BİRAZ DAHA FE(h)Mİ
Olmadı. Yok, olamadı. Fe(h)mi’yi
görebilmek mümkün olmadı bir daha. Görüşemedik gitti. Diyarbakır anılarımı
yazarken birden bütün ağırlığıyla çıktı
geldi ansızın çöktü öbürlerinin üstüne. “Merhaba kardeşim” dedi bana. O her
zaman müşfik ve yufka yüreğiyle. Onun kavga ettiğini hatırlıyorum, ama böyle
agız burun kırarcasına insancıklara saldırdığını hatırlamıyorum Kısacası internet
dünyasının yapay ortamı dışında bambaşka biriydi bizim Feho.
Yaşam o kadar bol renkli, alacalı
bir fırdöndü ki siz ona bakarken ve geçmişinizi hayal ederken yaşamadığınız bir gerçeği mi görüyorsunuz yoksa canınızın
istediğini mi anımsıyorsunuz işte orada bir keyfilik var gibi. Belki keyfi seçicilik bu işin doğasında
olabilir. Sen mesela istediğin kısımlarını hatırlarsın da ya o anının içinde yaşamış
olan başkaları, ya da etraftaki figûranlar mesela bambaşka şeyleri hatırlıyor
olamazlar mı? Kardeşlerime sormalı örneğin. Anılarında ne kaldı Diyarbakır’la
ilgili? Ya da imkân olsaydı da anneme o mübarek kadına sorabilseydim neleri
hatırlardı acaba? Anılarda kaldı Diyarbakır’lı komşular, Sofi teyze, Nuri emmi
Fatmanım, Kadirler, Mahmut abiler, karşıdaki demir kapı, evimizin arkasındaki
kilisenin demir çanı meselâ.
“Ulan bütün bunları ben yaşadım mı,
yoksa bunları ben mi uyduruyorum yüzüm kızarmadan sanki yaşamışım gibi?” Kendi
kendime söylüyordum ki
“Ulan oğlum… bunca yıldan sonra
kendini tutamayıp ta hepsini ayrılış gününde o yıkık virane evin o yıkık
duvarında anlattığın o Garip[1] öykü
gibi masal benzeri bir başkasının yazdığı herhangi bir öyküyü mü aktardın birader? Yani bunlar senin
yaşadıkların değil mi? Yuff olsun sana, eğer başkasından aktarıyorsan”.
“Neden toplandı bu şüphe bulutları
başıma bu sabah saatlerinde?” Dumanlar dağılsın diye kafamı iki yana
sallıyorum. Dumanlar ya da bulutlar, her neyse yasak masak dinlemeden
dağılmıyorlar. Daha da ileri giderek başımın içinin uzak mı uzak
diyarlarına yasak masak dinlemeden örümcek
ağlarıyla sarmışlar ki görmüyorum ve de
duymuyorum, duyduğumu anlayamıyorum.
Acaba Feho ve ailesi gerçekten bu dünyada yaşadı mı, yoksa bu adam benim
hasta aklımın uydurduğu bir öykü mü? Yaşadılarsa yaşadıkları yer gerçekten
Diyarbakır mıydı yoksa başka bir yer mi?
Ya da en baştan başlayayım. Babam
şark hizmeti için Diyarbakır’a hiç mi hiç gitmemiş olabilir miydi? Tabii o
gitmeyince bizim aile de gitmemiş olurdu, değil mi? Ancak bu düşünce beni çok
incitti doğrusu. Masalımsı şehrin efsanevi beden duvarlarına hiç dokunmamış,
küce[2] ve sûk[3]larında
hiç yürümemiş olabilir miydim? Bu benim
için onur kırıcı olurdu. Buraya nasıl geldiğimizi, nasıl kiralık ev
tuttuğumuzu, mahlenin bize nasıl kucak açtığıni ayrıntılarıyla anlatmıştım,
öyle değil mi?
İşte böylece başlamıştı. Yine ben anlatmıştım
gemici Sinbat’ın teknelerini, değil mi? Akşam geceye dönünce, onların lacivert
gök yüzüne çakılı, nokta nokta parıldayan kristallerin altında şafağa dek süren
seferlerini, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte sahile daha doğrusu kara bazalt
taştan yapılmış evlerin damlarına yanaştıklarını ve yelkenleri indirip
tekneleri loğ taşına bağladıklarını anlatmıştım. Öyle değil? Fatih Paşa Mahlemizin
dapdaracık sokaklarının yaz günleri o yakıcı sıcağında, ordan burdan bulup
buluşturup gölgeler yaratıp insancıkları
ve özellikle biz çocukları bayılmaktan kurtarıp zaman zaman enselerimize
hafiften hafife de yel üflediğini unutmamış ve de söylemiştim, değil mi?
“Doğrudur”
Mahalledeki çocukları anlatırken
bizim sokağın başında oturan bakırcıların Bestami, Beşir ve Şehmuz’dan
bahsetmiş olmalıyım, ama senin yerin bi ayrıydı be Fe(h)mi. Şimdi diğerlerini
önce bahsettiğimi bahane edip kırılmaz ya da başıma kakmazsın değil mi?
“Bah hele. Ba’a sıfat[4]ın
eymezsen de mi he mi babo?
***
Annesinin ölümünden sonra Fe(h)miler’de
yaşanan depremin yarattığı kırılma onun ince ve saf ruhunu o kadar etkilemiş ki
o üzüntü hayatının sonuna kadar devam etmiş olmalı, diye düşünürüm. Acı haber Ruhban
okuluna ulaşınca annesinin yüzünü son bir defa daha görememiş olmasından ziyade
onun ölümüne kendisinin sebep olduğunu düşünmesi Fe(h)mi’yi hayatının sonuna kadar üzmüş. Bana böyle
itiraf etmişti son gördüğümde. Öyle ya çocuklarına ve yuvasına son derece
düşkün ananın kocasından sonra çocuklarından da birinin yuvayı terk ediyor
olmasını kendi başarısızlığı sayması az rastkanan bir hal olmamalıydı. En azından Fe(h)mi böyle düşünüyordu. Kaba bir kalıp içinde yufka
bir yürek kısaca.
Babanın ortalarda olmadığı o hazin
günlerde babasının arkadaşlarını bulmak ve babasına ulaşmak veya bir haber ulaştırmak için Balıkçılarbaşı’ndaki
amele kahvelerinde gün aşırı giderek aramış. Ama adamın iş arkadaşlarından kimseye
de rastlayamamış, çalıştığı yeri bir tek anneleri bilirmiş ama artık Sofi ana da
yok, baba bir meçhulde. Fe(h)mi kendinin ve babasının uzay boşluğunda kaybolduklarını ve bir daha buluşup
buluşamayacaklarını düşünmeye başlamış. O zaman bizim oradan taşınmış
olmamamıza da iyice içerlemiş. “Bizim sizden başka hiç kimsemiz yoktu” diyordu
sık sık. Hani sokağa terk edilen ev kedisi gibi, ne olduğunu anlayamamış,
ürkek, geleceğin ne olacağını bilemeyen
bir zavallı gibi hissetmiş kendini. Kardeşiyle beraber kilisenin misafir
odasında kalıyorlarmış ama İstanbul’dan gelirken okulun verdiği harçlık ta
suyunu çekmiş, gerçi kilisenin bakmakta olduğu dul ve acizlerin yemeğinden veriyorlarmış
ama yoksulların yemeğine ortak olmak Fe(h)mi’nin
içini acıtmaktaymış. Bu ölümle birlikte kardeşinin sorumluluğunu omuzlarında
hissederken kendini daha bir büyümüş ve kendi kendine yeten adam olmuş hissediyordu.
İstanbul’dan geleli üç dört gün geçmişti. Fe(h)mi Taşer’i yalnız
bırakarak İstanbul’a dönemeyeceğine karar vermiş. O bunu düşünürken Peder bu arada
İstanbul ile konuşmuş Taşer’in yetimhaneye kabulü için idareyle görüşmüş. Tam o
günlerde babası elinde bir tahta bavul, çıka gelmiş eve. Midyat yakınında bir
taş köprü onarımındaymış. Ortağıyla beraber götürü aldıkları taş yonu işlerinde
geç kalırlarsa Karayolundan bir daha iş almaları hayal olurdu diyormuş. Karabasanlar
artınca ortağına durumunu kısaca anlatmış.
“Bu gece bir başka kâbus görmüşem
Aram. Zebaniler bizim eve kapudan pacadan giriyler. Zati essahtan kapu yoh paca
yohhh ya. Vallah bizim orda işler karıştı dellendim gardaş. Zaar işler garışmıştır bah hele. Acele gitmem gerek Aram müsade bike, ya eve bi şeyler oldi
ya bizim çocuhlara.” diye arkadaşına yalvararak zar zor ikna etmiş. O zamanlar araç maraç yok,
yayan yapıldak yola çıkmış. O günü yolda geçirmiş, ertesi gün bir kamyonun
sayesinde akşamüstü Diyarbakır’a, evine gelmiş, kimseyi bulamayınca, telaşla kiliseye
gitmiş, avluda Baba ve çocukları karşılaşmışlar. Çocuklar şaşkın babalarını
birkaç aydır görmediklerinden -uyurlarken gelir uyurlarken gidermiş- ilk
bakışta tanıyamamışlar bile. Bütün cemaatin tek temsilcisi olan kilisenin eski Rahibi,
civardaki tüm inşaat ustalarını ve taşçıları tanır, bütün cemaatin sırlarını da
bilirmiş, kilisenin mütevazi yardım kasasına bağışlarını, ihtiyacı olanları ve
aile sırlarını vs. takip edermiş ama
yaşlı rahip biz Diyarbakır’da iken vefat ettiğinden yerine genç bir rahip
seçilmişti.
Geçen yılların ağır yükü adamı
değirmen taşı gibi ezmiş un ufak etmişmiş, cebinde bir tabaka tütün, elinde bir
tahta bavul adeta koşarak nefes nefese kilisenin
önüne gelip avlunun eski demir kapısını
aralayıp da başını uzatınca, çocuklar ve yeni genç rahip için zaman bir an donmuş
kalmış. Babasıyla çocuklar nefessiz bir
sevgi yumağı oluşturmuşlardı bir anda. Vanuş dayı ya da Vanuş usta, kilisenin
avlusunda akşamın şavk[5]ında sarılıp
çocuklarına, gözleri yaşla dolu uzun bir süre o şekilde ayakta sallanmışlar. Bir
süre sonra Vanuş evinin kadınını hatırlar, kollarını gevşetir ve birbirlerine
sarılı halde hep birlikte uzun uzun, kısık sesle ağlarlar. Zaman durduğundan ne kadar süre böyle
ağladıklarını kimse bilemez.
Papaz efendi onları evine davet
eder, burunlarını çeke, çeke minderlere çökerler. Taşer küçükken babasının tütün
kokan çeketinin içine girip saklanırmış.
Küçükken yaptığı gibi adamın bağdaş kurup oturduğu dizine oturmuş ufaklık.
Oradan bütün dünyaya daha bir cesur daha bir güven içinde bakarmış meğer. Şimdi
de aynı hareketleri yapıyordu. Babası başını
okşamaya başlayınca, çocuk içini çekerek ağlamaya başlamış.
“Aney ba’a acele Pederi çaarasan
Daşer dedi”. O an adamın aklaşmış kaşları
buruşuk göz kapaklarının üzerine düşüverdi. Dudakları titredi, çeketinin iç
cebinden cilaları yer yer dökülmüş eski
ama gösterişli, yarı yarıya tütün dolu tabakasını titreyen elleriyle çıkardı. Kapağını
“pıt” diye açtı. İpek kadar ince sigara kağıdını sol elinin kaba, çatlak baş
parmağıyla işaret parmağı arasına çukurlaştırarak yerleştirdi. O sırada başı
eğik vaziyette ölüm anını anlatan rahibi
dinliyordu. Evet son anlarında yanında bulunamadığı karısının hayattaki son
saniyelerini dinlerken titreyen parmakları arasından tütün tabakasını yere
düşürdü, parmaklarının arasındaki tütünler etrafa saçıldı. Artık kendine daha
fazla hakim olamadı. Damlalar yanaklarının buruşuk derisinden yuvarlanarak iniverdi.
“Ben belki bir aydır karmakarışık rüyalar görüydim. Lakin benim başım her zaman
dumanlı ve karışıktır. Şu hayatta başıma gelmeyen kalmadı” dedi ve sustu,
yutkundu. “Kutsal anamız ve babamızın şu dünyada bana bahşettiği en güzel şey,
bana bu yavruları hediye eden o fedakâr kadındı” diye inlercesine seslendi. “Kafasız
adam daha erken gelsen, belki şimdi” diye homurdandı. Ama rahip olaya doğrudan girdi:
“Yerlerin ve göklerin sahibi olan
ulu babamızın sa’a bahşedilen ömrü ne bir dakika geç ne bir dakika erken
yaşarsın. Fanilik budur. Günaha girmeyiniz.”dedi.
“Sofi anayı geç tanıdım ama imanı
bütün bir kişiydi. Huzur içinde uyuyacaktır oğul.”
***
Fe(h)mi anlatmaya devam ediyordu:
O gece hep beraber Göçmen sokaktaki
evlerine gelmişler, o sırada anahtarı bulamamışlar ve bahçe duvarına tırmanan
Fe(h)mi içeri atlayıp kapıyı arkasından sürgüyü çekip açmış. Bana döndü “Sizin
evin yanındaki evdir bilirsin” dedi. “Sadece Sofi anam evde olmadığı için kendi
evimize hırhızlar gibi girdik he mi? Babamın pederle konuşması benim için
bilmece gibiydi, ne gonuştu bilmem duyamadım” dedi bana yanımda otururken.
“Beyba cebinden çıkardığı iple bağlı kıvrılmış tomar halindeki bir miktar kâğıt
parayı pedere teslim etti.
“Bence özel bir cenaze ayini ve yapılacak hayır, hasenat için vermiş olmalı
o parayı. Sofi teyze bunu hak etmişti,
toprağı bol olsun huzur içinde uyusun” dedim alçak sesle.
Akşamın karanlığı içinde arabanın
tavanını döven yağmur damlalarını duyuyordum. Hayatın devam ettiğini
hatırlatıyorlardı bana. Stüdyonun dışında, otomobilde beklemeye devam ediyordum.
Arabanın içindeki müzik Gabriel Faure’nin pavanne’nına dönüşmüş. Şoför
mahallinde ben, benim yanımda da bir gölge, Fe(h)mi oturmaya devam ediyordu.
Müzik adım adım nazlı nazlı çalınan sevdalı bir dans müziği bence. Hafifçe
duruyor eğiliyor gibi sonra doğruluyor, hızlanıyor, bir iki üç dört belli
belirsiz eğil, doğrul ve devam et.
Hayalimde ipeksi yumuşaklıkta simli saçlar,
peruklar ve parlaklığını kaybetmiş akarcasına bol elbiseler havada uçuşuyorlar
gibi dalgalanıyor, öte yandan hayalimdeki tabloda uçuşan güz yaprakları gibi
kayboluyorlardı.
Yağmur sesine karışmış bir erkek
sesi:
“Babayla beraber geçirdiğimiz o gece
bize milât oldu” dedi “O gece İstanbul
benden çok uzakta sanki dünyanın öbür ucundaydı. Büyüsü beni çağırıyordu. Hatta ismimi
duyuyordum gel diyordu ba’a. Dönebilecek miydim? Ya da dönecek miydim? Haa? Biz
Ermeniler için vadedilen ütopya. Tıpkı Yahudiler için Filistin gibi ben şimdi
onun kapısındaydım, sadece orada olmak isteseydim…”
Odadayız. Yerde şilteler minderler,
karanlık içinde yüzüyorlar. Göz gözü görmez halde baba ve Taşer içeri girmeye
çalışırken “ben bir lamba getireyim” dedim.
“Akşam anamın son defa sildiği gaz
lambanın camını kirletmek istemedim, onun parmak izleri temiz olarak kalsın
dedim kendi kendime. Mutfakta duran bizim yağ kandilini yaktım, odaya getirdim.
Babamın üzerinde çeketi ve kasketiyle mindere kendini olduğu gibi bırakmış.
Taşer de yanında sızmıştı, elinde katıksız ekmeğiyle.”
“Baba sessiz, konuşmuyordu ama onun
ne demek istediğini anlayabiliyordum. Diyordu ki evin damı çökmüş benim sırtlayacak halım yoh. Nefesimi zar zor
alıyim. Öksürük duttu muydu o gızıkurt, o lanet yere yatırıncaya kadar boğazıma
çöker soluğumu keser beni boğardı.” Öksürmekten adeta ciğerleri sökülüyordu
Vanuş babanın. Hele bu hali sonbaharda gurbette başına geldiğinde normale
dönmesi saatler alırmış.
“Bana göre” dedi Fe(h)mi, “O evde, ya da her ne
denirse, geleceği yaşamayı bekleyen güzel gözlü
küçük bir çocuk vardı… Yaşamayı hak eden... Durumumuzdan ne anlıyordu
bilmiyorum amma…” dedi ve sustu.
Anam beni neden tek başına bırakmış diye
düşünüyor olmalıydı güzel gözlü Taşer. Onun
doğuştan sol gözünde bir küçücük lekesi vardı, o leke yüzünden anasının güzel
gözlüsüydü. Hem de dünyanın en güzel gözlüsü.
Babası Taşer doğduğundan beri hayat
mücadelesi içinde olan adam babey zaten ortalarda olamazmış, hep gurbetteymiş.
Bu arada biz üç senedir Diyarbakır’daydık ama bizler bile bu zavallı adam ile yani
Fe(h)mi’nin babasıyla karşılaşmamıştık . Şimdi yavrucak ürpererek bir ağabeyinin yüzüne, bir babasının gözlerine bakıyordu.
İçten içe göz yaşlarını yutuyor gibi geldi bana. Her an ağlamaya hazır. Rahibin
İstanbul’a yetimaneye telefonunu da duymuş olmalı diye düşündüm o karanlıkta.
“Gün içinde birkaç defa beni bırakma
Feho, dedi, – o ba’a Feho derdi- ve
ellerime sarıldı öptü. Elini sıkarak cevapladım. Ben de ne yapacağımı
bilmiyordum henüz” diye devam etti Fe(h)mi.
“Babanın tahta bavulunu kiliseden
beri ben taşımıştım, oda kapısının arkasına benimkiyle yan yana koyduydum. Kandilin
aydınlığında ben de bir mindere oturdum. Düşünmeye çalışıyorum ama faydasız, uç uca gelmiyor hiç biri toparlanmıyordu.
Dalmışım. Biraz sonra aklıma babayin çantasında bizimle ilgili neler vardır,
bakayım diye bir şeytanlık girdi.”
“Babanın bavulunu adeta ürpererek
açtım. Yakalanırsam ne söylerim diye
düşündüm bir süre. Beybaba yarı temiz yarı kirli iç çamaşırlarıyla, toprağı bol
olsun annemin elleriyle pamuk ipliğiyle
hazırladığı içlikler, topukları yamalı beyaz ipten örmüş olduğu çoraplar ve
yünden ördüğü motifli bir kazak, başlık ve atkıyı itinayla katlayarak bavulun içine
yerleştirmişti beybacım. Bir tane de yakası biraz yıpranmış ekose desenli pamuklu
bir mintan ve cebinde kırmızı kapkâğıdı[6]na sarılı
küçük bir kitab-ı mukaddes, İncil… Top haline bir gasteye sarılı traş makinası
ve bir traş fırçasıyla kullanılmış bir traş sabunu. Başını çevirip babasına bakmış traş olmak bir yana mezar kaçkını gibi
olmuş bir adem baba.
Fe(h)mi’nin çantasındakiler ile babasının
çantasındakiler aynı sayı ve cinstendiler. Sofi ana oğluna da kocasına da aynı
şeyleri hazırlamış. Neden?
“Babey az sonra horultular içinde
bilmem gaçıncı uykusuna yuvarlandi, ben bilisen ne yapardım?” Omuzlarımı
silktim.
“İnandım ki, sen benim istikbalimi
görüysen. Mahlenin uşaklari kapkara giysili bir adamın peşinden bizim Şeftali
geçidine dalıyorlar. Hani senin saydığın isimler vara, onların torunları, ellerinde ancak küçücük ellerinin
alabileceği büyüklükte kartoplarını kara gölgenin ardı sıra atıyorlar. O ise
Taşer’in elinden çekerek onların önünden kaçmaya çalışıyor. Evlerinin damına
çıkmış mahle sakinleri de gülüp alay
geçiyler. Devamını görmek için arkaya bakıyem, sahne değişmiş. Valla, bir alay
insan kastalın oradan önde flamalar ve nişanlar ile sallarda yatan Züre bacı, Hano
bacı, Meryem bacı ve daha adını bilmediğim bir sürü dulları mezerliye daşıyan ceneze alayı olmuş, o rahip Urfa kapısından
çıkıyo, oradan bizim mezerlike gidiyler.”
“Bilisen baştaki Rayip kimdir?”
“Hakikatte tek bir Allah var ise ona ulaşan din de tek
olmalı, değildir? Öyle ise benim dinim senin dinin ne demek? Bir inancın bir dinin temsilcisi
olmak helbette anli şanli, saygıdeğer biri olmak demek ama hangisinin?… Ancak
çoğunluğun farklı inancı altında yaşarken
giderek inancı zayıflayan cemaatin
cesaretlenmesi için kim, ne diyecek? Bunun için sıkı bir iman ve deli bir yürek
ister. Ne o yürek ve ne o iman bende vardır. Vaar? Hanek[8] ediysen?”
“Ezilmişlik asırlar önce firavundan
kaçan yahudi kavminin de başındaydı. Hırçın ve asi bir adam gelir, o bir
peygamberdir, başlarına geçer ve Tanrının yardımiyle Mısırdan çıkarır onları. De ba’a, ben ne
yaparım bugün? Heeç bi şey. Bu çağ, o çağ değil ben de Musa hazretleri deyilem.
Öledir? Bugünün insanları kadim mucizelerin
gerçekleştine bile inanmıyler. Ben önce gendimi
nasıl inandırem?
“Anacım yıllar evvelden görmüş bu
olacakları. Demiş “Bu çocuh okusa da okumasa da “Rayip filan olamaz, o da hayatı
babasından öğrencek, yapı ve taş ustası olacah, ben biliyem. Yolu açık ola.”
demiş. Bavulumu da babamla aynı şekilde ne bir eksik, ne bir fazla olarak hazırlamış. Haa, fazladan bi dane kullanılmış,
eski bir kırma[9]
metre koymuş, babamın olmalı. Anamın ailesinde de yapı ustaları varmış. Garibim
baba yolu beklemeye alışkın olmalıydı. Bi
de küçük bir İncil. Boyuna takılan bir muskayı kazaklarımın arasına
yerleştirmiş. Ba’a da haber veriy, deyi ki
yolun belli… Güzel gözlü Taşer’i de bana
emanet etmiş. Çünkü onun çorapları, içlikleri ve kazakları, başlık vs. benim
bavulumdaydı”
“Üç sene sonra Babey de bizi bıraktı
rahmeti rahmana kavuştu, siz öyle dersiniz, İşte hepsi bu” dedi ve sustu. Arabanın
karanlığında yerinde doğruldu, elini kapının kilidine uzattı kapıyı açtı, kabinin
ışığı yandı. İşte o zaman son defa garip dostumun solgun ve çökmüş olan
yüzünü gördüm. O yağmurda tereddüt
etmeden arabadan çıktı, karanlıkta koşar adım kayboldu gitti. Rahip olacakken
babasının mesleğine katılmış ve kardeşiyle birlikte takım olduklarını ve aranan
bir ekip olarak uzun yıllar eski yapı onarımlarında çalıştıklarını da başka bir
kaynaktan öğrenmiştim. Sur’daki olaylar onu çok üzmüştü. İnternette yanık bir
agıtını duymuştum, bir gün sonra geçmişe ve vatana hasret yurt dışında ölmüştü.
Sadece kendi kaderine sitem etmişti o garip arkadaşım.
Sadık
Mercangöz / 2 Ağustos 2024 / Artur Burhaniye
[1]
Garip:
Kemalettin Tuğcu’nun yazmış olduğu bir uzun öykü
[2]
Küce: dar sokak
[3] Sûk: Farsçadan, sokak
[4]
Sıfat:
Yüz, surat
[5]
Şavk:
ışık, aydınlık
[6]
Kapkâğıdı:
Eskiden kitap ve defterlerin kapaklarının yıpranmasını önlemek için, kullanılan
kırmızı ve mavi renkli sağlam bir kâğıt.
[7] Kırlangıç kuyruğu
geçme: çerçeve elemanlarının birbilerinden ayrılmayacak şekilde erkek dişi
geçme yapım tekniği
[8]
Hanek
etmek: Konuşmak, Şaka yapmak, dalga geçmek
[9]
Kırma
metre: Taşçı ve marangozların kullandığı katlanır, tahtadan yapılmış metre
Sadık
YanıtlaSilAnca okuyabildim, geç oldu ama oldu... Okuyamamış olduğum günler için üzüldüm...
Sendeki halk sevgisi insanı büyülüyor... Öykünün her harfi, her satırı halkın tertemiz duygularını anlatıyor... Maddi yaşam zorlukları ayrıntı... Halkın ruhunu anlamışsın....
Başka ne diyeyim.... Yazmaya devam et... İyi şeyler yap, denize at, balık bilmediyse halik bilir demişler... Karşılık zaten beklemiyorsun... boşa gitmez bunlar...
Sevgiler
Muhterem Sadık Bey,
YanıtlaSilBir iç konuşma, iç çözümleme, iç hesaplaşma misali akıp giden hikâyenizi okurken sık sık ruhumun ürperdiğini hissettim …
Diyarbakır gökyüzünün altındaki yıldızların, tahtların, bazalt taşların, küçelerin eşliğinde “en bizden” birinin buruk hikâyesi ne de güzel anlatılmış!
Tütün tabakası ve tahta bavulun bir mimar titizliği ile yazılmış betimlemesine hayran kaldım. İstemeden yaşanılan ayrılıklar ve o tahta bavuldan çıkan silinmeye yüz tutmuş aile resimlerini ,okurken mi desem film gibi izlerken mi desem bilmiyorum, gözlerim dolu dolu oldum.
…
Bizler için çok kıymetli bir armağan ve başucu kitaplarımdan.
Diyarbakır’dan ve ZGL’den selam ve saygılarımla 🧚🏻♀️🥰
Gülhan Esgici