Ejderha


EJDERİ UYANDIRMAK

Personel taşıyıcının arkasında, zırhlı tavanın altında, on asker oturaklara yan yana oturmuşuz yeni mevziimize intikaldeyiz. Bacaklarımız arasında otomatik tüfeklerimiz, başlarımızda miğferlerimiz, üstümüzde kurşuna dayanıklı yelekler, kucaklarımızda sırt çantalarımız, sağa sola  sallanarak, birbirimize bakarak  oturuyoruz. Açıkta kalan yegâne yerlerimiz, güneşten kararmış ellerimizle yüzümüz.

Bir ara şakaklarımdan süzülen terlerin çenemin altında toplanan damlalarının tatlı kaşıntısını duydum yüzümde. Elimle yüzümü sildim. Havalandırmanın çalışmasına rağmen çelik kutunun içinde son derece sıcak ve bungun bir hava hakimdi. Her taraf kağıtla sarılır gibi çelikle paketlenmiş, perçinlenmiş ve içeri ışık alabilmesi için iki yanına patlamaya dayanıklı ve kurşun geçirmez camlı lombozlar  sıralanmıştı. Öte yandan sağı solu garip çıkıntı ve girintilerle olduğundan daha büyük görünen bu koca demir yığını; bu mekanik garabetten beklenmeyecek derecede az sarsıntıyla yol alırken, fakat çelik odanın içinde insanı çıldırtacak raddede mekanik şanzıman uğultusu, içindekilere adeta işkence ediyordu. Mideme ağrılar yerleşmişti, en büyük isteğim bir an önce bu hareketli tabutun kapılarını açarak temiz havaya çıkmak, ayaklarımı ve kollarımı sonuna kadar germek, tozu toprağı üzerimden silkeleyip, bir su yalağındaki suyun serinliğini yüzümde duymaktı.. Karşımdakinin yüzüne baktım, yanık tenin altında sararmış bir çehre, yanındakinde ve  onun yanındakinde de aynı görünüş aynı ruh hali. Postalımın ucuyla karşımdakinin postalına dokundum, bizim köylüydü, çocukluk arkadaşımdı. Gergin bir ifadeyle gözlerini yerden kaldırdı yüzüme dikti, gülümsedim kısaca, o da zoraki güler gibi yaptı dişlerini gösterdi.

“Konuş ulan,” dedi içimdeki ses bana ama ağzımı açsam bile ben zor duyardım kendi sesimi. Hem ne söyleyecektim ki. Şu anda her şey bir yana çıktığımız sefer bir yanaydı. Köyden ayrılırken geride kalanların uğurlamaları dışında bir şey gelmiyordu hatırıma.  Kazada tezkere bırakan çocukları duyunca, bundan altı ay kadar önce pederin dürtmesiyle bununla beraber müracaat etmiştik profesyonel askerliğe. Maaşa geçeriz, sigortamız, emekliliğimiz olur, anamızın babamızın ihtiyarlıklarında rahat ederler, sağlık işleri bedava olur, seneye varmaz everirler bizi diyerek birbirimizi ikna etmiştik.

“Bunca parayı sen irüyanda mı gordün de naz ediyon lan,” demişti peder. Haklıydı, ilk maaş hesabımıza yattığında ne kadar haklı olduğunu görmüştük. Hem de vatan borcuydu asker olmak, vatanı savunmak her evladın göreviydi..

Bir saate yakındır yabancı bir ülkenin topraklarında olduğumuzu biliyorduk, bu toprakların bizlere ne sürpriz ve ne tuzaklar hazırladığını aklımızdan çıkaramıyorduk, en azından ben öyleydim. Evet, benim için bir an önce açık havaya kavuşmak harika bir şeydi lâkin  içeride olmanın da insana verdiği güven duygusundan da kolayca vazgeçmeyi istemiyordum doğrusu.

Başlarımızın üstündeki tozlu dar lombozlardan geçtiğimiz yerler hayal meyal görünüyordu. Güzergâh boyunca görülen, toz toprak ve pislik ile çökmüş damların hayaleti andıran manzaraları, kararmış araba ve hayvan leşlerinin yarattığı sefalet ve eziyet tablolarının bu kadar etkili olması, araçtaki lomboz camlarının tozlarından mı yoksa benim karamsarlığımdan mıydı, onu bilemiyordum.

“Oysa göğün sakin ve sessiz maviliği ile bulutların bir kanat tüyüyle yayılmış beyazlığının sükûneti, yer yüzündeki kavga ve kargaşadan o kadar uzak, o kadar benzemez ve hatta tezat içinde görünüyordu ki, Tanrım! Neden orada değilim?”

 Dümdüz bir bozkırda on iki araçlık konvoy olarak yol alıyoruz.  Güneş tepemizde, boğucu bir hava ve bu savaş konvoyunun ne zaman biteceği belirsiz yüksek perdeden mekanik bir uğultusu yanı başımızda, gürültü içinde sallanarak gidiyoruz. Kilometrelerce ötelerden geldiğimiz duyuluyor olmalıydı. Acele ediyorduk. Üstümüzde bir devriye helikopteri eşek arısı misali sesler çıkarak etrafta dört dönüyor, ileri gözetleyici görevinde. Akşam olmadan önce menzile vararak karanlığa kalmadan mevziiye yerleşmek arzusundaydı bölük komutanımız.

“Allah vatana, millete, devlete zeval vermesin! Yediğimiz önümüzde, yemediğimiz arkamızda” diyordu peder telefonda dün akşam konuştuğumda. “Hayırlısıyla sağ salim gelirsin izne, inşallah nişanı takarız oğul,” derken anam da aldı telefonu,

“Sağlıkla gider, salimen dönersiniz, kocabaşım yavrum benim! Sen bizi merak etme,” dedi.

“Sen de beni merak etme anacım...” diyerek bitirdim konuşmayı.

Onlarla konuşunca biraz hafiflemiştim, panzehir gibiydi onların neşeli sesleri. Düşüncelerim dağılmış olmasına rağmen, sıkıntı tam olarak geçmemişti içimde.  Kıpırdanışlar hafiften hafiften devam ediyordu bu intikal  öncesi. Eğitimden ve atışlardan sonra ikinci harekâtımız oluyordu bu. Artık profesyonel bir askerdim. Verilecek her emri her zaman ve her yerde, tereddütsüz yerine getirmeye hazır bir vatan evladıydım. Yani bir çeşit robot olmamızı bekliyorlardı. Sen düşünme sadece yap. Ama ben hâlâ İhsan Çavuşun oğluydum, aslımız çiftçiydi. Babam da  dedem de öyleydi. Her sene aklına ne yatarsa onu ekerdi peder. Aslını, faslını aramadan sormadan aklına yatmadan imkânı yok ekmezdi. Karar verir,  eker, biçer, ne yetişirse satardık pazarlarda. Bizim orda köylü her yıl şeker pancarı eker, yetişince getirip kampanyada teslim ederdi fabrikaya.  Bizim peder onu bile zaman zaman ekmediği olurdu nedense. Ben de ona benzemişim. İnatçıyımdır biraz. Kardeşlerimin en büyüğü, babamın tek güvencesiydim diğer küçük kızların ve küçük oğlan kardeşimin yanında.

“Kurban bayramlarında Allah kabul etsin, küçük başları ben kesmeye başlamıştım on beş yaşımdan beri, hele tavukları saymayalım. İhtiyaç oldu muydu, her türlü kümes hayvanının gözünün yaşına bakmam uçururum kellelerini,” diye söyleniyordu kendi kendime. Ama bu söylediklerinin büyük bir kısmı kendisini inandırmak içindi. O gürültülü sarsıntı içinde giderken dut ağacı çatalından kendine sapan yaptığı, lastiği eski bir şambrelden kestiği, bu yüzden babasından dayak yediği aklına geldi. Elinde sapan sığırcık peşinde koşmuşluğu vardı. Hiç bir şeyden habersiz dala tüneyenleri taşladığı, kafalarını burarak kopardığı, kızartıp yedikleri olmuştu. Ama daha sonra taşının denk geldiği bir sığırcığı avuçlayıp kırdığı kanadını tedavi etmek istediği sırada onu cik cikler arasında bir kediye kaptırdığı aklına geldi. Bu üzüntüyle bir daha kuş avlamaya çıkmadığını kimseye söyleyememişti. Köydeki ilkokulu bitirdikten sonra üç sene kadar 8 km kadar uzak kazadaki Orta okula devam etmişti. Diğer çocuklarla beraber yağmur, çamur, kar dememişler, bir traktöre rastlamazlarsa o yolu bazen aç bazen tok, yarım pabuç yürümüşlerdi. Köydeki yoksulluk ve acımasız doğada yetişmenin verdiği alışkanlıkla askerlik ona oldukça kolay ve konforlu geliyordu. Eğitim sonucunda silah kullanma konusunda da oldukça ustalaşmış, gerçek bir beceri kazanmıştı. Her şey ona göre fazla rahat ve  beklediğinden iyiydi.

Geçen ay olağan  devriye görevinin dışında Çukurca bölgesine takip ve baskına diye yola çıkmışlardı. Yolda bir yerlerde farkına vardıkları bir mayını durup imha ettikten sonra bir iki kilometre ilerlemişlerdi ki zırhlı personel taşıyıcılar tekrar durdu. Mayın tuzaklarını detektörle tespit eden timin arkasında yürüyordu ki, bir yeni kazılmış tümseğe doğru mayın tarama detektörüyle yaklaşan Adanalı iki arkadaşın birden ani bir patlama ve alev dalgası içinde kaybolduğunu, o anda havaya dağılan et ve kemik parçalarının çevreye yağmur gibi yağdığını görür gibi oldu. O da öndeki gurubun hemen on metre arkasındayken olduğu yerden geriye doğru uçtuğunu, asfalta düşerken miğferin koruduğu başını yere çarptığını hissetti. Kendini, gözleri yuvalarından uğramış, şaşkın bir halde yerde sırtüstü yatar buldu. Karşısında bulutlu bir gökyüzü, ona bakıyordu.

“İşte buraya kadarmış,” dedi yüksek sesle. Omuz başına saplanan metal çelik perçinin sızısını hissetti o an. Etrafına bir sürü metal ve plastik parçalar saçılmıştı. Olduğu yerde debelendi ama bir türlü toparlanıp ayağa kalkamadı.  Başı dönüyor, kulakları uğulduyor ve suyun altından duyarmış gibi uğultudan başka hiçbir sesi algılayamıyordu.

Biraz sonra birileri onu ve diğerlerini karga tulumba hastaneye yetiştirdiler, önemli bir yarası yoktu  ertesi gün taburcu oldu. Sonra ölenlere duygusal törenler. İlk bir, iki hafta o alevler gözlerinden, o patlama sesi kulaklarından gitmedi. Geceler geçmek bilmedi, uyuyamadı bir türlü. Sonraları TV haberlerinde personel taşıyıcısının kalın çelikten mamul ağır kapısını olay yerinden yüz metre ileride, aracın alt takımlarını da şarampolde bulduklarını seyretti. Ucuz kurtulduğuna şükretmeye, hayatta kaldığı için kendini avutmaya ve teselli etmeye çalıştı. Ama o patlamanın bir kaç saniyede yuttuğu iki genç adamın hayalleri onun yakasını bırakmamıştı. İşte o gün gerçek, sert ve acımasız yüzünü görmüştü savaşın. Köye hiç bir şey olmamış gibi davrandı. Merak etmelerini, üzülmelerini istememişti bizimki. Devletle bir sözleşmesi vardı, yüz üstü bırakamazdı.

Şimdi bu taşıyıcı içerisinde hiç hatırlamak istemediği halde o patlamayı ve üstlerine yağan arkadaşlarının parçalarını, omuzundan sızan kanı görüyordu. Başını ne tarafa çevirse  patlayan alevin parlaklığı ve sıcaklığı, kendisinin havada uçtuğu, yere çakıldığı gözlerinin önünde beliriyordu. Kızgınlıkla yüzü gerildi, küfreder gibi:

“Musallat oldu yine bu illet!” diye kendi kendine söylendi. Başını sağa sola salladı. Diferansiyelin hiç kesilmeyen uğultusu içerideki herkesi iyice germişti. Biran önce bu yolculuğun sona ermesini akşam olmadan sağ salim nöbet yerlerine varmalarını istiyorlardı. Birden içerideki gürültüyü bastıran bir patlamayla koca araç olduğu yerde çakılı kaldı. Ardından bir patlama daha geldi, bu sefer araç olduğu yerde sarsıldı. Arka tahliye kapısı otomatik olarak ardına kadar açıldı. İçeri tozla karışık temiz hava doldu. İçerideki askerler tereddütsüz verilen komutla birer birer dışarı atladılar, ilk çıkanlar hemen yanlara açılmış kanatların ardında siper aldılar. Etrafa bakarak olayı anlamaya çalışırlarken bir patlama daha oldu yirmi, yirmi beş metre uzaklarında, ardından kurşunların dansı başladı etraflarında. Koca konvoy olduğu yere çakılmış gibi durmuşlardı.

“Kaleşnikof bu! Çok yakındalar,” dedi  başçavuş bağırarak, takıma çeki düzen vermeye çalışıyordu. “Herkes dağılsın! Çabuk sipere! Düşman Kuzeyde!” Tecrübeli bir askerdi, bu onun kaçıncı pususuydu kim bilir?  Belli ki sayısını unutmuştu.

Kendimi aracın tekerlekleri altında buldum. İleride yaklaşık otuz, kırk metre uzakta, solda viran bir ev görünüyordu. Oranın damından arada sırada otomatik silah namlusu alevi görür gibi oluyordum. Ali’ye seslendim. Bulunduğum yerden yukarıya doğru nişan alsam da alçak düşüyordu. Adam istediği gibi ateş ediyor, bizse burnumuzu dahi çıkaramıyorduk. Bu binanın karşısındaki yolun sağında yarım kalmış bir inşaattan da yoğun ateş ediliyordu. Her iki tarafa karşı da ateşimiz zayıftı, henüz toparlanamamıştık. Birden bir el bombasının aracın beş altı metre yakınına kadar yuvarladığını gördüm ama ön tekerleğin arkasında görüşümden kayboldu. Panikle olduğum yerde kapandım, beklediğim patlama beklemediğim zamanda oldu. Sağ ön tekerlek bana siper olmuştu. “Tırrraak” diye bir ses yükseldi, parçacıklar aracın üzerinde trampet çaldı bir anda. Öndeki araçların da arasına el bombaları atılmıştı. Art arda patladılar. Parçacıkların çelik levhalara deminkine benzer çarpma seslerini bir kaç kez daha duydum. Ardından yaralananların bağrışları geldi başka başka yerlerden. Aracın altından geri geri kayarak dışarı çıktım. Yerdeyim sürünme pozisyonunda hırsımdan titriyorum. Panikle yerimden fırlayıp kaçacağım, zamanı kolluyorum. İçimdeki ejderler ortaya çıkıyorlardı birer birer. Korkak, sinsi, bencil, fırsat bulursa da acımasız.

Adamlar, kimler ise bize iyi bir tuzak kurmuşlar, bulundukları yerden bizi kuş gibi avlayacaklardı. Yoğun ateş altındayız. Bizi buraya kazıkladılar. Kımıldayamıyoruz. Heriflerin önden gönderdikleri üç havan mermisinden sadece biri bölük komutanının aracının ön takımlarını perişan etmiş ve aracın olduğu yerde çakılmasına sebep olmuş olduğunu daha sonra öğrendim. Bulunduğum yerden gökyüzüne bakıyorum.

“Nerede bu atmaca çavuşum? Burada çakılı kaldığımızı görmüyorlar mı?” dedim bizim çavuşa bağırarak.

 “Haydi ulan çıkın ortaya,” diye nara attı diğerlerine doğru. Bunu söylediği sırada, üzerlerinde peydahlandı helikopter, doğrudan sağımızdaki  yarım inşaatı hedef alarak iki adet roketi foşş diye salıverdi ve sonra hemen bir karşı rokete yakalanmamak için aniden yükseldi, gitti. Sağımızdaki yarım kalmış inşaat büyük bir patlamayla toz duman içinde kaldı. Bu roketler sağdakileri  yok etti, soldakileri de bir süre durdurdu. Sokağın iç tarafından bir kamyonete yerleştirilmiş ağır makinalı tüfek üstümüze mermi kusmaya başladı. koca koca mermiler araçlarda koca delikler açıyordu. Öndeki çocuklara hedeflenmişti, bu kargaşa içinde yolun solunda yanmış bir dört çeker vasıtanın kömürleşmiş leşini Ali’ye ve Çavuşa gösterdim, içimdeki ejderler atılmakta tereddüt etseler de  yerimde doğruldum. O sırada babam “Koş lan! Çabuk lan!” diyerek arkamdan adeta tekme attı. Yerimden fırladım, bir kaç saniyede yanık araba leşinin arkasına saklamıştım. Soldan ateş edenler bana doğru ateş etmek için fazlaca dışarı çıkmaları gerektiğinden acz içindeydiler. Çıkacak olsalar Ali onları kuş avlar gibi avlayacak durumdaydı, arada bir tetiğe dokunuyordu bizimki. Biraz sonra Çavuş da yanımdaydı, o önde ben arkada adam boyundaki briket bahçe duvarına adeta yapışarak eve doğru ilerledik. O hengamede nabzımı kulaklarımda duyuyorum. Bahçe kapısı bir zamanlar  yeşile boyanmış demir bir kapı, kilitliydi. Ne yapacağız der gibi Çavuş’a baktım. Biraz sonra bir el bombasıyla ardına kadar açtı kapıyı. Çavuş tereddütsüz atıldı ama içeri girmesiyle bir kaleşin kurşunlarıyla sokağa devrilmesi bir oldu. Olduğum yerde kala kaldım, içim cız etti. ne diyecektim ben akşam koğuşta. İçim bir tuhaf oldu, üzülürken bir yandan da onun yerinde olmadığıma içten içe sevindim. Ben acele edip içeri dalsaydım, şimdi yerde toz toprak içinde yatan ben olacaktım. Ne yapmam lazım diye düşündüm bir saniye belki de daha az. İçimde bir ejder kıpırdandı. Öbür ejderin kuyruğunu yakalamak için öne atıldı. Onun kuyruğunu ısırınca, o zamana kadar sessiz sedasız duran ejderlerden müthiş bir feryat yükseldi. Baktım sol elimde el bombamı kavramış, pimini çektikten sonra mandalı serbest bırakıp saymaya başlamışım bile.

“1211, 1212, 1213,” dedikten sonra yine tereddütteyim, elimde pimi çekilmiş, mandalı serbest bırakılmış bir taarruz tipi el bombası vardı. Ejder tekrar bağırdığında elimdekini açık kapıdan avluya sallayıverdim. İçeride yere düştükten belki bir saniye sonra müthiş bir sesle patladı, kulaklarım yeniden duymaz oldu.  Bir kaç saniye sonra yaslandığım duvardan aniden fırlayıp bahçeye daldım. Bahçede yerde iki erkek ile üç kaleşnikof vardı, açık olan kapıdan içeri giren bir hayal gördüğümü sandım bir an için. Panik halinde hareket ediyordum, düşünmeden, sadece yok etme güdüsündeyim. Eve giren kapı aralıktı, içerisi de iyice karanlık. Bir an tereddütten sonra içeri adımımı atar atmaz elimin üstüne sert bir darbe yedim ve silahım elimden fırladı gitti.

“Şimdi şifayı buldum,” dediğimi hatırlıyorum. Adam benden iri ve ağır ama yaralı, vakit geçirmeden üzerime atıldı, gırtlağıma sarıldı, geriye kaçıp kurtulamadım. Elbise ve teçhizattan rahat hareket edemiyorum, şansım adamın halsizliğine bağlı derken boğazımı ellerinden   kurtardım, ama adam Arapça bağrışlar arasında üstüme tekrar atıldı. Adamda deli kuvveti vardı. Ölüyorum, diye paniğe kapıldım, sırt üstü yere yuvarlandım, adam da üstümde boğazımı sıkmaya devem ediyordu. Doğru dürüst hava alamıyorum. Korku ve panik  içindeyim.  İçimdeki ejder kükredi tekrar. Bacağımdaki bıçağım elime geldi, çektim ve karnına sapladım üzerimdeki ayının. Adam ayı olmuştu yarı karanlıkta artık. Darbeyi yiyince geriye kaçtı, ben yüzüne doğru bir hamle daha yaptım, o bağırarak yana devrilirken ayıyı tekmeledim, üzerimden attım. Kapıdan giren aydınlıkta adamı görüyordum, eliyle boğazını tutmuş, hırıltıyla garip sesler çıkarıyordu. Acı çekiyordu, ulur gibi ağlar gibi yüzünü tavana dikmiş vaziyette can çekişiyordu. Ellerimin titremesinden bıçağı tutamıyorum. Bu sesler beni delirtti ve içimdeki ejderi de manyağa çevirdi. “Yeter artık, öl!” diyordum sürekli. Adama tekrar saldırdım, bu sefer bıçağı gırtlağına soktum. Acayip seslerden sonra yerde son tekmelerini savurdu, sustu. Aynı anda odanın loşluğunda odada birilerinin seslerini duydum. Fırladım kalktım. Baktım o loşlukta köşeye  büzülmüş bir kadın ve saklamaya çalıştığı iki çocuğu fark edebildim. Elimde kanlı bir bıçakla kasap gibi ayağa kalkınca kadın ve çocukların korkuyla feryatları arttı. Kanadı kırık sığırcıkları görür gibi oldum. Döndüm onlara sus işareti yaptım ve yerdeki silahı da alıp bahçeye çıktım.  Ali beni dışarıda karşıladı.  Kanlar içinde gördüğünde yaralandığımı sandı şaşkın. Bana çok uzun olmuş gibi gelen zaman sadece bir kaç dakika içinde olup bitmiş ve bu kadar kısa zaman içinde üç insanı öldürmüştüm. Benim yaptığıma inanamıyordum. İçimdeki ejderha uyanmış, kan istiyordu, intikam istiyordu. Yapmayacaktım.

Bahçeden dışarı çıktığımızda helikopter iki roket daha salladı sokağın sonuna doğru. Art arda iki patlamayla  harekât devam ediyordu. Ama benim için kavga sona ermişti. Midem alt üst olmuş, kötü olmuştum. Kendi çevremde şaşkın, şaşkın dönüp duruyordum. Elimdeki kanlı bıçağı şaşkınlıkla kemerime sokmaya çalışırken Ali müdahale etti.

Yerde hareketsiz yatan çavuşun yanına gidip, başını yerden kaldırdık, seslendik. Yavaşça gözlerini araladı, beni tanıdı ve sırıttı. Üstündeki kurşun geçirmez yeleğinde saplanmış iki tane çekirdeği gösterdim. Sersemlemişti. 

“Ulan az daha  öte dünyaya gidiyordum Zaralı... O piçlere hesabını sormam lazım oğlum.”

“Ben o işi hallettim çavuşum!” diye avlunun içinde yatanları gösterdim. O sırada içerideki yerel giysili kadın bahçeye fırlamış, arkasında da iki küçük çocuk korku dolu gözlerle bize bakarlarken, kadın cesetlerden birinin üzerine kapandı ve yüksek sesle ağlamaya,  göğsünü yumruklamaya başladı.

“Hesabı tam olarak kapatamamışsın ulan Zaralı. Bu karı ve bu piçler bizim istikbalde düşmanımız olum,” diyerek  silahını aradı etrafında. Yerden kalkmasına yardım ettim. Üstünü başını düzeltti. Silahını eline alırken.

“İstikamet konvoy, marş marş” dedi. Etraftaki silah sesleri artık azalmıştı. Çavuşa döndüm:  
           “Hep beraber komutanım,” dedim. Çavuş beni tersledi.
“Yürrü len! Sen beni ne sandın lan!”
 Ali benim koluma asılarak götürmeye çalışırken, çavuş yine marş marş çekti bize. Aklıma takılan şeyi yapacağından korkuyordum.  Başımızı konvoya çevirip elimiz tetikte etrafı kollayarak birkaç adım attık, bekliyorum, bir silah sesi bekliyorum ama ateş sesi gelmedi. Arkamı dönüp bakmadım büyü bozulmasın diye. Tam o sırada bir taraka koptu, ikimizin de ayaklarımızın dibinde molozun arasında kurşunlar sıçramaya başlamıştı. Kendimizi ayrı yerlere attık ve tetiğe dokunduğum zaman baktım,  Çavuş da bize katılmış,  öne geçmişti. Bir ara, silahım sustuğunda karşı taraftan da ses kesilmişti. Ali ve Çavuş koşarak duvar dibine sindiler. Duvarın arkasına geçtiklerinde adamın vurulmuş olduğunu görmüşler, seslendiler: "Temiz" diye. Biraz önce çıktığım avluya göz attım. Arkamızda bıraktığımız zavallıları unutmuştum ama avluda iki cesetten başka kimsecik yoktu.

        Bizler haydut ve katil sürüsü değildik. Geleceği bilecek,  insanları yargılayacak, günahlarından ötürü cezalandıracak, yüce Tanrı hiç değildik. Ben çiftçi İhsan Çavuş’un oğluyum, bir sefil, bir günahkâr ve zavallı. Şu anda masum olan insancıkları gelecekte bizim düşmanımız olacağından insan nasıl emin olabilir?  Onlar bizden uzak durdukça içimizde yatan ejderler uyanmazlar. Eğer bu ejderler uyanırlarsa ya kendi kuyruklarını ısıracaklar ya da bizim vicdanlarımızı kemirecekler.

Sadık  Bağlıca Ankara 17 Ocak 2020 , 20:55

5 yorum:

  1. Sadık,
    Yazdıklarını sanki yaşamış gibi yazıyorsun. Öyle olunca okuyan da kendini oradaymış sanıyor. Neyse, bu öyküden de sağ çıktık. Off.
    E M Remarque da böyle yazardı olayı, eminim.
    Sağol,
    Okan

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler Sadık,
      Okan'ın görüşüne katılıyorum, sanki film sahnesindeydim okurken ama, uzaktan değil, sahnenin içinden izlercesine.
      sevgiler,

      akın Baran

      Sil
  2. Sadık ağa. bir çırpıda okudum. ellerin dert görmesin yazmaya devam Üzüntülü şeyler beni çok etkiliyor. Hayat bu olmamalı değilmi?ilhan yardımcı.

    YanıtlaSil
  3. Sadık yedeksubay askerliğim Kıbrıs Barış harekatına denk geldi ama ben Trakya da idim. Savaşmadık ama savaşın havasını harekat öncesi ve sonrası da dahil olmak üzere yaklaşık 4,5 ay Meriç kıyısında Tankçı asteğmen olarak kokladım. Bu arada gerek tank içinde, gerekse zırhlı personel taşıyıcılarda deneyimlerim oldu. İçerideki gürültüyü tanımlarkn bende biraz olsun o anlara gittim. Aradaki tek fark biz bu denli ateşin içinde değildik ama ateş içinde olmanın gerginliğini her iki harekat sırasında sabaha karşı kalkıp her an karşı tarafa geçecek gibi hazırlanmalar... karşı taraftan gelebilecek olası tehlikelere karşı tetikte olmak... insanı bambaşka biri yapıyor. Ne zaman ki harekat bitti kışlaya geri dönmeye başladık, o zamanlar kendime hep bunu sordum. Belimdeki tabancayı, elimdeki makineli tüfeği ben mi kullanacaktım? Ben ki, güya üniversite eğitimi almış, hümanist bir kişiydim!....

    YanıtlaSil