Bana Masal okur musun?

 

BANA MASAL OKUR MUSUN?                        

 

              Metro istasyonunun bir kısmı şiddetle patladı, ardından bir patlama daha. Roketler ardı ardına inmişti istasyonun çatısına. Küçüklü büyüklü beton parçaları ve pencere doğramaları kırılan camlar ortalığa şiddetle savruldu. İstasyonun girişinde nöbetteki iki asker bir anda molozların altında kaldılar. Koca bir alçı tavan süslemesi Metro istasyonuna inen yürüyen merdivenlerin üstüne düştü. Parçaları en altta peronda bekleşen sivillere kadar gürültüyle yuvarlandı. Kalabalık panikle içeriye doğru hareketlendi ama kimseye ciddi bir şey olmadı. Şimdi bir toz bulutu aşağıya doğru yavaş yavaş süzülürken, birkaç adam telaşla, koşar adım Metro merdivenlerinden yukarı çıkmaya başladılar, biraz sonra da tozun içinde gözden kayboldular. Bu arada aydınlatmalar birkaç kez söndü, söndü yandı. Karardığında merdivenlerden inen toz bulutunda yansıyan ışık, adeta gökten ilahi bir ışık iner gibi gelmişti korku dolu gözlere. Barok süslemelerle bezenmiş tavandan inen tozların arasından kutsal bakire Meryem’in üstündeki tozları silkeleyerek çıkacağını bekliyorlardı ama olmadı. Çoğu kişi boyunlarındaki haçlara sarılıp dudaklarına değdirdiler.  Sonra yer yer çığlıklar ve ağlama sesleri yükseldiyse de çabuk kesildi.

Metro istasyonunun peronu hınca hınç insanlarla doluydu. Kadınlar çocuklar, ihtiyarlar ve hastalar. Bir gün önce sirenler çalmaya başlayınca sivil savunmacılar baba ile kızı buraya yönlendirirler. Ancak oluşan kalabalıkta nerdeyse nefes alacak yer kalmamıştı. Bulabildikleri daracık bir yerde baba kız kucak kucağa oturuyor, kısa bir zaman kalacaklarını sanıyorlardı ama düşündükleri gibi olmadı. O geceyi peronda geçirdiler, yerdeki taşların üstünde. Kız ateşlenince onu kapıları ardına kadar açık vagondaki koltukların üzerine almışlardı.

“Annemler sınırı geçmişler midir baba?” diye babasına sordu. Başıyla evet dedi babası.

Bu istasyona ilk defa sığınmışlardı. Daha önceleri başka yerlere gitmişlerdi. Anneannesi, annesi ve ateşi yükselmiş erkek kardeşi iki gün önce küçük ama güzel Lviv üzerinden Polonya’ya geçmek üzere bilet almışlardı. Topal Babayla bacağı protezli sekiz yaşındaki kızı, köye dedenin yanına dönme kararındaydılar. Araba bulabilseler en fazla bir saatlik yoldu gidecekleri yer ama yayan giderlerse, hele takma bacakla iki gün sürer diye düşünüyordu babası. Dün sabahleyin tren garından, oğlunu, karısını ve karısının annesini yollamışlardı. Bütün aile için hüzünlü bir ayrılıştı bu. Gittikleri memleket anneannenin asıl doğup büyüdüğü ve halen akrabalarının da olduğu yerdi. Ama belki otuz sene önce ayrı düşmüşlerdi. İzlerini bulup bulamayacakları belli değildi. Ne baba, ne anne, ne anneanne gittikleri ülkede ne olabileceğini tahmin edemiyorlardı. Çocukların annesi dün sabah annesinin evinden ayrılırken, evde kalan bütün yenebilecek şeyleri toparlamış evvelki günden kalmış ekmeklerin arasına yenecek ne bulduysa koyarak sandviçler hazırlamış, aile çanta ve bavulların üzerinde son defa olarak bir arada yemek yemişlerdi. Kimse kimseyle konuşmuyor, yüzler asık, başlar eğik sadece çeneleri çalışıyordu. Isırdıkları lokmalar bir türlü yemek borusundan aşağı inmiyor, plastik su şişesi elden ele dolaşırken su ile lokmaları kaydırmaya çalışıyorlardı.  İstasyon oldukça kalabalık olmasına rağmen savaşın başladığı ilk günlere göre tenha sayılırdı. Altı milyon kişinin ülkeyi terk ettiğini resmi makamlar söylemelerine rağmen, halk bunun daha fazla olduğuna inanıyordu. İstasyonda yere serilmiş battaniyenin üzerinde otururlarken Adam bir ara yanlarından ayrılıp tren memuruyla konuşmaya gider. “Evet” der memur, “Akşama kadar dört, beş sefer daha yapılabilir ama bu trenin kalkışına bakarak, diğer seferlerinde de normal hareket edebileceğine güvenmeyin” der. Şimdi koridorun neresinde bir metrekare yer bulurlarsa tereddüt etmeden binmelerini tavsiye eder tren amiri. “Gelecek trenlerin gidip gitmeyeceklerini kimse bilemez” der memur.

Adam biraz sonra trenin koridorunda tuvaletin önünde bulabildiği bir metre karelik bir yere iki sırt çantasıyla bir bavulu ve üstüne de ailesinin yarısını kavga gürültüyle yerleştirebildi. Trenin tekerlekleri acı acı gıcırdamaya başlarken baba ve kızı peronda dikilmişler, trendeki anneye ve oğlan çocuğuna, kalabalığın içinden, gözleri yaşlı el sallamaya çalışıyorlardı. Tren giderek hızlanırken kız elinde tuttuğu kitabın kardeşinin masal kitabı olduğunu fark etti. Bir anda üzüntüye kapıldı. O gürültülü ortamda çığlık attı ama kimse duymadı. Trenin camında oğlan kardeşi ise annesinin kucağında ağlıyordu. O sırada adamcağız sekiz, on saat sonra hudutta olurlar diye hesaplıyordu. Katar giderek küçüldü, küçüldü sonunda kayboldu. Kaybolana kadar yerlerinden ayrılmadılar. Kız gözlerini elinde tuttuğu kitaptan ayırmadan babasına seslendi:

“Onun masal kitabı bende kaldı.” Babası bir kızın elindeki kitaba bir de yüzüne baktı. Kızının allak bullak olmuş yüzünü görünce onun ne derece üzgün olduğunu anladı. “Oradan ona yeni bir masal kitabı alırlar, üzülme sen” dedi. Kızın yüzü değişmedi. “Ama bu Krilya Prensi Oleg’in masalını kitabın içine sen yazmıştın, yeni kitapta bulamazlar, değil mi?” diye mırıldandı.

Adamın aklı ise daha önce konuştuğu Tren memurunun söyledikleriyle meşguldü. Tren memuru hududa vardıklarında yolcuların trenden indirilip pasaportlarının kontrol edileceğini sonrasında bazen sınır ötesine kadar yüründükten sonra oradan ilk şehre kadar giden otobüslerle götürüleceklerini, orada göçmenler için hazırlanmış bir çadır kentin varlığını bildiğini söylemişti. Orada birkaç gün misafir ediyorlar, demişti memur. İlk zamanlar trenin o Polonya şehrine kadar işlediğini ama sonradan bu uygulamayı kaldırdıklarını da söylemişti.  “Avro’ya ihtiyaçları oluyormuş ihtiyaçlarını satın almak için” demişti memur.  Babası “Bu kadar çok olumsuzun bir araya gelmesi Bilinmeze yolculuk” diye aklından geçirdi.

İstasyondan dönerken kar taneleri, baharda bahçelerde beliriveren beyaz kelebekler gibi uçuşmaya başladı. Bir belediye otobüsüne sıkışarak Batı Otobüs Terminaline kadar gelmişlerdi. Köye gidebilmeleri için köy yakınına kadar giden bir otobüs işlerini görecekti. Ondan sonrası yedi sekiz kilometre yolları kalıyordu ki onu da yürüyerek gidebilirlerdi. Tam otobüse binecekleri sırada, düşmanın saldırısını haber veren sirenler çalmaya başladı. Otobüsün içindekilerle beraber koşar adım hemen kapalı bir yerlere sığındılar. Şoför otobüsü olduğu yerde bıraktı, kapalı alana koştu, diğerleri gibi. Düşman helikopterlerinin yolda hareket eden ne olursa, asker sivil demeden ateş ettiklerini öğrenmişlerdi. Yarım saat sonra şoförün oturduğu köyün yakınındaki Doğal Gaz terminaline roket isabet ettiğini herkes öğrendi. Ölen ve yaralananların olduğunu duyunca, şoför işini bırakıp otobüsle köyüne gitmeye kalkıştı. Hareket memurluğunda bu yüzden kavga çıktı. Adam ve kızı ve de orada bulunan kalabalıkla beraber hareket memurluğu kapısının hırsla açıldığını, adamın koşarak otobüsünün başına gittiğini ve bir hışımla yola koyulduğunu gördüler. Köye gidecekleri otobüs gözlerinin önünde kaybolup gitmişti. Bu olaydan bir, bir buçuk saat sonra sirenler saldırının bittiğini haber verdiler. Her taraf yanık ve barut kokuları içinde kalmıştı. Yakın bir yerlerin yakılıp yıkıldığı anlaşılıyordu. Çok yakın bir yerdeki akaryakıt depoları patlatılmış, çıkan yangının kapkara dumanları göğü siyaha boyamıştı. Bütün bu saldırı süresince adam, garajın kapalı mekânına sığınmış insanların hemen hepsinin elindeki ya da boynundaki kutsal sembollere sarılıp öpe koklaya, kurtuluş için dua ettiklerini gördü. Çocuklar, büyüklere baktıkça onlardan kendilerine de bulaşan bu korkuyu şaşkınlıkla seyrediyorlardı. Çaresinin bir fetişe sarılmak olduğunu da büyüklerden görerek öğreneceklerdi.

Küçük kız babasının kucağına sığınıp, elleriyle kulaklarını tıkayıp gözlerini kapatarak kendini bu dünyadan sakladığına ve de babasının onu bütün bu kötülüklerden koruyacağından emindi. Öyle de oldu. İnançtan öte bir şeydi bunu biliyor olmak ve bundan da emin olmak. Orada geçirdikleri üç saatten sonra babası ayağa kalktı. Çalışma ofisinden içeri yürüdü. Kız da protez ayağıyla şakırtı, şıkırtı içinde onu takip etti.

“Otobüsün dönüp dönmeyeceğini sanırım hareket memuru da bilmez. Savaş bu, belli olmaz” diye mırıldandı kızın babası. “Telefonla çağıramaz mısınız acaba?” Hareket memuru homurdandı.

“Bu memlekette ne zaman işler yolunda gider ki, tavariş[1]? Adamın ailesi yaralanmış. Ne yapsın yani? Otobüsü aldırmaya adamlar yolladım yarım saat önce! Orada da telefonlar kesik.” Kıza baktı, “Bu kız senin mi?” Adam evet anlamında başını salladı. Kız babasının arkasına sığındı. Hareket memuru “Merhaba” deyip elini salladı. Kız soluk, kirli yüzü ve üzgün gözleriyle adama “Merhaba” dedi. Babası da kızın çıkardığı sesten yorgun ve üzgün olduğunu, pes etmek üzere olduğunu içi titreyerek anladı. Konuya geri dönmeye çalıştı.

“Bizim köye dönmemiz lazım, ama bu durumda karanlığa kalacağız, işte bu çok fena arkadaş. Yol üstünde indikten sonra daha bir sekiz, on kilometre yürümemiz lazım” diye başını sağa sola salladı.

“Olumlu düşünürsek bir saat sonra burada olabilirler ama gelemeyebilirler de, tavariş.”

Kızın babasının soru sormaya cesareti kalmayınca sormayı bıraktı. Kapıya yöneldiler. O sırada kapıda iki kişi baba kızın yollarını kabaca keserek odaya girdiler. Yüksek perdeden, küfürle karışık adama bağırmaya başladılar. Baba kız duraksamadan hızla tekrar soğuğa çıktılar ve bu akşam anneannenin evinde kalmaya karar verdiler. Ev Otobüs Terminaline yakındı. Oraya doğru yürümeye başladılar. Hava giderek soğumuşken daha da soğuyacak hissini veriyordu. Yol üzerinde itfaiye ve acil yardım sağlık ekipleri koşuşturup duruyorlardı. Sağda solda hâlâ patlama sonucunda tutuşan eşyalardan alevler yükseliyordu. Hava hücumu sırasında havaya uçmuş çok sayıda uçaksavarlara kamyon ve özel araçlara rastladılar. Kızının görmemesi için elinden gelen perdelemeyi yapmasına rağmen ara ara çocuk gözleri oldukça feci sahnelere şahit oluyordu. Kızın nutku tutuldu, sesi hiç çıkmaz oldu. Baba kız atkılarını sıkılayıp başlarını öne eğerek hafif kar yağışı içinde yavaş adımlarla yürüdüler.

Kırk beş dakika yürüdükten sonra 1955 lerde SSCB Presidenti Kruşçev zamanında yapılmış ve onun adıyla anılan mahalleye geldiler. Kitap gibi dizilmiş bloklardan oluşan bir düzenleme. Yapılar, bitmiş yüzeyleri seramik, fayans, duvar kâğıdı vs gibi malzemeler ile kaplanmış hazır beton elemanlardan tasarlanmış, sahaya getirilerek sahada kurgu oyuncak gibi bir birine eklenerek yapılmış, en fazla on katlı binalardı. Bu şekilde süratle II. Dünya harbi sonunda ortaya çıkan konut açığını kapatmayı planlamışlardı. Büyük ölçüde başarmışlardı. Ama evler küçücük ve kaliteden yoksundular.  Islak mahalleri ve mutfakları ortak olan bu kondeminyumlar, daha sonra terkedilirler. Daha derli toplu kendi kendine yeten apartman yapılarının yapımına dönerler.

Mahalleye girince Adam gözlerine inanamadı. Önlerinde on kat boyunca göğe uzanan dev harabeler duruyordu. Bazıları hala yanmaya devam ediyorken, bazıları kömürleşmiş ve sakinlemişlerdi. Çok acınası görünüşleri vardı. Her yer molozlar ve yanmış eşyalarla dolmuş. Anneannenin dairesini aradı gözleri ama gördükleri o değil de yanmış, kararmış siluetiydi. Ev yok olmuştu. Yalnız o değil bloklardaki hemen hemen her daire ya hasar görmüş ve yok olmuştu. Savrulan kar tanecikleri ayakta kalmış binaların iskeletlerini daha dramatik görünüm kazandırırken patlamış gaz borularından yükselen alevlerin ışıklarında ayakta kalanlar Drakula filminden çıkmış gibi görünüyorlardı.

Mahallelinin hepsi dışarıdaydılar. Etrafta bir sürü insan ağlayarak dolaşıyor arada bir tavuklar gibi eğilip eşeleniyorlar, molozların arasından bir şeyleri yerden alıp tozunu silkeleyip ceplerine koyuyorlardı.  Babayla kızın sığınacakları ev diye bir şey yoktu, yıkıntıların üzerinde gezinenlerin de öyle. Hava kararmadan başlarını sokacakları bir barınak bulmaları lazımdı.  Adam kızının elinden çekerek omuzları çökmüş, düşüncelere dalmış bir halde içinde yeni yeni karamsarlıklar filizlenirken oradan uzaklaştılar. Birkaç sokak uzağında bir Metro istasyonunun varlığını hatırladı adam ve adımlarını sıklaştırarak beş dakika sonra oraya vardılar ama sivil savunmacılar içeride yer olmadığını söyleyerek girmelerine müsaade etmediler. Bir önceki istasyonda yer olup olmadığını ellerindeki telsiz ile kontrol ettikten sonra baba kızı oraya gönderdiler. Aşağıda rayların üstünde dört beş yeraltı treni vagonları perona yanaşmış, kapıları ardına kadar açılmış içlerindeki lambaları sönük bir halde bekliyordu. İstasyonun barok alçı süslü tavanı vardı ve her bir tavan panelinin tavandan sarkan gösterişli, bronz ve kristalden mamul büyük avizeleri yanmaktaydı. Avizelerdeki ampuller yarı yarıya azaltılmasına rağmen gayet iyi aydınlatıyordu peronu ve eski bir sarayda bir balo varmış izlenimi veriyordu ilk defa görenlere.

O gece babasıyla kızı için çok zor geçti. Adamın da kızın da altlarına serecekleri ve üstlerine alacakları bir battaniyeleri yoktu,  Baba sırt çantasını yere koydu, üstüne oturup sırtını kolona dayadı. Kabanının önünü açtı, kızını kucağına aldı, ona sıkı sıkı sarılıp kabanını etrafına sardı. Zavallı kız bugün çok üşümüştü. Babasına sıkı sıkı sarıldı. Kızının nefesi boynunu gıdıklıyordu. Gıdıklanınca adam gülmeye başladı. Kızı da ona katıldı, sabahtan beri ilk defa yüzleri gülüyordu.

“Baba karnım çok aç! Uyuyamıyorum” diye mızıldandı kız. Yiyeceklerinin tamamını trenle giden ailenin diğer yarısına vermişlerdi. Öğleden sonraki aksilikler olmasaydı şimdi köydeki evlerinde olacaklardı. Ama olamadı. Dedeleri de onları merak etmiş olmalıydı.

“Biraz sabret belki bir şeyler buluruz” dedi, babası alçak sesle. Adam ayağa kalktı, Kızını da kendi yerine oturttu. O sırada sol yanlarında bir hareketlenme oldu. Yandaki kadın bir çöreği ikiye bölmüş kıza ve adama uzatıyordu. İkisi de tereddüt ettiler almakta,

“Çok teşekkür ederiz ama sizin yiyecekleriniz de sınırlıdır, ortak olmayı istemeyiz. Ama cebimde biraz Grivni[2]’mız var, kabul ederseniz olur. Teşekkürler… Sabah olunca zaten köye döneceğiz. Kızımın biraz uyumaya ihtiyacı var bayan. Bugün bizim için çok yorucuydu” diye babası anlatmaya başladı.

“Ailemizin bir kısmını trenle sınırın öbür tarafına, Polonya’ya gönderdik. Kızım buna çok üzüldü. Ayrıca ayağındaki takma bacak da onu felaket yoruyor. Size çok teşekkür ederim. Bu iyiliğinizi unutmamız mümkün değil. Köyde yaşadığımız evimize dönüyorduk, bir sürü aksilik sonunda burada gecelemek zorunda kaldık. Evet, köyde oturuyoruz. Evet, çok güzeldir orası. Evde bir tek kayınpeder kaldı. O mu? Emekli Fizik öğretmeni. Ama idi demek lazım. Şimdi adamcağız meraktan ölmüştür.”                                                                                                                                                                                                   

Dışarıda gece çökerken, kışkırtma ve taciz ateşleri de, her gece olduğu gibi yeniden başladı. Gündüz dinlenen bazı takımlar gece başlayıp ta göz gözü görmez olunca düşmanlarına tuzaklar kurup, onları avlamak ve yeni mevziler kazanabilmek için sinsi bir atağa kalkarlardı. Yanıltma ateşlerinin manası da buydu. 

Silah seslerinin gürültüsü Metro tüneline kadar geliyor, yankılanıyordu. İnsanlar boyunlardaki istavrozları ellerine alıp tekrar tekrar öpüyor, Kutsal babamız, kutsal anamız diyerek nice dualar okuyorlardı. Sesler devam ettiği sürece insanların korkuları da devam ediyordu. Eğer helikopterlerden atılan roketlerden biri Metro kapısına düşerse, yapının çökmesi halinde yeraltına gömülmüş olacaklarını düşünüyorlardı insancıklar. Korktukları şey ertesi günü başlarına gelecekti. O gece kızın ateşi yükseldi. Babası çevresindekilerden içlerinde sağlıkçı olup olmadığını sordu soruşturdu. İlk sorduklarından bir sonuç alamadığı için elleri cebinde şaşkınlık ve çaresizlik giderek ümitsizliğe ve karamsarlığa dönüşmeye başlarken bir yaşlı kadın “Ben ebeyim” dedi, ayağa kalktı ve küçük kıza bir sağlıkçı olarak müdahale etti. Konusu insan olunca kadıncağız elinde olmayan imkânlarını seferber etti ve tecrübeleriyle karla ıslatılmış ıslak bezlerle bir insanın ateşinin normalleşmesini sağladı ve nedenini çözemedi ama o çocuğu rahatlattı. Muhtemeldi ki çocuk sabahtan beri sokaklarda yürüyordu, aç ve güçsüzdü. “Çocuk üşütmüş olmalı” dedi yaşlı ebe. Sağlıkçı kadın önlerinde beklemekte olan yeraltı treninin en yakın vagonuna daldı. Biraz rica biraz tehditle çocuğu yatırabilecek bir yer açtı. Babanın kucağındaki çocuğu oraya yatırdılar. O gece o metro vagonunun oturağında, babası dışarıda kolon dibinde bir çantanın üstünde sayıkladılar.

Gün sabahleyin somurtuk başladı. Gökyüzü kurşun gibi ağır ve kurşun rengiydi. Yağış yoktu ama soğuk devam ediyordu. Metro peronundaysa sabah olamıyordu bir türlü. Etraf son derece sessiz ve sakindi. Bu durumlar askeri gerer ve son derece sinirli yapardı. Düşmanın ne yapacağını tahmin edememenin gerginliği herkese de hâkim olurdu.

Babası elektrik ampullerinin gözleri irrite edici hiç sönmeyen ışıkları altında son derece rahatsız bir gece geçirmişti. Sabah olduğunda, onu ancak kol saatine bakarak sabah olduğunu anladı. Yarı aralık göz kapakları arasından çevreyi seçmeye ve nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Dün akşamüstü yapılan hava saldırısı başlangıcında bu Metro istasyonuna sığınmışlardı. Sonra kızının hastalanması yüksek ateş ve tecrübeli bir sağlıkçı, Ebeyi hatırladı. Biraz sonra bugün ne yapacağını düşündü. Bugünü planlamaya çalıştı bir süre. Sonra kızı aklına geldi. Kızın ateşine bakmak istedi. Çevredekilerin ellerine, ayaklarına basmadan vagona girdi. İnsanlar vagonun tabanına balık istifi gibi uzanmışlardı. Çok dikkatli hareket ederek kızının başucuna ulaştı.  Çocuk kendini toparladı, doğruldu koltukta oturdu. Babasına gülümserken karnının aç olduğunu mırıldandı, utanarak. Babası da aynı tonda biraz sabretmesini söyledi. Duyduğu sesten anladığı kadar bunun bir siren sesi olması gerekirdi. Gürültüler tünelde bir şeyin patlayıp yıkıldığını anlatıyordu. Tünelin içinden iki adam peş peşe koşarak gelip perona tırmanmaya çabaladılar. Adam peronun başına gidip adamların ellerinden tutup çıkmalarına yardım etti. O sırada da kız çocuğu babasının yaptıklarını seyrediyordu.

“Öbür istasyonu roketle vurdular. Binanın bir kısmı içeridekilerin üstüne çökmüş” dediler nefes nefese. “Helikopterler buraya da gelebilirler.” O iki kişi perondaki herkesi uyandırdılar. Sirenler çalmaya devam ediyordu. bir patlama oldu, insanlar oldukları yerde sarsıldıkları sırada ikinci patlama oldu. Ve barok alçı süslemeler önce mekanik merdivenin üstüne düşüp parçalandı, parçalar insanların üstüne şarapnel gibi dağıldı. Çığlık ve bağrışlar yükseldi. Peronda yerde oturanlar, başlarını önlerine eğip, kollarını enselerinde birleştirip beklemeye başlamışlardı ki, düşman helikopterleri fazla bekletmediler. İlk patlamayla mekanik merdivenlerden biri olduğu yere çöktü. İçeride patlamıştı roket. Parçalar merdiven boşluğuna dağıldılar. Birkaç parça perondakilere ulaştı. Başlarına parça isabet edenler oldukları yere yıkıldılar. Birden bire ortalık mahşer gününe döndü, o kargaşa anında tünelin içine atlayanlar oldu, ancak çoğunluk yerlerinden ayrılamadan donup kaldılar. Aynı anda avizeler karanlığa gömüldü, artık ışık sadece merdiven boşluğundan giriyordu.

Adam ayağa kalkıp telaşla kızını almaya gitmek üzere vagona doğru hamle yaptı. Önündekileri ustaca çalımlayarak birkaç adımda vagona varmak mümkün oldu ama giremedi, o loş karanlıkta vagondakiler dışarı çıkmaya kalkışmışlardı. Adamın bu coşkun dereye gücü yetemiyordu. Kapının ağzından kenara çekilip çıkanlara yol vermek zorunda kaldı. Ne kadar zaman olduğunu bilmeden bekledi, bekledi. Peronun üstündeki kalabalık taş gibi, kaya gibi sıkışmış ayakta ne ileri ne geri gidemiyordu. Birkaç kişi bağrışlar arasında rayların üzerine düştü. Kalabalık ayakta olan merdivenin basamaklarından yukarı çıkma telaşındaydı. 

Adam içeri girmek için tekrar hamle yaptı. Bu sefer başardı ama kızın olduğu oturakta kimse yoktu. Tekrar, tekrar baktı, hayır kızı yoktu. Biraz sonra içeride kimse kalmamışken, baba hemen diğer vagonlara bakmak için perondaki kalabalığa yine daldı. Arkadaki vagona girdi ama sonuç yoktu. Bu sefer en öndeki vagona doğru aceleyle koşmağa başlamıştı ki o alaca karanlıkta kendi sırt çantasını bıraktığı kolonun yanında birinin çantanın üstüne oturmakta olduğunu fark etti. Avizeler hâlâ karanlıktı, bu loşlukta kalabalık adım adım merdivenlere doğru ilerlemeye çalışırken bir patlamayla daha sarsıldılar. Patlamayı makinalı tüfek atışları takip etti. Adam “burayı süratle terk etmemiz gerek” diye kendi kendine söylendi.

“Sanki her an başımıza geçecek burası”. Kızı gözlerini ve kulaklarını kapatmış dışarıdaki uğultuları dinler gibi çantaların üzerinde oturuyordu. Babası ona doğru atılıp sıkı sıkıya sarılırken kız korkuyla gözlerini açtı, Babası ona seslendi. Ağlayarak babasına sarıldı küçük kız. İnsanların tahliyesi devam ediyordu. Baba kız nihayet merdivenden çıkmaya başladılar. Metronun giriş holüne ayak bastıklarında siren sesleri kesilmişti. Yıkıntıların arasından geçerken bir askeri kamyonun önlerindeki insanları kasasına almakta olduğunu gördüler. Nereye gideceğini düşünmeden “Her neresi olursa olsun, buradan iyidir” diye kendilerini kasaya attılar. Yan sokaklardan silah sesleri gelirken kamyon süratle kendini caddeye attı. Kasada ikisi asker toplam yedi kişilerdi. Süratle oradan kaçıyorlardı, yıkıntıların ve hurda olmuş silahların ve kararmış cesetlerin arasından birbirini kesen sokaklardan geçiyorlardı.

“Neredeyiz acaba?” Askerler buranın yabancısıydılar ve bilmiyorlardı. Kamyonun kasasının tabanına yapışmış gidiyorlardı. Kasadaki herkes dişlerini sıkmış, soğuk rüzgârı içlerinde duyaraktan, donuk, kaskatı bir halde gidiyorlardı. Adam bir ara kafasını çevirip kızına baktı, onun yarı yarıya kızarmış, pençe pençe morarmış yüzünü görünce, ona yaklaşıp kabanına sarmanın iyi olacağını düşündü. Yattığı yerden elini uzatıp kızcağızın elini tuttu. Kamyon hoplaya sıçraya giderken bir anda takır takır sesler gelmeye başladı.

“Kendinizi kollayın! Ateş ediyorlar!” dedi askerlerden biri. Sözünü bitirdiği anda kamyon yoldan çıkıp kaldırıma tırmandı ve bir ağacı devirip karşı yola çıktı. Bir anda baba kız ayrı yönlere savruldular. Kız çığlık attı.  Adam yuvarlanıp kamyonun kasasından aşağıya düştü. Küçük kız kasada askerlerin ve diğer sivillerin yanında kalmıştı. Adam düştüğü yerden başını kaldırıp zorlukla kamyonun arkasından baktı. Adamın yana devrileceğini düşündüğü kamyon havalanırken son anda geriye tekerlerin üstüne oturmuş ve on, on beş metre sonra durmuştu. Adam için sanki zaman beklemeye girmiş, kamyonun devrilmesine karşı gelecek dakikaları sayıyordu. Futbol oyunundaki oynanmayan zaman gibi. Kamyondakiler kasadan birer ikişer atladılar. Ve koşmaya başladıklarında adam olduğu yerden onlara seslendi ama duyuramadı. İnanılmaz bir manzaraydı. Çantalar yola saçılmıştı. Son anda şoför kapısını açıp yere inen asker de olduğu yere çöküverdi, kolları açık vaziyette. Şoför mahallinden kan içinde çavuş işaretli bir kol sarkıyordu,

Adam kızına birkaç defa seslendi ama kasanın içinde en ufak kıpırdanma olmadı. Zorlukla doğrulup, ayağa kalktı. Kamyona doğru yürürken o on beş metrelik yol hayatının en uzun yolu oldu. Ayağını sürükleye sürükleye kamyonun yanına geldi ama kasaya çıkamadı. Yine seslendi, kızından bir cevap alamadı. Kasanın dibinde küçük hareketsiz gövdesi, pes demişti hayata. Kırmızı botlarının üstünden sıyrılan pantolonundan metal protez ayağı görünüyordu. Üstünde ucuz bir kaban, başında pembe olması gereken kan kırmızı bir bere ve yanaklarına kanla yapışmış saçının bukleleri görünüyordu. Son bir gayretle kasaya tırmanan adam bu küçük gövdenin yanına kadar emekledi. Başını avuçlarına alıp yüzünü görebilmek için yanaklarını kanlı saçlardan temizlemeye çalıştı. Birini temizledi ama diğer yanağı yerinde yoktu. Aslında asıl temizlemesi gereken kendi gözleriydi. Etrafı göremiyordu. Kızının şaşkın bakan gözlerini, uykusundan uyandırmamak için usulca kapattı. Sırtına Metrodan çıkarken taktığı çantasıyla okula giden küçük bir öğrenciyi yolcular gibi sarıldı ona. Yanaklarından öptü. Onun yarı karanlık vagonda kulağına söylediklerini geldi aklına:

“Karnım aç, uyuyamıyorum. Bana bir masal okur musun baba?” demişti o karanlıkta.

 

Sadık Mercangöz, Bağlıca Ankara,  3 Mayıs 2022

 

             



[1] Tavariş: Yoldaş. Devrime giden yolda Proleterya arkadaşlığı. Arkadaş.

[2] Grivni: Ukrayna parası, Grivna, tekil  Nisan sonu itibariyle 0.49 TL

1 yorum:

  1. Sadık, insancıl bir tepki, bir direniş olarak bu diziyi yazdığı savaş için bir email mesajında ''İnsanlığın geldiği bu kaba ve hoyrat çağ'' deyimini kullanmıştı. Ben de 'çok doğru bir deyim ama yeni geldiğimiz bir nokta değil bu, o vahşet hep içimizde olmalı bizim. Kimbilir kaç kuşak kendi soy sopumuz da yaşadı benzer hoyratlıkları ve belki biz de başkalarına yaşattık, kimbilir? '' demiş ve devam etmiştim:
    ''Kız arkadaşımla ben '91 ilk Körfez savaşında Suud'un doğu kıyısındaydık. Bizim savaşımız falan olmadığı halde Saddam'ın zehirli gaz yüklü Scud füzelerinden zor kaçtık öbür kıyıdaki Ciddeye. Üstelik de oradaki Konsolosluğun kol kanat germesiyle güvenlikli müvenlikli otellere yerleşerek. Yine de otuz yıldır unutamadığımız sahneler var dinleyene ballandıra ballandıra anlattığımız. Bu öyküdeki küçük kız hiç kuşkusuz 1917'de daha üç yaşındayken ana-babası, ablası ve ağabeyiyle zor bela ve sadece üstündeki giysilerle doğum yeri olan göl kıyısındaki Kastorya kasabasından sandalla kaçan kendi annem olabilirdi. Canları kurtuldu kurtulmasına ama annemin babası Şekercilerin Ethem Anadolu'ya gelir gelmez gitmiş, Elmalı - Korkuteli arasında dağda işgalci İtalyanlarla dövüşürken yediği kurşunla gülü solmuş. Mezarı bile yok.''
    Ukrayna için herkes gibi benim de içim kan ağlıyor. O yüzden Sadık’ın yazdıkları yarama tuz basıyor, canımı acıtıyor, ağlatıyor da ama iyi ki yazıyor, çok da iyi yazıyor. Bu müthiş bir dizi olmakta , sağol Sadık.

    Sevgiyle, sağlıkla, dostlukla kal.

    Okan Ü

    YanıtlaSil