O’NUN HİKÂYESİ
Sene 1970’lerden bir
yıldı. Olayın olduğu senelerde Turizm Bakanlığı Antalya’yı ilerdeki Turizm
yatırımları için öncü bir il ve merkez olarak seçti. Antalya’nın Tarihi Kaleiçi
yerleşimi ve eski ticaret limanını ve Antalya’nın Güneybatı
kıyıları ile Doğu sahillerindeki turizm potansiyeli olan alanları dantel gibi
planladı. Ayrıca Turizm ve Otelcilik eğitim kurumlarının yapım ve
işletilmesine ağırlık vererek Otel ve Tatil Köylerine eleman yetiştirilmesi teşvik
ediliyordu. Bakanlığın bu konuları gerçekleştirecek tek kuruluşu o sıralarda Turizm
Bankası[1]idi.
Banka Projelendirme ve uygulamalar için teknik eleman alırken, restorasyon
eğitimi almış mimar olarak O da ekibe dahil edildi.
Terk edilmiş eski
iskelenin Yat limanına, liman çevresindeki kamulaştırılan eski yapıların da
onarılarak turistik işlevlerle değerlendirilmesi işine yeni başlandığı
zamanlardı. Adam, Bankanın merkezinde projelendirmede çalışırken sahadaki restorasyon
uygulamalarında kendini yetiştirmek için geçici görevle Antalya’ya gönderilmesini
istedi. Öyle ya, çömezlikten çıraklığa ve ustalığa gidecek merdivenin basamakları
buradan başlıyordu. İstediği gibi de oldu ama geçici diye başlayan işler daha sonra
uzadıkça uzadı gitti. Onun gidişinden birkaç ay sonra eş durumundan ötürü mimar
olan karısının da Antalya İl İmar Müdürlüğüne tayini isteyeceklerdi.
***
Adam oturduğu ofis
sandalyesinde geriye kaykıldı ve anlatmaya devam etti:
“Ankara’da izindeyiz annemlerdeyiz.
Annem bizi misafir olarak gördüğünden en ağır protokol yemeklerini hazırlamış, kardeşlerim
sofranın kurulması için koşuşturuyorken, Salonda büfenin üzerinde bütün
haşmetiyle duran siyah telefon acı acı çalmış. Çalmış diyorum çünkü o sırada
konuşmaya dalmışız, ben duymadım. O zamanlarda telefonlar sadece acı acı
çalarlardı, melodik sesler ya da şarkı, türkü ve uzun havalar yoktu. O tür
sesler çok daha sonra oldu”
“Kız kardeşim beni
aradıklarını söyledi. Koca salon diyeceksiniz tabii duyulmaz. Salon dediğime
bakmayın, daracık ve uzunca bir oda büyüklüğünde uzun kenarlarından salona
açılan diğer oda kapılarıyla parçalanmış, koltuk kanepe konabilecek kısıtlı
alanı kalmış bir sofa yani. Merakla yerimden kalktım, masa ve sandalyeleri
çalımlayarak telefonun yanına gittim. Ahizeyi
kulağıma tuttum, bir erkek sesi ama anlaşılmıyor. Çocuklara yüksek perdeden bir
hişt çektim. Sessizlik oldu.”
“Dinliyorum,
dinliyorum. Salondakiler de beni dinliyorlar ama ben de ses yok. Sadece telefonu
dinliyorum. Arayan şantiyenin bekçilerinden biri, aslında önemli bir olay olmasa
aramazlar, arayamazlar. O tarihlerde
evinde telefonu olanlar parmakla sayılırdı. Asker, Polis, Avukat, Hâkim ya da
Sağlık personeli gibi bir önceliğiniz yoksa hapı yutardınız, yıllarca telefon
kuyruğunda beklerken ömrü yetmeyenler olurdu. Ama resmi kuruluşuz diye Antalya’da
şantiyemizin bir adet telefonu vardı. Şehirlerarası aramalar için PTT telefon
santralına aradığınız numarayı yazdırırsınız, öyle kendi başınıza numara çevirmek
yok, onlar bağlayacak. Acele veya yıldırım olmazsa, hatlar daima dolu olur, ya
sabır çeker beklersiniz.”
Bekçi, Müdürün telefonu
neden yazdırıp ta neden iptal etmeden evine gittiğini bilmediğini açıklarken
“Üzücü bir haberim var” diyerek, şantiye köpeğinin öldüğünü de söyledi. Bu haber
Adamı çok üzmüştü. Sabaha kadar neşesi kaçmış, yatınca rahatsız bir uyku uyumuş
ve sıkıntılı rüyalar görmüştü.
“Birkaç gün önce
Antalya’dan ayrılırken sapa sağlamdı bu hayvan, nasıl olurdu da üç gün sonra
ölür? Araba mı çarpmış?” diyordu kendi kendine.
Onun kahverengi parlak gözleri gözünün önünden
gitmiyordu. Çok samimiydiler onunla. Evet, gerçekten öyleydiler.
“Beni görünce arka ayaklarının
üstüne kalkar boynuma sarılır, ağzıma yüzüme yumulur, yalamaya çalışırdı o
toprağı bol olsun. Bazen de durur, durur gözlerini gözlerime diker kısa kısa
bakar, benim doğrudan onun gözlerine baktığımın farkına varınca başını başka
tarafa çevirir ama yine de omuzlarımdan aşağıya inmeye kalkışmaz, bağırmamı,
azarlamamı beklerdi herif. Bu kadar erken gitmesine isyan ediyorum ulan.”
Şantiye müdürü arkadaşım ertesi gün sabah
aradı.
“Nasıl olmuş acaba? Sapa sağlam hayvandı. Kalp sektesi filan mı? Yoksa başka köpekler mi saldırmış, n’olmuş yani?”
Timi, bu otel sahasında
bizim bekçilere yoldaşlık eden ve bu sahayı yabancılara karşı hâkimiyetine
almış, Alman kurdu kırması bir erkek kangaldı. Pençe ve bilekleri kalın yapılı ve
kuvvetli çeneleriyle narin kurtlardan değil sağlam bir melezdi. Müdürün dediğine
göre altı aylık iken Kemer’deki bir çiftlikten gelmiş şimdi iki yaşındaydı. “Bizimle
beraber büyüdü bu hayvancayız” derdi.
Şantiye Turistik Otel
inşaatına aitti. Bu Otel Projesi, deniz kenarından geriye alınıp, Antalya şehir
Müzesinin hizasına çekilmişti. Adam buraya geldiğinde Otelin hafriyatı
tamamlanmış, temel atma töreni için tören tribünü dahi çakılmış, hatta müdürün
dediğine göre kurbanlık koç bile satın alınmış temel atılmasını bekler
durumdalarmış. Hafriyat alanı dışında da biri çalışma bürosu diğeri dört odalı,
misafirhane olmak üzere iki adet tek katlı bina da yapılmıştı. Her şey bir
beklemede, Şimdi sessiz sakin ölü toprağı serpilmiş gibiydi.
Geniş bir arazisi vardı
yapılacak otelin. O zamanlar, henüz uzağında, yakınında bir yapılaşma yoktu,
in, cin top oynardı buralarda. Sünger
görünümlü Traverten kayaların çıkıntı ve çöküntülerinden oluşmuş yüzey aralarındaki
boşluklarda beliren ve toprağı örten makilerin bu doğal görünümü, batıya doğru
önce falezlerin üzerinden, deniz seviyesine kadar iner, kumlu ve alüvyonlu bir
düz alan yedi kilometre daha giderek bey dağlarının eteklerine kadar uzanırdı. Akşamüzerleri,
Tünek tepe önde, Bey dağlarının tepeleri arkalarında, yükselen sisler aralarında,
mavinin ve menekşe morunun bütün tonları ile manzara Japon Estamplarından
fırlamış gibi görünürdü gözlere. İlave olarak en önde de turkuazın birkaç
tonuna yapışan uçsuz bucaksız deniz. İşte açık bir günde o manzara.
Bu doğal yapı Adam’a çok büyük adeta uçsuz bucaksız gelirdi. Arazinin içinde günün değişen saatlerine göre yılan, kertenkele, semender gibi sürüngenler, tilki, tarla faresi gibi memeliler ve yırtıcı kuşlardan kerkenez ve de gece saatlerinde yarasa gibi memeliler etrafı herhangi bir çitle çevrilmemiş olan arazide sıkça görülürlerdi. Bir beş yıl sonra o Bey dağlarına kadar uzanan yabani arazi insanlar için imara açıldı. Koca bulvarlar oteli iki yönden kuşatırken o doğal yapı, yıldızlarla süslü oteller ve adına turizm denen her koşulda mubah sayılan o gerekçeyle yok edilecekti. Büyücek bir park yaptılar ama doğal olmayan ve o jeolojik yapıya uymayan bir park. O toprağın yerlilerini kökleyip atarken, ta Uganda’dan çim ve güney Afrika’dan bilmem ne ağaçları transfer edildi. Adamlar yaptığıyla övünürken mevcudu ve yerlisini ki burası onların vatanı, korumayı kollamayı aklına getirmediler. Bir zaman sonra o gariban tilkilerin, tarla farelerinin, sürüngenlerin, kerkenez ve yarasaların yuvaları başlarına geçecek ve ortadan kaybolacaklardı.
Yaratılan brüt beton pastoral
peyzaj ile o kadı kaçıran yağmurları yere düştüğünde artık kavuşacak toprak
bulamıyor, sel basıyor diye feryat ediyorlar, işte bu ne yaman çelişki.
İş başlayacak diye otelin
inşaatında kullanılacak, betonarme demiri, kalıplık ve doğramalık kereste,
elektrik ve sıhhi tesisat malzemeleri gibi bu inşaata ait ihzarat malzemeleri Banka
tarafından satın alınmış, etrafları tel örgüyle çevrili açık ve kapalı
ambarlarda istiflenmiş vaziyetteydi. İyi bir saha aydınlatması yapılmıştı. Yani
bir “Ya Allah” çekilmesi kalmıştı yola çıkmak için. Fakat sonra bir yerlerde bir
karar alınmış, her şey olduğu yerde bırakılmış, beklemeye geçilmişti. Acınası bir
durumdu bu, alınan mallar, malzemeler bütün tedbirlere rağmen çürüyebilir, sıhhi
tesisat ve elektrik malzemelerinin modelleri kullanılmadan demode olabilirdi.
İçinde bulundukları büro
binasını işaret ederek:
“İşte burası bizim
karargâhımız, Dışarıdaki doğal alan da bizim
koca kangalın hâkimiyet sahasıydı” diyordu Adam.
“Bir süre sonra birkaç mimar,
mühendis arkadaşımız daha Ankara’dan geldiler. Bizim işimiz bu otel ile ilgili değildi.
Kaleiçi’nin ve Tarihi limanının onarımıyla, Turistik merkez haline
getirilmesiyle görevliydik. Burada,
anahtar kelime Turizm idi. Her şey turizme kurban olsundu.”
***
“Yok.
Kalp filan değil. Saldırı da yok… Daha kötüsü.” Merakla dinliyordum. “Buraya
gelmeniz lazım” diye Otel Şantiyesi Müdürü devam ediyordu.
“Ciddi
misin?” diye sordum. Adam ciddi. Anlattıklarını dikkatle dinledim. Duyduklarım
hem heyecanlandırdı hem de canımı sıktı. Antalya’ya dönmemi isterken gayet
ciddiydi. Haberi eşime anlatınca ertesi
gün sabah otobüslerinin birinden bilet alarak dönmeye karar verdik. Köpeğin kuduz
olarak öldüğü söyleniyordu.
***
Adam, otel şantiyesinin
misafirhanesinin bir odasında üç aydan fazla tek başına konaklamak zorunda kaldı.
Misafirhane de ayda bir iki defa gelen birkaç günlük görevliler haricinde ondan
başka kimse olmadı. Akşam olup da el ayak çekilince üstüne bir hüzün çökerdi,
gurbetteki karısını ve çocuğunu düşünüp efkârlanırdı. Antalya’ya geldiğine
pişman olmuştu ama buraya kendi isteğiyle gelmişti, geri dönemezdi. O zamanlar bu şehirde
yaşayanlar kendi içlerine dönük, şehir dışından gelen yabancıya mesafeli
dururlardı. İskele denen eski limanda yine “Şelaleye, mağaralara” diye bağıran
kayıktan büyükçe birkaç tekneyle Karpuz kaldıran taraflarına çoluk çocuk yolcu
taşıyan motorcular vardı. Ama şehir genel olarak diğer Anadolu şehirlerinden
çok farklı değilken yeşermesi beklenen turizm buradan Bey dağları kadar uzaktı. Adam bir türlü kiralık ev bulamıyordu. Bir
yürek sıkıntısı içindeydi ve sıkıntısını kimseye anlatamıyordu. Yüz gün “ya
sabır” çekti.
“Evi hazırlarsam eşim
kendi tayinini de isteyecek. Buradan Ankara sebze meyve Haline mal sarmış bir
hal kamyonuna az sayıdaki eşyalarımızı atıp buraya getirecektik.” Adam, kulağına
gelen kiralık haberlerinin hepsine dolmuşa atlayıp gider olmuştu.
“Bakardınız Apartmanda
pencereler perdesiz veya gazete kâğıdıyla maskelenmiş, belli ki boş, sorarsınız,
ev sahipleri, Finike, Kumluca veya Serik gibi kazalarda otururlar, bazen
gelirler, derlerdi. Boş tutarlar ama kiraya vermek istemezlerdi. Keyiflerinin
kâhyası mısınız? Sen yabancısın, ya kiraları takıp gidersen, esnaftan kefil getirebilir
misin?”
Şantiyedeki misafirhane
Güneye, açık denize doğru, bakardı. Antalya’nın şehir silueti de o zamanlar Doğuda
Talya otelinden biraz sonra biterdi. Eski Mezbaha da oradaydı. Balıkçıların
dediğine göre körfezde yegâne köpek balığı görülen yer de oralarmış. Batı
tarafındaki imarlaşma Antalya Müzesi ile sona ererdi. Onun hemen arkasında
inşaatı bitmek üzere olan Otelcilik Okulu inşaatı, henüz olmayan bir sokağın
kıyısında yapılmaktaydı. Doğal kayalık zemin oradan başlar bizim arazinin
içinden geçer ufka doğru giderdi. Okulun yanında ise basit kulübelerden oluşan,
bir gecekondu mahallesi peydahlanmıştı. Oturanların durumlarına göre buldukları
malzemelerle derme çatma yapılmış, küçüklü büyüklü bahçeleri olan yapılardı.
Her seçimle oy için elektrik verilmiş, su verilmiş bir kişi beş kişiyi, başka
bir kişi on kişiyi “Gel hemşerim, gel” diye bir araya toplanmış bir grup insan otururdu. Sokakları
yok olsa da, ne yapar ederler Murat’larını, Anadol’larını bahçeye kadar çekmeyi
başarırlardı. Evlerin çatılarında hemen hepsinde birer TV anteni görülürdü.
Olmayan sokaklarında yağmur yağınca ayakkabıları çamurda bırakırdılar ama
haftanın üç gününde yayın yapan TRT televizyonunu seyretmeyi bırakmazlardı.
Bu evlerin bahçelerinde
tavuk kümesleri ve keçiler için ağıllar da bulunurdu. Keçi buranın doğal arazi
yapısına koyunlardan daha uygun olduğundan çoğunluğu keçi beslerdi. İnşaat
alanı yani Timi’nin arazisi girmeleri yasak olmasına rağmen, biraz uzaklara
gitmeyi yorgunluk sayan küçük sürüler başlarında bir yaşlı çoban, kadın veya kız
çocuğu ile gizlice girerlerdi. Timi bunu kendine hakaret ve meydan okuma sayar
ve boynunu incitene kadar bağlı olduğu beton direkten uzanan zincirini
zorlardı. Adam köpeği anarken etrafına toplananlara üzüntülü ama biraz da
gururlanarak anlatıyordu:
“Bir keresinde bir kız
çocuğu yedi, sekiz keçilik bir sürüyü bizim misafirhanenin yakınlarına getirmiş,
otlatıyorken arka taraftan hırlamayla karışık havlayarak Timi koca gövdesiyle
yanımdan son hız fırlayıp arazide dağınık haldeki keçilere daldı. Anaları
yüksekçe kayalara tırmandılar ama oğlaklar her biri bir yere kaçıştılar, tabii
bizim Timi de boynunda tasmadan sarkan zinciriyle peşlerinden ve arkalarında da
ben. O sırada bir oğlağın üzerine hırsla atladığını gördüm. Dehşet içinde,
sarkan zinciri bilinçsizce çektim. O hareket Timiyi bir an duraksattı. Hayvan birden
geriye dönerek bana bakarken hırladı ve o zamana kadar hiç görmediğim korkunç
dişlerinin hepsini gösterdi. Aynı anda kayanın dibinden bir oğlak toz toprak
içinden ayağa fırlayıp dehşet içinde kaçtı.
Keçi çobanı kız ise elindeki sopayla donmuş bir halde Timi’yi seyrediyordu”
diye anlattı.
“Üstelik bu ilk vukuatı
değilmiş. Başka bir zaman boğazladığı keçinin sahibine bizim şantiye müdürü
para ödemiş, leşi satın almış. Onun için dört tarafta araziye girişin yasak
olduğunu ve tehlikeli köpek bulunduğunu belirten levhalar dikilmiş. Burası Onun
bölgesiydi” derdi Adam.
Akşamüzeri verandada
oturunca körfezin göğe karışan sonsuz maviliğine hayranlıkla bakardınız. Sonsuza
gider gibi duran ufukta dolunay zamanlarında pembe tüller içinden kocaman bir
ay doğardı, denizden çıkar gibi yükselirdi. Sanki suları süzülürdü
üzerinden. Yükseldikçe kurur, kurudukça küçülür, giderek beyazlaşır ve
parlaklaşırdı. Adam misafirhanenin mutfağında basit bir bekâr mönüsünü hazırlar
ve havanın güzel olduğu zamanlar bir tek veya bir duble eşliğinde verandada Timiyle
beraber yerdi. Akşam olunca akıllı hayvan zincirden kurtulur kurtulmaz önce koşarak
verandaya gelir Adamı arardı. Havanın oturulabilecek kadar iyi olduğu günlerde
Adamın gelmesini orada beklerdi. Akşamın alaca karanlığında başlayan yemek
faslı, deniz mavisinin mora, oradan da laciverte, nihayet siyaha dönerken biterdi.
O sırada birer ikişer, balığa çıkan motorların gaz lambalarını gökyüzünde
yıldızları seyreder gibi her akşam usanmadan seyrederdi Adam. Bir de sabahları
gün ağarırken balıktan dönen motorların o tek düze pat patlarını dinleyerek uyanmak
hoşuna gider olmuştu onun. Ama mevsim
bazı günlerde tamamen kapalı olur, ne deniz görünürdü ne gökyüzü, birbirine
karışırdı. Yağmur adeta yatay yağardı, 3 metrelik verandayı aşar öndeki camlı
kapıların altından Bekçi tayfasının paspaslama gayretlerine rağmen dinlenme
salonuna dolardı.
“O
zamanlar kışın günlerce yağmur yağar ve burnumuzu dahi dışarı çıkaramazdık”
diye anlatırdı Adam yaşadığı kıştan bahsederken.
“Kadı
kaçıran” denirdi bunlara. Vakti zamanında Antalya’ya bir Kadı tayin olur.
Geldiği mevsim yağmurun, tam mevsimidir, başladı mı günlerce yağar ha yağar
türden bir yağmurdur bu. Kadıya “Sabır ya hocam” derler, “buraların yazı da
var, göreceksin”. Kadı efendi ya sabır çekmekten sabrının tükendiği bir gün, ölen
Karaman kadısı yerine bizimkini tayin ederler, adamcağız güneş yüzü göremeden
şehirden çeker gider. Bir zaman sonra önüne bir alacak verecek davası gelir,
davacı olan mahkemeye gelirken Karamanın ahmakıslatanına yakalanmış üstü başı
hafifçe ıslak mahkemeye çıkmış.
Kadı
bir adama bakar bir de damlayan sularına,
“Nerelisin
sen?”
Yağmurlar kesildiği zamanlar Körfezin batısında, bey dağlarının üstünde inanılmaz ilahi manzaralar ortaya çıkardı. Adam bu görünüşe mest olur saatlerce kendi başına seyrederdi.
***
"Ertesi gün otobüsten inince bizimkileri eve bırakıp dinlenmeden doğru şantiyeye
gittim” dedi Adam. “Baktım Timi’nin kulübesi boştu. Yerde bir kenara atılmış
tasmasının zinciri duruyordu. İçim fena oldu. Misafirhaneye girdiğim zaman
kanepede müdür düşünceli bir şekilde oturmuş sigarasını tellendiriyordu.”
“Hoş geldin müdür” diye gülümsedi. “Bak arkadaşım, kısaca
söylersek, başımız belada. İl sağlık müdürlüğünden bizi bekliyorlar, sen, ben,
iki mühendis ve üç bekçi. Tüm kadro.”
“Ne demek bekliyorlar? Bana açıkça söyler misin olay nasıl olmuş?
Sen bana köpeğin ölüsünü gecekonduların arasında bulmuşlar dedin. İl sağlık
müdürlüğü nasıl dâhil oldu bu işe?” O sırada diğer mimar ve mühendis arkadaşlarımız
da salona geldiler, her kafadan konuşmalar başladı. Havada tedirginlik ve gerginlik
hâkimdi.
“Olay bundan üç gün önce başlamışmış, anladığım kadarıyla. O
gün hava sıcak mı sıcakmış. Bekçilerden biri Timi'nin tasına su ilave edip biraz da
başına döktükten sonra kulübesi güneşin altında yanıyor diye, her zaman yaptığı
gibi tasmasını bağlı olduğu yerden çıkararak Timi’yi misafirhanenin önündeki verandaya
getirmiş, gölgedeki ayaklardan birine tasmasından bağlamış, bizim yavru da bu
gelişmeden memnun gölgeye uzanmış. Benden de alışkın böyle muameleye, öğle
uykusuna başlamış bile. Şantiyede bekçi haricinde hiç kimse yok tabii. Teknik
kadro hepsi de Kaleiçi Yat limanı şantiyesindeler.”
“Bekçi temizlik için Ofis binasına geçmiş ama biraz sonra
bağrış çağrış ve havlama sesi duyunca Misafirhane tarafına bir yabancı geldi
diye koşmuş. Yoksa koşmamış da olabilir. Timi’yi verandada bir adamın paçasından
tutmuş çekiştirirken görmüş. Bu adam bizim fazla sempati duymadığımız bir kıl
adam, elektrik taşeronu.”
“Ben hatırlıyorum da bu herif köpekleri sevmez, üstelik
korkar ama Onun bağlı olmasından cesaret bularak buna tekme sallamış olmalı.
Timi’yi, bıraksam adamı parçalayacak tentürdiyot sürdük baldırındaki kanayan
yerlere. Fırladı gitti. Arkasından size telefon açtım Müdürüm.”
“Ne geliyo abem o bura, bilmem. Ne işi var?”
“Fırlayo doru Hökümet doktoruna. O da tabii köpeğ istiyo.”
“Taşeron olaydan bir saat sonra Limandaki büroya geldi bir
polis arabası içinde, olayı anlattı bana, Doktor tabii kuduz aşısını basmış
buna. Veteriner işleri müdürlüğüne köpeği götürmemiz lazım. Görmek istiyorlar
Müdür Bey, dedi. Ben de olur, dedim. Aşıları falan tamam, dedim. Pikabı şantiyeye
yolladım kalfayla birlikte. Köpeği alsınlar da Veterinerliğe götürsünler
istedim. Derken yarım saat sonra kalfa telefon etti, burada on gün karantinada
kalsın diyorlar, korkunç bir yer. Ne dersiniz müdürüm? Bence biz bunu şantiyede
tutalım, dedi. Ben de kabul ettim. Bekçileri de uyarın, gece, gündüz
salıvermesinler, sorumluluğu ağır olur, diye de ekledim” dedi Müdür Bey.”
“Ben burada olsaydım ben de orada kalmasını istemezdim”
dedim, ortaya. Daha sonra bana olayın özetini Kalfa anlattı:
Kahverengi iri gözleriyle, itiş kakış kamyonete bindirilirken
önüne bakmadan başını kaldırmış etrafa bakınıyordu. Gururundan. Bir buçuk senedir kaba
yapılmış ahşap kulübe ile bu tanıdık kayalık alandan ayrılmamış olan Timi şimdi
kamyonetin kasasında bağlı olduğu yerde sakin sakin duruşu yanı başında
kokusunu aldığı abisinin varlığındandı. Kamyonetin hızlanmasıyla rüzgâr
gözlerini yaşartır zavallının. Yaş dolmuş gözlerini korumak için başını iyice
yere eğip saklanır. Bu sarsıntılı yolculuk on, on beş dakika sonra, bir evin bahçesinin
içinde sona erer.
Biraz sonra kamyonetten indirirler.
Göz pınarlarındaki yaşlar burnunun içinden geçip yere damlar. Etrafına bakınır
yine baş havada, merakla. Kalfa abisi yine boyun tasmasından sıkı sıkı tutuyordur. İçinde kendine
güveni vardır. Her söyleneni fazla direnmeden yapar.
“Aferin oğlum” diye başını okşadı
abisi. Elleri beyaz eldivenli bir adam
daha peyda oldu yanlarında. “Sıkı tut!” dedi Kalfaya “şimdi sıkı bir muayeneden
geçireceğim. Tutamazsan, şu kafese koyup sıkıştırırız hayvanı” Ama kalfa olur
anlamında başını salladı ve sağ ayağını sırtına atıp hayvanı bacaklarının
arasına alıp başını daha sıkı kavradı. Timi kalfa abisinin ağırlığını sırtında
hissedince ilk defa bir tedirginlik duydu, kıpırdanmaya çalıştı. Hayvanın kendine
ne olacağının gerginliği kahverengi gözlerine yansıdı, gözleri buğulandı. Genç
veteriner kulaklarından başladı, gözlerinin akından devam etti, sonrada ağzına geçti
dişlerine ve diş etlerine baktı ve bir laboratuvar kitiyle ağzından salya
numunesi aldı. “Laboratuvara lazım.” Muayeneyi bitirdi. Timi'nin bacaklarının arasından
çişi şırıltıyla aktı. Hayvancık son derece gerilmişti, kalfa sırtından inince
rahatladı. Eldivenlerini çıkarırken
veteriner:
“Bir şey görülmüyor ama bu hastalığın olmayacağı anlamına
gelmez. Emin olmak için 15 gün karantinaya almamız gerek” dedi. İçeride Müdür
de aynı şeyi söyledi.
“Ama barınma şartlarımız iyi değil. İçeride şüpheli vakalar
da var. Eğer karantinaya uygun yeriniz varsa burada bırakmayın” Kalfaya bir
kağıt imzalatıp Timi’yi ona teslim etmişler. “Her gün muayeneye geleceğiz”
demişler ayrılırken.
Timi geri dönünce şantiyeyi tanır ve kuyruğunu sevinçle sallayıp
sağa sola gitmek isterken Kalfa elindeki zinciri sertçe çekip ona tekrar
patronun kim olduğunu hatırlatır. Dediğine göre, tasmanın zincirini 2 metre
uzunlukta olacak şekilde bağlar beton direğe ve bugün itibariyle Timi’nin
karantinası başlar. Hayvan o kahverengi ıslak gözleriyle neden hapsedildiğini
anlamak için şapşalca çevreye bakışını anlatırken Kalfa'nın gözlerinden bir iki
damla yaş yanaklarından yuvarlandı. Ama Onu orada bağlamak durumunda idi, başka bir
şey yapamazdı. O ise biraz sonra zinciri çekmekten vaz geçip önce arka ayakları
üstüne çöküp, başı yukarıda oturur. Giden abisinin arkasından bakakalır. Yere
uzanır, gözleri çevreye kısa muzip bakışlar atmaya başlar. Aşağı, yukarı, sola
sağa. Günün sonu yaklaşıyor, acıtıcı sıcak azalıyor, yine güzel bir
akşam başlıyordu. Gece olunca onun serbest dolaşma saati de başlardı, hava
serinler, bekçi ile yürüyüşe çıkarlardı. Şantiyenin depoların etrafındaki
saatleri kurmaya giderlerdi. Ama bu akşam o gezinti zamanı bir türlü gelmiyordu. Bir iki defa kısa kısa havladı. Hadi ulan hadi! Tuvalete çıkmalıyım diye
düşünüyordu ama zincir kulübeden uzaklaşmasına izin vermiyordu. O da çişini buralara
yapmazdı. Asla.
Bir süre sonra gece bekçisi su ve yiyecek getirmiş ama onların yüzüne
bakmamış Timi. Sabırsızca havlayıp sağa sola hamle edince bekçi sıkıştığını
anlamış, zincirini direkten çözmek yerine boynundaki tasmayı zincire bağlayan
sustadan kurtarmış. Kırılma noktası burası…
“Adeta bir ok gibi fırladı. Kayaların arasında kayboldu.
Bağırdım, çağırdım. İşini bitirmiş halde yanıma geldi, yakalayıp zincire
bağlayacağım sırada elimden kurtulup uzaktan bizi seyreden birkaç köpeğe doğru
koştu gitti.” Bekçi üzgün bir halde yutkundu. “Arkasından şantiyeyi bırakıp
gidemedim. Benden başka kimse yoktu. Bekledim, O gelmedi. Peşinden de
gidemedim” dedi.
O kendini karanlıklar arasında daha hür sanıyordu. Önünde
birkaç köpek ve onların deli edici kokusu. Onlar korkuyla kaçarken, o da keyifle
kovalıyordu..
***
Sabah gündüz bekçisi işe gelirken gecekondular arasından çıkan
çocuklar önünü kesip, “Sizin koca köpek yan sokakta yatıyo” demişler. Sokak
olacak aralığa girdiğinde bizim Timi’nin kaskatı kesilmiş, kurumuş köpük ve
kusmuk içinde yatan koca gövdesini görmüş. Şantiyeden telefonla Müdüre haber
vermişler. Haberi İlk duyduklarında Müdür de kalfa da şok geçirirler. Her ikisi de bekçileri
yukarıdan aşağıya sıvarlar. Timi’nin karantinada olması gerekirken mahallede
ölüsünün bulunması onları deli eder. Kaleiçi Limandaki sabah mesaisine yeni
başlanmışken yayılan haber Timi’yi tanıyan ekip arasında heyecana sebep
olur.
İlk iş, Müdür ve yardımcısı ile Timi’nin kalfa abisi hep
birlikte il veteriner müdürlüğüne gider, mahcup halde teslim olurlar. Boyun
bükerek olanı biteni anlatırlar:
“Timi gece yuvasından kaçmış ama bu sabah da ölüsünü bulduk,
şimdi n’olacak?” deyince Veteriner gülerek “Köpekle teması olan herkes kuduz
aşısı olacak” dedi. İl Sağlık Müdürlüğüne yazı yazarak dünkü ısırılma
vakasının müsebbibi olan köpeğin karantinada, gözlem altındayken öldüğünü, bu
durumun şüpheli olduğunu bildirirler.
Sağlık Müdürlüğü bunu öğrenince Antalya Radyosu gece
haberleri sonrasında, Otel şantiyesinde görevli olan herkesi isim, isim en
yakın sağlık kuruluşuna giderek kuduz aşısı olmasını ister. Bazı personelimiz
zaten ilk iğnelerini olmuşlar, ilk dozlarını almışlardır bile. Bu kavurucu yaz gününde güneşe çıkmayacaklar, suya ve denize giremeyeceklerdi.
Hatta bazılarında alerji bile görülmüştü.
***
“Misafirhanede yaptığımız toplantıyla olayın ciddiyetini
kavramıştım. Kafamızda takılı kalmış soru, Bu hayvanın ölüm nedeni ne? Öyle ya
Timi kıl herifi ısırırken hasta mıydı? Müdür Bey" önce Veterinerliğe gidelim,
dönerken de İL Sağlık müdürlüğüne uğrar aşı olmak isteyenler yaptırırlar” dedi.
Veterinerlikte ilgiyle karşılandık. Genç
Veteriner güler yüzle karşıladı bizi.
“Özetle kendi korkutucu bir hastalık olan kuduzun, virüsü
zayıf ve kırılgandır. Kuduz olan hayvanlar virüsü salyalarında ve kanlarında
taşırlar. İnsanlara, evcil hayvanların ısırmasıyla bulaşır. Doktorlar meslek
hayatları boyunca birkaç olay görürlerken, biz her ay bir düzüne kuduz olayına
rastlarız. Elle hasta hayvanları muayene eder, salyasına bulaşırız. Elimizi su
ve sabunla yıkar, kendimizi arıtırız. Ellerinizde açık yaranız yoksa kuduzun
bulaşması sıfırdır. Su ve sabunla ve
mide salgılarıyla inaktif olurlar” diye bizi bilgilendirdi ve sonra ekledi:
“Sizin köpeğinizi ben muayene etmiştim. Onun ölümüne yirmi
dört saat kalmış bir köpek hali yoktu. Sizin köpeğiniz kesinlikle hasta değildi
buradayken. Ölmüş olması başka her sebepten olabilir ama kuduzdan değil” Bizim
müdür pimpirikliydi biraz. “Otopsi falan yapılamaz mı acaba?”
“Bizim burada o imkânımız yok, Denizli’deki laboratuvara sevk
ederiz, olur. Sizden biriniz Kelleyi oraya götürür öğleden sonra da raporu
alabilirsiniz” dedi Müdür.
“Ama tavsiye etmem. Meslektaşlarımızı kötülemiş gibi
olmayayım ama kuduz olup olmadığına dikkatle bakmazlar, sorumluluktan kaçmak
için önlerine ne gelirse gelsin, -yapılan testlerden alınan netice pozitif
çıkmıştır- diyerek kendilerini emniyetli tarafta tutarlar. Ben sizin yerinizde
olsam göndermem.”
O gün bodrum katta bir odada, paslanmaz çelik masanın üzerine
soğuk dolaptan alıp, yatırdıkları zavallının, o gösterişini, parlaklığını
kaybetmiş kürkünün altında kaskatı kesilmiş cesedini, son defa gördüm, ve o güzel kahverengi
gözleri yuvalarından dışarı uğramış, acıdan ağzı gerilmiş hayali bir düşmana
saldırır gibi bakışını da. Dışarı çıktım, kafasını
kesip bir karton kutuya koydular. Bir de ilgili Laboratuvara hitaben yazdıkları
yazıyla birlikte bizim Kalfa Denizli’ye yola çıktı. Daha ertesi günün akşamüstü Antalya’ya
döndüğünde elinde Timi’nin kuduz olduğu söyleyen bir rapor vardı. Tıpkı
Veterinerlerin söylediği gibi. Adam ve
birkaç teknik personel hariç şantiye personelinin hepsi yazın bu acımasız
sıcaklarında aşıya başlamışlardı.
Sadık Mercangöz
23.ocak 2022, Bağlıca Ankara 01:30
Ek Bilgi: Sonradan yaptıkları araştırma sonucunda Timi’nin ölümü,
Belediyede başıboş sokak hayvanlarını itlaf ekibinden bir insan müsveddesinin cebinde
taşıdığı striknin zehri et parçalarının arasına koyarak evinin
etrafına attığı ve o gece Timi ile beraber birkaç köpeğin daha öldüğü ortaya çıkar.
[1] TC
Turizm Bankası A.Ş. Türkiye’deki Turizm yatırımlarına planlamak ve mali kaynak
sağlamak ve öncü ve örnek tesislerin yapımını ve işletilmesini desteklemek
amacıyla kamu sermayesiyle 1955 yılında kurulmuş bir kamu bankası olup, 1989
yılında bütün aktif ve pasifleriyle Türkiye Kalkınma Bankasına devredilmişti
Aklına, eline sağlık.
YanıtlaSilSevgiler.
Aydın
Epeydir bekliyorduk. Tahmin ettiğim gibi, beklediğimize değdi.
YanıtlaSilSadık’ın her yazısı bir diğerinden daha usta, daha dokunaklı, daha su gibi okunur oluyor. Hele diğer canlıları konu edinip yazdıkları her zaman okuru düşündürür, duygulandırır, Timi’nin durumunda olduğu gibi de insanın içini sızlatır.
Sağol Sadık, iyi ki yazıyorsun.
OÜ
Sadık hikayen çok güzel ve bana alışık olduğum duyguları bir kez daha hatırlattı.
YanıtlaSilHayvanları severim ama bakma taraftarı da değildim. Bir Ankara ziyaretimizde tanıdıklarımız davet etti. Bahçeli evlerine gittik, kapı zilini çalar çalmaz bir çift pati ve kocaman kap kara bir kafa kapının parmaklıklarına dayandı. Anaçlaşmış rodwider bizi havlayarak karşıladı. sahibi gelip de kapıyı açınca bir el şıklatmasıyla o korkunç görünümden eser kalmamış, bir kuzu gibi etrafımızda dolaşmaya bizi koklamaya başladı. Korkmamıza gerek kalmadığı zira sizin dost olduğunuzu ona anlattım dedi. Derken bir yavru Rod da geldi ve oda çevremizde dolaşmaya bize şaklabanlıklar yapmaya başladı. Bayıldık. Sonuçta Bursa'daki evimizin bahçeli oluşunu da göz önüne alarak Rod'la beraber pardon Zeytin ile beraber Bursa'ya döndük. Hayvan araca alışık değil, yolda bir iki kustu ama eve gelince keyfi yerine geldi. Bahçeyi fırdola dolaştı, her yeri kokladı ve kapının önüne gelerek araka ayaklarının üzerine çöktü ve gözümüzün içine bakmaya başladı. anladık ki susamış ve acıkmıştı. Tedbirli geldiğimizden hemen gerekli işlemleri yaptı. Zeytin de memnu biz de geceyi geçirdik ve ertesi gün hemen ona bir kulübe yaptım. Çok beğendi, daha yerine koyar koymaz içine girdi ve uzandı. Mama ve su kaplarını da yanına koyunca yeni evinin burası olduğunu anladı. 20 ay böyle geçti. O bize, biz ona, komşular bizim yeni misafirimize alıştı. Gelen geçenden beğenmedikleri olursa havlıyor, diğerlerine ses çıkarmıyordu. Zeytin ve biz Profesyonel eğitim aldık, Yaşam çok güzel devam ediyordu. Bir gün oynaştık, tepiştik, atladı, zıpladı. Ben içeri girdim 5 dakika geçti geçmedi kapının önünden küt diye bir ses geldi, fırladım. Baktım Zeytin yerde, tepiniyor ve acı acı ulamaya başladı, dili dışarı sarktı, ağzından köpükler gelmeye başladı ve Zeytin bir iki dakika içinde göçtü gitti. Eşim o sırada veterineri çağırdı, kızcağız aceleyle geldi ama iş işten geçmişti. Sağına soluna baktı ve muhtemelen kalp krizinden dolayı aramızdan ayrılmış dedi. Çok üzüldük, eşim 2-3 gün andıkça ağladı. Onu oğlum ile hayvan mezarlığına götürdük ve oraya defnettik.
Şimdi 7,5 yaşında Fransız Buldoğu Reis'imiz var. Bize geldiğinde 1 aylık idi. Yaramaz mı yaramaz, şirin mi şirin, bize Zeytin'i aratmaz oldu ama Zeytin hala bizim ilk göz ağrımız ve onu hiç unutamıyoruz.
Velhasıl bu dört ayaklı can dostları kolay kolay yüreklerimizden atılamıyor. Şimdiler de düşüncelerimiz hep Reis.(Bu reis bildiğimiz reislerden değil. Çok sevecen ve sadık. İnatçılık, söz dinlememe gibi ortak tarafları var ama, bir parça kurabiye gösterdik mi her türlü sevgi gösterisi başlıyor ve kötü huylarının hepsi gidiyor.) Turgut Yalkı 26,01,2022 Bursa
+++
YanıtlaSil