Mutsuz

 

MUTSUZ ÖYKÜ

Genç adam kaldırım kenarına gelince yayalara kırmızı yanan direğin altında beklemeye başladı.  Havada hafif bir kömür isi kokusu hissediliyordu. Yer Ankara. sonbaharın sonu hava nispeten temiz ve açık.   Kış geldiğinde, gökyüzü sarımtırak grimsi bulutlardan görünmez hale gelir özellikle sokakta genizler yanardı. O zamanlar yılın bu aylarının serinliğinde hafif hafif titreten bir sıcaklık olurdu. Bazı evler buldukları kömürü usul usul, ucundan ucundan ihtiyatlı bir şekilde yakmaya başlarlardı. Ama çoğunluk için bu günler yaz serinliği, sonbahar ılıklığı sayılır, soba ve kalorifer yakmaktan uzak durulurdu.

Lambanın kırmızı ışığı solgun ama titreyerek yanmaya devam ediyordu. Bulutların arkasından güneş bir görünüp bir kaybolurken   genç adamın bulvarın başındaki Yenişehir tren istasyonundan, yazdan kalma bir havada başladığı gezintisinde,  güneşin saklandığı anlarda uzun kollu gömleğinin altından havanın soğuğunu hissederek yürümüştü.  Muntazam bir bahçenin içindeki sarı boyalı Kızılay binasının önünden geçip kavşağa geldi ve karşıya geçmeye hazırlandı. Ankara’nın en yüksek binası, gökdelen henüz bitirilmiş kullanıma yeni açılmış, kentin genel profilinde  meydanın ve bulvarın üstünde bir deve dikeni gibi yükselmişti. Herkes gibi genç adam da hayrandı bu gördüğüne. Gök yüzüne kadar cam ve beton uzanmış gitmişti,  Şimdi trafik lambasının altında yeşil ışığı beklerken kafasını çevirip bu iri kıyım meydan magandasını  uzun uzun seyretti.

“Koca koca apartmanların arasına sıkışmış bir koca meydan. Aslında meydan değil, dört yol ağızı, meydan olabilecek alan nerde?” dedi içinden. Araçlar hızla akarken kaldırım kenarlarında, teker sürüyen damalı taksiler gitmekle gitmemek arası bir hareketle kaldırımda müşteri kolluyorlardı.  Yayalara yeşil yandı ve taksiler memnuniyetle yerlerinde kaldılar. Genç adam araçların çalışan motorlarının önlerine kendini ürpererek attı, ortadaki refüje oradan da karşı kaldırıma koşarcasına geçti. Karşı kaldırımda  dikilirken geldiği kasabanın ana caddesinden geçen trafik geldi aklına. Gülümseyerek başını salladı. Liseyi okumak için bir rastlantıyla geldiği ve henüz yeni tanıştığı bu büyük kente hayrandı Genç Adam.

“Bambaşka bir havası, ve ağırbaşlılığı var buranın. Bir başkent olmanın gururunu hissediyorsun” diye içinden geçirirdi bu meydana her gelişinde.  Bu şehir rüyalarından bile daha büyüktü o zamanlar. “Şu bulvara bak mesela, kanyon yamacına benzer binaların arasında bir vadi  ve ortasında canlı bir ırmak, köpük, köpük akan trafik. Aydınlık ve ferah. Kocaman bir tarih sahnesi.”  Öğrendiği kadarıyla her miting ya burada başlarmış ya da gösteri yürüyüşleri burada bitermiş. “En zorlu siyasi kavgalar yine burada olurmuş. Burada yapılan protesto gösterileriyle hükûmetler değişirmiş, onun için adı 27 Mayıs 1960 dan sonra Hürriyet meydanı olmuş diye duymuştum.
“Sıhhiye'den bu tarafa yürüyorum. Kalabalıklar hareket halinde, insanlar suskun, somurtuk, düşünceli. Olsun, seviyorum ben buraları ellerim cebimde işsiz güçsüz dolaşmayı. Sonlara doğru omuzuma kuş pislemesine rağmen seviyorum. Akşam vakti acele acele yürürken iki üç ağaca dikkat edeceksin, o kadar. Yol boyunca bir lüks otel[1] bir ordu evi, üç sinema[2] üç meşhur kitapçı[3], bir özel tiyatro[4] meşhur Piknik denen Restoranı ve Devlet Güzel Sanatlar galerisini[5] geçtim.  Birkaç da pasaj var yol üzerinde ama benim en sevdiğim Koca Beyoğlu’nun havasız bodrumu. Orada da bir kaç sahaf. Eski kitap tozları burnuma dolarken tütsülenmiş bir aleme dalardım orada. Yerlere atılmış gibi duran kutularda talihsiz Köy Enstitülerinin ve Halk Evlerinin dergilerinden, Amerikan dünyasının comics ve Playboy Magazin’lerine kadar çeşitli yayınları bulabilirdiniz. Ucuzlar yerlerde diğerleri raflarda sergilenirdi. Ders yılı başında mahalledeki çocuklardan bulamadığım ders kitaplarını oradaki dükkanlardan tamamlardım. Kenarları yazılı, oklar ve kalpler çizili sayfalarda  bir hayali insanın duyguları karışırdı tahsil hayatıma. Ben Orhan Kemal’in "Bereketli Topraklar Üzerinde" sini, Kemal Tahir’in "Devlet Ana" sını, Yaşar Kemal’in "İnce Memed" ini orada görüp tanımıştım. Şiirlerle dolu Ajans Türk takvimiyle[6], Varlık yayınlarından Dostoyevski’nin "Netoçka Nezvanova" sıyla ve Gorki'nin Ana’sıyla da öyle. Şarkın da garbın da sararmış eskimiş selüloz dünyası orada son demlerini yaşarlardı. Adı sanı bilinen, bilinmeyen nice öykü ve romanlar, ümit ve hevesle yazılmış nice şiir kitapları, yerdeki kutularda okuyucu beklerlerken, üzerlerine eğildiğinizde kapaklardaki resimler ümitle sizin gözlerinize bakarlardı. Satılmayanlar  için yaşam, ay çekirdeği satıcılarının külahlarında veya manavların kese kağıtlarında biterdi.

“O zamanlar öyleydi.” diye içini çekti Genç Adam, gözleri yukarıda asılı örümceğe bakarken.

Şimdi Güven Park’ın önündeydi. Buraya ilk geldiğinde zar zor fark etmişti buranın bir park olduğunu.  Park dediğin, İnsanın içine çekebileceği temiz bir havası, gürültüden uzak, başını yaslayarak hayallenebileceği oturakları ve doyurucu bir yeşilliği olmalıydı ona göre.

Bu ismi büyük Güven Park, içinde büyücek seyirlik bir havuz, iki tarafında bembeyaz som mermerden oyulmuş oturaklarla düzenlenmiş localar ve de orta yerde bir koca Anıttan oluşuyordu.  Ortada   gülkurusu andezit taşından yapılmış duvara yaslanan, mitolojiden fırlamış gibi duran iki Titan[7], etraflarında yuvarlanan yaşama, simitçiye, helvacıya, kuş yemi satıcılarına, umutla koşuşturan insancıklara, hele de başlarının üstüne pervasızca yerleşmiş kumrulara  şaşkınlıkla bakıyorlar gibi gelirdi Genç Adama.  Bunun bir benzerini Afyon’da Zafer anıtında görmüştü. Oradaki Titanlardan biri yerde acı içinde yatarken diğeri üzerine bir kartal gibi çökmüş, sanki biraz sonra yerdeki Titanın ciğerini sökecek gibiydi. Anadolu halkının emperyalizme karşı öcünü almakta olduğu anı betimliyordu.

Burada son derece özenle çalışılmış bronz döküm Titanların kendilerinden emin, pervasız duruşları, el ve ayaklarındaki kabarmış damarlar, bağımsızlık savaşından zaferle çıkmış bir milletin başarısının kaynağının irade ve öz güven olduğunu hatırlatmayı amaçlayan bir anıt olduğunu daha  sonra anlayabilmişti.  “Güven” diyordu alttaki yazıda ki  figürlerin tavırlarından yazıya gerek olmadığı açıktı, çalışarak inşa edilecek istikbale “Güven” diyordu ziyaretçilere.

O taş duvarın hemen arkasında duvardan öne doğru fırlamış  Atatürk ve işçi, köylü, aydın, asker  taş kabartma figürler ve altında alçak duvarlarda yer alan sahnelerin amacı, kurtuluştan sonra  yeni bir toplumun doğumunun betimlenmesi, çağdaşlık merdivenlerinden çıkması beklenen bir ulusun  anlatımıydı. Önünde  yine başka bir seyirlik havuz ile proje tamamlanıyordu.

O zamanlar için yeni devlet kurumlarıyla birlikte düzenlenen bu anıtın Meclis binasının ekseniyle aynı eksende yerleştirilmiş olması, çeşitli devlet kurumlarının bu eksenin etrafına konmuş  olması hatta bu eksenin Zafer Meydanındaki mareşal üniformalı Atatürk anıtıyla sonlandırılması Güven Parkın anlamlı bir yerleşimi olduğunu gösterirken; gün gelmiş, devran dönmüş ve parkın içine yerleştirilen garaj ve de çevresindeki yoğun trafikle Anıtın, ne anlamlı yerleşimi kalmış ne de anlamı. O devasa anıt adeta kaybolmuş, boynu bükük, ve öksüz kalmış.

“Titanlar buna  öfkeli ama umarsızlar, benim gibi,” dedi Genç Adam.

 “Geçmiş 45 yılın sonunda bir anıt bu kadar yaşlanır mı? Yaşlılık nedir bir anıt için?” Onlar için yaşlılık,  aslında ifade ettiği anlamının, yıpranıp, yitip gitmesi demek olmalı,” diye düşündü.

“Anlamını yitiren Anıt! Garip ama gerçek.”

Yapılışındaki heyecandır onları diri ve dinç tutan. Başlangıçtaki heyecan  küflendiğinde bir yel esip beşerin aklından onları silermiş demek. Yılın çeşitli zamanlarında önüne çiçek koymak, yaftalı çelenk bırakmak ve ardından nutuk söylemek yaşamasına yetmezmiş.

Cumhuriyet genç ve sağlam, Devlet ağacı ise eski ve soyluydu. Öyle ise; bugün o ağacın dalları çağdaşlığa erişmiş olmalıydı. Her türlü bağnazlığın çelmelemesine karşın, aklı hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller olmalıydı çevresinde. Ona böyle öğretmişlerdi. Öyle de olmasını isterdi Genç Adam. Oysa yaşadıkları; içinde isyanlar, fırtınalar koparıyor, insanlara olan inancını sarsıyordu. Yeni nesiller köhne zihniyetin uzantısı olmuşlardı adeta. Cumhuriyet, istediği nesilleri yetiştirememiş, gün gelmiş bu kavgada pes ettirilmişti.

“Duyarsız insancıkların arasında kendimi bu anıtın Antik Titanları kadar yalnız, inançsız ve bezgin hissediyorum,”  diye  isyan etti:

“Bir şehirde ya bir deniz olmalı, ya da deniz gibi dalgalı ve coşkun bir meydan arkadaş! İnsan kendini kaybetsindi içinde, bir anıtın gölgesinde ufka dalsındı gözleri, haykırabilsindi içinden geçenleri: Tıpkı bu anıtın söylediği gibi  övünerek güven içinde uzun aydınlık bir yola çıkacağız, önde bu dev Titanlar arkalarında  herkes,” diye gözleri kapalı dua eder gibi mırıldandı.

Trafiğin hoyrat gürültüsüne kulaklarını elleriyle kapatarak, derinlere dalıp düşüncelerinin seslerini duymayı denedi genç adam.

“Kızılay Meydanında Güven Parktayım. Bir mermer oturakta. Kumru ve güvercinler acele, acele kanat çırparak saçılmış yemler için ayaklarımın dibine kadar inip, inip çıkıyorlar, kalabalık içindeyim ama tek başıma etrafı seyrediyorum.  Koşa koşa geçen insancıkları, saçılan yeme kanat çırpan kuşları, sinsice onlara yaklaşan kediyi, sıçraya sıçraya uzaklaşan serçeleri, sabah fırından aldığı simitleri hâlâ “Taze simit” diye satan simitçiyi,  yere serdiği muşambanın üzerinde bağıra çağıra çorap satan işportacıyı seyrediyorum. Garip kokulu çakmak gazı satıcısının da tek  seyircisi yine benim.

“Oturuyorum oturaklara, seyrediyorum alemi, Biliyor musun ilk şiirimi burada yazmış, Fruko[8]dan ilk tekmemi de burada yemiştim.” diyorum tavandan sarkan örümceğe.

Annesinin elinden tutmuş küçük bir çocuk seyrediyor beni. Benim kendi kendime konuşmamı sevmiş olmalı. Göz kırpıyorum. Biraz sonra arkadaşlar peyda oluyorlar, birer birer. “Gece afişe çıkıyoruz, Ayrancıya gel” diyorlar. Dilimde Nesimi’nin şiiri, hani şu  inancı uğruna derisi yüzülen insanın.  

“Gah çıkarım gökyüzüne, seyrederim alemi,”  der ya?

Nereden takıldı bu sözler aklıma, bilmiyorum. Belki simitçinin adı Haydar’dı, olamaz mı? Her gün en az bir defa gelirim buralara. Bu koca meydanı, üstünü örten gökyüzünü, bu suskun mitolojik anıtı seyrederim uzun süreler. Bana  iyi geliyor insan içinde olmak.. Birazdan akşamın karanlığı çökecek üzerine Ankara’nın. Işıklar göz kırpacak her yandan, toparlanacağım yavaş yavaş.

“Ben onlara inat gideceğim Ayrancı’ya. Şan olsun diye!” Karşımda bir kedi, yüzüme bakıyor, sırıtıyorum tek dinleyicime, o da olmasa gelip geçenler kafayı yemiş, diyecekler. Hamza titreye titreye dinliyor benim bu anlattıklarımı.

 

Bir tangırtı koptu, kapı çarpılması gibi. Gözlerimi pıt diye açtım. Sırt üstü katlanmış yatıyorum. Her yanımda bir ağrı. Karşımda  demirleri sıyrılmış, pas lekeli, bir buçuğa, bir boyutunda beton  tavan, ölmeden mezarımda gibiyim. Karanlık benzeri loşluk. Hücremde elimi açsam yanlara değiyor, ayağımı uzatsam kapıya “donk,” ediyor. Tek ışık koridordan süzülen, köşe dönüp parmaklıklı kapıdan giren sarımtırak bir aydınlık. Tavan başımı eğdirecek kadar alçak. Ayakta dikilemiyorum, yere uzanamıyorum. Köşelerinde örümcek ağları var, üstünde cılız bir örümcek, adı Hamza, ben vermiştim ona o ismi. Arada bir görüyorum onu. Sinsice kurduğu tuzaklarına düşecek böcecikleri bekliyordu, ben geldim onların yerine. Bu mahlûk nereden gelmiş, nasıl gelmiş bilmem ama ben geldiğimde o yarı aç, yarı tok burada yaşıyordu. Gönüllü hapsetmiş kendini buraya. Arkadaş oldum onunla. Hücremde konuştuğum tek varlık. Bazı  anlarda kafadan izin alıp, kaçıp gezmeye gidiyorum dışarıya, geldiğimde gezdiğim yerleri anlatırım, o da dinler beni.

Kirli battaniyenin üzerinde doğruluyorum. Uzaklardan bir yerden sesler geliyor, birisi inzibat çavuşu Haymanalı’ya sayıyor küfürleri ardı ardına O da çakıyor yumruğu, gelen sesten öyle anlıyorum.

“Bugün günlerden ne?” diye yırtınıyor o... Benim hiçbir fikrim yok!

“Gündüz mü yoksa gece mi şimdi?” Bilmem ki....

“Zamanı paketledim, hep aynı zamanda, aynı yerde, aynı saatteyim komutanım!” dedim bir gün, çıldırdı Haymanalı. Sesler hücreye yaklaşıyor. Vücudumu bir titremedir aldı korku ve heyecandan, dişlerim tabii sağlam kalanlar, birbirine vuruyor, elimde değil, soğuktan da olabilir...

“Sorguya mı alacaklar beni yine? Sorgucu denen herif benim her gün Ankara’ya  gezmeye gittiğimi öğrenmiş olmalı,” dedim içimden. 

“Örümcek dışında kimse bilmiyor ki O bilsin.”

“Tamam da bu ayak sesleri ne şimdi?”  Bu dar alanda, bu dar anda kafam şimşek hızıyla çalışıyor. Karnıma bir buru saplandı, avuçlarım terliyor. “Ben şimdi evci çıkayım en iyisi...” diyorum. Geç kalmışım.

“İşte kapının önündeler!”

“Zaralı! Hade kalk bakalım, cezan doldu, Koğuşa çıkıyorsun efendi...” dediler. Tereddüt ediyorum.

“Yürüsene lan, sen ne bekliyon!” Seslenen İskilipli onbaşı, iyi çocuk. Kapı  şakırtıyla ardına kadar açılıyor. Karabasanlarımın mekanından kaçar gibi, arkadaşım titrek örümceğe veda edemeden, adeta emekleyerek çıkıyorum. Titreyerekten dikiliyorum koridorda.  Vücudum sessiz isyanlarını haykırıyorken gayri ihtiyari ellerimi birleştirip İskilipli onbaşıya doğru uzatıyorum. Biraz sonra ben ve diğerleri, onun peşi sıra loş koridorda ışığa doğru yürüyoruz. Arkamda garip sesler duyuyorum.  Endişeyle bakıyorum, o loşlukta Güven Park’taki umarsız Titanları seçebiliyorum. Koridorda iki büklümler. Oradaki yerlerinden kalkmışlar, başları önde, süklüm püklüm, iki yana sallanarak bir lokomotif gibi puflayarak peşimden geliyorlardı.
 
Sadık Mercangöz Artur Burhaniye, 12 Ekim 2019,  10:15

TMMOB  Teoman Öztürk Öykü yarışması için yazıldı. Derece alamadı
 
[1] Barıkan Oteli Sıhhiye’de
[2] Ankara, Büyük ve Ulus sinemaları
[3] Zeki Mumcu ve Tarhan ve Bilge kitap evleri
[4] Arena Tiyatrosu
[5] Yenişehir postanesinin üstündeydi, sonra Zafer Meydanındaki yeraltı çarşısına taşındı.
[6] Necdet Evliyagil’in editörlüğünü yaptığı şiir antolojisi şeklinde duvar takvimi.
[7] Mitolojik zamanlarda Zeus öncesi dünyaya hakim olan dev yaratıklar
[8] Toplum polisi manasında,  Beyaz başlıklı toplum polisi

3 yorum:

  1. Okan Üstükök9 Aralık 2024 22:16

    Varol Sadık,
    Gene dolu dolu bir öykü. Tam bir ''Zeitgeist'' denemesi. Hem zamanı, hem mekânları ustaca yoğurarak bilenleri anımsamaya, bilmeyenleri akıllarında canlandırmaya davet ediyor, zorlamadan. Duygusallığı ise olağanüstü. Bence Atılgan ve Abasıyanık ayarında. Alkışlıyor, şapka çıkarıyorum.
    Okan 2Şubat 2020 de yazılmıştır.

    YanıtlaSil
  2. Her zaman büyük beğeni ile okuduğum öykülerin seni tanımış ve öykülerini okumuş olmakran dolayı kendimi ayrıcalıklı hissettiriyor. Ne mutlu bana. Her zamanki gibi alkışlıyorum. Puna.

    YanıtlaSil
  3. İltifatlarınıza teşekkür ederim. Ben de sizler gibi dostlarla bir arada olmaktan onur duyuyorum.

    YanıtlaSil