Konu Semizotu

 


SEMİZOTU PAZARDA

     Şimdilerde güme giden bir konu var. Günlük hayatımızın harala güralası içinde hiç üzerinde düşünmediğimiz bir konu bu. Arkadaşlar, bugünlerde sizin hiç Semizotu fiyatlarının kaç para olduğundan haberiniz var mı? Yaa. Tabii ki yoktur. Arkadaşlar semizotu fiyatları aldı başını dövize paralel gidiyor, bunu görünce insanın yüreği burkuluyor. Allah fakir fukaraya acısın diyorum yani. Petrol fiyatları bir, semizotu fiyatları iki, kazık ki ne kazık, voyvoda kazığı olmuş doğrusu. Şimdilerde sebzelerin kraliçesi olmuş diyorlar. Şu günlerde helâlinden bir kilo semizotu alıp ta filenize yerleştirseniz sonra mahallenin ortasından salına salına bir geçseniz, milletin gözü sizin file de kalır valla. Sayın yöneticilerimiz, sizler yedi düvelle ve emperyalistlerle uğraş, MB ve faizle çarpış,  millete dert anlat, sebze ve meyve fiyatlarının farkına varamıyorsunuz haliyle. Beyler lütfen çevrenize bakınız. Bu fiyattan semizotu alınır da yenir mi, yenirse midenin hali ne olur, bir nevi insanlık dramıdır bu. Ama öbür sebzeler baka dursun, harbiden semizotuna da kraliçelik yakışır hani…

Geçen gün torunlardan üç numaranın mı, yoksa beş numaranın mı yaş günüymüş, akşam evde küçük bir kutlama yaparız dendi. Bana da dede olarak günün manasına uygun pastanın alınması görevi verildi.

“Olur, beni hediye alma işine karıştırmayın. Pasta işi bende, tamam” dedim. O da akşamüstüne kalmasın sabahtan uğrayıp siparişi vereyim, diye düşündüm.

Ben emekli bir adamım, zamanında yatırılmayan sigorta primleri yüzünden SSKnın yan kapısından emekli edilmişim. Allah Devlete, millete zeval vermesin, iyi de para alıyorum, ayda 1193 lira, babadan da kirada bir, iki daire var, bırakıp gidenler nur içinde yatsınlar, iyiyiz yani.  Her neyse, ama böyle özel günlerde biraz tıkanıyorum, seviniyorum ama gıcık da yapıyor doğrusu.

Pastane, bizim mahallenin pastanesi, sokağımızın sonundadır, çarşıda veya bir AVM de değil. Balkanlardan göçmüş bir aile, karı koca çalışır pastaları, kurabiyeleri filan kendileri yaparlar, küçük ama sevimli bir aile işletmesidir, anlayacağınız. Sütlü tatlıları nefis olurdu doğrusu. Bu senenin başındaydı galiba, kazandibini son defa yedim maalesef. Pastanenin sahibi Selami‘nin Sütçüsü süt getirmekten vazgeçtiğini söylemiş ona. “Artık bizim yeğene emanet süt işi” demiş.

Sütçü dayı Kazan’da oturur Kahraman Kazan Sütü getirirmiş, yağı, suyu tam kıvamındaymış,o süt ile yapılan kazandibi de o kadar leziz ve oturaklı olurmuş, ben de bizzat şahidim. Ama yeğen bu işi yüzüne bulaştırmış anlaşılan, akaryakıta zam geldikçe, havalar ısındıkça sütü sulandırmaya başlamış, sonunda iş zıvanadan çıkmış. Son kazandibini ben de yedim gerçekten yavan ve cıvık bir kazandibiydi. Selami, dayısını aramış, çağırmış o da gelmiş. Ama adam bambaşka havalardaymış. Söylediğine göre Sütçü dayıya Lotto’dan büyük ikramiye çıkmış, adam önce evini, arabasını değiştirmiş sonra karısını.

“Bana altmışımda lök gibi para çıktı anadın mı?  Garıyı boşadık, çoluk yok, çocuk yok. Ben bu saatten sonra eskiye dönemem aga, dana, inek peşinde goşamam gayri. Gayinçodan öğrendim, gayinço okumuş adamdır, yani aga, şimdi daha innofatif işler peşindeyik. Mesela milletin birikimlerini internette değerlendirip komisyon alabilirik, gayinço buna "vin vin" diyor.   Ulaştırma Bakanlığıyla paralı yollara yeni bir elektrikli geçiş kapısı açma pazarlığı içindeyiz. Sistem hazır: “As Slow As” yarım paralı geçiş kapısı, “Yavaş  ama ucuza geçin” mottosuyla başlıyoruz işe.. OGS var, HGS var da vatandaşa ne faydası var? Her ikisinde de aynı yoldan aynı paraya geçiyorsun emme rekabet yok. Arabalar alışana kadar yarı fiyat yap, bak bakalım neler oluyor?” demiş ve yürüyüp gitmiş bizim Sütçü dayı.

***

“Günaydın Selâmi”  

Pastane kapısından içeri girdim. Ortalık biraz değişmiş gibi geldi, duvarlarda beyaza boyalı camlı dolaplar var, kasayı başka yere taşımışlar galiba ama ben tezgâhın arkasındaki adamın yüzünden başka bir yere bakmıyorum. Nedense simasını çıkaramadım. kataraktım azdı herhalde. Böyle zamanlarda çalışana ismiyle hitap etmek, o unuttuysa bile ona sizin onunla samimi olduğunuzu hatırlatır.

“Ooo günaydın Sami Bey amca”

“Sami değil, Muhsin, mütekait yani, emekli Muhsin.”

“Pardon Muhsin amca, bu günlerde bir hafıza zayıflığı başladı.”  diye sırıttı. Beni tiii ye alıyor güya. 

" Öyleyse bol bol semizotu yiyeceksin evladım..." dedim, iyi mi? Neyse, selam kelam faslını bitirdikten sonra, “Sipariş zamanı geldi” dedim içimden.

“Buyurun beyefendi.”

          “Bak Selami oğlum, sanki sen beni unutmuş gibisin, muhterem eşiniz nerde? O burada olsaydı, hatırlardı beni, ben yabancı değilim. Her yaş günümüzde, kabul günümüzde pastamızı bu pastaneden alırız, Torunların da favori dükkânı burasıdır.” diye bir giriş yaptım.

“Şimdi sen bize büyükçe bir yaş günü pastası yapacaksın. Üzerine parça meyveler, frambuaz, çilek ve muz yerleştireceksin ve çikolata sosuyla süsleyeceksin. Büyüklüğü bir kilo kadar olsun, daha büyük olmasın evladım. Bizde yenmiyor. Ayrıca üzerine “İyi ki doğdun Muhsin” diye yazacaksın aç parantez, benim adımı verdiler oğlana Muhsin diye, sağ olsunlar. 6 adet de maytap ve mum verelim. Sen de haklısın, benim de hafızamda zayıflama var biraz, hayatımız zaten sıkıntılı bir de bu darbe teşebbüsü. Dayak yemiş boksör gibiyiz. Hayat şartları bizde akıl mı koydu oğlum? Ben hayatım boyunca ne darbeler gördüm, ne darbeler! Mesela; 1960, 27 Mayıs darbesinde Orta ikideydim. 1961 de Talât Aydemir ve Fethi Gürcan darbeye kalkıştılar, hem de iki defa, ikincisinde onları astıkları zaman orta üçteydim... 12 Mart da Devlet Planlamada uzmanlığa yeni başlamıştım, 12 Eylül 1980 de Özel sektöre geçmiş idim. Bütün bu darbeleri yaşadım ben… Nerede kalmıştık? Sipariş tamam mı? Borcum ne kadar?”

 

“Hayır amcacım bir borcunuz yok” demez mi Selami?

“Sadece galiba bir yanlışlık var, adım Selâmi değil. Ben eczacı kalfası Nazım, burası da Şifa eczanesi. Pasta bulunmaz burada. İlaç alacaksanız buyurun ben yardımcı olayım” demesin mi? Hoppala, etrafa bakındım. Beyaz camlı dolaplar, kutu kutu  ilaçlar raflarda, duvarda orkit reklamları, bebekler için pişik kremleri,  anasının kucağında mutlu, neşeli bebek resimleri vs.

O sırada “Merhaba? Dün akşamüstü size uğramış, reçeteden bir ilacı bu sabah getirtecektiniz, Hazır mı acaba?”  diyen birisi içeri girmiş, arkamdan sesleniyordu. Birden başımdan aşağı soğuk sular döküldü. “Ne diyor bu? Burası ne zaman eczaneye dönüştü? Pastane nereye taşındı acaba? Çocuğa da ayıp oldu, adamın eczanesine girmişim pasta ısmarlamaya çalışıyorum” diye düşünürken yüksek sesle sordum:

“Peki, oğlum Pastane burdan ne zaman taşındı?”

“Amcacım, sizin aradığınız pastane sokağın öbür başındadır, hiçbir yere de taşınmadı”   

Apar, topar zor attım dışarı kendimi. Evden çıkıp sağ yerine sola dönünce Eczane, öteki taraf Pastane, vay canına bunu unutmuşum anlaşılan. Peki, ama Selâmi’yi nasıl tanıyamadım?

Pastaneye geldim, ama kapı, pencere duvar. Camın yüzünde “Mor Menekşe Pastanesi” yazısı var, Kapıda cama asılı kapalı yazısı. Menekşe ailenin kızlarından birisinin ismi, tamam ama içeride kimse yok. Manav yandaki dükkândan başını uzatıp: “Muhtar çağırmış, oraya kadar gitti, şimdilerde gelir, epey oldu gideli.” Manava doğru seslendim; “Sağ olasın. Ben öğleden sonra tekrar uğrarım.”

Öğleden sonra uğradığımda bizim Selâmi’yi Pastanede kasanın arkasına oturmuş düşünürken gördüm. Kafasını isteksizce kaldırıp  “Hoş geldin Muhsin abi.” dedi. Adam sıkıntılı. “Anlat” dedim, adeta döküldü.

“Ne anlatayım abi... Etrafımda bir şeyler dönüyor. Bu muhtar denen karaktersiz, birilerine yaranacak herhalde, bana uğrayıp, bir limonatamızı içip konuşması lazımken,  beni ayağına çağırıp, fırçalıyor. Dükkânı kapatıp gidiyorum, bana akşamları neden Meydandaki Milli Birlik toplantılarına katılmadığımı,  bağırıp çağırmadığımı sordu.” Yüzüme dikkatle bakıp, benden bir cevap bekledi bir an, sonra;

“Olayın üzerinden dört aydan fazla geçmiş, Meydan toplantıları artık ilk halini kaybetmiş, Halk konseri şekline dönmüş. Neyse ben de:

“Yapma Allah aşkına, ne var bunda? Bunun için mi çağırdın beni? Seni ne ilgilendiriyor bu?” deyip arkamı dönüp tam kapıdan çıkacağım, gâvur tohumu gibi bir laf etti, kulağımla duydum. Dönüp yüzüne baktım. Tepemin tası attı. Üzüntüyle başını salladı Selâmi. O sırada birkaç çocuk kapıdan içeri girdiler, neşeyle şekerleme cinsi bir şeyler istediler. Selâmi onlara doğru gitti.

Canım sıkıldı. Selâmi haklı aslında. Katılıp katılmaması kimseyi ilgilendirmez. Hele muhtarın adama küfretmesi, hakaret etmesi olacak şey değil. “Ulen ne zamanlara kaldık ha? Birbirini gammazlama devri mi başladı? İçimden “Bizimki suç olacak ne yapmış olabilir? O herifin yanında çekilmiş videosu filan mı, ya da Bankasında bir hesabı mı var? Dükkân sahibi hacı İbraam efendinin kirasını nereye yatırıyor bu?” diye düşündüm.

Biraz sonra yanıma geldi; “Yakalamışız darbecileri, Mecliste bütün Partiler birlik içinde Ohal ilan etmişiz, Polisler arada, asalak ve parazitleri toplayıp duruyorlar, Artık meydanda toplanmanın anlamı ne? Üstelik Muhtar da beni iyi tanır. Benim dükkânda yalnız çalıştığımı da bilir bu herif. Geçen muhtarlık seçiminde burayı adeta kendi seçim merkezi olarak kullandıydı. Şu defterlerde hâlâ ödenmemiş hesabı durur, Bana ettiği küfre bak! Tabii, birbirimize girdik. Jandarmayı çağırdı, Karakolda kumandan bizi dinledi ve tabii fırçamızı yedik.  

“Ohalden şimdi sizi içeri tıkarım, barışın lan” dedi genç yüzbaşı.  “Türklüğüme laf ettirmem kumandanım, o benden özür dilesin” dedim.

Ama bu muhtar adamının benimle derdinin n’olduğunu anlamadım valla, Muhsin bey” diye yaşlı adam üzüntüyle konuştu. Ben de içimden aksini düşünmeme rağmen, konunun Jandarma karakol komutanın önünde resmen sona ermiş olduğunu, resmen barışmış olduklarını anlattım “Yüzbaşı şahit” dedim. Kafasını takmamasını söyledim, zavallı Selami'ye..                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                            

Pasta siparişini verdim parasıyla birlikte. “Üzülmeyin Selâmi Bey, geçer bunlar. Akşam bağırış, çağırışlarına da katılmak zorunda değilsiniz.”  dedim. Selâmi başını olur anlamında salladı sadece. ”Eyvallah” diyerek çıktım dükkândan, ama aklım takılı kaldı bu muhtara. “Acaba bir de ben mi konuşsam şu adamla?” 

 

***

Ertesi gün ki akşam bizim yaş günü pasta kesme töreni var,  saat bir civarında pastaneye gittim, kapı kilitli. Manava baktım, açık ama O da dükkânda yok. Kuru Temizleyici beni görünce dışarı çıkıp, seslendi;

“Muhsin Bey, İyi günler. Manava mı baktınız? Ben yardımcı olayım.”

 “Hayır, ama dükkânı açık, kendi ortada yok, nerede?”

“Valla, sabah erkenden Jandarma’dan geldiler, alıp götürdüler karakola. Nerdeyse üç saatten fazla oldu. Biz de merak içindeyiz” dedi. Sebebi neymiş diyecektim ki, işin bizim Pastacı Selâmi’yle ilgisi var olabilir, diye düşündüğümden sesimi çıkarmadan selam verip ayrıldım. Ben dün Selâmi’ye

“Akşam ki Meydan gösterilerine katılmak zorunda değilsin demiştim. Bilip bilmeden ahkâm kestim galiba. Sana ne be Muhsin Efendi, sen avukat mısın?” diye karamsarlığa kapıldım, bir an.

Tam dükkândan ayrılacaktım ki bizim manav Zekâi, sokak başında göründü. Ayaklarını kaldıramadan kaplumbağa misali yürüyordu. Bizimki öyle taksiye, maksiye para vermez,  daima otobüse, dolmuşa biner de gelir ama Karakol öteki mahallede ve otobüs, dolmuş yolunda da olmadığından,  yürümeyi tercih ettiği, ıhlayarak, tıslayarak gelişinden anlaşılıyordu.

 

“Merhaba Zekâi Bey, ben de size gelmiştim.” diye seslendim. Konuşacak hali yok, eliyle selam verir gibi yaptı, dükkâna girdi, arkasından da ben...

Bir baktım, çevredeki esnaf da arkam sıra doluştular içeri.   Adamcağız bir sandalye üzerine çöktü adeta. Dükkânın içine dalanlardan biri bir bardak su uzattı, bizim şimendifere. Durdu bekledi, nefeslendi, biraz sonra; “Beni değil ya Selâmi’yi ararlarmış bunlar.” dedi. Adamı burdan kelepçeleyip götürmüşler, milletin merakını tavana çıkaran oymuş. İlk görünüşte adamcağız tam ve eksiksiz, sağlam görünüyordu.  Zekâi kendine gelince:

“Karakoldaki uzman çavuş beni sorguya çekti, ben de bildiklerimi anlattım” diye başladı.

 

          “Evet. Dün akşam beraberce kapattık dükkânları, saat on buçuk sularıydı Çavuşum. O evine ben de kendi evime gittim. Bize yakın otururlar. Adamın sonra nereye gittiğini bilmiyorum Çavuşum,”

“Çavuş, mavuş yok lan, karşında Karakol Komutanı var. Komutanım diyeceksin.”,

“Komutanım hani, Kadir yüzbaşıya ayıp olmasın diye şey ettim…”.  Kadir Yüzbaşı Karakola 16 Temmuz da komutan olmuştu darbe girişimi gecesinden hemen sonra. Çavuş bağırdı:

“Kadir yüzbaşı da yok ulen, Onu da aldılar dün gece görevden. Şimdi ben Karakol komutanıyım, geçici olarak.”

                                                                      

Dükkândaki ahali hep birlikte “Ooo” çektiler.     Ben de içimden “Haydee, bu ne şimdi? Karışık bi iş...” diye geçirirken Zekâi devam etti:

“Valla komutanım,  gerçekten adamın nerde olabileceğini bilmiyorum.”

 

Dükkândaki kalabalık, dalgalandı homurtular yükseldi.

”Ya bu yaşlı adam nereye gider? Nereye kaybolur?” İçlerinden bir ses; “Bulgaristan’a gitmiş olabilir. Hani onlar Bulgar göçmeniydiler ya.” Başka biri yüksek sesle:

“Onların çift pasportu yok mu?” deyince, Kuru temizlemeci: 

“Yok ulen, O gidip almadıydı. “Ben Türküm, bana lazım değil Bulgar paspırtı[1]  dediydi.”  diye payladı diğerlerini. Ortalık karıştı tabii. Her kafadan bir ses yükselmeye başlamıştı ki, ben doğrudan bizim manava dönüp:

“Yaa, Zekâi. Selâmi’yi niye aradıklarını sormadın mı?”

Adam bir an için nefesini tuttu.

“Sormam mı?” dedi.

“Komutan bu adamı niye ararsınız? O kendi halinde, düzgün bir insandır” dedim.

“Sen kendi işine bak len, Onun hakkında şikâyet var” dedi.

Ben de o anda asfalya[2]lar attı. “Kim o densiz komutanım?” demiş bulundum.   Adam adeta kükredi bana. Başımdan aşağı kaynar sular indi.

“Komutanım, bir kusurum olduysa affet... Bizler cahil insanlarız, yol yordamdan ve dahi incelikten anlamayız?”

“Mahalle muhtarıyla kavga etmiş lan bu adam, duymadın mı? “

“Evet, duydum, bana da kendi anlattıydı. Ama Kadir Yüzbaşının önünde barıştık da, dediydi bana. Mahalle esnafı da şahittir bu söylediklerime” Çavuş gülerek:

 “Öyle mi? Ama öyle olmamış“ dedi.

 ”Ulan sen de kim bilir daha neler söylersin ya, ama şimdi bir ihbar geldi, Onu almaya gidiyoruz. Sen de beklemek ister misin?” Kapıdaki Jandarma erine döndü:

“Hadi yürüyün gidiyoruz…” Bana da. “Mahalleden ayrılma seni rahatça bulalım.” diye tembihledi. Korktum ne yalan söyleyeyim.

         Ben bunları dinlerken Jeton “Tın” diye düştü. Bizim Selâmi, “bir ihbarcının şerrinden sırra kadem basmış olmalı” dedim, kendi kendime. Adam bu sisli havada karakol komutanını Yüzbaşıyı da yemiş anlaşılan. Dükkândan dışarı çıkmak için insanların arasından sıyrıldım. Açık havada kafam daha iyi çalışır.

         “Demek Selâmi bundan dolayı... Öyle ya, şimdi bir adam çıkıp, “Bu adam vatan hainidir” diye işaret etti mi,  hayatı kayar insanın, sadece kendinin de değil ailesinin de. Üstelik bunu yapmak için o kişinin mahkeme kararını da beklemiyorlar, diye duyuyoruz... ”OHALde, Derhal” diyecekler, ”Haklılar” diyeceğiz hepimiz.. Ama ben yine de pastacı Selâmi’ye üzüldüm. Son derece dürüst ve efendi bir kişilikti. Ne yapmış olabilir ki bu herif? Galiba ıslak odun olacak bu Selâmi, kuruların yanında. Beynimde bir kıvılcım çaktı, gözümle gördüm ışığını:

“Selami mi? Yahu kim bu Selami? Kim? Liseden miydi bu Selami?”

 

Bu arada olan, bizim torunun pastasına oldu, diye bir şey aklıma takıldı.. Akşama bir adet büyücek, meyveli, çikolatalı yaş pasta bulmalısın Muhsin! Menekşe Pastanesi kapalı, nerden bulacağım pastayı ben şimdi? Nerden olursa diye söylemesi kolay.

“Kimin yaş günü bu? Muhsin’in mi? Ama benimki Eylül’de… Torunum Muhsin’in mi?”

“Bizim kız ne zaman büyüdü, evlendi de çocuğu oldu? Unuttum galiba.”

 

Ah ulen, şimdi bir sigara olsa da tellendirsem.  Hâlbuki yirmi senedir pakete el sürmedim, diye düşünürken gözüme dükkânın dışında kasalarda mavi ambalaj kâğıdı üstüne itina ile dizilmiş semizotları ilişti. “Organik” yazmışlar sanki inorganiği olurmuş gibi. Üstünde de kalın bir fiyat, sanki ithal “Çikita muz”. Hâlbuki bizim apartmanın arkasındaki otoparkta da yetişmişler “Hudayinabit[3]”, yağmurlarla sulanmış ve büyümüşler, toplayabilirsiniz, “fri” yani beleş.

Top, top topla, Hop, hop hopla. Topu da bedava.  

Otlar gözüme bakıyorlar, “Bizi almaz mısınız?” diye. Yeşil, hem de olgun bir yeşil, üzerlerinde çiğ yağmış gibi su damlacıkları, yeni sulanmış besbelli, taptaze, ışıl, ışıl. Çok da şifalıdır. Çıtır çıtır kırarsanız yapraklarını, bir can suyudur parmaklarınıza bulaşacak olan, bir de ab-ı hayat kokusu. Bir köşede sessiz, sakin sıralarını bekliyorlar, sizinle gitmek için.

         “Şimdi bu olaylarla semizotunun alâkası ne?”

Ben de bir alâka kuramadım ama... Üzgünüm, semizotundan başka hangi konuda yazabilirim bugünlerde yani? Çok da severim, son derece şifalıdır ama sonuçta bildiğimiz bir ottur, siyasete bulaşmaz.      

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          

Sadık  

28 Eylül 2016,  Artur, Burhaniye



[1] Paspırt: Pasaport, Kimlik belgesi  Slavca konuşulan yerlerde.

[2] Asfalya, elk. Devre sigortası.

[3] Allah tarafından kendi kendine yetişmiş.

1 yorum:

  1. İşte öykü dediğin böyle olur. Semizden girer, dünyayı dolaşır, semizle sonunu bağlarsın.
    Çok yaşa Sadık. Ustasın sen.

    O

    YanıtlaSil