BİR ÇÖL ÖYKÜSÜ
Böcek üzerine gelen kum kristallerini sağa sola doğru fırlatarak kendine yol açarken bir ara başını yukarıya kaldırdı. Çukurun dibinden parlak mavi bulutsuz bir gökyüzü ona doğru uzanıverdi. Gözleri kamaştı. Durakladı tereddüt etti ama içgüdüleri dışarıya çıkmasını emrediyordu. Aniden harekete geçti. İri kum tanelerini hızla tırmanmaya başladı yeniden. Her adımda ileri giderken ayaklarının altındaki taneler sık sık aşağı kayıyor ve onu dibe çekiyordu. Sıkı bir mücadeleden sonra kumulun üzerine tırmandı.
Hava bir limonata kadar serin ve tatlımsı, aynı zamanda parlak ve sıcak olmaya adaydı. Güneş yeni yeni yüzünü gösteriyor, akşamın serinliği buralardan henüz taşınırken yerini okyanusun ılık nemi alıyordu. Böcek kumların üzerinde dururken aniden hızla okyanustan gelen yele karşı döndü. Şimdi rüzgâr karşısından esiyordu. Ayaklarını gererek sert ama gerçekten sert sırt kabuğunu yukarı kaldırıp başını öne eğdi ve öyle bekledi. Olduğu yerde birkaç kez eğildi, kalktı, eğildi kalktı. Bekliyordu.
Sonsuz büyüklükteki bir çöl etrafını sarmış, gitse gidilmez, kaçsa kaçılmazdı. Çöl bu kara böceği diğer canlılarla birlikte adeta yavaş ve yavaş ama sonuçtan emin bir şekilde pişiriyordu. Bir su buharı dalgası hissetti kabuğunda. Okyanus ona hayat bahşediyordu adeta. Yeniden duruşunu değiştirdi. Kaza geçirmişte kaportası şakulinden kaymış kamyon misali kumların üzerinde durdu. Önünde bir sürü hayata yuva olan yerlere kapanmış bir ağaç. Ağaç denir ama dünyamızın başka yerinde çalı bile sayılmaz. Velâkin bu çöl şartlarında altında kocaman bir gölgeydi ve hamam rutubetinde yarı aydınlık bir dünya sunuyordu oradaki canlılara. gördüğü buydu. Böcek o ağaça doğru şevkle yola koyuldu.
Oysa çölde sıcaklık sonsuzdur, zaman geçmez gün bitmez, tükenmez, öleceğinizi düşünürsünüz. Ve yaşayacak ömrünüz varsa gece beyaz atlı prenstir, kurtarıcıdır.
Gökyüzü tavana gerilmiş küçüklü büyüklü gümüş çivilerle çakılmış bir lacivert kadifedir üzerinize serilmiş. Gündüzün işkencesiden sonra hayat verir yeniden. Gümüş renkli yıldızlar kıpır kıpır canlıdırlar, oynaşırlar. Kadife örtü yer yer ağarmış, yer yer delinmiştir Bazan ak pak bazan simsiyah görünür. Gece bitip gün doğumunda bir renk cümbüşü olur gökyüzü. Gece ne kadar yavaş geçerse sabahleyin de aydınlık o kadar hızla koşar güneşin önünden. Aslında içimizdedir zaman, keyfince geçer içimizden, güzel ve mutlu olduğunda kanatlanır uçar, gider, gamlı ve hüzünlü olduğundaysa ağırdan alır, kalır da kalır.
İşte çölde zaman bir şarkıdır bazan ağırdan çalınır bazan bir buluttur hızla gelip geçer.
Nabib çölü dünyanın en eski çölü diye bilinir. Güney Batı Afrika’da şimdi Nabibya Cumhuriyeti sınırları içindedir. Artistik bir yapısı vardır bu çevrenin, yani resim çekmek isterseniz fotojeniktir bu çöl. Bunun böyle olduğunu tabii bizim kara şövalye bilmez ama bir şeyden emin olmalıyız burası onun nasıl olmuşsa olmuş vatanı olmuş, anası onu burada yumurtlamıştır. Bu kızgın kumlar onu bir rahim gibi sıkıca sarar ve olgunlaştırır, günü gelince de yumurtalar çatlar ve bizimkiler kendi hayatlarına başlayıp, dört bacak ve iki kolla yani altı kollu kavi bir böcek olarak kumların altından o büyük sahneye yani yer yüzüne tırmanırlar…
Kara böcek kum tanelerine bata çıka, altı ayağını eşgüdümsel bir ahenkle çalıştırarak kumulun tepesine tırmandı. Bir orta çağ şövalyesi kadar zırh benzeri kabuklarla örtünmüştü. Sırtındaki kanatlarını örten geniş ve uzun kabuklarını her yöne hareket ettirebilir, böylece arenaya çıkan savaşçı gibi kumun dışına çıkar her an av ya da avcı olarak çalımla yürür, meydan okur çevresindeki hayata. İşte bizimki kumulun tepesine gelince ışık ve gölgeleri algılayan gözleriyle bakındı. Yakınlarından titreşimler geliyordu bunu bütün vücuduyla hisseti. Gözleriyle en fazla sekiz, on cm uzakları net görebilirdi ve zaten o kadar yaklaşınca duyabilir kokusunu alabilir üstüne üstlük görüp dostunu düşmanını ve avını da ayırabilirdi. Olduğu yerde durakladı. Kum kristalleri üzerindeki titreşimleri gözlerinin sınırları içine girdiklerinden rahatlıkla seçebildi. Kızılkahve renginde bir takım gölgeler hareket halindeydiler. Karıncalar!
Üç çöl karıncası bildikleri bir hedefe doğru hızla gidiyorlardı. Aralarında epey aralıklarla katı bir disiplin içinde yürüyorlardı. Kara böcekte bir anda başından başlayıp ayak uçlarına kadar sevinçli bir titreyiş sardı. Olduğu yerde çakılıp kaldı. Karıncalar ona dikkat etmeden önüne geçmişler, kara böceğin uzaktan fark ettiği o büyük karaltıya doğru adeta koşarcasına hızla yol alıyorlardı. Bizimki durdu, durdu, en geride kalan sonuncu karıncayı takip etmeye başladı. Önceleri onun hızında giderken giderek hızını artırdı ve adım adım yaklaşmaya başladı. biraz sonra pençesini aniden uzatıp karıncanın arka ayaklarından birini yakalamak istedi. Hava henüz olağan sıcaklığına yaklaşmamış limonata kıvamındaydı. Kara böcek önünde koşarak giden kızıl çöl karıncalarına saldırmasının gereğini düşünmemişti. Düşünmek hayvanlar dünyasında nadir bir kavramdır. Böcekler dünyasının kapısının önünden ise hiç geçmemiştir. Ani ve düşünülmeden yani etkiye tepkisel harekete göre düzenlenmiş bir sinir sistemi.
Kara Çöl böceği önü sıra giden kızıl karıncanın arka ayağını şak diye yakaladı. Korkuyla geriye dönen karınca duyulmayan sessiz çığlıklar atmaya başlamıştı. Önce ayağını kuvvetle çekerek kurtulmayı denedi ama birkaç defa denemesine rağmen başaramadı. Karınca hırsla çırpınırken ikinci bir kelepçe kollarından birine takıldı ve böylece karınca çaresizce kara böceğin yüzüne şaşkın, şaşkın bakakaldı. Böcekle aralarında cüsse farkı vardı. Kara böcek onun neredeyse iki katıydı ve o da bunun keyfini çıkarıyordu. Tam karıncanın kolu çatırdarken kara böceğin karşısına önden giden iki karınca dikildiler. Kara böcek onları karşısında gördüğünde karıncanın kırmakta olduğu kolunu bıraktı ve üstüne tırmanmakta olan birinci karıncayı tuttuğu gibi yere çaldı . Bunu takip eden diğer karınca pervasızca, sakınmadan bizim böceğe çift paça daldı ve ön ayaklarından sıyrılıp duyargalarından birini yakaladı ve ağzındaki kesici kıskaçlarla onu kırpmaya ve yaralamaya çalışınca ilk defa olarak kara böcek panikledi, karıncaları bırakıp geri çekilmeğe çalıştı. Aynı anda üç karınca üstüne yürüdüler. Kara böcek geri dönüşü olmayan bir yolun başında olduğunun farkına vardı. Geri dönüp hızla kaçmağa kalkarsa onlara karşı üstünlüğünü kaybedecekti, eğer düşünebilseydi bunu kolayca fark edecekti ama evet eğer düşünebilseydi. Her hareketi içgüdüseldi onun. O sırada geriye doğru çekildi, kavgayı bırakır gibiydi birkaç adımcık geriledi. Karıncalar da onu takip etmişlerdi, birden onlara döndü, arka ayakları üzerinde yükseldi ve ona en yakın gelen karıncanın üzerine kapandı ve kolunu yakalayıp çat diye çekiverdi. Kırılan koluyla zavallı koca böceğin altında kendinden geçiverdi. Böcek tekrar kaçmaya başladı. Aynı numarasını bu sefer en yakınına gelmiş olan diğer karınca üzerinde denedi. O da ikinci kurbanı oldu böceğin. O sırada yetişmiş olan üçüncü karıncadan hiç kaçmadan aniden baskın yaparak onu da altına aldı. Kara böceğin keyfini çıkardığı bu kavganın içindeki kırılan eklem sesleri karıncaların sessiz çığlıklarına karışıyordu. Buna rağmen kızıl karıncalar hâlâ mücadele ediyorlardı.. Yarı yürüyerek yarı sürünerek kara çöl böceğinin üstüne doğru yürüyorlardı, ama hepsi o kadar. Güçleri tükenmiş bedenlerinin her yerinde kasılmalar ve garip hareketler rakiplerini şaşırtıyordu. Böcek bir süre kumların üstünde hareketsiz kaldı. Karıncalara baktı, titreşimi bu sefer daha kuvvetli duydu. Çalımlı bir edayla gözlerinin görebildiği uzaklara bakarak etraflarında neler olduğunu anlamaya çalıştı. o sırada duyargalarından birinin tahrip olduğunu fark etti. O keskin görüşü matlaşmış, bulanık bir görüş hakim olmuştu. Kum tanecikleri yerlerinde kaynar gibi titreşirlerken giderek şiddetli bir gel git halini alıyordu. Telaşla etrafına bakındı, anlayamadı. O sırada böcek yerden yukarıya doğru yükselen sisi etrafını sardığını hissetti. Gökyüzü açık ama kesif bir rutubet hakimdi havaya. Okyanustan gelen yel suyun tatlı serinliğini de içerilere taşıyordu. Yerin iki ayak üstüne kadar nem bir sis gibi çölün bir kısmını sarmalamıştı. Böylece Okyanusun kokusu kıyılardan itibaren azalarak çölün içlerine işşlemişti. Sis ısındıkça da göğe doğru yükseliyordu. Birazdan ufuktan birkaç mızrak boyu yükselecek olan güneş dünya üzerindeki kuşkusuz ve kesin egemenliğini ilan ederek, havadan başlayıp çölü de kurutacak ve geceye kadar sürecek fırın sıcaklığını ortalığa yayacaktı. Çöl işte buna hazırlanıyordu. Kimse bu sıcaktan kaçamaz, kimse dayanamazdı.
Öte yandan Titreyen kumların bir manası vardı elbette. Buralarda yaşayan diğer canlılara bir şeyler söylerdi bu titreşimler. Kara böcek için kalabalık bir gurup karıncanın kendilerine doğru geldiği anlamına geliyordu. Devinim ve hayat devam ederken kopmuş kol ve bacaklarıyla tuhaf hareketler yapan karıncalar, biraz önceki olayları görmeyenler için oldukça ürperticiydiler.Topal kırpılmış karıncalar yaşamın son anlarıydı. Çok bellidir ki bu garip hareketler kısa bir süre sonra ancak beklenenden çok ve pek çok daha uzun süre sonra biteceklerdi ve son kasılmaları sonunda nasıl büküldülerse öylece donup kalacaklardı. Ölüm onları nerede ve ne durumda yakaladıysa orada ve o şekilde. Gittikçe yaklaşan kuvvetli titreşimleri bu zavallı karıncalar da duyuyorlardı. Karınca anlayışıyla onları merak eden koca sürü onları aramaya çıkmış olmalıydılar dediler birbirlerine. Bir ümit filizlenir içlerinde ama hepsi bu kadar.
Kara böcek olduğu yerde arka ayaklarını gerdi, tos vurmaya hazırlanan güç ve enerji dolu bir koç misali başını öne eğerek kocaman gövdesini damperli kamyon gibi yükseltti. Kara renkli kanatlarında yoğunlaşan havadaki o nemin kanatlarından ağzına doğru duru bir su damlası olarak yuvarlanışını keyifle bedeninde hissetti. Biraz sonra o muhteşem su damlası ağzının içindeydi. Sırtındaki kanatlarını tekrar açtı. Hızla koşmaya başladı önünde belirmiş olan koca karaltıya doğru. Evet tahmin ettiği gibiydi. Üç bilemedin dört kızıl karınca geriden gelenleri toparlamak adına geriye doğru hareketlenmişti, Son hızla üzerine doğru geliyorlardı. Kara böcek bunlardan iki tanesinin üzerine adeta uçtu. Ve onlar da boşta yakalanarak şaşkınlıkla izlediler. Öndeki karınca ne olduğunu anlayamadan ilk uzvunu kaybetti. Kolunu. Öte yandan kocaman bir gölgenin üzerlerine doğru gelmekte olduğunun hiç biri ..dikkat etmemişti.
Kara böcek o kara gölgeyi gördüğünde saldıran kızıl karıncalar onun ellerini ayaklarını derdest etmeye başlamışlardı. Koca lastiklerin kara gölgesi ise tam üzerlerindeydi. Böcek son anda korkuyla çırpındı. Karıncaların bir kaçı sağa sola savruldular ama son duydukları acılar da bunlar oldu. Çatırtılar ve çıtırtılar arasında çölde gezintiye çıkmış bir dört çeker arazi aracının, kocaman kapkara lastiği onların gövdelerini ve kabuklarını ezerek tam üstlerinde durdu. Sıkışık kum tanecikleri arasında kara böceğin patlayan karnından ince ince sızan hayat suları hafifçe etrafını ıslattı. Hâlâ canlıydılar ama hepsi hepsi birkaç kum taneciklerinin arasındaki boşluğa sıkışmışlardı.
Güneş Tanrısı uzun alevden kollarıyla koskoca çölü kucaklamaya başlamıştı artık. Sıcaklık bir taş fırın sıcaklığındaydı. Dört çeker aracın içinden bir iki kişi atladı kumun üstüne. Çöl safarisine çıkmışlardı güya. Bazıları aracın içindeki serin havayı bırakmadan Nabib çölünün bir tablo kadar güzel manzarasını camdan seyretmeyi tercih etmişlerdi. Dışarının ısısından çıldırmış gibi çalışan motor ve klima avazı çıktığı kadar yüksek sesle çölün ıssızlığına haykırırken kocaman siyah lastiklerin altında ezilen kum tanecikleri arasında hayvancıkların hayat kavgası henüz sürüyordu.
***
Adam kitabın yaşlanmış, yıpranmış son sayfasını itina ile çevirip kapattı.
Güneş sisteminin ölmekte olan bir gezegeninde yaşıyordu. Pislik içindeki suyu ve kirli havası uzay boşluğuna sızan, böylece oksijeni bitmekte olan, yaşayanların büyük çoğınluğunun okuma ve yazma nedir bilmediği gezegen. Meraklıları dşında kitap alan, veren de olmazdı. Her şey figüratif anime resimlerle doğrudan yaşayan libidoya manyetik dalgalarla yüklenirdi kitapçılarda. Nükleer patlamaların ve kavgaların radyasyondan kaçan insan oğulları ve kızları, sonunda radyasyonun ulaşamadığı, gezegenin kabuğunun üstünde değil ama çöl kumları altında bir yaşama ortamı bulmuşlardı.
Bilim insanları geçen yüzyılda yeni bir formda, inorganik yapıda, metal katılığında geri dönüştürülmüş kaba plastik ile maskelenmiş organizmaların havaya ve suya ihtiyaç duymayan bir yaşam formu üretebilmişlerdi. Kendi kendine büyüyüp şekil alabilen metal levhalar, kaynağa ihtiyaç duymayan metaller ve yemeğe ihtiyaç duymayan canlı yaşam formları vs.
"Hatırlar mısınız bilmem? Bundan tam bir asır öncesinde oksijenin ve suyun bol bulunduğu zamanlarda yemek sonralarında çay demlenir ve bardak, bardak çay içilirdi. Sindirime de yardım eden keyif içkisi. Sonra demlik ve bardaklık poşet çay demleme usulleri geliştirildi ve bingo... İnsan bedenindeki kan damarlarında ve hücre çeperlerinde ve içlerinde nano ölçekte plastik liflere rastlanıldı. Bu kimileri için kanserdi. Korkunç bir şey diye düşünülürken sermaye daha fazla kazanç için bu üretim biçimini yaygınlaştırdı. Böylece insan hücre iskeletleri içinde plastikleşme devri başladı ve gerisini zaman halletti. Azgın sermaye kazanç peşinde koşarken İnsan ceninleri hızla plastikleşti.
Toplumlarda zenginlerle, sıradan olanlar arasındaki ayırım giderek derinleşti. Elit, seçkin insanlar organik yapıda yaşamaya çalışırlarken diğerleri plastikleşti. Gittikçe kirlenen bu gezegende organik hayat koruyucu maskeler ve filitreler arkasında yüksek maliyetler karşılığında sürdürülürken hassas organizmaların üremesi artık tesadüflere kalmıştı. “İlkel yaşam formlarını yaşatmak için rafine gıdalara, temiz hava ve temiz suya ihtiyaç duyarlarmış ama bulamazlarmış zavallılar…” diye içini çekti yaşlı adam.
Oysa sıradan insanın çoğalması tamamen fabrikasyona dönüşmüştü…
Yaşlı adam uzanıp bu yaşlı kitabı baş ucunda duran komodinin üstündeki cam kutunun içine dikkatle bıraktı.
“İlerleyen uygarlıkla beraber sonunda bencilliğin zirvesine ulaştı insanlık” diye mırıldandı. Yani organik yaşam formu yerine sadece kendi kendine yeten metalsi yaşam formuna ulaşınca mükemmeli arama devri sona ermişti. Evrenin hemen her yanında, havaya suya ihtiyaç duymayan, civata ve somun kafalı bir ayaklık boyu ile atölyelerde üretilen “shop drive” atölye sürümlü, yapay, metalsi yaşam formlarına rastlanır oldu. Adamın aklına okuldayken okudukları “Andımız” geldi.
"Ne bitki ne hayvan ne de geçmeyen zaman, Her yer boş ve her yer ıssız evren, Sadece biz bize amede, sade biz varız mükemmel insan her yerde!" diye insanlığımız ile övünüyorduk ahir zamanda.
“Şimdi bu kitaptaki gibi heyecanlı bir eski dünya yaşam mücadelesi söz konusu bile olamaz böyle bir öykü de yazılamaz.” dedi kendi kendine. “Kara böcek, kızıl karınca… iğrenç şeyler!” Ayakta şiir okumuş gibi başıyla selam verdi.
Sakalları köse, yaşı ilk bakışta anlaşılmayan yarı insan yarı metal adam türünün son örneğiydi. Kaba, plastikten yapılmış yatağına uzandı ve mekanik kolunu uzatıp ince metal battaniyeyi üzerine çekti. Yumuşak metal levha yavaşça yatan adamın şeklini alırken bükülüp kıvrıldıkça kendiliğinden hafiften ısı yayıyordu.
“Yaşlandıkça geceleri daha çok üşüyorum… bir eş bulmalıyım kendime. Son günlerimde geceler bir türlü geçmiyor böyle.”
Sadık Mercangöz Artur, Burhaniye 26.09.2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder