EDİRNE VE İĞNADA GEZİMİZİN HİKÂYESİDİR
III
20 Mayıs 2016, Cuma. Sabah
kahvaltıdan sonra dünkü yorgunluk çıkmaya başladığından dışarı çıkmakta
isteksiz davranıyoruz. Ama daha görmediğimiz sürüyle köşe bucak var Edirne’de..
Allahtan başımızda Namık beyle, Mehmet bey var, bizi adeta sürüye sürüye dışarı
çıkarırlar icap ederse. Öyle kararlı görünüşleri var. Ardından Otobüsümüze doluşup
yeni gelişen TOKI bölgesine doğru gidiyoruz. Namık bey, bize imar planlarındaki
değişmeleri anlatıyor, TOKI nin bu bölgede yeni arzlar yaratmak için adeta
Belediyenin de üzerinden atlayarak kendi sahalarını geliştirerek kendi
pazarlarını nasıl oluşturduklarını anlattılar. Planlarını kendileri yapıyorlar
ve de eski plan kararlarıyla oynuyorlar, onaylıyorlarmış.“Tee ounların
agalarıda üyle yapar, abe bilmez misin? Niçin bilmezsin?”
“TOKI’nin bu atağının
tehlikesi Edirne içinde yüksek bir değerlere erişecek bu mülkler, cazip fiyat
ve ödeme kolaylığı ile şehirdeki konut
piyasasını alt üst edebilecektir. Biz Kale içinde yapı değerlerinin
artışını beklerken ki bu sayede kale içinde bir yatırım cazibesi
yaratılabileceğini ve sermayeyi çekmeyi umarken, bu değerlenme olmayabileceği
gibi negatife de dönebilir.” diye aklımdan geçti.
“Abi, iki şehirci yüzünden biz yeni mahalleleri geziyoruz,
Gidelim Kervansarayları Camileri ve Hanları gezelim. Bu kadar yeter abi.”
Hüseyin öne doğru bağırıyor, ben de yanındayım.”Üseyin, Üseyin ulalı böyle zûlüm
görmedi be aretlikler!” Bu sözleri de ben eklediydim..Üseyin meğer ciddi, ciddi
söylermiş, suratını koyulaştırdı, dudaklarını sarkıttı.
“Sakinleş
hocam, şimdi gördüğün gibi çıktık mahalleden..” Konuyu değiştirmek için yanındaki
Bülent’e bakıyorum.
“Oğlum
Hüseyin, senin ismin, Irak’ta Suriye’de elini kolunu sallıyarak dolaşırken, çevrilirsen, ellerinde keleş ve kollarında siyah kurdeleli adamlara, adını Ebu
Bekr de Mustafa de, ama sakın Hüseyin deme kafanı alırlar. “
“Neden?”,
Hüseyin sordu sakince. Bülent;
“Babamın ismi de Hasan biliyor musun?” dedi Hüseyin.
Otobüsten indik, Tabyanın bulunduğu yere doğru yürüyoruz,
tepenin altında atları otlasınlar diye bırakmışlar, biz orada olduğumuz sürece
keyifli bir şekilde otladılar.
Çarın Askerleri ilk defa buraya kadar geldiklerini tescil
için bir anıt yapmışlar, ki daha sonra onun yıkılışı, 1914 Kasım ayında ilk
Türk sinemacılarından Fuat Kınay askerde iken filme almış, seyredenler var,
Rakım Çalapala, Cemil Filmer gibi, ilk belgeselimiz sayılır ama şimdi kayıp. Olmayan
Arşiv yutmuş olmalı…
Grubumuz bir toplu fotoğraf çektirdi, Mehmet Şükrü Paşa
anıtının önünde. Tepeden aşağı indik.
Avluya giren ana kapının sağ yan tarafında hanım sultanın buranın inşaatı için hediye ettiği elmas küpelerini temsilen demirden yapılmış stilize küpeler asılmış. Bu ne kadar kadirşinaslık bina yok oluncaya kadar bu küpeler Edirne’lilere hanım sultanın katkısını hatirlatacak.
Mehmet bey, otobüste anlatıyordu. “Ayşe kadın fasulya ismi de bu yöreye aittir. Burda Ayşe kadın camii vardır. Üniversitenin Ayşe kadın yerleşkesi vardır, ayrıca da fasulyemiz vardır.” diye anlattı ardından “İşte Camimiz” diyerek tek kubbeli kubbesi doğrudan duvarlara oturan mütevazi camiyi göstermiş idi. O camii de bu Ahmet Paşa Kervansarayının karşısına konumlandırılmıştı.
Öğlen Ciğerci Kazım’da
idik. Ne derlerse desinler bu ciğerin özel bir yapım tarzı ve tadı var, ben
beğendim, hele kuru soğan ve kırmızı pul biber yerine, yörenin kurutulmuş sarı renkli
acı biberi var onunla beraber.. Bir
ısırdınız mı kulaklarınızdan ateş çıkıyor ama tatlı bir acı, çok hoşuma gitti
doğrusu. Bu konuda Hüseyin’le anlaşamıyoruz, “Mersin’deki Ciğer şiş en güzeli”
der, tabii kömürde pişen her şey gibi, olabilir, ama bunu da beğenenlerin
olabileceğini onun kabullenmesi lazım.” diye atışıyorduk. Adam inatla yine
dışarıda bir yerlerde yedi geldi.
Yemekten sonra gezimize devam ettik, yarısı sürünerek bir yarsı da gözleri yarı aralık. Önce Eski Saray’a sonra Sağlık külliyesine ve Selimiye Camii ve külliyesine sıra gelmişti. Aslında Mehmet ve Namık gezi planını çok güzel hazırlamışlar, bir mantık sırası içinde. Açık havadakileri gün batmadan, “Master Piece” leri son gün son saate saklamışlardı.
“Önce eski sarayın kalıntılarını ve yerini görmeye gideceğiz ve Selimiye’yi uzaklardan seyredeceğiz. Birer de çay ısmarlarız.”
Eski Saray şehrin biraz kenarında. Bu arazi 3000 000 m2 lik bir alanmış. Mehmet bey Genel Vaziyet Panosu üzerinde kaybolmuş eski saraydan kalanlar hakkında bilgi verdi. Göçebeliğin tarzı olarak tek tek binalarla saray inşa ediyorlar. II Murat devrinde başlandığı Fatih devrinde mimar Şahabettin’e tamamlattırıldığı söylenir.
Buranın ilk yılları Osmanlının yeni, yeni saray kavramıyla tanıştığı yılları. Banisi I.Murat olmalı, çünkü Edirne I. Murat zamanında Bizanslılardan alındı, Tam 95 sene Başkentlik yaptı. İstanbul’un fethine kadar. Bu bakışa göre Osmanlı aslında bir göçmen boyu olarak uzak görüşlü bir uyanık topluluk, Trakya’yı ve Balkanları o zamandan hedeflemiş olmaılı. 1328 de Gelibolu!ya Süleyman bey komutasında sallarla geçtiklerinde (Aslında sallarla değil de teknelerle olmalı) bundan 125 yıl sonra tecelli edecek olan olayın düzenlemesini yapıyorlar, sanki zengin Bizansı sahneden silmeyi düşündüklerini seziyorsunuz. Yani Bursa 1335 den beri başkentken, Trakya ya geçince Orada bir başkent edinmeyi düşünüyorlar 1362 de Edirne başkent oluyor. Bu oraları son derece önemsediklerini açıkca göstermektedir. Göçebe bir boy geliyor düşünün Selçukların serhattinde yerleşmek istiyor ve oradan karşı kıyıya sıçrıyor ve önce Balkanlar’da sürdürüyorlar varlıklarını. Anadolu beyliklerini daha sonra hallediyorlar, İstanbul’un fethinden sonra. Ama önce Trakya ve Balkanlar diyorlar, kim aklediyorsa, ortak bilinç mi?
Şimdi o saraydan kalanlar devede kulak bile değil.
Bence arazide yapılacak kazılarla ile
çok iyi bir arkeolojik park halinde moda bir sergi alanı olarak kullanılabilir.
Ya da Türkiye’mizde eksikliğini duyduğumuz “Osmanlı Bahçeleri” de aynı botanik
bahçesinin bir çeşidi olabilir, bir de buna şu anda var olan Dar-ül şifa kompleksini
de eklerseniz, bu külliye beraberce zengin
günlük turlara ev sahipliği yapar. Osmanlının ilk sarayı ve Darül-Şifa, ve
imarethane vs… Osmanlının Kuruluş Devri diye tanıtılabilir. Sarayın tamamını
değil, sadece mutfak kısmının olduğu ve Darüşşifa kısmına bitişik alanlar bu
sergilemeye katılabilir diye aklıma geldi. Ama şimdilik Eski Saray pek bir
zavallı görünüyor.
Şifahaneye geçtik biraz sonra. Dar-ül şifa da takdim ve sunulan malzemeler göz doyurucu ve gezenleri memnun ediyordu. O asırda akıl hastalıklarının ve diğer hastalıkların tedavisinde müzik kullanılıyor olması gayet göz doldurucu bir şekilde sunuluyor. İçeride sürekli bir müzik yayını var, o da ortamı canlandırıyor.
Bu arada karşı bahçede çay molası vermişken Selimiye’nin tepeden şehre kol kanat geren ve Edirne’yi adeta taçlandıran bir iki pozunu da kayda geçtim ki Sinan’ın oran ve orantılar konusunda gerçek bir usta olduğunu bir kez daha görüyoruz. Küçük kubbeler acaip bir şekilde orta kubbeye doğru tırmanırlarken onun büyüklüğüne de âdeta biat ediyorlar. Kubbenin tanburu ritmik ağırlık kuleleriyle taç yerleştirilmiş bir başı andırıyor. İnanılmaz bir görüntü. Bu resimleri Çamlıca Camii bitince kıyaslamak üzere saklayacağım.
Belki hepiniz benden
fazla katedral ve manastır görmüşsünüzdür, ben Zagrep, Strasbourg, Paris
Notredam, Amsterdam ve Moskova’daki Saint Basil ve Novospassky Manastırını ve
Sain Petersbourg’daki Kan katedrallerini gördüm, resimler çektim ama mekan
kalitesi ve hissi hiç biri Sinan’ınkilere benzemiyor. Emevi tarzi camiler de
gördüm, mesela Diyarbakır ulu camii, veya Ankara, Arslanhane gibi kolondan
orman gibidirler, süsleme tamam ama mekan bütünlüğü zayıftır. İlk devir Osmanlı
camilerinde de yoktur bu dediklerim. Ama İstanbul’a gelip, Ayasofya ile ilk karşılaştığında
Sinan üstadın en azından şok olduğunu düşünürüm. Orada ne bazilika ne katedral
ne de Emevilerin basit ev tipindeki plan anlayışını görürsünüz, burada, Ayasofya da
mekân anlayışı “Uniqe” tekildir.
22 Mayıs’ta Ankara’ya
dönünce gece saat sabaha karşı dört idi düzenlediğim son resmimi
postaladığımda. Uyku bastırdı ki nasıl bastırmak, göz kapaklarımı ellerimle kaldırıyorum
nerdeyse, sonunda sızdım. Sabah 9 a doğru uyandım ve kalkıp bana gelen bir
cevap var mı diye minisayara baktım. İzmir’li genç gönderdiğim resmi ve
yanındaki diğer resimleri almış, çok güzel bulmuş bana teşekkür ediyordu.
Gönderme saati 6 idi, demek o da bekliyormuş ve benden de eminmiş ki o saatte
kalkınca ilk işi internete bakmak olmuş. Memnun mesut gittim yine yattım. İlk
defa çektiğim resimler bir işe yarayacaktı…
Selimiye’den Betülle beraber çıktığımız da hava kararmaya yüz tutmuştu. Mehmet beyin mihmandarlığını artık kaybetmiştik. Bizim grup diğer mekanları gezmişler ve Otele dönmüş olmalıydılar, hızla otele giderken bizim grubun bir kısmını gördük, evet Otel’e gidiyorlardı, gezme işini bitirmişler gece meyhane programına hazırlanacaklardı.
O akşam Edirne’ye yalnız
gelirsem, temiz üç güne ihtiyacım olacak diye düşündüm, yürüye yürüye Gazi
babaya doğru giderken. Hafif çiseliyor yağmur. Böyle yağsa harika olacak,
azıtmadan. Akşamı da başka güzel bu şehrin. Akşam üstü gelirken Japonlara
rastlamıştık, Selimiye’ye giriyorlardı. Onlar yine sokaklardalar…
“Te bunlarda kim be?
Japonya'dan mı? U da ne? Ulen breh breh, dünyanın te bir ucundan kalkmışlar
gelmişler.” Hayretle kafasını salladı. “Bizim bu Selim Sultan Uralara ka gitmiş
mi? Gider yemin olsun, Bizim Devletimiz Cihan devletiydi.” dedi içini çekti. Kendi
ailesinin göç sırasında çektiği ıstırabı düşündü herhalde, “Ruuzu Mahşerde bunun da esabını
verecekler bu zalimler be.”
Elinde baston, kolunda da
ben. “Bundan üte yol yoktur bee. “
Betül kendi kendime konuşuyorum zannetti. “Ne dedin?”
“(H)avayı derim be, ne güzeldir be.”
Tam bu sırada esmer
kardeşlerimiz, ellerinde darbuka, klarnet, keman içeriye girdiler ve gür
sesleriyle güzel bir fasıl başladı. İnsan ister istemez hayran kalıyor bu marifetli
gençlere, her türlü enstrümanı aynı ustalıkla çalabiliyorlar, söylüyorlar.
Katılmaya başladık sözlerini bildiğimiz şarkılara. Ortalara doğru atamızın
sevdiği Rumeli şarkılarına ve türkülere geldiler. İşte o zaman söylüyorum ama
gözlerimden yaşlar ince ince geliyor, o eski zamanlarda O dedenin annesinin
kucakların da ölen yavrusunun yol boyunda neresi olduğunu çıkaramayacağı bir
tarlaya gömdükleri, çamura saplanan askerler, top arabaları, yağmurun altında
kıvranan insanlar, gelmeye başladı gözümün önüne.. küçük Mustafa’nın karga
kovaladığı dayısının tarlaları, Koca adamın kimseye söyleyemediği ama dedemin
bana söylediği, duyduğu Selanik hasretini yaşamaya başladım. Her neyse ritmi
yakalıyorum tekrar.
Sağnak yeniden başladı bende.
Kimseye göstermek istemiyorum ama yanaklarımdan yuvarlanmaya başladı, Betül
kağıt peçeteyi uzattı. Türküler devam
ederken benim için bitti fasıl.
Bir vakit sonra altı
bayan girdiler kapıdan, onları bizim masanın arkasındaki boş masaya aldılar.
Ben göz ucuyla takip eder oldum, çünkü bir meyhaneye sadece bayanların
başlarında bir erkek olmadan geldiklerini görmemiştim. Hayretle izliyorum.
Çağırdılar garsonu bir yetmişlik söylediler ve mezeleri seçtiler. Hayırdır
başımıza taş mı yağacak, ne? Bu arada çalgıcı kardeşlerimize de eşlik
ediyorlardı. Biz neredeyiz doğrusu? Buradaki herkes, bizden başka diğer gruplar
da son derece güven içinde rahatça hareket ediyorlardı. Bizim Mehmet bey ve eşi
ve Namık bey de yalnız bırakmamışlardı bizleri. Yemekler ve mezeler güzel
rakılar rafine velhasıl...
Gecenin bir vaktinde
Ercüment’i aradı Bülent “Gittiniz mi Bodrum’a” diye,
“Ne sen İstanbul’da
mısın? N’oldu? Cüzdanın mı? Ben sana şu cüzdanını oraya koyma, birisi çekecek
dedim, değil mi? Ee no’olacak şimdi?” Bülent şaşkın şaşkın bakınıyordu. Telefonu kapattı, “Ercüment’in
cüzdanını çarpmışlar havaalanında. Kimliği olmadığı için Uçağa bindirmemişler.
Sabah erkenden uçacakmış.” dedi.
Şaşırdık, ama canlarına birşey olmaması bir teselli oldu bu akşam için. Canları
sağ olsun…
Sonradan Ankara’ya
dönünce araştırdım internette Gazi Baba doğru bir seçimmiş. Bunu sağlayan
arkadaşlarımıza Teşekkürler. Herkese iyi geceler..
[1]
Riyaziye, Matematik.
[2]
Ayastafenos; İstanbul Yeşilköy’ün eski adı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder