Bana Karanfil deyin
(Bir Deprem Öyküsü)
Aradan
yirmi sene geçtiği halde ben onu görünce bana pek de yabancı gelmedi. Bir trajediydi
zavallının başına gelenler. Kaderi belli başına geleceği tahmin edebiliyorsun ama
kolun, kanadın kırık elinden bir şey gelmiyor. Başını kaldırıyorsun Tanrım
insanları hiçbir zaman acze düşürmesin diye düşünürüm. Sığındığı köşeden elindeki bastona dayanarak
yavaş yavaş kalktı. Onun kalktığını gören çocuklar gülerek kaçıştılar. Kadın başını
göğe kaldırdı, kollarını hafifçe iki yana açtı. O sırada kucağından yere doğru yuvarlanan
bir çiçeği tutmaya çalıştı ama iyice kapalı sağ eliyle tutamadı, çiçek yere düştü.
Kaçan çocuklara pencereden bakan bir kadın sertçe söylendi.
Yeter artık bitse bu terane. Zavallı
kadın kamburunu da alıp yola koyuldu. Çocuklar önde o misliyle arkalarında
ayaklarını sürüyerek yürümeye başladı.
Bitse de aniden ama şimdi bu ne? Adalet
mi? İlahi mi? Ben ki aksi ve ters bir insanım taş gibidir kalbim ama beni bile üzdü.
Başımı çevirip öbür sokağa saptım mı benim için bu olay biterdi. Ama ya onun
için?
O
hiçbir zaman tozun toprağın ve kısa saman saplarının boğazına doluşunu unutmadı.
Uykusuz geçmeye aday gecelerde, karanlıkta
gözünü açtığında o gürültünün o seslerin ne olduğunu anlayamadan beyninin her
kıvrımına çiviyle kazınır gibi kazındığını hatırlar korkardı. O ne, ne idi de, ne
oldu da içinden sivilcelenir de iyileşmekte olan ruhu hasta olurdu yeniden.
Hele o ayaz, o dondurucu soğuk, o kırılgan buz, nerede görse onları tanırdı.
İşte yeniden geliyorlardı üzerine doğru onu götürmeye ve nazik bedenini ve
ciğerlerini ezmeğe. Koşmaya başlardı böyle zamanlarda ama hayalinde mi koşardı
yoksa gerçekten mi ayağa kalkıp o halsiz vücudunu sağa sola çarparak kaçardı,
orasını sonradan düşünse de çıkaramazdı. Yıllarca ama gerçekten de yıllarca geceleri
gözlerini kapatınca o çığlıkların ve korkutucu seslerin yattığını sandığı
odanın kapısının hemen arkasında toplandığını ve o eski tahta kapıyı açar açmaz
ardındakilerin alevden dillerinin üzerine saldıracağını sanırdı. Evet, evet o
karanlıktaki kuvvetli ama acımasız ve
amansız kara güçlerin kendini bir loğ
taşı gibi zorla yuvarlayarak toza toprağa bulayacağını ve boğazına kadar kar,
buz, tezek ve saman liflerini dolduracağını bilirdi. Kendi kendine konuşur,
kimseye anlatamazdı. Bu korkulardan nasıl kurtulacağını bilmeden kaçıp geldiği
diğer insanların arasında kendi halinde yaşardı ta ki yeniden yakalanıp hastaneye
götürülene kadar. Kasabalılar ne kadar zaman yaşadığını bilirlerdi sanırım. O
ise bazen yanına gelenleri dinler, sonra ağzını açıp bir şey söyleyeceği anda
ağzı açık takılır kalırdı derin
suskunluğunun kilitleri arkasında. O kıyametin üzerinden ne kadar zaman
geçtiğini ve neler yaşadığını anlatamazdı, akıllıca konuşurken konuşmanın yönünü
çarpıtır ve birden konuşmayı bırakır, ortaya çıkıveren meselâ bir kedinin peşine
düşerdi. Alevlerden kavrulmuş elleri insanlar için çarpık bir eğlence olurdu. Bazen seninle konuşurken içinde
duyduğu sesleri dinler, kalkar onların söylediklerini takip ederdi.
O
neydi de onu bu kadar meczup, kendini bilmez hale getirmişti? Dediklerine göre O
gecenin öncesinde neler olduğunu hayal meyal, adeta bir düş görür gibi gözünün
önüne geldiği zamanları da olurmuş bu zavallının. Diğer insanlar için onun bu
davranışlarının sebebi yaşadıkları o korkunç depremin gecesinin yanında, belki
onun öncesinde de akıl sağlığı yerinde olmamasıydı.
Köpeklerin
uzun uzun ulumasıyla karanlıkta yatağının içinde doğrulduğunu ve diplerden gelen
uğultuyu ve altı aylık ikiz bebekler Abdurrahman ve Abdullah’ın ağlayışına
benzettiği bebek seslerini duyduğunu söylerdi bazen. Devamında yanında yatan ananesinin gözlerini açıp besmele çekerek yatakta uyanışını görürdü. Tavan kirişleri arasından aşağıya
doğru akan ince bir toz bulutu önce gözüne sonra ağzına, burnuna dolunca nefes almakta zorlandığını
ve devamında zayıf ciğerlerinin öksürük nöbetini hatırlardı ve nerede olursa
olsun nefes alışı sıklaşır kalbi deli gibi çarpmaya başlardı. “İşte yine
başlıyor” derdi.
Bu
hayallerin ardından artık normal davranamazdı küçük kız, Üzerine panik havası hakim olurken suya batmış nefes alamayan insanın
davranışlarını gösterirdi. İşte tam
bu sırada o karanlıkta üstlerindeki koca toprak dam üzerlerine iniverdi tereddütsüz.
Sonra ninesinin kısa ve zayıf çığlığını duyduğunu sandı. O kadar kısa ve
zayıftı ki bebeklerin iç odadan gelen
çığlıkları bile ondan kuvvetli diye söylendi. Babasının sesini hiç duyamamıştı.
Belki de kahveden eve daha gelmemiş olabilir miydi? Böyle düşününce içinde bir
ümit belirirdi. Babası birazdan köşeli kasketiyle çıkar gelir hayat normale
dönerdi. Kendine yaklaşan babasına doğru
uzanmaya çalışırdı, ama kıpırdanamazdı, ahşap kirişler belinden aşağısını yakalamışlar,
sıkıyorlardı.
Yaşadıkları
ev iki göz oda ve altlarında koyun ağılı, her gün her gece o hayvanların çiş ve
kakalarının kokularıyla uyumak, sabahları
aksırık ve tıksırıklarıyla ya da tepişmeleriyle uyanmak onun için normaldi. Bazen duvarda asılı tel dolabın üstündeki idare lambasını hatırlardı. Dışarıdaki ayak
yoluna giderken onu alır da giderlerdi annesiyle birlikte. Ayrıca şişesi çatlak
bir gaz lambası da vardı ama akşamdan akşama eğer yanarsa, ki bu da eğer bu
kıtlıkta gaz yağı bulurlarsa, altındaki gaz şişesinin içinde ölü bir yılan gibi
kıvrık yatan fitilin alevin ışığında kıpırtılarını seyretmekten hoşlandığını
hatırlardı ama o çökme anında o gaz lambasının da nereye kaybolduğunu
bilemiyordu. Evet, o sihirli lamba da başlarının üstündeki ağır damın altında
yok olup gitmişti, tıpkı annesi babası, ananesi ve küçük Apo ile Abdül gibi.
Birden küçük kızın hayatından bir daha gelmemek üzere çekilip giderlerken, uzun
bir yolculuğa çıkmış gibi algılamışmış onları, ama onu arkada bıraktıklarına çok
üzülmüş ve de gücenmişmiş, öyle söylerdi bazı günler. Başlarına evin damı
geçtikten sonra Kızcağız “birazdan uykudan uyanırlar” diyordu içinden. Onların
sağ olduklarını sanıyordu o sıralarda.
Oysa
onu bu dünyada yalnız bırakıp gitmişlerdi. Hasret kalmak, özlemek ama doyasıya
özlemek ne demek bilir misiniz? Bazıları bilirler ama bazıları için de bir şey
ifade etmezdi bu. O akşam ki onu ve sevdiklerini ezen koca dam alıp götürmüştü hayatında
var olan her şeyi. İçlerinden bazılarının yerine konamayacağını zamanla öğrenmişti.
Kalın çizgilerle çizilmiş bir özlemdi onunki. O gecenin bir hatırası da alnında,
hemen kaşının üstündeki yara iziydi. Geniş, derin ve kaşı kadar uzun. Ne zaman aynaya baksa bütün o olayları kesik
kesik hatırlardı şu kaşındaki kesik gibi. O gece yatağında doğrulduğunda ya da daha
henüz yerinden kalkamadan tavandaki ara kirişlerden biri yerinden kurtulup kafasına
çarptığını sanıyordu. Bir süre kendine gelememişken üzerlerine kapanan koca toprak
yığınıyla döşeme çökmüş, onunla birlikte alt kata sürüklenmişlerdi. Evin damı
ve döşemesi hayvanların üstlerine olanca
ağırlıklarıyla beraber çöküvermişlerdi. Zavallılar ne
olduklarını anlayamadan sıkıştıkları yerde bir süre meleyerek, inleyerek, can
çekişerek yaşadıklarını hatırlıyordu kızcağız. O sırada devrilen sobadan az da
olsa küllenmiş korlar yayılmıştı yerdeki yıpranmış kilimin üstüne. Biraz sonra
dumanlar genzini yakmaya başlamıştı. alevcikleri gördüğünü de buraya geldiğinde
hatırlamıştı. Sallantı duralı epey zaman olmuşken ananesinin hali de hâlâ
gözlerinin önündeydi. Unutamazdı unutamadı da, yaşamayı unuttu ama o sahneleri
kesik kesik ama eksiksiz hatırlardı hep. Yavaş yavaş yükselen alevlerin
ışığında anne ve babasının yattığı
odanın kapısının tutuştuğunu görünce elini uzatıp “Kapının kulpunu tutup çektiğinde
elimin derisi oraya yapıştı” derdi. Bunu gerçekten yaptı mı yoksa öyle mi hayal
ediyordu, kimse bilemezdi. Bazan karşınızda dururken aniden elleriyle
kulaklarını kapar, çığlık atar başını hızla sağa sola sallardı. Bucaktaki bütün çocuklar onun bu haline katıla katıla
gülerlerdi. Onu tanıyan büyükler çocukları kovalarlar, ama onun hikâyesini
bilmeyenler onlar da gülüp geçerlerdi. Odanın içinden gelen bebek ağlamalarını hiç
unutamamış. “Başımın içinde çınlıyorlar” O öyle derdi.
“Bak”
derdi “beni çağırıyorlar, gitmeliyim.” Topal ayağını toplar yangın sırasında
yanan ve şimdi yumruk gibi kapalı kalmış sağ eliyle duvara yaslanırken sol
elindeki değneğe tutunup gitmeğe çalışırdı kızcağız. Duvar dibinde kıvrılıp
kalmış kakalak gibi çabalardı.
Damın
çöken ve göğe açılan kısımlarından annanesinin ve kendisinin üstüne karların
yağdığını da söylemiş hastanedeyken. Konuşamayan ama ağlayan ikiz kardeşlerinin
can yakıcı ağıtlarını ve ağılda sıkışıp kalan yaralı hayvanların böğürmelerini bugün
bile duyarmış ya da ona öyle gelirmiş, dediğine göre.
***
Ülkemiz
için oldukça sıkıntılı günlerdi o deprem günleri. Şimdi hatırlıyorum da. Öyle
bir savaştı ki; o günlere kadar savaşlarda kullanılmayan taktik ve teknikle meselâ
şehirlerin ve sivil halkın hava bombardımanları, örneğin Almanlar attıkları
roketlerle Avrupa ana kıtasından Britanya adasının Londra şehrini bombalıyorlardı. Ortalığı kan götürüyordu. Dünyadaki bütün kaynaklar gıda ve giyecek maddeleri de başta
olmak üzere savaşa ayrılırken ülkemizin insanlarının ihtiyaçları düşük miktarlarda
olmak üzere ileride karneye bağlanacaktı.
O
Küçük kıyamette Zara’da askerdim sıhhiye eri. Uykuda yakaladı bizleri. Koğuşların
olduğu yer tepede bir yerdeydi. Birden gürültüyle uyandım, Koğuş nöbetçisi kapıdan
bağırarak depremi duyuruyordu. Başımıza tavanın
sıvaları dökülürken fırladık, üstümüzü başımızı toplayamadan don gömlek içtima[1] alanındaydık.
Daha sonra öğrendiğimize göre sabaha karşı Erzincan’da büyük bir deprem olmuş. Karanlıkta
ayaklarımızın altında sarsıntılar devam ederken şaşkın tavuklar gibi sağa sola
koşar adım gidiyormuşuz. Sonra soğuğu iliklerimizde hissedince aklımız başımıza
geldi. Bizim koğuş karanlıkta sağlam göründü gözlerimize, içeriye dalıp
giysilerimizi toparladık.
Bizim
koğuşu sabah gördüğümde temellerinin dibi görünüyordu. heyelan olmuş, arka
taraftaki toprak bize doğru akmış. Sabah gri, buzdan bir gökyüzü ve soğuk bir hava
bizi karşıladı. Bölük komutanı gelince kargaşa sakinledi. Önce bölüğün
barınmasına sonra siviller için çalışacaktık. Yıkıntıların kaldırılmasına ve yıkıntı
altındakilerin kurtarılmasına yardım edecektik. Bizim takım ilk yerleşim yerine
gittiğinde gördüklerim karşısında şok oldu. Yerin altı üstüne gelmiş, bütün
kerpiç evler yok olmuş karşımızda sürülmemiş bir tarla var. Yıkıntıların arasına
kazma kürek dalmış, molozların arasında canlı kalanları aramış, bulabildiklerimizi
çıkarmıştık.
Ertesi
gün bize yakın üç köye gideceğimiz
söylendi. Bölük üçe bölündü, yaklaşık otuzar kişiyiz. Sıhhiyeci olarak bir ben
varım. bir de İstanbullu Akif. Ben ondan kıdemliyim. Malzemelerle birlikte bir
kapalı kasa kamyona yerleştik. Oraya vardığımızda olayın dördüncü gününün öğleni
olmuştu. Karların altındaki hayali bir yolu takip ederek yıkık, ahşap bir köprünün başına gelmiştik. “Yazın
neyim olsa on, on beş, dakkalık yolumuz var derdim, emme şimdi anca Allah
bilir” dedi bizim kılavuzluğumuzu yapan köylü. Çavuş hırsla yere tükürdü.
“Yürüyün lsn” dedi. Kamyondan indik ve önümüzde bir izci ve başımızda Adanalı
bir çavuş ardında da otuz er ve sırtımızda tayın çuvalları. Yerde bir karış kar
var. Hava yumuşak biz de arabalarda çözülmüşüz
dün yağmış olan karın üstüne atladık.
Kılavuzumuz,
“burada bir köy var” demese buraya bakmak
aklımıza gelmezdi. Uzaklık ve ıssızlık
bazı köylerin kaderidir ya, bu da
onlardan biri. “Bu tarafta. Gaya başı kövü” demişti buraya yakın köyden aldığımız kılavuzumuz olan köylü. “Allah
rızası için sizi oraya çıkarırım” demişti Adanalı Çavuşa. İlk adımlardan sonra
köye gitmenin kolay olmayacağını anladım. İstanbullu yla ben elimizde doktor
çantalarımız, biz o zaman öyle derdik, sırtımızda acil yardım malzemeleri yürüyoruz. Yürüdükçe ağırlaşıyordu sırt çantam ama hem
merak hem de yardım için herpimiz inatla yürüyorduk.
Akşam
yağan ve henüz el ayak dokunmamış karın üzerinde soluklarımız ve karın postallarımızın
altında ezilirken çıkan kütürtüsünden başka ses yok etrafımızda. Kendimizi
yormamak için konuşmuyorduk bile. Önümüzdeki taze kara ve onun sessizliğine
doğru, kararlı adımlar atıyorduk. Ve sonunda izcimiz “İşte geldik” demesiyle
kendimize gelmiştik. Ben ortada hiç bir ev filan göremiyordum. Geçici körlük
olur bilirsiniz uzun süre , Allah için gözlerim öyle oldu sandım.
“Kar
örtmüştür, hele yürüyek” dedi bizi getiren köylü. Ama o da gözlerine
inanamıyordu. Ortada görülebilecek bir ev yıkıntısı olmadığı gibi gece yağan karın
da örtmüş olduğu kayda değer bir
yükseklik veya bir iki tepecik de seçilmiyordu.
Gerçekte yirmi beş haneli bir köy imiş. Karda adım adım yaklaşıyoruz. Kar
tepelerinin arasında uçları göğe doğru yükselmiş ahşap direkler ve kirişler seçilmeye
başladı. Bu evlerin yıkıntıları demekti. Köyden aşağı yukarı yüz metre uzakta kocaman
bir yar oluşmuş aşağı yukarı yüz, yüz yirmi beş metre yarılmış, yolun kenarı aşağı
uçmuştu. Bulunduğumuz yerden rahatça görülüyordu. Oradaki ağaçlar sağ sola yatmış,
çalılar toprağa gömülmüş sanki kaybolmuşlardı.
Bizim
çavuş cebindeki jandarma düdüğünü çıkardı, birkaç defa olanca gücüyle üfledi.
Her yerde yankı yaptı o ses. Biraz sonra karların arasında birkaç gölge
kıpırdadı, bir iki havlama sesi duyar gibi olduk. Biraz daha yaklaşınca etrafta saf saf bakınan
inekleri gördük. Kokumuzu ve sesimizi alan kangallar öne çıkıp havlayarak üzerimize
doğru hareketlendiler. Uzaklardan
sahipleri onlara seslenince tereddüt edip durdular, uzaktan görüyoruz, Bizim takımda suskunluk ve üzüntü giderek arttı.
Böyle bir perişanlık beklemiyorduk. Köylüler son beş gündür soğukta ve su
içinde koyun koyuna yatmışlardı. Yaşamak koca bir yılan olmuş boyunlarına
dolanmış, kıpırdandıkça boğazlarını sıkıyor. Bugün de onlara kuru çadırlar
kuramazsak gerisini düşünmek bile istemiyordum.
Yirmi
beş haneli köyde, köyün dışındaki üç, dört
ev dışında, ayakta kalan tek bir yapı yoktu. Görülen o yapılar da ayakta ama yıkılmaya
hazırdılar. Yaklaştıkça anladık ki ortaya çıkan insancıklar, yaralısı, sağlamı bulabildikleri
örtüleri, yorganları ve sağlam kalan döşeme tahtalarını ve ayakta kalan bazı duvarları da kullanarak basit
barınaklar yapmışlar, içine sığınmışlardı. Bizleri görünce, ağlamaklı yüz
ifadeleriyle ellerimizdeki torbalara adeta
saldırdılar. Yarı aç geçen dört günün sonunda midelerine bir şeyler girecekti. Dediklerine
göre olay gecesi sabahı, yaptıkları kızakla iki yaralıyı kazaya indirmek
istemişler ama kırık köprüyü aşamamışlar, akşam olmuş. Ertesi gün Muhtarın iki
oğlu yaralı analarını sırtlarında indirmişler kazaya. ilk üç gün ölenlerine yas tutarlarken sonraki
gün kendi akıbetlerini merak etmeye başlamışlar, şimdi ise yıkılan evlerini ve yitirdikleri
hayvanların durumlarını merak edeceklerdi. Takımın yarısı yıkık köprüde bekleyen kamyondaki
mahruti[2] (Konik) çadırları
almaya gittiler. Ben de yaralıları muayene etmeye başlamıştım. Genelde kollar
ve bacaklarda kırıklar vardı. Onların bazılarını bağırta çağırta düzgün
tahtalardan kırık ve çıkıkları yerlerine getirerek sardım. Bazılarına dokunamadım.
Akif tetanos aşılarını yaptı. Köylüler enkazın altından kendi akrabalarının cesetlerinin
hemen hepsini çıkardıklarını söylüyorlardı. Her nasılsa ayakta kalmış bir
ahırın içine yanımızdaki gemici fenerlerinden birini astım. Bir tahta masa ile
sandalye buldular. Revirde kayıt doldurma masası oldu. Yaşayanların yardımıyla vukuat[3]
defterine isimleriyle birlikte kaydettik. Ama tamamlayamadık. Gitme zamanı
geldiğinde yanıma bir kız çocuğu getirdiler, yorgandan sedye yapmışlar,
dayısıymış başında yaşlıca bir adam. Kızcağız beş gündür ağlamaktan yarı baygın
Dayısı çok nazikçe davranarak hafiften seslendi. Ona karanfil diye kulağına
seslendi.
“Emmi
adı karanfil mi??” Adam sakalını sıvazlayıp:
“Fatıma,
Elhamdülillah Fatıma. Peygamber efendimizin gızının mübarek adıydı” dedi alçak
sesle. “Onun adını da ben goymuşum”.
Pencerelerin
önünde anne kız çiçek yetiştirirlermiş. En sevdikleri de karanfilmiş. Envai çeşit
ve renkte. Yaşlı adam zelzele[4] sonrası kendi
evlerinden alevler çıktığını görünce komşularla önce evdeki yangını söndürmüşler,
bu arada Yaşlı adamın annesi ile torununu da enkazdan çıkarmışlar. Dayı bey “Orda
toprakların içinde bu saksısı kırık, kurumuş karanfili görünce alıp yarı baygın
yatan Fatıma’ya verdiydim. Gendine garanfil denmesini pek severdi” diyerek içini
çekti. “Anam Rahmet-i Rahmana kavuşmuş. goca direğin altında yirmi saat kalmış.
Onun yanında da yerde Fatıma yatardı. O direkler rahmetli babamın bizim tarlada yetiştirmiş olduğu kavaklardı, 22 tanesini kesmiş
ustaya “Evimizin direkleri bunlar olsun ” diye vermişti. Ben daha çocuktum ama
iyi hatırlarım”. Yaşlı adamın yüzüne bakıyorum şimdi bunu neden anlatıyor diye.
İhtiyar aldırmadan anlatmaya devam etti.
“Bu
çocuğun ana ve babasını ve ailemizin gelmiş geçmiş tek ikizlerini çıkarma işine
devam ettim, komşuların yardımıyla. Oradan çıkardım onları delikanlı… bahçemize gömdüm. Hepsi yarı yarıya kavrulmuşlardı. Bu çocuk bilmiyo
daha…” deyip sustu Karanfil’in dayısı.
Bir
ara yorganların altında titreme başladı. Dişleri birbirine vuruyor. İyi değil. Onu
buradan alıp büyük bir hastaneye götürmemiz lazımdı, Nefes alışına bakılırsa kaburgalarında kırık
veya çatlak vardı. Salih yüzbaşı dikkatle muayyene ettikten sonra “Kaburgalarının
kırılmış olma ihtimali var, iç kanma da olabilir. Yola çıkmadan önce hastaya
bir morfin yap, Cankurtaran ile Sivas’a
gönderiyoruz” dedi.
Şoförün yanına bir sağlıkçı er ile birlikte
öğle yemeğinden sonra yola çıkarıldı. Şansları varsa akşam ezanından önce
varırlardı hastaneye. Salih yüzbaşı “Sana burada ihtiyaç var” diye beni
göndermedi.
Sivas'ta alayın altı, yedi doktoru ve yirmi beş kişilik hastabakıcısı vardı diye hatırlıyorum,
Oysa bizde bir doktor iki sıhhiyeci. Sırayla dörder saat uyuyorduk. Hafta
bittiğinde ruh gibi olmuştum. Karanfil’in dayısı diğer yaralılara karışmışken
Karanfil, çocuk yaralıların arasından kaybolduğu haberi geldi. Yüzbaşı da ben
de üzüldük. Bu son oldu, bir daha haber gelmedi ikisinden de.
Bu
nasıl savaştı ki adı konamamış. 116 bin büyüklü küçüklü bina yıkılmışken otuz
üç bin kişi ölmüştü. Ülkemizin kurtuluş
savaşında bile şehit sayımız on binin altındaydı. Bu güne kadar duyulmadık olaylar duyuyorduk. Bir
attan bahsediliyordu mesela, ahırın kapısını kırıp sahibinin avludaki evine
gidip kapısını çifteleyip adamı depremden önce uyandırıp ev enkaza dönmeden
sırtına atıp gittiği, ağılın kapısını açarak hayvanları serbest bırakan Kangallardan
söz ediliyordu.
***
O ucube kadına son bir defa daha
baktım. Yıllar önceki kız çocuğu. Yanına yaklaştım, zavallı benden ürkttü.
İyice duvara yaslandı. Ayakları yara bere içinde kaşında irice bir kesik yeri
ama iyileşmiş, ellerinin pigmentleri kaybolmuş yanık izleri ayan beyan
görülüyordu. Bacaklar parantez benzeri içeri doğru bükülmüş, o sırada sol
eliyle sopasını iyice kavradı havaya kaldırdı. Göz kapakları yanık izleriyle
büzülmüş yalnız bana değil bütün dünyaya korkuyla bakıyordu kadıncağız.
Dişlerinin arasından tıslar gibi “Git buradan! Seni şeytan seni!” dedi.
“Merhaba
Karanfil” diye seslenince birdenbire eli havada kaldı. Bana bakışları değişmeye
başladı. Merakla yüzüme doğru eğildi. Öylece baktı baktı, yine çıkaramadı.
“Ben
senin Dayının arkadaşıyım. Gayabaşın’dan” dedim. Yüzünde üzüntü bulutları
dolaştı, yıllardır kapanamayan göz kapaklarının kenarlarında damlacıklar
görünür olmuştu.
“Sen
nerelerdeydin Karanfil?”
Sadık Mercangöz, 10 Ekim
2023, Bağlıca Ankara
[1]
İçtima:
Toplanma
[2] Mahruti: Koni
biçiminde Koniye benzer.
[3] Vukuat defteri: Ölü
ve yaralıların kayıt edildiği defter
[4]
Zelzele:
eski dilde Deprem.
Bundan sonra her karanfil kokladığımda, her karanfil gördüğümde bu öykü aklıma gelecek. Karanfil'in öyküsü ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Deprem olayı yaşayanlarda mutlaka bir iz bırakıyor. Az ya da çok.
YanıtlaSilSadık, senin geniş sözcük dağarcığın ve düş gücün birleşince birbirinden güzel öyküler ortaya çıkıyor. Sevgi ile.
6 Şubat depreminin haftasına Sadık Blog’una ‘’Neredesiniz?’’ yazısını yüklemişti, sıcağı sıcağına. Onun altına yazdığım yorum ‘’ bu faciayı yaşayanlar ve yıkımda solup gidenler kadar --ve kendisi oradaymış gibi-- olayı an be an yüreğinde duyup her şeyi onlar adına bundan daha can alıcı biçimde kağıda dökecek Sadık’tan başka kimse yoktur derim. Nokta. Çok yaşa Sadık’’ diye bitiyordu. Bu yazıda Sadık Erzincan depreminde sıhhiyeci oldu. Elinde doktor çantası, sırtında tayın çuvalı, karlara bata çıka gitti kırık kol bacak sardı elcağızıyla. Kendine Karanfil adını yakıştıran Fatıma’yı yıllar sonra buldu da onun yanık yüreğine bu kez de serin sular serpti. Herkes bilsin isterim ki ben üç çeyrek yüzyılı beş geçmiş hayatımda Sadık’tan daha duyarlı ve dokunaklı yazan yazar okumadım. Okudum diyen çıkar mı, sanmam. Yollarımız kesişmiş olduğu için kendimi çok şanslı sayıyorum. Sağol Dostum.
YanıtlaSilOÜ
Hocam günlük olaylar beni çok etkilediği muhakkak. onların hakkında bir şeyler yazmamış olursam vurdum duymazlık yapmış gibi hissediyorum ve canım sıkılıyor, haince davranmış olduğumu sanıyorum. hiç bir yapamazsam şiirle hatırlatıyorum günceli kendime... Gazza olayları bu saatlerde çok üzüyor beni. Her iyi dileklerinize teşekkürlerimi sunuyorum. iltifatlarınız bana güç ve, cesaret veriyor. Sağ olunuz dostlarım. sizin gibi arkadaşlarım ve dostlarım olduğu için kendi talihime yoruyorum... İyi geceler...
YanıtlaSil