Edirne Seyahati III

 EDİRNE VE İĞNADA GEZİMİZİN HİKÂYESİDİR

III

 

20 Mayıs 2016, Cuma. Sabah kahvaltıdan sonra dünkü yorgunluk çıkmaya başladığından dışarı çıkmakta isteksiz davranıyoruz. Ama daha görmediğimiz sürüyle köşe bucak var Edirne’de.. Allahtan başımızda Namık beyle, Mehmet bey var, bizi adeta sürüye sürüye dışarı çıkarırlar icap ederse. Öyle kararlı görünüşleri var. Ardından Otobüsümüze doluşup yeni gelişen TOKI bölgesine doğru gidiyoruz. Namık bey, bize imar planlarındaki değişmeleri anlatıyor, TOKI nin bu bölgede yeni arzlar yaratmak için adeta Belediyenin de üzerinden atlayarak kendi sahalarını geliştirerek kendi pazarlarını nasıl oluşturduklarını anlattılar. Planlarını kendileri yapıyorlar ve de eski plan kararlarıyla oynuyorlar, onaylıyorlarmış.“Tee ounların agalarıda üyle yapar, abe bilmez misin? Niçin bilmezsin?”

“TOKI’nin bu atağının tehlikesi Edirne içinde yüksek bir değerlere erişecek bu mülkler, cazip fiyat ve ödeme kolaylığı ile şehirdeki konut  piyasasını alt üst edebilecektir. Biz Kale içinde yapı değerlerinin artışını beklerken ki bu sayede kale içinde bir yatırım cazibesi yaratılabileceğini ve sermayeyi çekmeyi umarken, bu değerlenme olmayabileceği gibi negatife de dönebilir.” diye aklımdan geçti.

“Abi, iki şehirci yüzünden biz yeni mahalleleri geziyoruz, Gidelim Kervansarayları Camileri ve Hanları gezelim. Bu kadar yeter abi.” Hüseyin öne doğru bağırıyor, ben de yanındayım.”Üseyin, Üseyin ulalı böyle zûlüm görmedi be aretlikler!” Bu sözleri de ben eklediydim..Üseyin meğer ciddi, ciddi söylermiş, suratını koyulaştırdı, dudaklarını sarkıttı.

“Sakinleş hocam, şimdi gördüğün gibi çıktık mahalleden..” Konuyu değiştirmek için yanındaki Bülent’e bakıyorum.

“Oğlum Hüseyin, senin ismin, Irak’ta Suriye’de elini kolunu sallıyarak dolaşırken, çevrilirsen, ellerinde keleş ve kollarında siyah kurdeleli adamlara, adını Ebu Bekr de Mustafa de, ama sakın Hüseyin deme kafanı alırlar. “

“Neden?”, Hüseyin sordu sakince. Bülent;

“Oğlum Şia nın en önemli ve yaygın ismidir bu Hüseyin. ISID de şiileri çok sever!?”

“Babamın ismi de Hasan biliyor musun?” dedi Hüseyin.

 

Otobüsten indik, Tabyanın bulunduğu yere doğru yürüyoruz, tepenin altında atları otlasınlar diye bırakmışlar, biz orada olduğumuz sürece keyifli bir şekilde otladılar.

 

Bu tabya Edirne tarihinde çok önemli bir nokta, Deli Mehmet Şükrü Paşa (Erzurum’ludur.), 1913 Balkan harbi sırasında bu topçu tabyasından şehri 155 gün müdafaa edebilmiş ama yeterli takviye gelmemesi üzerine Bulgar Komutanına şehri teslim etmeyi teklif etmiştir. Bu çok acı bir olaydır ama teslim olmasaydı Bulgar ve Sırp topçu birliklerinin heryerden şehri ateş altına alması, ahalinin kılıçtan geçirilmesi ve anıtların zarar görmesi işten değildi, diye ifade etmiştir. Sonra Sofya’da yaklaşık altı ay süren imtiyazlı bir esaret dönemi yaşamış olduğunu tarihler yazmaktadır. Bu süre zarfında riyaziye[1], ve topçuluk problemleri üzerine çalışarak bir kitap meydana getirdiği, bunu veliaht prens Boris’e hediye ettiği ve bu kitabın Askeri Müzeye bağışlandığı anlatılır. Daha sonra geldiği İstanbul’da İttihatcılar ve itilafcıların arasında bu mahkûmiyet hayatının adeta devamını yaşamış olduğu yazılmıştır. Şimdi Onun karargâhı olan tabya bir müze olarak düzenlenmiş, biz de ziyaret ettik ve adeta orda çekilen çilelerin yankıları halâ duvarlarda idi. Rus ve Bulgar saldırılarında olduğu gibi, Edirne düşerse, Ayastefanos[2]’a kadar kolayca inebiliyorlardı. 1913 de Bulgarları durduran Yunanistan’la olan paylaşma kavgasının başlamış olması, 1878 de Rusları durduran ise araya giren İngiltere olmuştur, Rusları anlaşmaya razı etmişler, ve Ayestefanos’da tarihimizin en ağır anlaşması imzalanmış, Balkanlar elden çıkmıştır. Ruslar, Ayastefanos’da durmuşlar İstanbul’a devam etmemişler, geri dönmüşlerdir.

Çarın Askerleri ilk defa buraya kadar geldiklerini tescil için bir anıt yapmışlar, ki daha sonra onun yıkılışı, 1914 Kasım ayında ilk Türk sinemacılarından Fuat Kınay askerde iken filme almış, seyredenler var, Rakım Çalapala, Cemil Filmer gibi, ilk belgeselimiz sayılır ama şimdi kayıp. Olmayan Arşiv yutmuş olmalı…

 

Grubumuz bir toplu fotoğraf çektirdi, Mehmet Şükrü Paşa anıtının önünde. Tepeden aşağı indik.

Şükrü paşadan sonra, yine eski şehre daldık ve Ekmekçizade Ahmet Paşa Kervansarayı, inanılmaz büyüklükte bir kapalı mekan, İki ayrı dikdörtgen mekan aralarında bir 30m çapında bir kubbeli karşılama alanı üstünde bir büyük fener var vaktiyle tamamen açıkken şimdi bir camekan örtüyor. Halen kullanılabilecek kadar sağlam ki bazı sosyal faaliyetler zaten burda yapılıyormuş.

Avluya giren ana kapının sağ yan tarafında hanım sultanın buranın inşaatı için hediye ettiği elmas küpelerini temsilen demirden yapılmış stilize küpeler asılmış. Bu ne kadar kadirşinaslık bina yok oluncaya kadar bu küpeler Edirne’lilere hanım sultanın katkısını hatirlatacak.

Mehmet bey, otobüste anlatıyordu. “Ayşe kadın fasulya ismi de bu yöreye aittir. Burda Ayşe kadın camii vardır. Üniversitenin Ayşe kadın yerleşkesi vardır, ayrıca da fasulyemiz vardır.” diye anlattı ardından “İşte Camimiz” diyerek tek kubbeli kubbesi doğrudan duvarlara oturan mütevazi camiyi göstermiş idi. O camii de bu Ahmet Paşa Kervansarayının karşısına konumlandırılmıştı.


Öğlen Ciğerci Kazım’da idik. Ne derlerse desinler bu ciğerin özel bir yapım tarzı ve tadı var, ben beğendim, hele kuru soğan ve kırmızı pul biber yerine, yörenin kurutulmuş sarı renkli acı biberi var onunla  beraber.. Bir ısırdınız mı kulaklarınızdan ateş çıkıyor ama tatlı bir acı, çok hoşuma gitti doğrusu. Bu konuda Hüseyin’le anlaşamıyoruz, “Mersin’deki Ciğer şiş en güzeli” der, tabii kömürde pişen her şey gibi, olabilir, ama bunu da beğenenlerin olabileceğini onun kabullenmesi lazım.” diye atışıyorduk. Adam inatla yine dışarıda bir yerlerde yedi geldi. 


Yemekten sonra gezimize devam ettik, yarısı sürünerek bir yarsı da gözleri yarı aralık. Önce Eski Saray’a sonra Sağlık külliyesine ve Selimiye Camii ve külliyesine sıra gelmişti. Aslında Mehmet ve Namık gezi planını çok güzel hazırlamışlar, bir mantık sırası içinde. Açık havadakileri  gün batmadan, “Master Piece” leri son gün son saate saklamışlardı.

 “Önce eski sarayın kalıntılarını ve yerini görmeye gideceğiz ve Selimiye’yi uzaklardan seyredeceğiz. Birer de çay ısmarlarız.”

Eski Saray şehrin biraz kenarında. Bu arazi 3000 000 m2 lik bir alanmış. Mehmet bey Genel Vaziyet  Panosu üzerinde kaybolmuş eski saraydan kalanlar hakkında bilgi verdi. Göçebeliğin tarzı olarak tek tek binalarla saray inşa ediyorlar. II Murat devrinde başlandığı Fatih devrinde mimar Şahabettin’e tamamlattırıldığı söylenir.



Buranın ilk yılları Osmanlının yeni, yeni saray kavramıyla tanıştığı yılları. Banisi I.Murat olmalı, çünkü Edirne I. Murat zamanında Bizanslılardan alındı, Tam 95 sene Başkentlik yaptı.  İstanbul’un fethine kadar. Bu bakışa göre Osmanlı aslında bir göçmen boyu olarak uzak görüşlü bir uyanık topluluk, Trakya’yı ve Balkanları o zamandan hedeflemiş olmaılı. 1328 de Gelibolu!ya Süleyman bey komutasında sallarla geçtiklerinde (Aslında sallarla değil de teknelerle olmalı) bundan 125 yıl sonra tecelli edecek olan olayın düzenlemesini yapıyorlar, sanki zengin Bizansı sahneden silmeyi düşündüklerini seziyorsunuz. Yani Bursa 1335 den beri başkentken, Trakya ya geçince Orada bir başkent edinmeyi düşünüyorlar 1362 de Edirne başkent oluyor. Bu oraları son derece önemsediklerini açıkca göstermektedir. Göçebe bir boy geliyor düşünün Selçukların serhattinde yerleşmek istiyor ve oradan karşı kıyıya sıçrıyor ve önce Balkanlar’da sürdürüyorlar varlıklarını. Anadolu beyliklerini daha sonra hallediyorlar, İstanbul’un fethinden sonra. Ama önce Trakya ve Balkanlar diyorlar, kim aklediyorsa, ortak bilinç mi? 

Şimdi o saraydan kalanlar devede kulak bile değil.

Bence arazide yapılacak kazılarla ile çok iyi bir arkeolojik park halinde moda bir sergi alanı olarak kullanılabilir. Ya da Türkiye’mizde eksikliğini duyduğumuz “Osmanlı Bahçeleri” de aynı botanik bahçesinin bir çeşidi olabilir, bir de buna şu anda var olan Dar-ül şifa kompleksini de eklerseniz,  bu külliye beraberce zengin günlük turlara ev sahipliği yapar. Osmanlının ilk sarayı ve Darül-Şifa, ve imarethane vs… Osmanlının Kuruluş Devri diye tanıtılabilir. Sarayın tamamını değil, sadece mutfak kısmının olduğu ve Darüşşifa kısmına bitişik alanlar bu sergilemeye katılabilir diye aklıma geldi. Ama şimdilik Eski Saray pek bir zavallı görünüyor.

Otobüsümüz tanıtıcı levhanın önünde durup da biz aşağıya iner inmez, bir davul zurna ekibi de hemen yanımızda belirdi, o sırada da çalmaya başladılar. Mehmet ve Namık beyler ev sahibi olmanın verdiği sorumlulukla atılıp, istemediklerini, uygun bir dille söylediler,  ama adamlar bahşiş peşinde biz Mehmet’in anlattıklarının. Gitmişler Hüseyin’ini bulmuşlar. Hüseyin anlatıyor sonra, “Baba, baba yapasan bize bir kıyak be. Adi baba be” ısrarla peşinde. Hüseyin’den cevap “Ben senin nerden baban oluyorum? Ananı tanımam, ablanı tanımam. Sen nerden benim oğlumsun?” Zurnacı bahişi beklerken aldığı cevaptan şaşkın bakarken, bu sefer davulcu O da benim yanımda, “ Böledir zaten em yaparlar, em de tanımazlar. Abe yapsana oğulcuna bi kıyak”. Davulcunun davuluna cebimdeki bozuklukları attım, toparlandı gitti. Bunu da anlatmadan geçmem doğru olmazmış doğrusu.


Şifahaneye geçtik biraz sonra.  Dar-ül şifa da takdim ve sunulan malzemeler göz doyurucu ve gezenleri memnun ediyordu. O asırda akıl hastalıklarının ve diğer hastalıkların tedavisinde müzik kullanılıyor olması gayet göz doldurucu bir şekilde sunuluyor. İçeride sürekli bir müzik yayını var, o da ortamı canlandırıyor.

Şahsen benim foto safari için süre yeterli değildi, ama geride Selimiye, Üç Şerefeli camii, eski cami ve kapalı çarşı vardı, başkaca zaman ayrılamazdı buraya.


Bu arada karşı bahçede çay molası vermişken Selimiye’nin tepeden şehre kol kanat geren ve Edirne’yi adeta  taçlandıran bir iki pozunu da kayda geçtim ki Sinan’ın oran ve orantılar konusunda gerçek bir usta olduğunu bir kez daha görüyoruz. Küçük kubbeler acaip bir şekilde orta kubbeye doğru tırmanırlarken onun büyüklüğüne de âdeta biat ediyorlar. Kubbenin tanburu ritmik ağırlık kuleleriyle taç yerleştirilmiş bir başı andırıyor. İnanılmaz bir görüntü. Bu resimleri Çamlıca Camii bitince kıyaslamak üzere saklayacağım. 

Edirne’deki eski anıtlar şehir merkezindeki bir “Green Zone” içinde toplanmışlar. Adeta şehrin Akropolü burası. Osmanlıda da buna uyulmuş gibi, ters lale de bir lale bahçesi sahibinin yanazlığını  anlatırken, bu bir masal da olabilir. Aslında yapılan kazılar bu tezi doğruluyacaktır. Sanırım Şehir plancılarının söyliyecek daha çok şeyleri vardır, ama bu şehrin helenik çağdan itibaren takip eden alışılmış bir şeması var, diye düşünüyorum. Yanılıyor olabilirim.

Daha ikindi ezanı yeni okunmuştu. Biz rehberlerimizle birlikte ses yapmadan bahçeye girdik, yan bahçede bekledik, Mehmet bey burada mevcut mezarlara ait olayları anlattı. Ben kendimden geçmiş halde yapının detay ve yapım tekniklerine ellerimle bakıyor saldırıcasına fotoğraflamaya çalışıyordum ama yanlış yaptığımı daha sonra kabul etmek zorunda kaldım. Sıralama ve öncelik hak getire, atlamalarım olmuş. Grup beraberce, fazla dağılmadan, yavaş yavaş asırlık merdivenlerden avluya doğru çıktık. Bu giriş aslında, eski Yunan’daki rahiplerin ana tapınağa girmeden önce onu alttan ve biraz uzaktan algılaması ve ipnotize vaziyette hareketlerle antik bir yaklaşım töreninin Sinan tarafından düzenlenmiş  yeni versiyonu gibiydi. Ama burada rahipler vs yok sadece insanın kendi vardır, iç mekâna  doğru tövbe ederek, kendi hata ve günahlarının bağışlanmasını dileyerek her adımda bunu hissederek yaklaşırsınız  Önce bahçeden aşağıdan algılarsınıız binayı, daha sonra avluya doğru yükselirsiniz, avlu fazla geniş değildir algılamanız yarımdır yine, ama insan boyutundan daha yüksek daha geniş bir yerde olduğunuzu bilirsiniz ama ezilmezsiniz de. Çizgi çizgi ve küçük, küçük mekânların avlu etrafında dizilişlerini takip edersiniz. Sonu yok gibi gelir bu çizgilerin. Bu arada her şey simetriktir. Heybetli ana kapı içinde bir kapı yine daralır, alçalır âdeta içeriye eğilerek girdiğinizi sanırız ve içeride başınızı kaldırısınız ki üstünüzde gök kubbe, eğer kubbenin süsleri olmasa kubbenin büyüklüğünü doğru olarak hissedemezsiniz. Ama süslerle başımızın üstünde yükselen kubbe algılarımızı sınırlar, yüksekliği, genişliği anlayabiliriz. İşte insanı çağıran gök kubbe burasıdır. Fisiltilar artık kubbeye kadar çıkar yankılanır geri geldiğinde ulviyetten gelir gibi olur insana, gerçekten de ayağımız yerde olduğu halde kendimizi boşlukta yürür gibi hissederiz.

Belki hepiniz benden fazla katedral ve manastır görmüşsünüzdür, ben Zagrep, Strasbourg, Paris Notredam, Amsterdam ve Moskova’daki Saint Basil ve Novospassky Manastırını ve Sain Petersbourg’daki Kan katedrallerini gördüm, resimler çektim ama mekan kalitesi ve hissi hiç biri Sinan’ınkilere benzemiyor. Emevi tarzi camiler de gördüm, mesela Diyarbakır ulu camii, veya Ankara, Arslanhane gibi kolondan orman gibidirler, süsleme tamam ama mekan bütünlüğü zayıftır. İlk devir Osmanlı camilerinde de yoktur bu dediklerim. Ama İstanbul’a gelip, Ayasofya ile ilk karşılaştığında Sinan üstadın en azından şok olduğunu düşünürüm. Orada ne bazilika ne katedral ne de Emevilerin basit ev tipindeki plan anlayışını görürsünüz, burada, Ayasofya da mekân anlayışı “Uniqe” tekildir. 


Ben içeriye girdikten sonra huzur bulacağımı hissettim, burayı seyre gelen turist olmaktansa  buraya ait bir parça olacağımı düşündüm. Elimde fotoğraf makinası oraya atılıyorum, şuraya atılıyorum, aç gözlü çocuklar gibi, sonra kafayı Kubbenin resmine taktım, bir çektim, iki çektim, üç çektim, her çektiğimde bir şeyler buluyor, hoşlanmıyordum. Ama son bir kez çekip bırakabilirdim. O sırada ben yerde oturuyorum, makinayı yere koydum, sallanma ve titreme riskini en aza indiriyordum. Ayakta dikilen üç kişi benim dibimde, kendi aralarında konuşuyorlardı ama saklamaya  da çalışmadan; ”İlk defa geldinse buraya şükür namazı kıl, ikindiyi sonra kılarsın.” diye zayıf nayif bir gence takım elbiseli olan akıl veriyor, Zayıf olan genç daha fazla beklemeden benim yanıma çöktü. “Merhaba beyefendi” dedi, “Merhaba”. Benim yayıntım çok, fotoğrafla ilgili onları bir göz ucuyla yokladım. “Gördüm ki 
fotoğrafcılıkla ilgileniyorsunuz, deminden beri seyrediyorum… çektiklerinizi beğenmiyorsunuz.” dedi. Kısaca “evet” dedim. “Ben de denedim ama bir türlü olmadı, benim amatör makinamla.” Ben kafamı çevirip arada bir bakıyorum yüzüne, sarı benizli ince bıyıklı, el Greco resimlerinden çıkmış gelmiş biri. 

Astiğmatik.


“Ben İzmir …. İmam Hatip Lisesinde Türkçe, Edebiyat öğretmeniyim. Kubbedeki yazıları okuyup yazabilmek istiyorum. Resimleriniz iyi ise benimle paylaşır mısınız?” Makinanın arka ekranını ona doğru çevirdim. ”Bak bakalım. Bana göre biraz daha düzeltmem lazım gibi.” Çocuk bana baktı, gülümsedi, “Benimkinden çok daha güzel. Eğer benimle paylaşırsanız, ben de size bende de kedi resimleri var, size onu gönderirim, ister misiniz?“ “Söz sana çekebileceğim en iyi resmi göndereceğim. E posta adresin var mı?” “Bir dakika” dedi gitti öbür arkadaşlarından kağıt kalem alıp yazmış getirdi, vedalaştık. Oturduğum yerden biraz
daha kubbenin merkezine doğru kayarak, ayarlamaya çalıştım, enstantane ve diyafram ayarlarını gözden geçirip tekrar  çekmeğe başladım, “bu iyi bu daha iyi, bu daha da iyi olacak” diye içimden geçirerek, çünkü artık bir görevim vardı, o gence söz verdiğim gibi   bir resim gönderecektim. Çalıştım biraz daha ve pes ettim.

22 Mayıs’ta Ankara’ya dönünce gece saat sabaha karşı dört idi düzenlediğim son resmimi postaladığımda. Uyku bastırdı ki nasıl bastırmak, göz kapaklarımı ellerimle kaldırıyorum nerdeyse, sonunda sızdım. Sabah 9 a doğru uyandım ve kalkıp bana gelen bir cevap var mı diye minisayara baktım. İzmir’li genç gönderdiğim resmi ve yanındaki diğer resimleri almış, çok güzel bulmuş bana teşekkür ediyordu. Gönderme saati 6 idi, demek o da bekliyormuş ve benden de eminmiş ki o saatte kalkınca ilk işi internete bakmak olmuş. Memnun mesut gittim yine yattım. İlk defa çektiğim resimler bir işe yarayacaktı…


Selimiye’den Betülle beraber çıktığımız da hava kararmaya yüz tutmuştu. Mehmet beyin mihmandarlığını artık kaybetmiştik. Bizim grup diğer mekanları gezmişler ve Otele dönmüş olmalıydılar, hızla otele giderken bizim grubun bir kısmını gördük, evet Otel’e gidiyorlardı, gezme işini bitirmişler gece meyhane programına hazırlanacaklardı.

O akşam Edirne’ye yalnız gelirsem, temiz üç güne ihtiyacım olacak diye düşündüm, yürüye yürüye Gazi babaya doğru giderken. Hafif çiseliyor yağmur. Böyle yağsa harika olacak, azıtmadan. Akşamı da başka güzel bu şehrin. Akşam üstü gelirken Japonlara rastlamıştık, Selimiye’ye giriyorlardı. Onlar yine sokaklardalar…

“Te bunlarda kim be? Japonya'dan mı? U da ne? Ulen breh breh, dünyanın te bir ucundan kalkmışlar gelmişler.” Hayretle kafasını salladı. “Bizim bu Selim Sultan Uralara ka gitmiş mi? Gider yemin olsun, Bizim Devletimiz Cihan devletiydi.” dedi içini çekti. Kendi ailesinin göç sırasında çektiği ıstırabı düşündü herhalde, “Ruuzu Mahşerde bunun da esabını verecekler bu zalimler be.”

Elinde baston, kolunda da ben. “Bundan üte yol yoktur bee. “

Betül kendi kendime konuşuyorum zannetti. “Ne dedin?” 

“(H)avayı derim be, ne güzeldir be.” 

Saat akşam sekize geldi. Biz bir grup arkadaş girdiğimiz sokakta sora sora Gazi Baba’yı ararız. Ama çok güzel br yoldayız, yaya yolu. Motorlu trafik yok ama motorlar var. İnsanlar, insancıklar bu çisentide sokakta oturanlar, yürüyenler herkes yaşama sevinci içinde, ben de öyleyim yaa. Dükkanların bir kısmı halâ açık, n’apsınlar

Gazi Baba bir meyhane işletmesine göre, yani akşamcı uğrak meyhanelerine göre büyük ama bir lokantaya göre küçük sayılabilen bir dükkân. Bu kelimeleri söylemeyeli uzun zaman geçti. Her şeyin bir yabancı karşılığını bulmuşuz, yerli yersiz onu kullanıyoruz. Bakkal kalmadı memlekette, Market, market, market. AVM ler geldi hayatımıza, Çarşı, Pazar kalmadı. Evler bitti rezidanslar başladı. Böyle gidiyor benimle beraber…

Ayrılan yerlere oturduk 4 dört bölüme ayrılmışız. Omuz omuzayız. Mezeler zaten masada. Saç sakal birbirine karışmış gözlüklü bir adam bize “hoş geldiniz” dedi. Ortam çok hoş, duvarlarda ahşap kaplamalar var, ve de şiir ve yazılar, resimler çerçevelenmiş, asılmış. Atatürk’ün resimleri var. Ne bu? Başka zaman olsan bozulurdum ama bugünler de değil. Sevdim bile. Betül ve ben ortamı samimi ve kendimize yakın bulduk, derken mezelere daldık, buzlu rakılarımız da hazırlandı. Ve coşku içinde bütün masalar aşk ile şevk içinde ya hû diyerek kadehlerimizi havaya kaldırıp, “şerefinize, hepinizin sağlığınıza ve baylığınıza” dedik, bir gürültü koptu. Bana göre bu meye gereken saygıyı gösteriyoruz.

Tam bu sırada esmer kardeşlerimiz, ellerinde darbuka, klarnet, keman içeriye girdiler ve gür sesleriyle güzel bir fasıl başladı. İnsan ister istemez hayran kalıyor bu marifetli gençlere, her türlü enstrümanı aynı ustalıkla çalabiliyorlar, söylüyorlar. Katılmaya başladık sözlerini bildiğimiz şarkılara. Ortalara doğru atamızın sevdiği Rumeli şarkılarına ve türkülere geldiler. İşte o zaman söylüyorum ama gözlerimden yaşlar ince ince geliyor, o eski zamanlarda O dedenin annesinin kucakların da ölen yavrusunun yol boyunda neresi olduğunu çıkaramayacağı bir tarlaya gömdükleri, çamura saplanan askerler, top arabaları, yağmurun altında kıvranan insanlar, gelmeye başladı gözümün önüne.. küçük Mustafa’nın karga kovaladığı dayısının tarlaları, Koca adamın kimseye söyleyemediği ama dedemin bana söylediği, duyduğu Selanik hasretini yaşamaya başladım. Her neyse ritmi yakalıyorum tekrar.

Sağnak yeniden başladı bende. Kimseye göstermek istemiyorum ama yanaklarımdan yuvarlanmaya başladı, Betül kağıt peçeteyi uzattı.  Türküler devam ederken benim için bitti fasıl.

Bir vakit sonra altı bayan girdiler kapıdan, onları bizim masanın arkasındaki boş masaya aldılar. Ben göz ucuyla takip eder oldum, çünkü bir meyhaneye sadece bayanların başlarında bir erkek olmadan geldiklerini görmemiştim. Hayretle izliyorum. Çağırdılar garsonu bir yetmişlik söylediler ve mezeleri seçtiler. Hayırdır başımıza taş mı yağacak, ne? Bu arada çalgıcı kardeşlerimize de eşlik ediyorlardı. Biz neredeyiz doğrusu? Buradaki herkes, bizden başka diğer gruplar da son derece güven içinde rahatça hareket ediyorlardı. Bizim Mehmet bey ve eşi ve Namık bey de yalnız bırakmamışlardı bizleri. Yemekler ve mezeler güzel rakılar rafine velhasıl...

Gecenin bir vaktinde Ercüment’i aradı Bülent “Gittiniz mi Bodrum’a” diye,

“Ne sen İstanbul’da mısın? N’oldu? Cüzdanın mı? Ben sana şu cüzdanını oraya koyma, birisi çekecek dedim, değil mi? Ee no’olacak şimdi?” Bülent şaşkın şaşkın  bakınıyordu. Telefonu kapattı, “Ercüment’in cüzdanını çarpmışlar havaalanında. Kimliği olmadığı için Uçağa bindirmemişler. Sabah erkenden  uçacakmış.” dedi. Şaşırdık, ama canlarına birşey olmaması bir teselli oldu bu akşam için. Canları sağ olsun…

Gece yarısına gelirken bizimkiler boşalttılar mekânı. Yurdaer, Can ve ben eşlerimizle, Bizim takım daha bir yarım saat, kırk beş dakika şarkılara eşlik ettik bağıra, çağıra. Kimsede “Rahatsız oluyoruz.” demedi. Bu işin başında Oktay bir ara rica etti, “biraz alçaktan kısık söyleyelim” diye, kemancı bunu diğerlerine aktarınca darbukacı “eyvah” dedi, duydum. Ama bir iki şarkı sonra kendilerini sokağa attılar. İçeri girdiklerinde kaldıkları yerden başladılar beyler. Kalabalık gidipte biz bize kalınca doyuncaya kadar şarkılar söyledik, bilmediğimiz ne kadar çok arabesk varmış kardeşim. Sokağa çıktığımız da başımı kaldırıp göge baktım, bu arada derin, derin nefesler aldım, hepsi güzelden de öte, harika bir akşam. Köpekler bile bizden uzaktan geçiyorlar: “Sarhoş lan bunlar, deliyle sarhoşa bulaşılmaz.” diğerlerine nasihat geçti kulağı kesik olanı, alçaktan, göz ucuyla bakarken bize..

Sonradan Ankara’ya dönünce araştırdım internette Gazi Baba doğru bir seçimmiş. Bunu sağlayan arkadaşlarımıza Teşekkürler. Herkese iyi geceler..

 


 


[1] Riyaziye, Matematik.

[2] Ayastafenos; İstanbul Yeşilköy’ün eski adı.




 






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder