NEREDESİNİZ?
Sabah erken bir saatte yine sıkıntıyla uyandım.
Başım hafif hafif zonkluyor. Dikkatle
dinliyorum başımdaki o vınlama bir azalıyor, bir çoğalıyor ama bir türlü kesilmiyor.
Ellerimle başımı tutuyorum avuçlarımın
içinde kocaman, ağır bir top gibi hissediyorum onu. Ürperiyorum, kaloriferlerin yanmadığı aklıma
geliyor, radyatörler soğuk mu soğuk. Doğal gazdan tasarruf yapıyorlar da ondan
olmalı.
Üç gecedir katır tepmiş
gibi, tam depremin habersiz insancıkları
kancıkça vurduğu saatte uyanıyorum panik içinde. Kendime geldiğimde yatağın yanında ayaktayım
ve sanki bir sandalın içinde gibi sallanıyorum. Bu da nereden çıktı? Gerçek mi
yoksa diyorum, duvarlara sırtımı verip
sıkıca yaslanıyorum, birden ayaklarımın altından ev kayıp gitti, resmen
sallanıyorum. bir daha, bir daha. Korkuyorum
ama ne olduğunu anlayamadım, midem kabarıyor. İçimden o kelimeyi telaffuz etmek
istemiyorum ama o işte. Deprem.
Tansiyonum da düşüyor olabilir,
diyordum kendi kendime teselli etmek için. Tavandaki avizeden mi yoksa kartonpiyelerden mi geliyor pek emin değilim ama ya da her ikisinden de olabilir - şangırtılar,
çıtırtılar duyuyorum. Halbuki o sırada asıl ses altımızdan geliyormuş kalın ve
boğuk bir ses anlaşılmayan bir şeyler söylüyor gibi yerin dibinden Hades’in ülkesinden
bana bağırıyor.. Binadan daha aşağılardan gümbürtü gibi kocaman ama gerçekten
kocaman bir ses ve onu takip eden homurtular. Ben korkumdan taş kesildim.
“Kalıbımı basarım, sesleniyor,
benim adımı çağırıyor. Allah'ım lütfen kurtar beni bu kargaşadan.” Tekrar tekrar
söylüyorum bunu. Sarsıntının süresi uzayıp, gidiyor, kısa zamanda bitmesi
gerekirken.
“Her halde”, “bir iki dakikaya
biter” diye düşünüyorum.
“Ama o zamana kadar bizim
binamız ayakta kalır mı?”
Sarsıntılar sürerken odanın
sağına soluna bakıyorum, çatlayanları dökülenleri görür müyüm diye. Sarsıntı
başladığında odanın neresindeydim? Karanlığa doğru bakıp şimdi odanın içinde nerede
olduğumu tahmin etmeye çalışıyorum.
Korku beni yakaladı ya, hiçbir
şeyi sağlıklı düşünemez oldum. Düşünme, hareket etme. Işık yok ama o karanlıkta
değişik renkler kafamın içinde dans ediyor.
Oda kapısına yakın olduğumu
kapının kuvvetle açılıp kapanmasından ve çarpmasından bildim ama. Birkaç ay
önce kendi ellerimle tamir ettiğimi sandığım kapı pervazı olduğu yerden kurtulup
alaca karanlıkta ayağımın önüne düştü,
sonra da kapı kanadı çatırdayıp olduğu yerde sıkıştı.
Arkamdaki duvarı bırakamıyorum. O nereye ben
oraya. Onu nasıl kavradığımı bilmiyorum
ama ayaktayız beraberce. Kaçmaya kalksam beşinci kattan ininceye kadar
beni merdivendeyken yakalar, diyorum kendi kendime.
Pencerenin perdeleri uçuşuyor havalarda.
Sokak lambalarının gelen sarımsı sodyum
ışığı bulunduğum odayı tarıyor. Yer yer duvarlarda zaman zaman da döşemede görüyorum ışığı. Bu ışık belki de son kez yalıyordu bu odayı,
bazen çevremdeki eşyaları görür gibi oluyorum bazen de karanlık çöküyor. Tam o
sırada yatağı görüyorum bir ara, boş beşik misali sallanıyor.
“Kırk yıllık karım bırakıp
gitmiş beni” diyorum içimden. “Peki ama bu hengâmede nereye gider? Allah'ım lütfen onu koru!” Karısıyla anlaşarak ve sevişerek evlenmişlerdi yetmiş sene önce...
Sarsıntılar hâlâ devam ederken
artık korkunun zirvesindeyim. Dakikalar saatlere döndü benim için, “Kesin
iniyor bu ev”, diye aklımdan geçti bir ara.
O gürültü arasında devrilen eşyaların,
kopan avizelerin düşüşünü bile duyuyordum.
Karıma sesleniyorum ama ben zor duyabiliyorum kendi sesimi onun beni duymasını
beklemem manasız. Gürültüden başka cevap yok.
“Ulen habersiz gider mi insan?
Nereye gitmiş olabilir?”
Sokak ışıkları yanmaya ve karanlık
odanın içine dolmaya devam ediyor. Otomobillerin alarmları her sarsıntıda
sayıları artarak yükseliyordu. Aklımda sevgili eşim var hâlâ. Sesleniyorum "Naciye? Naciye?"
“Peki, ben neredeydim o giderken?
Ben gerçekte uykudayım herhalde rüya
görüyorum. Bir kâbusun içindeyim ama bitecek bu” derken sarsıntılar sağa sola gidişler azalmaya
başladı. Aklıma çalışma masasının altına sığınmak geldi, düşünmeden duvarı
bıraktım ve aynı anda yere yüzü koyun yere kapaklandım. Zeminin bu kadar dalgalanacağını
ummuyordum doğrusu. Biraz önce gördüğümü sandığım küçük çalışma masama doğru
yerde sürünüyordum şimdi. Titreşimlerin birinde bedenimin yerden kesildiğimi, sıçradığım
sırada yere tekrar yapıştığımda sırtıma ağırca
bir şey düştü. Gözlerimi sıkı sıkıya kapatıp “Ah anam” diye bağırdım.
“Belim kırıldı herhalde.” Gözümde
şimşekler çaktı gibi oldu. O ağırlıkla birlikte tekrar tekrar sıçradığımızı sanıyorum.
“Bu kıytırık masa nasıl da bu
kadar ağır olabilir len?” diye aklımdan geçti. Artık her şey olabilirdi. İçimde
bir korku, belimde ve sırtımda dayanılması güç bir acı, ellerim bir yerlere sıkışmışmış
kalmış ağrıyor, teslim vaziyetinde yerde halının üstündeyim, üzerimde küçük çalışma masam, yüz
üstü ve savunmasız. Teslim oldum.
Yerin altından geldiğini sandığım
o acayip uğultu birden kesildi.. O sırada
yatak odasının duvarında asılı olan babadan kalma sarkaçlı saat duvarla birlikte
dışarıya doğru gürültüyle kayıp gitmişti.
O bizim evin zamanının direğiydi çalışmıyor olsa bile. O an bu evin de bizim de
zamanımızın bittiğini düşündüm. Bazen rüyalarda boşlukta uçar ya insan şimdi
gerçekten uçtum her şeyle beraber. Gözlerimi yumdum, açtığımda ortalığı toz
duman kaplamış olduğunu gördüm. Tozlar büyük bir öfkeyle gözlerime doldu yumdum.
Korkunç bir yanma gözümde. Altımdaki döşeme ve eşyalarla birlikte aşağıya
inmiştim.
. Bir süre dakika mı, çeyrek
saat mi, beş dakika mı, gözlerimi
açmadan bekledim. Tabana yapışmış vaziyetteyim, üzerimde bir ağırlık dolap mı,
yoksa masa mı bilmiyorum yere serilmiş haldeyim. Ama sanki üst katların kütlesi
de benim üstümdeydi. Hep beraber adeta kamyonun damperinden dökülen çöp misali
yere dökülmüştük, bir yerlere acılar içinde yuvarlanmıştık. Kafamı da Kol ve bacaklarımı da oynatabileceğim yer
yoktu düştüğüm yerde. Dayanılması oldukça güç ağrı ve acıları duyuyordum
bedenimde. Yaşadığımı anladım benim için kâbus sona ermişti.
Kaba, kalın bir sessizlik
hakim oldu nihayet ortama. Tek ses o uzakta viyaklayan köpekler ile yakınlardan
gelen bir bebek ağlaması, o da yan komşunun altı aylık kızı olmalıydı, diye yorumladım. Anne babasından hiçbir
ses duyamadım. Kendimden geçmiş olmalıyım, oradan sonrası kopuk benim için.
***
Gözlerimi açamadım bir süre. Nefes
de alamıyordum tam olarak, kısa bir süre öksürük krizim tuttu. Her derin nefes
alışımda göğsüme bir sancı saplanıyor,
hık deyip kalıyorum ama öksürüğe de mani olamıyorum.
Yine karanlıktayım, gözlerimi
açtım. Soğuk havayı bağrımda hissetim. Ellerim ve ayaklarım buz gibiydi. Dişlerim yani takma olanlar ağzımda yok. Olsaydı
takırdarlardı. Aklımı zorluyorum nereye koyduğumu hatırlamak için. Baş ucundaki
komodinin üzerinde olmalıydı.
***
Üç gündür aynı kâbus, aynı
sesler, aynı görüntüler… Karıma seslendim ama kimse cevap vermedi. Gözlerim
kapalı ses gelir mi diye bekledim.
“Cevap ver be kadın” dedim yüksek
sesle. “Naciye nerelerdesin?” Tekrarladım bir kaç kere ama tam olarak da bağıramıyorum. Sesim
ve soluğum çıkmıyor.
Ayağımın birini hissetmiyorum. O aralıktaki loş aydınlıkta ayaklarımın birbirine dolaşmış vaziyette kaldıklarını sanıyorum. Açmak için ne yaparsam yapayım daha fazla uzatamıyorum, Zorlayınca korkunç bir sızıyla gözlerimden yaş geliyor, içimden ağlıyordum. Sıkıştığım yerde başımı sağdan sola ya da soldan sağa zorlukla da olsa çeviriyorum. Ama ellerim bir yerde sıkışmış ve bilekten çıkmış olmalıydı. İleri, geri yarım metre kadar sıkıştığı yerde oynayabilirdim, yani ben öyle sanıyorum. Bir yerlerim kırılmış da olabilir, en küçük hareketimde sessiz çığlıklar atıyorum.
"Belkemiği kırık sürüngene benzedim," diyorum kendime..
Uzaklardan bir yerlerden kadın ve erkek
bağrışları duyuluyorken kendimi yorgun ve uzun maraton koşmuş kadar bitkin hissediyordum.
Her şeyi boş verdim, garip bir uyuşukluğun kucağına bıraktım kendimi. Kafamın
içinde benim yazdığım mı yoksa başka birinden okuduğum veya duyduğum mu iki
satır. Şöyle demiş biri:
“Biliriz Yaşamak da ölmek de olağan. Doğumla başlayan bu
maratonu kimi keyifle, kimi sıkıntılar içinde bitirirken bazen bir kurtuluş
olur ölüm.”
Ayağımdaki eşofmanım
üzerimden sıyrılmış olmalı, dışarının soğuğu iliklerime kadar işlemeye başladı.
ellerimi zorlayarak ayağımdaki eşofmanın beline ulaşıp üstüme doğru çekmeye
çalıştım birkaç dakika uğraştım netice alamadan yoruldum.
“Ölümün de Allah
hayırlısını versin, derlerdi bizimkiler Naciye'm” dedim.
“Ağzından yel alsın
len. Onu bunu boş ver de nereye kaybolmuştun sen canım?” Baktım karşımda O, duruyor. O güzel gözleri –
ben o gözlere aşık olmuştum yıllara önce- ayan beyan belirgin karşımda dikilmiş
üzgün üzgün bana bakıyordu.
“Yine bu akşam garip
bir şey oldu, rüyamda yine birileriyle kavga edecektim ki fırlayıp kalktım yataktan…
sonra tansiyonum düştü her halde tam yere düşerken bir yerlere tutundum, ayakta
kaldım. Neden kavga ediyordum bilmiyorum ama… Ben kavgacı biri değilimdir, bilirsin.
Allah için. Arabayı da sakin sürerim,
öyle değil mi? İnatçı keçilik etmem ama…
“ dedim.
Yerden yine bir
takım sesler gelmeye başladı. eskisi gibi değil ama yine de sesler yükseldi
diye hatırlıyorum. Üzerimde kocaman bir ağırlık,
yüzüm ve yanağım yerdeki halıya
iyice yapıştı. Kulağımla duyuyordum yeraltından gelen uğultuları.
“Yahu birisi yardım
etse de bu durumdan kurtulsam.” Karım tekrar geldi yanıma ellerini uzattı bana
doğru.
“Ben yardım ederim.”
“Senin ne halin var, Yan komşu evdeyse onu çağırabilir misin? Ne de olsa genç adam. Üzerimdeki
ağırlığı kenara alabilir” diyordum ki cümlem yarım kaldı. Yeni bir sallantı
beni hafifçe yana itti ve üzerimdeki ağırlık kaydı. Hafifledim.
Öte yandan Uyku bir
sihirli değnek olmuş, bana dokunursa sulh ve sükûn diyarına götürür beni diye mırıldanıyordum
yattığım yerden. Kendimi onun kollarına salıverdim. Ne kadar sakin ve tüyden halliceyim… sanki gök yüzündeki sirrus bulutlarına
benzedim, dediğim anda kulağımın dibinde biri:
“Aynen” dedi genç
ve hayat dolu bir ses.
“Naciye'm bu tarz
bir konuşmaya da alışamadım. Torunlara men ettim, ettim değil mi?” Karım gülümsedi. Bana bakarak “Aynen” dedi.
Damarıma basıyordu.
“Yeter uzatma lütfen”,
diyecek oldum, nefesim daraldı. Derin bir nefes almaya çabaladım. İçime giren
havadan çok halıdaki toz ve dökülmüş ince elenmiş toprak oldu. Tıkandım. Nefesim yarıda kaldı. “Sakin ol” dedim
kendime. “Sakin ol. Nefes almadan önce sıkı ve sertçe öksürmeliyim” Paniklemeden bunu yapmalıydım. Beş on saniye
sonra ani bir refleksle hapşumdum. Sert bir öksürük, ağzımdan burnumdan salya sümük,
ne varsa yanağıma doğru aktı.
“Teneffüs zamanı herkes
bahçeye” diyerek gülmeye çalıştım.
Gözümü yavaş yavaş
açtım. Doğru dürüst açamadım, tozdan rahatsız oldum. Hemen yaşardı gözlerim.
Görüşüm neredeyse sıfır. Kapadım açtım, kapadım açtım. Şimdi biraz rahatladım. Gözüm bir yerlerden gelen alaca aydınlığı fark
edebildi. Gecenin karanlığıyla beraber o kaba sessizliği de gidiyor olmalıydı.
Karım her zamanki
haliyle karşımda. Gülümseyerek komşuyu çağırdığını söyledi. ben de teşekkür
ettim. Her yanım ağrıyordu ayaklarım yok gibi, ellerimi hareket ettirebildiğimi
sanıyordum ki acılarını duyuyorum. Ama içeride zaman zaman esen soğuk yel beni
yavaş yavaş uyutuyordu. Kan dolaşımım herhalde yavaşlıyor diye düşündüm, “ya da
iç kanmam var”. Kafam çalıştığına göre iyiyim hocam, ağrı ve acıları duyuyorum diyorum
kendi kendime… Herhalde sabah olmalı, biraz takırtı takırtı yapmalıyım. Beni bulsunlar istiyorum, beni alsınlar buradan götürsünler bir kırlık yere bıraksınlar beni, ben duvarları ve yerleri steril ilaç kokan hastane koridorlarını hiç sevmem ölümü hatırlatır bana. Orada yarın yoktur.
Burada sıkışalı ne
kadar zaman oldu, hiçbir fikrim yok. Hiç ama hiç… bir… fikrim yok…. Ses çıkarıp takırtı
yapmalıyım diyorum ama ellerim, görebildiğim kadar parmaklarım düşündüğümü
yapmıyor. Görüyorum, ben ısrar ettikçe onlar sadece titriyorlar. Göz
kapaklarıma kadar salya sümük içindeyim. Bu moloz içinde Baş aşağı da duruyor olabilirim, sümük burnuma doluyor
ve giderek tıkanıyor burnum. "Beni bulsunlar" diyorum ama...
Nefesimi aldığımı bile
duyamıyorum artık o derece hafifledi. Ama kulaklarım çok iyi, moloz üzerindeki
ve çevredeki gürültüleri duyabiliyorum. “Onlara kendimi duyurmam lazım”
diyorum. Naciye'm elini ver bana, çek çıkar beni buradan. Hani düşlediğimiz ama
bir türlü planlayamadığımız gemi seyahati var ya, ne dersin gider miyiz?”
Şimdi diyorum bir
hamam böceği yada kakalak olsaydım ya da bir hayati bir dönüşüme uğrasaydım
şuracıkta, bu hengamenin içinden çıkar giderdim. Ama Gregor Samsa kurtulamamıştı
diye hatırlıyorum…
O sırada nereden
çıktığını bilemediğim bir kakalak yüzümün yapıştığı yerde belirdi, masayla
duvar arasından bir telaşla çıkıverdi sahneye. Zaten bir çok canlı için, bir
telaştır yaşamak. O da bir şeyden korkmuş, bir telaşla yüzüme doğru geliyordu. Bu kadar yakından görmemiştim iğrenç böceği. Çocukken çok korkar ve iğrenirdim, korku ve panikle ayağımda ne varsa, ayakkabı terlik, yapıştırırdım, ya da üzerine basardım. çıtırtıyla kırılan kabuğunu hatırlarım içi sümüksü bir madde gibiydi aklımda öyle kalmış.. küçük terliğimin altından görülen bacakları titredikçe vururdum. Kalkacak üzerime yürüyecek sanırdım, yapıştırırdım terliği... İşte adam şimdi üzerime doğru geliyor.
Milyonlarca yıldır
yaşamaya devam eden canlı türüdür bunlar, hatta bir nükleer savaştan sonra bile
türlerinin yaşayacakları hesaplanan bir canlı türü aklımda öyle kalmış, İkimizde canlıyız en azından şimdilik. Ve bizler onları zehirliyoruz, dedim.
Kakalak taa burnumun ucuna kadar geldi, antenlerini oynatarak yüzüme baktı, Ben iğrenir, tiksinirim bunlardan. "Alın başımdan şunu!" diye bir çığlık çıktı, kurumuş ve çatlamış dudaklarından.
"Allah'ım, Allah'ım kurtar beni" diyordum içimden, başımı sağa sola sallamaya çalışıyordum umutsuzca. Aniden ciğerlerimdeki
son havayı ona doğru üfledim. Tereddüt etti bir an ve durdu. Antenleriyle bir şeyler söyledi,
ya da bana öyle geldi. Kapkara nokta gibi gözlerinde kendi yansımamı gördüm. Kirpikleri
bile tozların içinde, korkmuş, kararmış ve morarmış bir surat gördüm. Zavallı ben kakalakın gözlerinden kendime bakıyordum. Soğuktan bir an için titredim. Böcek hâlâ kocaman, upuzun antenlerini aşağı yukarı oynatıyor ve beni süzüyordu. Aniden geri döndü geldiği yere doğru titrek bacaklarıyla yürüdü gitti.
Son kez bu kadar
soğukta kaldığımda yaşlı bir kadın vardı mahallemizde, Doktordan önce o görürdü hasta olanları. Yüksek ateşle yatarken “Zatürre, olmuş bu çocuk, ciğerlerini üşütmüş bu” demişti. O Hayriye nine geldi aklıma, "Şimdiki halime ne
derdi acaba?
***
Takım elemanı yanındaki genç adamla beraber kaldırımda, tabii şimdi olmayan
kaldırımda bekleyen, takım kaptanının yanına geldi, Yanındaki genci göstererek:
“Bu gencin karısını yandaki apartmandan dün çıkarmıştık. Karşılarındaki dairede bir yaşlı adam varmış, yalnız başına yaşayan biri. Çocukları yurt dışındalarmış. Karısı da geçen sene ölmüş. Yapayalnızmış yani. Onu dışarıda görememişler, telefonunu aradıklarında ise yıkıntıların arasından çalıyormuş. Bakmamızı istiyor. Siz ne dersiniz bizim Leydi’yi oraya doğru salayım mı?”
Kaptan yorgunlukla düşmüş omuzlarını kaldırarak köpeğe doğru baktı. Hayvan
kıpır kıpır, heyecanlı ve istekli. Başını bir kaç defa okşadılar, hayvan aldığı bu sıcak ilgiden şımarmış halde önündeki molozlara doğru atıldı.
Sadık Bağlıca Ankara 16 Şubat 2023 02:40
Yazabilmek, hele bugünlerde bu öyküyü yazabilmek zor olsa gerek. Duygularımızı, düşüncelerimizi bir bütün olarak toplayabilmek, geçmişle gelecek arasında bir bağ kurabilmek kolay değil. Hepimizin duyguları karmakarışık iken böyle bir öyküyü ortaya koyduğun için kutluyorum. Yazmak güçlü olmak demektir.
YanıtlaSilDaha önce de yazdım: Sadık nasıl yapıyorsa yapıyor, yazarken kendini Eymirli yusufçuk yerine, arenada sırtı kan revan içinde kalmış boğa yerine, savaşta bombalananlar yerine, kızı katledilen baba yerine koyuyor, onu okuyanlar tanıyanlar bilirler. Yazdıklarını okuya okuya bu becerisine ben de epey alışmıştım ama yedi virgül sekizlik depremin ölümcüllüğünü de bu kadar yaşamışcasına yazabilir mi bir yazar, bu kadar mı iliğinde kemiğinde duyar bir başkasının çektiklerini insan diye de söylendim durdum bu yazdığının her satırında göz yaşlarımı zor tutarken. Tamam, ulusça toptan yastayız, canımız yanıyor, ama seksendörtmilyon içinde bu faciayı yaşayanlar ve yıkımda solup gidenler kadar --ve kendisi oradaymış gibi-- olayı an be an yüreğinde duyup her şeyi onlar adına bundan daha can alıcı biçimde kağıda dökecek Sadık’tan başka kimse yoktur derim. Nokta. Çok yaşa Sadık.
YanıtlaSilOÜ