BİR
GARİP TAKSİ ŞOFÖRÜ
I. Bölüm
Koskoca bir dünya devletinin
başkanı olarak bizi başka bir dev
devlete karşı kışkırttıktan, sonra uzun
senelerdir devam eden bu savaşın ülkesinin bütçesinin mevcut deliği
genişlemekte olduğunun ancak ikinci defa seçildikten sonra farkına varıp tedbir
almayı düşünmesinin ne anlama geldiğini düşünüyordu ufak devletin küçük Başkanı Hektor. Aslında sosyal tecrübe ve
yeteneklerinin kendine yeteceğini sanan küçük ülkenin kahraman başkanıydı o. Henüz
yeterli olmayan siyasi tecrübesine dayanarak kendini ve ülkesini savaştan uzak
tutamamış, bulunduğu bölgede barış içinde politika yapmayı becerememişti. İki
kutuplu dünyada, -herkes aksini söylese de bu böyledir- şahsi özellikleri ve
yetenekleri bir kısım devletlerce abartılarak, bu kanadın adeta kurtarıcısı
olarak ilân edilmiş ve ülkesine para ve silah sistemleri verileceği vaad
edilerek Golyat[1]’a –
burada Medved[2]
olmalı- karşı çıkan David[3]
olacağı önceden ilan edilmiş,
alkışlanmıştı. Buna dayanarak üç senedir devam eden bir savaşın ortasındaydı Latoonya.
Bıkmıştı. Harabeleri ve gözleri
yaşlı insanları görüp onları teselli etmekten bıkmış, yanyana dizili bayrağa
sarılı tabutların önünde dizleri üstünde dua ederken ölünün geride kalan yakınlarından utanır
olmuştu. Tabutlar içinde işlenmiş cinayetlerin kurbanları vardı. Onlar
vatanları için ölmüşlerdi. Oysa ne kadar
süsleseniz, ne kadar yüceltseniz de onlar için sevdikleri artık kayıptılar.
Başkan ve yanındaki heyet Pelican
Cumhuriyeti’ne gelirken çok ümitli gelmiş, büyük bir askeri yardım yapılmasını
düşlerken yeni seçilmiş PC[4] Başkanı
ona birikmiş borcunu hatırlatmıştı.
Çalışma Ofisinden yüzü gözü al, al
ve morarmış olarak çıktıktan hemen sonra yerdeki yolluğa ayağının takıldığını,
kolundan tutan tercüman Anna’nın sayesinde yere uzanmaktan kurtulduğunu,
hatırlamazken Sarıev[5]’in giriş
holündeyken kendisini kimin yolcu ettiğini, sonra
neler olduğunu da hatırlamıyordu Hektor Başkan. Yanındaki resmi heyeti de
beklemeden elçiliğin birinci sınıf ajanı olan kendi elçilik şoförüne küfürle
karışık “Eve” diye bağırdığını da hatırlamıyordu.
Gecenin en koyu saatlariydi ama
uykuyla uykusuzluğun kavgası hâlâ sürüyordu. Hâlâ nerede olduğunu anlayamadığı
gibi Sarı evden ayrılmadan önce neler olduğunu da hâlâ tam olarak hatırlayamıyordu.
O küfür ağzından çıktığı anda pişman
olmuş ve pardon demesine rağmen artık iş işten geçmişti. Şoförün yanında isim
vermeden “Herif megaloman ve yalancı” diye söylenip küfretmişti. Çok geçti. Uzandığı
yerden doğrulup kalktı, el yordamıyla komodinin üzerindeki abajurun anahtarına bastı,
ortalık zifiri karanlık kesildiği an şaşırdı. Tekrar dokundu. Oda aydınlandı, dalgınlıkla
yanan abajuru kapatmıştı.
Elçiliğin binasındaki fazla büyük olmayan mütevazi
döşenmiş odalardan birinde yatıyordu. Olaylı toplantıdan sonra saklanmak
istemişti. Elçilik güvenlik şefi bu eski
odayı ısrarla tavsiye etmiş ve Büyükelçi de onu desteklemişti. Oda dökülüyordu.
Tavandaki kartonpiye süslemeler çatlamış, kapıların kanat ve kapı pervazlarındaki
yağlı boyalar yer yer sararmış ve kabarmış bir haldeydi.
“Burada köpek bağlasan durmaz, sabaha
kadar havlar” dedi.
“Benim ne işim var bu garip hücrede?”
diye içinden isyan etti. Önce bu odayı kendi istemişken kuruntuya kapıldı
birden. “Hapis gibiyim … Bu herifler beni onlara satarlar mı? Ne, kim? Yok
artık..hiçbir Latoon[6] yapmaz
bunu.” Ataları kahraman Latoonlar Akaların Anadolu’yu istila etmelerine karşı Hitit
ve Frig çobanlarıyla birlikte Truva kralı Priyamos’un sekiz bin stadyon uzaktan
yardımına koşmuşlardı. Kahraman bir ırkın çocuklarıyız biz.”
***
Bu gün sabahtan beri olanları
anımsamağa başladığından itibaren her türlü yalan, hile ve düzenin normal
karşılandığı bir dünyada, yaşadığını anımsadı. Her işin sonunda ortaya çıkan her
türlü hata durumunu kurtaran bir atasözü, bir çare veya ahlâken baş yapıt sayılacak veya tanrının
buyruklarına uygun bir davranış bahanesi bulunabilirdi. Bu kadar rezil bir
dünyanın da buna müsaade eden, cevaz veren bir tanrısı bulunurdu elbet.
Böyle zamanlarda ezilenler, ölenler
öldükleriyle kalırken geriye kalanlar hayatlarına devam ederlerdi kaldıkları
yerden. Gözlerini yumarlar, feryatlara kulaklarını tıkarlar, sonra hiçbir şey
hatırlamazlar. Yeni yüzyılın yani yirmi birinci yüz yılın ilk çeyreği de geçmiş bulunuyorken insanlık manevi
anlamda taş devrinden beri veya en azından yazılı çağın başlangıcından bu yana,
ahlâken değişen hiçbir şeyin olmadığına şahit oluyordu. Yalan, iftira,
kıskançlık ve bencillik insanın yapı taşıydı sanki.
İnsanların organlarını satarak
yaşamlarını devam ettirmeleri çaresizlikten bulunmuş en son çaredir. Bu dara düşmüş
devletler için de geçerliydir. PC Başkanı önce onu kapıda karşılamış, dünyanın
gözü önünde kılık kıyafetiyle dalgasını geçmiş, kapısına gelmiş kaba köylü
muamelesi yaparak, “Gel bakalım bir şeyler yaparız senin için” diyerek
ağabeylik yapmakta olduğunu herkese göstermişti. Küçük adam ise orada, o kapı
portali önünde vatanları uğruna ölen binlerce insanı ve hayatta olan ve acı
içindeki milyonları temsil ettiğini sanıyor ve saygı bekliyordu.
***
Küçük Başkan sıkıntıyla yatağa
tekrar uzandı. Terden ıslanmış yastıkları bir kenara itti ve yeni bir taneye
doğru uzandı ama başka da yoktu. Hayal kırıklığı içinde yatarken komodinin
üstündeki eğri duran abajur tekrar dikkatini çekti. Altında bir şey kalmış gibi
sağa yatıktı. Ama göz kapakları iyice
ağırlaşmış olduğundan, merakı uykuya yenildi ve abajurun kordonundaki anahtarına uzandı. Bir anda her taraf karardı. Aradan ne
kadar zaman geçtiğini ne kadar uyuya kaldığını bilmiyordu. Bir süre sonra çok
susamış bir halde doğruldu, karanlıkta abajurun anahtarına doğru uzanınca eli
abajura sertçe çarptı.
Bir şangırtıyla ortalık aydınlandı,
evet, yere düşen abajurun ampulü düştüğü yerde yanmaya başlamıştı. Şapkası yataktan
uzağa, kapıya doğru giderken yere düşen küçük bir şişe suyu da pencereye doğru
yuvarlanıyordu. Kendine kızdı. Suyun peşinden gitti pencere perdesinin altında
yakaladı.
“Bir kere kaybetmeye başlarsanız talihsizliğin
nerede duracağını şeytan bile kestiremez” derdi annesi böyle zor zamanlarda.
Suyu kafasına dikti. Boş şişeyi çöp kutusuna fırlattı. Çöp sepetine girmeyen
pet şişe döşemede garip bir ses çıkartarak yuvarlandı. Büfenin üstünde dizili
küçük şişelerden birini daha kafasına dikti ve çöp sepetine fırlattı. Onu da ıskaladı.
Ardından pencerenin perdesine uzandı ve çekti. O da senelerdir değişmemiş ağarmış
bir perdeydi. Kafasını kaldırınca
dışarıda sokağı, sokağın ışıklarını görmeyi umuyordu ama koyu bir karanlık belirdi
önünde. Camda kendi yansıması ona bakıyordu. Biraz dikkatlice bakınca karşı da bir duvarın varlığını fark etti. Karşısında sıvanmamış
eski bir tuğla duvar duruyordu.
“Şu kapı dışında bir kapı yok.”dedi
kendi kendine. Birden panikledi.
“Tabii de, zaten her oda öyle olmaz
mı? Her odanın bir tane kapısı, en az bir tane de penceresi olur, değil mi? Yani
paniğe gerek yok” dedi. Sakinleşmek için derin derin nefesler aldı. Kalktı
banyoya gitti. Küçük bir banyosu vardı odanın. Eski tip ayaklı bir lavaboda
yüzünü yıkadı tam havluya uzanırken almaktan
vazgeçti, yüzünden sular damlayarak odanın içinde birkaç dakika dolaştı. Yatağın kenarına ilişti. Bir
anda eli ayağı boşaldı ne yapacağını bilmez halde durdu. Kendini toplamaya
çalıştı. Elçiliğin adamlarından
çekinmeye başlamıştı. “Karşı tarafın adamlarıyla içli dışlı samimi hatta angaje
olmuş olabilirler miydi?” İçindeki merak ve şüphe giderek büyüyordu.
Tanrı bilirdi ya, buradaki üst
düzey personeli buraya o atamış olmalıydı. Şimdi neden içini kurt kemiriyordu? Dayılarıyla
yaptıkları savaşın en büyük askeri lojistik destekçisi Pelican Cumhuriyeti idi. Bu ülke Tanrı şahittir ya diğerlerinin
toplamından daha fazla silah göndermişti. Dünya güçlülerin dünyasıydı,
diğerleri onlara hizmet eder ve borçlanırlardı. Borçlu olursanız, siz ne
derseniz deyin, yularınız kimin
elindeyse onun istediği yöne doğru gider, onun istediği gibi kişner, onun
istediği adamı çiftelersiniz, derdi eskiler.
Ama bu küçük adam kendinde bir
keramet ve ustalık var sanarak küçük dev adam olduğunu düşünmekte ve olaylara
akıllı ve zekice çözümler bulmakta usta olduğunu sanmakta ve Dünya üzerindeki
diplomatik ve siyasi problemlere kendince akılcı çözümler bulabileceğine her
insan gibi kalpten inanmaktaydı. Yaşamakta olduğu topraklarda usta bir oyuncu
olduğu su götürmezdi ama şöhreti sınırların dışına çıkabilmiş miydi, mesela Rosya[7]’da
tanınırlığı var mıydı? Bunu kendisi de
itiraf ederdi ki onun hemşehrisi olanlar dışında bir tanınmışlığı olamamıştı
orada.
II. Dünya Savaşından sonra son şeklini
alan büyük tarım alanlarına sahip bir kırsal memleketti Latoonya. Sosyalist Rosya’nın tahıl ambarıydı. Ülke diğer
cumhuriyetler gibi asıl kişiliğini Glastnost ve Prestroykadan sonra kazanmıştı.
Bağımsız Devletler Topluluğu düşüncesini ortaya ilk koyan devletlerden biriydi Latoonya
Cumhuriyeti. O zamandan beri Ros dayılarına katılmak isteyenlerle yeni
cumhuriyetciler arasunda ayrımcılık başlar.
Böylece araya diğer yarım kürenin devletleri
girerler ve Hektor ve taraftarları batının yardımıyla başa gelirler. Çocukluk
arkadaşı Pavel’in söylediğine göre batılı manyaklar, kendilerini demokrasi
havarileri sanırlar, diğerlerini de diktadan
kurtarılması gereken zavallılar. “İlgili
bölgeleri takip edersen Dünya enerji alanlarını, petrol ve doğal gaz nakil hatlarını
takip etmiş olursun. Yani nerede mineral ve kazanç zenginliği varsa orada
paylaşım savaşı başlar. Batı yarım küresi de emperyalist mantıkla dünyayı kendi
çıkarlarına göre yeniden düzenlemektedirler.”
Bunları düşünürken yere düşürmüş
olduğu abajurun şapkasının hemen
yanında mercimek büyüklüğünde bir
karaltı dikkatini çekti. Bir dinleme cihazına benzetti. Eline aldı, evirdi,
çevirdi. Casus mikrofon olmalıydı. İçinde bir düş kırıklığı belirdi. Korktuğu
başına geliyordu. Ekibinin içinde meleklerle şeytanlar onu düşmanlarına satmış
olmalılar diye içine bir sızı düştü. Kızmaktan çok hüzünlenmişti küçük adam.
Hektor odasında tecrit edilmiş olduğunu şimdi anlıyordu. Kolları iki
yana düşmüş, çaresiz bir şekilde yatağının ayak ucunda ayakta dikiliyordu. Şimdi
neyi planlıyorlardı acaba? Pavel burada olsaydı bu başına gelir miydi?
***
“Biz insanlar XX. YY da Haçlı
seferlerinden daha sık aralarla sürüler halinde Dünyanın hemen her yanında savaşmış,
bir yüz yıl içinde Orta çağdaki dünya nüfusundan çok daha fazla insan
öldürülmüş ve çevresel tahrip olmuş, ozon tabakası delinmiş, küresel ısınmayla
iki derece sıcaklık artışıyla birlikte çevre geri dönülemeyecek şekilde tahrip
olmuş” derdi Pavel”
Küçük adamın aklından bunlar
geçerken yerdeki dinleme aygıtını ayağını altına alıp ezmeye çalıştı. Pencereyi
açıp dışarı uzandı, aşağı yukarı bakındı, ardından mikrofonu dşarı attı. Hemen
üst katta bir pencerenin varlığı karanlık olmasına rağmen ayan beyan ayırt
ediliyordu. Aynı ölçüde bir pencere olmalıydı. pencere kearlarından zayıf bir
ışık sızıyordu. Boşluğun üstü cam
benzeri bir malzemeyle kapanmıştı. Boşluğun içinde hafif
hava akımının varlığını hissetti ve
“Üstte camların bazıları kırılmış olmalı” diye düşündü geriye
çekilirken.
Ekibin akibeti aklına takıldı bu
sefer. Öğleyin saat birde dönmüştü yarım kalan toplantıdan.
“Bana telefon bağlamayın. Kimseyle
görüşmek istemiyorum” demiş ve Büyükelçi ve elçilik güvenlik şefi ile birlikte
ikinci kattaki bu odaya çıkmışlardı. Yanındakilere bir küfürle “Defolunuz”
dedikten sonra küçük seyahat valizini odaya getirtti. Heyetin gelişini
beklemeden kendini bu odaya adeta hapsetmişti. Küçük lavabonun üstündeki aynada
gördüğü yüzünü hiç beğenmedi, bir ılık duş alıp ağır hareketlerle sinek kaydı
bir traş oldu. Buraya kadar kesin ve
ayrıntılı hatırlıyordu. Sonra nasıl gördüğünü kesin olarak anımsamadığı,
küçük çalışma masasında körüklü bir dosyada çözülmüş bir mesaj olduğunu gördüğünü anımsadı.
O sırada Büyükelçiyle kripto memuru Olesiya’nın odada olduklarını da anımsadı
ama nasıl içeri girdiklerini çıkaramadı. Mesajı okuyunca durup birkaç defa daha
okuduğunu ama anlamakta zorlandığını anımsadı.
Paketin alıcı tarafından reddedileceği,
bunu tv yayını sırasında yapılacağının, yazıyordu. Mesajın geliş saatinin sarıkafa
ile toplantı sırasında olduğuna dikkatimi
çekmek için Olesiya tarafından tükenmez ile geliş saatinin altının çizildiğini
bizzat Olesiya ona göstermişti. Kaynak dikkat çekiciydi,
Londra. Ama bu olayı toplantı saatinde haber vermeleri, kapıları aralık
bırakarak her tarafı hoş tutmanın İngilizcesiydi diye yorumlamıştı bizim
Başkan.
Sabah saatin dördünde yine aklına
takılan düşüncelerden kurtulamamış, adeta kendi kendine konuşuyor, binlerce
düşünce arasından işe yararlılarını bulmaya çabalıyordu. Pavel’in bu ekibe
katılmaması hâlâ bir soru işaretiydi Başkan Hektor için. Yatağa döndü, uyumaya
çalıştı, kendini hiç bu kadar çaresiz ve
acz içinde kaldığını hisssetmemişti. PC Başkanı davranışıyla ona değil ama
ülkesine hakaret etmişti. Yüzüne karşı
sayması gereken küfürleri söyleyemediğine hayıflanıyordu.
“Latoonya sevgili vatanım, göz
yaşlarım seni kurtaracaksa eğer ağlarım… Kurtarıcın kanımsa eğer, kanımı sana
bağışlarım” diye annesinden duyduğu orta çağdan kalma bir ağıt geldi aklına.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil