İhtiyarlığa hazırlık


İHTİYARLIĞA BİR YERDEN BAŞLAMAK. ‏

            Birileri Mimarlara takmış ama ben de mühendislere takmayayım dedim, bugünlerde benim derdim kendimle..
 
Arkadaşlar ben ihtiyarlıyorum galiba. Sarı renkli arabanın birinden Şoför camı açıp, “Amca sen git de evinde otur, ne işin var bu saatte trafikte,” diye pencereden bağırınca anladım bir şeylerin ters gittiğini.
            Epey bir zamandır, arabayı yavaş sürmeye başlamışım herhalde, gittikçe yavaşladım mı ne?  Artık arkamdakiler korna çalmaktan vazgeçip el kol hareketi yapıyor, ben de “Ya kusura bakma benim arabam böyle” şeklinde hareketler yapıp adeta özür diliyorum, ya sabır çekip, yanımdan gazlayıp uzaklaşıyorlar. Benim kilometre saati şehir içi için normal ama diğerleri adeta uçuyor, ayağım gaza basmasına basacak da, içimden gelen bir şey mani oluyor ayağıma.
 Aslında akaryakıttan da tasarrufu kendime sorun edindim. Haftada bir, iki yapılan zamlardan,  ya da indirimlerden kafam karıştı. Hesabı kitabı bıraktım, istasyona yanaşınca “Bir 100 lük doldur” diyorum. Birkaç defa 50 TLyi denedim, olmuyor, çok kısa zamanda lamba yanıyor, bu durumda akaryakıt istasyonlarına yakın gider oluyorsun, o da matrak oluyor.
            “ Arkadaş’a gidecem bugün, hele bir bakayım hangi benzin istasyonları, nerelerde?” diye Bay Google’a müracaat ediyorum.
         “Şuradan gideceğim, dönüşte şuraya çıkacağım, aha şurada bir istasyon da var. Dönerken uğrar mazot alırım.” Bir emekli olarak benim için fulleme eski bir alışkanlık olarak mazide kaldı. “Depoyu doldurmak artık zengin işi.”
Ama şimdi benim için 100 TL tam kıvamında, “aç bitir” misali. Hani içinde 5 dilim salam, pastırma vs olan paketler gibi, açınca bitiveriyor. Lamba yanınca benzinciye uğruyorum, zamlı mı değil mi diye düşünmüyorum. Nasıl söyleyeyim, kazıklanıyorum ama gönlüm ferah oluyor.
"Doldur bir 100 lük” diyorum. Onlar da artık alışmışlar, tereddüt etmeden pazardan sebze meyve alır gibi istediğimiz miktarı akıllı pompalardan rahatlıkla veriyorlar"
            Akıl Verdi birisi, (Verdi, vermek fiilinin geçmiş zamanı. Bilirsiniz verdim, verdin, Verdi gibi, ama geri zekâlı makine, tekrar "v" yi otomatik imlâ düzeltme ile büyük harfle yazıyor,  İtalyan “Verdi”yle bizim yerli “verdi”yi karıştırıyor). Birisi tavsiye etti,  gittim Otobüs işletmesinden ŞBS  “Sehiriçi Beleş Seyahat” kartı edindim, şimdi bedava gidip geliyorum ulaşım hatlarında. Fakat Metroda turnikeden geçerken “65[1] yaş” diye bağırmasa hem de yüksek sesle, kendimi daha bir mütekait, yaşlanmış, işi bitmiş gibi hissetmeyeceğim.  
“Oğlum makinanın sesini biraz daha kıssanız olmaz mı? İlla teşhir mi edeceksiniz bizi aleme? Ne için gerekli bu?” BB demek istiyor ki; 
“Görün, bakın işte bir beleşci daha, Görün bakın. Belediyemiz karşılıksız ne hizmetler veriyor halkımıza.. Bir gün parlak bir fikir geldi aklıma, iki şahit al yanına, mahkeme kararıyla yaşımı küçültsem acaba kendimi gençleşmiş hisseder miyim? Tabii riski var: Beleş Seyahat kartımı kaybederim belki.
“Ulen aslan Başkanım, bir daha ki seçimde oyumuz sana.” 
Öte yandan nedenini bilmiyorum ama son zamanlarda memleketin haline bakıp bakıp efkarlanıyorum tamam da, buna ragmen parlamıyorum, olgunlaştım her halde. Onun yerine bir kadeh parlatıyorum. Olayların oluşunu sükûnetle karşılıyor hatta aklı başında insanlar gibi yorumlara başlıyorum.
“Bak nasıl, benim dediğime geldiler, ben biliyordum. Bunların karşısında muhalefet yok, boş buldular meydanı koftiden pehlivan bunlar, bizim zamanımızda olsa vs?” diye havalara giriyorum da evde beni dinleyen yok, bulursam dinleyecek arkadaşlara anlatıyorum, bir araya geldiğimizde. O zaman da hepimiz aynı anda konuşuyoruz, ya şekerimizden, tansiyonumuzdan ya da akıllı telefonlarımıza depoladığımız torunların resimlerini gösteriyoruz birbirimize. Torun demişken yeni doğan torun bebeğimizi 4 yaş büyük abisine takdim ediyorlar, ben de ağabeyin başını okşayarak durumu açıklamaya çalışıyordum:
“Bak bu senin kardeşin.”
“Hadi ya?” diye bir ses çıkardı, küçümser bir ifadeyle, yüzü pek hoşlanmamış gibi.
“Onu çok uzak yollardan leylekler getirdi, Bu oyuncakları da sana getirmişler. Beraberce oynarsınız diye. Ne güzel, değil mi?” dedim. Baktım şaşkın  şaşkın yüzüme bakıyor. Açıklamamı derinleştirdim.
“Hani sana yazlığa giderken havada uçan beyaz kocaman kanatlı, uzun bacaklı, upuzun gagalı bir kuş göstermiştim ya, işte leylek o kuş. Hatırladın mı? Kış mevsimine girerken güneye göç ederler sıcak olan bölgelere. Bahar gelirken tekrar buraya gelirler. İşte gelirken senin bu kız kardeşini de getirmişler,” dedim, başladı gülmeye:
“Dedem daha bebek nasıl yapılır bilmiyor. Şimdi kış. Leylek meylek yok. Ama kardeşim bize geldi.  Nasıl oldu? Onu annem doğurdu.” Bu sefer ben şaşırdım.
“Benim zamanımda leyleklere inanırdık kardeşim… Bunlar birer fır…”
“Dede senin IQ’un kaç?” Bu bacaksız nerden öğrenmiş IQ lafını?
“IQ? Dur söyleme ben bulacağım onu.. IQ??” Kıkırdadı:
“İntellicınt koefişınt,” dedi ufaklık.
“ Zekâ katsayısı mıydı, neydi?” dedim. Bunu bana soran velet daha dört veya dört buçuk yaşında. Ana okuluna gidiyor, Kızım tabletle oynayıp internete girmesini kısıtlamış, bugünlerde sıkıntısı o, çatacak adam arıyor evde.
“Plüton'un gezegen olmadığını biliyor musun, dede? Peki, hangi gezegen mavi gözükür?”
“Hee, Mavi gezegen. Dünya tabii.” dedim.
“Hayııır,” diye bağırdı gülerekten. Arkasından bir soru daha:
“T-rex ot mu yer, et mi?” Aklıma takıldı, T-rex ne ulan? Geçen gün de sormuştu kereta.
Baktım işler kötüye gidiyor. Yakamı kurtarmaya davrandım:
“Benim bir arkadaşımla bir randevum var, yarım saat sonra. Şimdi çıkmam lazım.” dedim. Salona giren karım, yarım yamalak duyduğu cümleyi anlamak istedi. “Bu akşam saatında ne randevusu bu?” Ona göz kırptım, bizim velede çaktırmadan.
“Hasan Hüseyin ile, sen de tanırsın.” Karıcım yüzüme dik dik bakarak ayak diredi.
“Kimmiş o?” Tekrar göz kırparak ağzımı açıp kapadım sessizce. Oğlan paçama yapıştı. Sabahtan bu yana evde. Torunumu anası yani kızım, okulda salgın var diye sabah sekiz de bıraktı, o zamandan beri oyun oynar dururuz. Arada AVM ye gidelim dedi ama uyuttuk küçük beyi. Yarın almazlarsa bizim durumumuz kritiğe girer. Tansiyonlarımız tavan yapar, şekerim yükselir. Zavallı karım, benden fazla yorulur. Çocuk ona kalacak diye haklı olarak suratını astı. Aldırmadan davrandım. Hava almam lazımdı, motor hararet yaptı.
“Dedecim beni de götür? N’olur?” ağlama durumuna geçti aniden. İşte şimdi desteden papazı çekmiştim. Üstüme ne giydim, nasıl giyindim bilmiyorum. Aceleyle sokağa fırladım ya, kapıdan çıkmamla aklıma o soru takıldı.
“Evde bir şey unuttum mu acaba?” Aceleyle evden çıkarsan, mutlaka bir şeyleri evde unuturum, acaba şimdi ne unuttum diye düşünmekten adım atamadım. Oğlanın zırlaması bütün merdiven boşluğunu sarmış durumdayken geri dönemezdim, ceplerimi karıştırırken, arabanın anahtarını unutmuşum, onu fark ettim. Bu bir. Önemli değil zaten şurdaki parka kadar ineceğim. Başka? Üstüme bir kal geldi, öylece kaldım. Ceplerimi yoklarken zorla adım adım indim aşağı. Apartmanın sokağa açılan demir kapısını açtım, adımımı atacağım ama atamadım. Apartmanın boşluğundan seslendiler cüzdanımı  bırakmışım masanın üstünde diye. Tahmin ettiğiniz gibi kimliğim, ehliyetim, en önemlisi 65 yaş kartım içinde.
İşte böyle uzatsam daha da gidecek. Şimdi başımdaki gözlüğü, evin içinde kapalı telefonumu daha kolay buluyorum, öğrendim artık, kimliğimi veya arabanın anahtarını unuttarak çıktığım olmuyor mu, oluyor tabii. Ama nerede kaldığını eve gelince karıma soruyorum, O söylüyor, daha da iyisi getirip elime veriyor. Her ikimiz de turp gibiyiz henüz aklımız yerinde, buzdolabına gözlük gazete filan koymuyoruz. Bazen cin gibiyim.  
Ama unutkanlık, isimleri hatırlayamama vs geldi oturdu gitmez devam ediyor.
Bir keresinde bizim arabayla İzmir yolundayız Sivrihisar dinlenme tesislerine geldik, araba park yerinde, karımla ben terastayız. Çaylarımızı yudumladık, çayların parasını vereceğim, ara tara cüzdanım yok. içim cız etti. Telefon şarj cihazı, boğaz pastili ve kağıt mendiller vs var ama cüzdanımı almamışım, yok yanımda. Ara tara yok. Tabii kimliğim, ehliyetim ve 65 yaş kartım da cüzdanımda ve küllü evde kalmış, anlayacağınız. Aldı beni bir düşünce. O arada bir çay daha, bir tane daha deyip uzatıyorum süreyi.
“Hava da çok güzel biraz daha nefes alalım, karıcım!” diyorum gözlerim yarı kapalı. Aslında ne yapacağımı düşünüyorum. Karım alçak sesle bana çıkışmaya başladı:
“Uykun geldi değil mi? Gece uykunu alamadın, erken yatmanı söyledim, sözümü dinlemedin be adam! Şimdi kıvırıyorsun. Ne diyeyim ben sana?” Ben kendi kendime muhasebe halindeyim.
“Dönsem mi?” Dönsem 125 km geriye gideceğim ve toplamda 250 km. Ne diyorum ben yahu! Millete de rezil olacağım. Karıma hiç bir şey söylemedim ve sürdüm gittim bütün cesaretimle.  Kafam hep meşgul, aşırı hız yapmadan, yolun yapımı zamanından unutulmuş levhalara bile dikkat ederekten, karımın iğnelemeleri arasında sonunda yatsıdan sonra vardık İzmir’e.  Hiç bir kontrole yakalanmadan gittik ve bir hafta sonra döndük. Ama bu sefer karımın da haberi var, kimlik ve ehliyetimin evde olduğundan, korkudan yolda ağzımı açamadı, dikkatim dağılmasın diye. Hem de  İkbal’de kaymaklı ekmek kadayıfı bile yemeden, geçtik gittik. Aslında şekerim var zaten yasaklanmış durumdayım ama uğramazsam da  ekmek kadayıfı hatır, gönül koyuyor olmalı.
Bu da normal mi acaba? Bütün bu davranışlarımı yaşıma güvenip yapıyorum. Yaşım 67. Benim 65 yaş üstü kimlik kartım var, zorda kalırsam göstereceğim. Kim olursa…
Geçen yaz bir otomobile arkadan vurdum. Kabahat bende değil, öndeki kendimi Kartal sanan köstebekte! Haline bakmayıp bir de yetmiş, seksenle filan yokuş aşağıya kaptırmış gidiyor. Peşine takıldım, sinyalledim müsaade eder mi diye. Sinyal verip sağa geçmesi gerekir değil mi? Yaklaşıyorum, tam o sırada ani bir fren koymuş anlayamazsınız çünkü fren lambaları yanmıyor efendinin ve ben  frenlememe rağmen arkadan hafifçe vurdum, iyi mi? İndim, yerde kırık plastik parçaları ve bir çamaşır ipi, bir ucu arabanın bagaj kapağında bir ucu yerde.  Anlayacağınız, zaten emanet duran plastik tampon benim dokunmamla yere atmış kendimi, tabii balık kasalarını da. Araba kartalmış bir zamanlar, ama artık bir akbaba, her taraf pas çatlak ve yama içinde. Hurdalığa az kalmış.
Balıkçıymış, dükkana yetiştirecekmiş, onun için uçmaya çalışıyormuş vs. Eee n’olacak şimdi? Sağ elimle arka cebimdeki cüzdanı yokladım, yanımda. Üstümde en sevdiğim kıyafet, bir bol cepli şort altında bir espadril benzeri keten ayakkabı, üzerimde gemi çapası işli beyaz tişört ve başımda bir kaptan kepi, siperliği yaldız işlemeli. Havama bakın, deniz kuvvetlerinden emekli amiral falan sanacaklar. Soruyorum bizim balıkçıya:
 “Ee usta ne yapacağız? Kaskon var mı?” Hayır anlamında başını salladı.
“Arkamdan çarpan sensin. Tamponu parçaladın. Tamponu yenilersin artık. Sanayi de Mehmet usta var egzozcu o bilir işini.” Cebinden çıkardığı son model bir telefonla aradı ustayı, hemen gelin işim yok, demiş. Ben tutanağı hatırlattım. Adam oralı değil.
“Tutanak tutulup imzalanmadan sigortacılar zırnık koklatmazlar,” diye anlattım. “Trafik Jandarması bir, iki, saate kadar gelir.”
“Amca o kadar süre bu balıklar dayanmaz, hava bugün çok sıcak. N’apıcaz?”

“Sen git istersen ben tutanağa çarptı kaçtı diye, yazdırırım. Plakayı seçemedim derim, Tutanağı Jandarma tuttuğu için Sigortadan benim hasarlar için ödeme yaparlar, sonra senin tamponu hallederiz, Adın neydi?” Adam tepeden tırnağa beni süzdü “nasıl tanıyamadın?” der gibi:
“Osman! Filika da derler. Filika Osman. İskelede kime sorsan gösterirler benim yeri. Aklım yattı bu işe, sen helal süt emmiş birine benziyorsun, Kaptan. Tutanak vs senin dediğin gibi olsun” dedi. Ona telefon ve adresimi verdim. El sıkıştık.
Balıkları yerleştirdi, bagaj kapağını tekrar çamaşır ipiyle bağladı sonra yağ yakan motorundan gri dumanları püskürte püskürte hareket etti, Ben yolun kenarındaki bir kayanın üstüne oturdum bekledim, bu arada benim sigortacıyla görüştüm. Bizim yeğenimiz.
Yarım saat sonra Jandarma geldi. Kaçan arabayı sordu markayı modeli  tarif ettirdi, Anons geçtiler diğer ekiplere. Bizim rapora başladı. Resim filan çekildi, önden, arkadan. Ön tamponumun hasarını yazdı vs. 
“TC ni söyler misin amca?”
Her seferinde ezberimden söylerdim ama bu sefer uçup gitmiş aklımdan, tabii kafamdan tiyatro düzenledim ya, onun heyecanı. Cüzdanımın içinden kimlik kartmı çıkarmak istedim. Ama cüzdanımı iki üç defa aradım, kimlik yoktu. Birden telaşlandım. Karımı aradım, kimliğim karımın çantasında kalmış olduğu ortaya çıktı. Ne zaman girmiş oraya hiç bir fikrim yok. Tam karımdan resmini getirteceğim. Bizim Trafik  ekibine bir ihbar geldi, yaralanmalı bir kaza olmuş, ekibin acilen oraya gitmeleri gerekti. Bizim tutanağın ise yarın karakolda tamamlanması vs. tembih ettiler.
“Görüldüğü gibi başladığım işler unutkanlık yüzünden yarım kalıyor doktor bey.”
“Bazen davranışlarımda, unutkanlık ve hareketlerimde inanılmaz bir yavaşlık başladı Doktor bey,” dedim ama bu kısmı Doktora değil, çok sevdiğim bir arkadaşıma anlatıyormuşum. Doktorun muayenesinden çıkalı çok olmuş ama ben doktora anlatırmışım gibi anlatmaya devam etmişim arkadaşıma. Bu da başka bir faul tabii.
Geçenlerde arkadaşlarla bir yerde toplanacağız karar vermişiz, böyle zamanlarda genellikle bana akıllı telefondan mesaj çekerler, o da yetmez bir, bir buçuk  saat kala telefon ederler. Hatırlatırlar. Gün geldi sabah kalktım güzelce sakal traşı oldum, Evden çıkmadığım zamanlar kendimi bırakırım saç sakal birbirine girer, öylece dolaşırım. Ama bu sefer kolonya, molonya sürünüp temiz bir şeyler giyindim üstüme. Toplantının olacağı yer Cinnah’da Çankaya yokuşunun ortalarında. Geniş tek yönlü caddenin üzerine park yasağı var tabii, müstakbel park yerleri sokak aralarında. Ben Bağlıca’nın[2] başlangıcından gideceğim için şehrin bir başından bir başına sayılır. Kendi arabamı oraya nasıl götüreceğimi gözden geçirdim. Orada sokaklarda yer bulma garantisi zayıf göründü gözüme.
“Arabamla yakındaki bir Metro istasyonuna gidip orada Park edeceğim arabayı. Sonra Metro ile Kızılay’a ineceğim. Sonra da oradan taksiye ya da dolmuşa binerim.”
Sağ olsunlar baş durak olan Koru istasyonu bize yakın yapılmış sayılır, evden oraya 6 km.lik yol var. Eskiden Şehrin içinde otururken yakın dediğimiz zaman bir kaç yüz metreyi anlardık ama verilen imar izinleriyle şehir km ile ölçülür oldu.
“Hocam, otobüs durağına 1 km falan, yakın sayılır. Hesaba evden sitenin dış kapısına kadar yolu da dahil edersen, yürüyerek durağa yarım saatcik çeker. Ulan yarım saat az mı?”
Koru istasyonunda bir otopark var ama yetersiz, oraya vardığımda yerler dünden bitmiş, kalmamıştı. Hatta kaldırım üstlerine bile arabalarını bırakmışlardı. Sokaklarda da yer yok, derken karar verdim, bizim eski mahalleye Emek mahallesine gidip eski evin yakınlarında bir yere park edip oradan Ankaray ile Kızılay’a inmek istedim. Arabamla Emek’e vardığımda tabii vakit kalmadı. Bir Market zinciri önüne itinayla park ettim ve oradan bir taksiyle  Cinnah’a gittim. Akşam saat yedi buçukta yani aşağı yukarı beş, altı saat sonra arabanın başına geldiğimde arabanın dörtlü flaşörleri yanıp, yanıp sönüyor ama elektrikle çalışan diğer her şey kaput olmuştu. Kapı mapı açılmıyordu. O anda başımdan aşağı soğuk sular döküldü. Sigortacı yarım saat sonra bir oto elektrikçisi gönderdi, Kapıları mekanik olarak açtıktan sonra, Aküyü by pass  edip motoru kendi aküsünden çalıştırdı, sağ olsun cebimdeki son elli lirayı da ona verdim. Gece saat 10 da evdeydim.
Bu şikayetlerim artınca, bu bir hafiften hafife bunama mı başladı acaba diye,  gazetedeki köşeye derdimi yazmaya karar verdim, Yazdım, yazdım, sonunda sordum:
           “Ne diyorsunuz, ben ihtiyarlıyor ve de bunuyor  muyum Haydar abla şey bey?
“Öyle değilse, söyler misiniz,  sabahın kör saatında yataktan kalkıp, bilgisayarın başına oturup bunları yazmamın manası ne?” Ertesi gün gazetenin malûm köşesinde cevap yerleştirmişler:
            “Beyefendi, sağlığınızı hiç merak etmeyin  tamamen yerinde sağlıklı duruyor, arabanızı tanıyabildiğiniz sürece nereye park ettiğinizin fazla önemi yok. Park ettiğiniz yerde arabanızın telefonla resmini çekersiniz. Bunu yapmayı bildiğiniz sürece iyisiniz de Fakat alfabemizi tanıyamadığınız zaman hapı yutmuşsunuz demektir.

Sadık  5 Mart 2020, Bağlıca Ankara,  10:34, Tue, 
          22 Dec 2015 11:28:07 + 02:00





[1] Bu saçma sapan adetin bir yaz dönüşü kaldırılmış olduğuna şahit oldum. Ama hatırladığım kadarıyla üç sene filan bu eğlence devam etti.
[2] Bağlıca; eski bir köy yerleşimi şimdilerde İmara açılmış, Eskişehir yolu üzerindeki Başkent Üniversitesi Kampusun arkasındaki köy ve imara açılmış alan.

3 yorum:

  1. Bu yazıyı 2010 da yazmışsın!
    Fazla yaşlı geldi, sakladın galiba. Güzel olmuş.

    Sevgiler
    Aydın

    YanıtlaSil
  2. Aydıncım, 2010 da değil 2015 de yazmaya başalamıştım, 2020 Mart'ında yeniden başladım ve 5 Mart'ta bitirmiştim. Sayende bir yanlışı düzelttim. Evet hocam, son mikrop veya virüs olayından sonra Moral yerlerde sürünüyor, kendimi daha da yaşlanmış ve aciz hissediyorum...

    YanıtlaSil
  3. Sadık, hele dur bakalım. Bu yazdıklarından senden önce yakınacak kimler kimler var, biliyorsun. Kimimiz merdiven sahanlığında durup yukarı mı çıkıyorduk, aşağıya mı iniyorduk, onu bile bazan hatırlayamıyoruzdur. Olacak böyle şeyler.
    Ben en çok ''Haydar abla''ya güldüm. Sağolasın. Sevgiyle ve dostlukla,
    Okan

    YanıtlaSil