başka bir resimde başka bir silik bir genç kız görüntüsü, Sofi ananın Ermeni okuluna giderken birkaç çocukla beraber fotografileri alınmış ve Vanuş dayının eline nasıl geçmişse geçmiş o da yanından hiç ayırmıyormuş herhalde.

            “Babey az sonra horultular içinde bilmem gaçıncı uykusuna yuvarlandi, ben bilisen ne yapardım?” Omuzlarımı silktim.

            “İnandım ki, sen benim istikbalimi görüysen. Mahlenin uşaklari kapkara giysili bir adamın peşinden bizim Şeftali geçidine dalıyorlar. Hani senin saydığın isimler vara, onların  torunları, ellerinde ancak küçücük ellerinin alabileceği büyüklükte kartoplarını kara gölgenin ardı sıra atıyorlar. O ise Taşer’in elinden çekerek onların önünden kaçmaya çalışıyor. Evlerinin damına çıkmış mahle sakinleri  de gülüp alay geçiyler. Devamını görmek için arkaya bakıyem, sahne değişmiş. Valla, bir alay insan kastalın oradan önde flamalar ve nişanlar ile sallarda yatan Züre bacı, Hano bacı, Meryem bacı ve daha adını bilmediğim bir sürü dulları mezerliye daşıyan  ceneze alayı olmuş, o rahip Urfa kapısından çıkıyo,  oradan bizim mezerlike gidiyler.”

            “Bilisen baştaki Rayip kimdir?”

            “Hakikatte  tek bir Allah var ise ona ulaşan din de tek olmalı, değildir? Öyle ise benim dinim senin dinin  ne demek? Bir inancın bir dinin temsilcisi olmak helbette anli şanli, saygıdeğer biri olmak demek ama hangisinin?… Ancak çoğunluğun farklı inancı altında yaşarken  giderek inancı zayıflayan  cemaatin cesaretlenmesi için kim, ne diyecek? Bunun için sıkı bir iman ve deli bir yürek ister. Ne o yürek ve ne o iman bende vardır. Vaar? Hanek[8] ediysen?”

            “Ezilmişlik asırlar önce firavundan kaçan yahudi kavminin de başındaydı. Hırçın ve asi bir adam gelir, o bir peygamberdir, başlarına geçer ve Tanrının yardımiyle  Mısırdan çıkarır onları. De ba’a, ben ne yaparım bugün? Heeç bi şey. Bu çağ, o çağ değil ben de Musa hazretleri deyilem. Öledir? Bugünün  insanları kadim mucizelerin gerçekleştine bile  inanmıyler. Ben önce gendimi nasıl inandırem?

            “Anacım yıllar evvelden görmüş bu olacakları. Demiş “Bu çocuh okusa da okumasa da “Rayip filan olamaz, o da hayatı babasından öğrencek, yapı ve taş ustası olacah, ben biliyem. Yolu açık ola.” demiş. Bavulumu da babamla aynı şekilde ne bir eksik, ne bir fazla olarak  hazırlamış. Haa, fazladan bi dane kullanılmış, eski bir kırma[9] metre koymuş, babamın olmalı. Anamın ailesinde de yapı ustaları varmış. Garibim baba  yolu beklemeye alışkın olmalıydı. Bi de küçük bir İncil. Boyuna takılan bir muskayı kazaklarımın arasına yerleştirmiş.  Ba’a da haber veriy, deyi ki yolun belli… Güzel gözlü  Taşer’i de bana emanet etmiş. Çünkü onun çorapları, içlikleri ve kazakları, başlık vs. benim bavulumdaydı”

            “Üç sene sonra Babey de bizi bıraktı rahmeti rahmana kavuştu, siz öyle dersiniz, İşte hepsi bu” dedi ve sustu. Arabanın karanlığında yerinde doğruldu, elini kapının kilidine uzattı kapıyı açtı, kabinin ışığı yandı. İşte o zaman son defa garip dostumun solgun ve çökmüş olan yüzünü  gördüm. O yağmurda tereddüt etmeden arabadan çıktı, karanlıkta koşar adım kayboldu gitti. Rahip olacakken babasının mesleğine katılmış ve kardeşiyle birlikte takım olduklarını ve aranan bir ekip olarak uzun yıllar eski yapı onarımlarında çalıştıklarını da başka bir kaynaktan öğrenmiştim. Sur’daki olaylar onu çok üzmüştü. İnternette yanık bir agıtını duymuştum, bir gün sonra geçmişe ve vatana hasret yurt dışında ölmüştü. Sadece kendi kaderine sitem etmişti o garip arkadaşım.

Sadık Mercangöz / 2 Ağustos 2024 / Artur Burhaniye



[1] Garip: Kemalettin Tuğcu’nun yazmış olduğu bir uzun öykü

[2] Küce: dar sokak

[3] Sûk: Farsçadan, sokak

[4] Sıfat: Yüz, surat

[5] Şavk: ışık, aydınlık

[6] Kapkâğıdı: Eskiden kitap ve defterlerin kapaklarının yıpranmasını önlemek için, kullanılan kırmızı ve mavi renkli sağlam bir kâğıt.

[7] Kırlangıç kuyruğu geçme: çerçeve elemanlarının birbilerinden ayrılmayacak şekilde erkek dişi geçme yapım tekniği

[8] Hanek etmek: Konuşmak, Şaka yapmak, dalga geçmek

[9] Kırma metre: Taşçı ve marangozların kullandığı katlanır, tahtadan yapılmış metre

2 yorum:

  1. Sadık
    Anca okuyabildim, geç oldu ama oldu... Okuyamamış olduğum günler için üzüldüm...
    Sendeki halk sevgisi insanı büyülüyor... Öykünün her harfi, her satırı halkın tertemiz duygularını anlatıyor... Maddi yaşam zorlukları ayrıntı... Halkın ruhunu anlamışsın....
    Başka ne diyeyim.... Yazmaya devam et... İyi şeyler yap, denize at, balık bilmediyse halik bilir demişler... Karşılık zaten beklemiyorsun... boşa gitmez bunlar...
    Sevgiler

    YanıtlaSil
  2. Gülhan Esgici17 Ekim 2024 20:02

    Muhterem Sadık Bey,
    Bir iç konuşma, iç çözümleme, iç hesaplaşma misali akıp giden hikâyenizi okurken sık sık ruhumun ürperdiğini hissettim …

    Diyarbakır gökyüzünün altındaki yıldızların, tahtların, bazalt taşların, küçelerin eşliğinde “en bizden” birinin buruk hikâyesi ne de güzel anlatılmış!

    Tütün tabakası ve tahta bavulun bir mimar titizliği ile yazılmış betimlemesine hayran kaldım. İstemeden yaşanılan ayrılıklar ve o tahta bavuldan çıkan silinmeye yüz tutmuş aile resimlerini ,okurken mi desem film gibi izlerken mi desem bilmiyorum, gözlerim dolu dolu oldum.



    Bizler için çok kıymetli bir armağan ve başucu kitaplarımdan.

    Diyarbakır’dan ve ZGL’den selam ve saygılarımla 🧚🏻‍♀️🥰
    Gülhan Esgici

    YanıtlaSil