Sahibinden Satlık Çalıntı Oto

 

SAHİBİNDEN SATLIK ÇALINTI OTO

“İlanı dün akşam tivitledim. Evet, tıpkısının aynısı başlıkla tivitledim, valla, beyzadem. Bu gün işimiz var anlayacan. Yardımcı olursan bi çorba parası da sana arkadaş”

Sabahın ezan vaktinde, Mösyö Süleyman yüzünde bir Covid maskesi, bir elinde iki bol susamlı simit, bir omuzunda eskimiş bilgisayar çantası, tehirli gelmiş Kurtalan Ekspresi’nin Haydarpaşa’da 4. perona yanaşır gibi kahveye girdi. Yavaş ve temkinli ve de tıslayarak. Üç, dört sokak yukarıdan yokuş aşağı yuvarlanır gibi inerdi. Termosifonda Suyun kaynamasını, çayın demlenmesini beklerken ocakçı Nuri’ye anlatıyordu:

              “Sahibinden satlık çalıntı oto, altındaki satıra geçiyorsun: Size bundan iyi teklif gelirse ona koşun, durmayın. No vergi, no sigorta, no bekleme… ödemeni yap, aracını al götür. Burda araç ile ilgili bilgiler… Ve benim telefon numaram beyzadem.

“Olum Asalet, manyak mısın? Kim çalıntı malı alır? Yakana polis yapışır lan!“ der ocakçı Nuri, Mösyö Süleyman’a. Lacivert takımları çekmiş altında beyaz gömlek, manşetleri kol düğmeli bir takım ama bir tek kravatı eksik. O da yanında iç cebinde muntazam katlanmış, istirahat halinde. “Medeniyet yularım da yanımda ama o bende boğuntu yapıyor, öksürtüyor beyzadem” derdi sorulduğunda. On beş milyonluk şehrin çalışkan evlatları yavaş yavaş yollara düşmüş, onların sırtından geçinen parazitler de yolda iken Bahar kıraathanesinde bunlar konuşuluyordu.

“Hangi ahmak gelir polisten başka Mösyö?”   

“Sen öyle san. Adamlar gelip çatır çatır pazarlık edecekler. Göreceksin. Ben halkımıza güveniyorum, beyzadem.”

Süleyman Bey namı diğer Mösyö Süleyman, aşırı kibarlaştığında kullandığı sözcüktü bu, beyzadem lafı. Bunu söylerken yüzüne de alaycı bir gülümseme yayılırdı beyefendinin. Süleyman beyin karşısındakine karşı hücuma kalktığında veya kendini savunurken ya da son darbeyi indireceği sahnede gülümseyerek takındığı bir tavır ve hitap şekliydi bu.

“Haklısınız beyzadem, rahmetli pederiniz de böyle isterdi, takdir edersiniz ki bendeniz de size diğer yolu da sunmam akıllıca olurdu, öyle değil mi?”

İyi yetişmiş iyi okullarda okumuş, güngörmüş cin gibi zeki bir beyzade idi. İstanbul Valiliği tahrirat kâtipliğinden zamanında emekli olmuş, hükumetle işi olan özel teşebbüslerde de daha yıllarca çalışmıştı. Okul çağı öncesi davranışları yaşayacağı fırtınalı, iniş çıkışlı kaderinden haber veriyorken ailesi hep iyiye yormuş, hep iyi olacağını ummuştu. Öyle de olmuştu küçük Süleyman.  Muziplikleriyle kimseyi kırmadan, incitmeden ama zayıflıklarıyla inceden dalgasını geçer, onu bunu kekler, kendi deyimiyle kurabiyelerdi. Yabancı bir okulun orta kısmında yatılıyken ki bununla hep övünmüştür, bir keresinde okulun müdiresine, yaş gününde dökülen saçları için bir peruk hediye edince, öğretmenine hediye vererek cezalandırılan ilk çocuk olmuş, iki hafta okulda kalma cezasıyla ödüllendirilmişti. Aslında hareketi hoş görülebilirdi ama hediye kutusundan çıkan peruk, orta yaşlı bir erkek peruğu olmasa ve de içindeki notta, “yüz hatlarınıza ve ince bıyıklarınıza yakışacağı ümidiyle yeni yaşınız kutlu olsun” yazmasaydı. Disiplin kurulundaki savunmasında şöyle demiş:

“Onun bayan olduğunu bu güne kadar anlayamamışım, özür dilerim. Okul üniformasıyla koridorda dolaşan görevli bir mösyö sanıyordum, özürlerimin kabulünü rica ederim”. Öğretmenler kurulunda ona da hak verenler de çıkmış, “Müdüre hanımın, O peruğu kullanmadan yakışmadığına karar vermesini anlayamadıklarını” söyleyen öğretmenler ancak “Dudaklarının üzerindeki tüyler konusunda madamın hassas davranmasına hak verdiğini söyleyen biyoloji hocasına bu konuda katıldıklarını” ifade ederek cezalandırılması yönünde oy kullanmışlardı. Süleymancık kendisini affettirmek için ertesi sene Müdüre hanımın yaş gününde, kadıncağız kendini daha genç hissetsin diye, bu sefer sarı saçları örgülü bir yeni yetme kız çocuğu peruğu hediye etmeye kalkınca yine kendini izinsiz okulda kalma cezası isteğiyle öğretmenler kurulunda bulur.

Bu onun için daha başlangıçtı. Hayatta buna benzer daha çok sürprizleri yaşayacaktı. Fizik öğretmeni Kabız İhsan’ın kürsüdeki sandalyesine koydukları minderden, oturunca çıkan acayip ses sonrasında İhsan Bey öfkeyle parlayınca, aslında sınıfın ortaklaşa aldıkları o minder için ortaya atılıp “Her iki dakikada bir oturduğu yerde öne arkaya hareket eden hocamın rahatlaması için ben koydum” deyince yine iki hafta sonu izinsiz kalır zavallı.  Hafta sonu izinsiz kalma cezası aldığı günlerinde, dışarıda kalacak yerleri olmadığı için devamlı okulda kalan personelle ki sayıları beşi geçmezdi, arkadaşlık ve dostlukları gelişecektir.  Örneğin okulda kalan mutfağın aşçısıyla arkadaşlık kurar, ona temizlikte yardım eder, onunla sohbet etmekten son derece keyif almaya başlar Süleymancık. Sayısını kendinin bile unuttuğu hapis günlerinin sonucunda bu arkadaşlıklar dostluğa döner. Mutfakta yaşı geçkin ama dostluğu emsalsiz matmazel Nicole’den aldığı pratik eğitim, ileride meyvesini verecek ve her türlü yemeği ama özellikle Fransız kuzinesini güzel pişirir hale gelecektir. Okulların tatile girdiği her yaz ailesi, özellikle babası onun çeşitli işlerde çalışmasını ister ve kendi arkadaşlarının yanına çırak olarak çalışarak harçlığını çıkarmasını teşvik ederlerdi. Bu da zaten sosyal bir çocuk olan Süleyman’ın daha bir girgin, hareketli ve ağzı laf yapan biri olarak hayat kavgasına birkaç adım önde başlamasına yardımı olur.

Süleyman Bey önündeki çayın buharına dalarken kullandığı eski tip yarım akıllı cep telefonunun çalmasıyla “hayırdır inşallah” diyerek toparlandı. Arayan karısıydı, dönüşte pazara uğramasını ve şunu, şunu, şunu almasını kendi üslubuyla hatırlatıyordu. Çocukluğunda ve gençliğinde evde aradığı huzuru bulamayan adam, dededen kalma evde karısıyla beraber sakin bir hayat geçiriyor olmasına rağmen aradığı her neyse, sabahın bu erken saatlerinde evden kaçtığına göre, evinde de, evliliğinde de bulamadığı ortadaydı. Bu gün yeni bir şey deneyecekti.  Bir heyecan dalgası içinde aradığı –her neyse, demiştim biraz önce- telefonu özenerek açtı.

“Günaydınlar efendim” dedi mösyö Süleyman.

“Süleyman beyle mi görüşüyorum? Yani şu arabasını satacak adamla mı? Süleyman şaka olsun diye başını salladı. Telefondaki cevabını alamayınca, tekrar sordu.

“Başımı sallamıştım göremediniz. Pardon, evet O’yum madam”

“Siz nasıl olur da çalıntı bir aracı satarsınız? O başkasının malı, sizin değil ki. Utanmanız, sıkılmanız yok mu sizin? Buna hırsızlık derler ve bu bir suçtur. Bu şakaysa eşek şakası olmuş, vicdansız adam. Haram bu haram!” Bas bas bağırıyordu kadın.

“Sizi polise şikâyet edeceğim.” Bu arada nefes aldığı bir sırada mösyö Süleyman araya girdi:

“Affedersiniz bayan, siz beni azarlamak için mi telefondasınız?” dedi. Ocakçı Nuri de karşısına oturmuş, onun konuşmasını dinliyordu.  Telefondaki ses kesildi, ne olduğu belli olmayan seslerden sonra tekrar konuştu.

“Yani bu hırsızlık olmuyor mu?” Nuri elindeki tepsiyi tef gibi havaya kaldırdı çalar gibi sağ elinin orta parmağıyla “tınn” diye hafifçe vurdu.

“Duydunuz tefin sesini, süreniz başladı” diyerek mösyö Süleyman’a sırıttı. Nasılsa henüz kahvede, pardon kıraathanede müşteri yoktu. Ocağın yanındaki bir masada ikisi karşılıklı oturuyorlar ve Mösyönün elindeki telefona bakıyorlardı, konuşanı görmek istercesine. Bu konuşmaya iki bardak çayla iki adet simit de şahitti, boş kıraathanede.

“Sahi, siz bana nasihat vermek için mi telefonla aradınız madam? İsterseniz bununla ilgili hiç konuşmayalım. Bu sabah ilk arayan siz oldunuz ve bu kadar erken aranacağımı hiç ummuyordum, sevinçle açtım telefonunuzu ama satışla ilgili konuşacağımıza bu olayın ahlâklı olup olmadığını tartışacağız. Benim ilanımı okuduysanız benim zamanım kısıtlı, bugün en yüksek teklife aracı satacağım diyordu ilanım madam. Ahlâk bunun neresinde ya da neresinde değil, benim umurumda değil. Şimdi müsaadenizle telefonu kapatacağım” dedi Süleyman.

“Dur, bir dakika” dedi kadın. Mösyö duraksadı birden. “Şey kaç para?”

“Dedim ya siz kendi cebinize bakın, kaç para vermek isterseniz o kadar. Artırma usulü bir satış olacak. En yükseğe satılacak madam. Fiyatını siz teklif ediniz. Otomobilden anlar mısınız? Eşiniz ya da çocuklarınız varsa onlara danışabilir misiniz?”

“Şey, nasıl olacak? Bir sakıncası var mı? Bilmem ki? Cezası olur mu?” dedi kadın alçak sesle. Süleyman Bey cevap vermeden usulca telefonu kapattı. Ocakçı Nuri tepsiye tekrar yavaşça vurarak konuşmayı bitirmiş oldu.

“Abicim gel şu işten vaz geç sen. Bak ne diyordu madam?” diye söylenerek kalktı masadan. O sırada Kıraathanenin camlı kapısı açıldı, sabahçılardan iki kişi konuşarak girdiler ve sobaya yakın bir masaya kendilerini adeta bıraktılar.

“Hayırlı sabahlar Nuri’cim, size de Süleyman Beyefendicim” diye kıkırdadılar. O sırada telefon zırıldadı. Mösyö Süleyman üstünü başını düzeltti sesinin akordunu yaptı.

“Günaydınlar beyefendi size nasıl yardımcı olabilirim?”  telefonda bir erkek sesi. Süleyman bir süre dinledi, başını salladı ve cevap verdi:

“Haklısınız, sağ olsunlar arayanlarımız oldu. Evet, tivitirde bahsettiğimiz gibi. Aracımız çalıntı yani bir tarihte çalınmış, ama iyi durumda. Resimlerini gördünüz mü? Güzel di mi?  Kıymetini siz takdir edeceksiniz mösyö. Evet, en yükseği veren aracı alır gider. Hazırlanmış evraklarımız var tabii. İki senedir bende. Sizin ehliyetiniz var mı? Bu on beş sene içinde şu güzel İstanbul’umuzda kaç defa ehliyetinizi Trafik polisine gösterdiniz? Endişe edilecek bir şey var mı? Harika, teklifiniz nedir? Teşekkür ederim, şimdi kaydediyorum” deyip telefonu kapattı. Cebinden bir not defteriyle eski bir Tropen[1] dolmakalem çıkarıp deftere bir şeyler yazdı. Masaya gelmiş olan Nuri’ye göz kırpıp cebine koydu. O sırada telefon tekrar çaldı.

“Günaydın efendim, sabah şerifler hayrolsun.  Kaç yaşınızdasınız efendim? Bugün yaş gününüz mü? Allah sağlık ve huzur dolu uzun ömürler versin efendim. Daha uzun yıllar yaşamak istemiyor musunuz? Sağlığınız nasıl efendim? Sabretmek lazım, Allah’ın verdiği canı yalnız Allah alır. Günaha girmemek lazımdır. Sabır, sabır, sabır. Sağlık ve mutluluklar dilerim beyefendi.” Demesiyle telefonunu acele kapattı.

“Adam gidici Nuri, kanserin son safhasında ama nedense arabayı satın alıp buradan gitme düşüncesindeymiş. Ya hu ayakta duramıyorsun. Feleğin unuttuğu yerdesin, haline şükret. Ağrıları son haddindedir herhalde. Panik halinde bana sarmış sabahın kör saatinde beyzadem.”  Lafını bitirdiğinde telefonu yine çınladı. Süleyman cevaplamaya hazırladı kendini. Kibarca açtı telefonu:

“Buyurun efendim. Nasıl yardım edebilirim?”

“Ben Şeymuz. Satlık araba senindir?” Mösyö bir an tereddüt edip cevapladı. “Hee.”

“Hee mi?” dedi telefondaki adam. Ardından telefondan kahkahası yükseldi. “Ula hırhızlık malı nası senin olur babam?” tekrar güldü. “Ağanın malın kesersen, teslim etmezsen senin olur tabii”

“Bakın, ortada ağa filan yok hemşerim. Bu araç iki, üç yıldır bende. Merak ediyorsanız, ben de merak ediyorum kaç para teklif edeceğinizi? Nakit olarak kim en fazla verirse aracı o alıp gider” dedi Süleyman. Telefondaki şaşkın “Rıza dayıya mı verecen malın parasın yoksa Mıçı’nın garajına mı  bırakacan? Ben onları eyi tanıram gardaş… İş yapmışlığımız var” diye devam ediyordu ki Süleyman sordu:

“Benim işlerim onlarla değil. Kaç para vermeyi teklif ettiniz, duyamadım?”

Şehmuz kekeledikten sonra “15, 20 verah” dedi.

“20 bin yazıyorum. Tamam, ama ben bu paraya bırakmam. Eyvallah” dedi ve telefonu kapattı mösyö. Şeymuz kalakaldı elinde telefon. “İyi de bu kim ki? Çaldığı malı kendi malı sani, elden çıkarmaya çalışıy, ortalığı poh ideceh bu herif” diye içinden geçirdi.

 

Ocaktan Süleyman’ın yanına gelirken Nuri iki de çay getirmişti. Süleyman, ondan çayın demini açmasını rica etti, döndü biraz su ilave etti, rengi paşa çayına andırınca “tamam” dedi. Çırağını ve kalfasını salgın döneminde işten çıkarmıştı. Şimdi her işe kendi koşar olmuştu zavallı Nuri. Koca salonu ve tuvaletini silip süpürüyor, temizliyor, ocağa bakıyor, esnafa bile çayları kendi dağıtıyordu. Gerçi eski hareketlilik yoktu ama yine de yoruluyordu. Kıraathanenin hali perişandı, hava aydınlık olsun, olmasın yarı karanlık bir halde, gündüzleri ışık yakmadan idare ediyordu, Nuri. Salondaki televizyonu uzun süre açamamış, sonunda da söküp eve götürmüştü. Yol boyunca bütün esnaf aynı durumda adeta mucize bekliyorlardı.  Herkes geçen ayki elektrik faturalarını yatıramadığından bugün yarın kesmeğe gelecekler diye tedirgin bekliyorlardı.

“Nereye kaybolmuştu bu mahalleli?” 

Nuri, Süleyman’ın masasına otururken Süleyman’ın telefonu yine çaldı. Mösyö kendine has kibarlığıyla telefonu açtı. Telefondaki bir ilkokul öğretmenidir. Haftanın iki günü semt pazarlarına gidip, omuzunda taşıdığı kilim veya seccadeleri satarmış, geçimine takviye olsun diye. Binlerce ilanın arasından bu ilanı görünce yayan dolaşarak çabalamak yerine elden düşme bir otomobil alıp, oturmakta olduğu semtten uzak, öğrencilerine yakalanmadan, diğer semtlerin pazarlarına uzanmak istediğini söyler Süleyman’a.

“Siz öğretmensiniz kardeşim, yakışır mı size çalıntı mal almak, satmak veya onu kullanmak? Siz bu topluma ahlâk olarak örnek olmalısınız. Ben öyle bilir öyle söylerim” diye çıkışır Mösyö Süleyman. Uzunca bir sessizlik olur aralarında.

“Alo, orda mısınız?” der alçak bir sesle.

“Ya sen? Sen neden böyle yapıyorsun? Çevrenizde gözlerine bakacağın birileri yok mu? Eşin, çocuklarınız falan? Onlara nasıl para kazandığını nasıl anlatıyorsun? Çocuğun beden eğitimi dersinde forma ya da spor ayakkabısı istediğinde nereden alıp getiriyorsun? Akşamları yatağa uzandığında vicdanın rahat mı senin, birader? Yoksa akşamları yatmayıp işe mi gidiyorsun?” Süleyman susar ve telefondaki sesi dinlemeye devam eder.

“Yalan söyler misin? Evet, dersin değil mi? Çalar mısın, demeyeceğim çünkü cevabı malum. İnsanları kıskanır ya da sever misin? Aşağılar mısın onları? İyilik yapar mısın dar da kalanlara? Yani zaafları da olan sıradan birisin. Bu durumda bana ahlâk dersi mi vereceksin zavallı? Senin bir otomobilin var satacak olmuşsun, ben de alıcı. Bunda ne günah var?” Hâlâ kendini de rahatsız eden ahlaki özüne dokunan bu hareketi mazur görmeye çalışıyordu.

“Ben sıradan bir insanım ders verme derdinde de değilim. Hocalık da yapmıyorum beyzadem. Herkesin ahlâkı kendine” diye mırıldandı Süleyman. O sırada kafasının içinde bir ayet dalgalandı: Lekum dînukum veliye dîn. (Sizin dininiz size, benim dinim bana)

“Ben sadece sana hatırlattım. Aklıma gelmişken sorayım, çarşıya, pazara çıktığınızda KDV vermemek için satıcıyla pazarlık eder misiniz? Ya da Satıcı size kasa fişi veya fatura vermeden KDV almayayım derse, kabul eder misiniz?  Etmezsiniz, çok güzel…” Aşağı düşen maskesini düzeltti.

“Şimdi kaç para teklif ediyorsun bu çalıntı için?” 

Masada oturan Ocakçı Nuri telefonda konuşulanları duymak için kulağını Mösyönün telefonuna neredeyse dayamış pür dikkat dinliyordu ki mösyö suratı asık bir halde, telefonu kulağından çekip kapattı. Not defterini açıp bu öğretmeni de kaydetti. Nuri istemeyerek yerinden doğruldu, elindeki tepsiyi tef çalar gibi tutarak öbür masalardan boşları almak için aceleyle masadan ayrıldı.

Öğleye doğru arayanların sayısı yirmi beşi geçmişti. Her türlü insan arayıp teklif veriyordu, çalışanından, işsizine kadar.  Telefonlara cevap vermekten yorulduğunu hissediyordu. İnsanlar neyin doğru neyin eğri olduğuna bakmadan bu çalıntı arabayı öldüm fiyata almanın bir başarı öyküsü olacağını düşünerek, göğüslerini gere gere, öğüne öğüne pazarlık yapmaya çalışıyorlardı. Aslında pazarlık yapma değil de çalıntı bir mala sahip olabilmenin heyecanıyla teklife keyifle katılıyorlardı. “Hırsız adamın eline nasıl olmuşsa olmuş, bir otomobil geçmiş, şimdi köşeye sıkışmış, onun tepesine bineceksin, onu kendi açmazı içerisinde çaresizken elindeki ümidini söküp alacaksın. Bu bir ticari başarıdır”. Birkaç genç insan da bu heyecan içinde, dünya yüzündeki başka bir kahvede sanki birbirlerinden haberleri yokmuş gibi ayrı ayrı telefon ederek o arabayı ölmüş eşek fiyatına düşürmenin yollarını deniyorlardı.  Artarda gelen telefonları dikkatle takip eden Mösyö Süleyman bir süre sonra gelen tekliflerin giderek düşmesinden bir tertip içinde olduğunu anlamakta gecikmedi. Canı sıkıldı. Aklı almıyordu, çalıntı malı satın almak, bulundurmak, kullanmak suç olduğunu bilmelerine rağmen bu garip ilanın bu kadar rağbet görmesini anlayamıyordu. Enflasyonun ekmek arası katık yapılıp yenildiği bu günlerde, hazmı güç bile olsa yurdum insanının ahlaki değerleri çiğnemekte bu derece istekli olması özlerindeki bir şeylerin vidalarının gevşediğini mi gösteriyordu, yoksa insanoğlunun ruhlarında zaten mevcut olan eksik ve hatalarını mı?

Süleyman Bey bu düşünceler içindeyken cep telefonunun durmadan çaldığını duyuyor ama aldırmıyordu artık. Moral olarak kendini çökmüş ve yorgun hissediyordu. Koyduğu ilana saldırıları görünce kararını verdi.

“Artık telefon çağrılarına bakmayacağım. Bir şeyler ters gidiyor.”

Süleyman’a göre, antik çağdaki –hatta insanın toplum hayatına girmesiyle, ne zaman yalnız kaldığı da belli değildir zaten,-  o üstte yok, başta yok, yarı çıplak tasvirleri yapılmış insanların toplumsal ahlâk anlayışlarını geliştirmeleri, uhrevi din kitaplarından çok daha önce salt düşünce jimnastiğiyle ortaya çıkmıştı. İnsanın içinde kaynayan doğru yanlış çorbasından kaşık kaşık ortaya konmuş, tıpkı biyolojideki en iyinin seçkinleşmesi gibi giderek olgunlaşmış bir manzumedir ahlâk.

Ocakçı Nuri’nin bardakları çalkalarken hafiften söylemekte olduğu türkünün nameleri boş salonda yankı yapıyordu ki mösyö Süleyman biraz önce açıp tivitır’dan “Sahibinden Satlık Çalıntı Araç” ilanını sildiği dizüstü bilgisayarını kapatıp çantasına yerleştirdi. Ayağa kalkıp paltosunu giydi, maskesinin iplerini kulaklarından geçirip konuşma kolay olsun diye maskeyi çenesinin altına yerleştirdi:

“Nuri Paşam, müsaadenizle ben yavaş yavaş kaçıyorum. Bu işin cılkı çıktı beyzadem. Ben bizim emektarı satmaktan vaz geçtim. Ayrılmak da zor gelecekti, onun için çalınmış olduğunu ilave ederek, ilana çıktım. Öğlene kadar yirmi altı oldu, devam etseydim elliyi geçen teklif alacaktım Nuri Bey” dedi sustu.

“Eee usta şimdi n’olcak?” dercesine yüzüne bakıyordu Süleyman’ın.

“Bir şey olmaz beyzadem. Benim arabam çalıntı değil, geçen sene kapının önünden gece çalınmıştı ama sabah fark ettim, polise bildirdim. Sen hatırlıyorsun de mi? Adamlar benimle dalga geçtiler, “Süleyman bey, yaşını başını almış, yirmi beşini aşkın araba, bir yere gitmez merak etme gezer gezer evine gelir” dediler. Karakoldan çıkınca, o can sıkıntısıyla Kadıköy sahile inmiş, hırçın denizi seyrediyordum ki onca gürültü arasında benim arabanın plakası kulağıma çalındı bir ara.  Trafik polisi arabanın bulunduğu yerden çekilmesini söylüyordu. Ana?! Bizimki ana caddede kaldırıma kötü bir şekilde yanaşmış, orada durmuş etrafı seyrediyordu. Arabada benzin yoktu, gece herifler arabayı yokuş aşağı salmışlar lâkin düzlüğe gelince yirmi, yirmi beş metre gitmiş gitmemiş orada cadde kenarında kalmış bizimki. Ben onu kast ederek Çalıntı dedim ilanda. Gerçekten de poliste çalındı diye kaydı var. Yemin etsem başım ağrımaz… Ama çalıntı malın bu kadar çok isteklisi olacağını tahmin edemezdim değil mi? Ahlâkın çivisinin bu derece gevşediğini görmek beni üzdü.” Mösyö durakladı sonra devam etti. “İlk işim bu telefon ve sim kartından kurtulmak olacak, yoksa rahat vermezler bana” dedi alaycı bir gülüşle. “Arabamı satmak yerine bir piyango tertipleyip büyük ikramiye olarak onu koysaydım daha mı iyi olurdu acaba?” diye aklından geçirdi.

Beyaz renkli maskesini burnunun üstüne çekerek kapıya doğru yürüdü. Çıkarken ocağa seslendi:

“Hadi bana eyvallah Nuri. Sana hayırlı işler, bol kazançlar! Nasıl olacaksa o!”

Sadık Mercangöz

22 Şubat 2022 / 02:45 Bağlıca, Ankara  

               



[1] Tropen: Alman malı bir dolmakalem markası



7 yorum:

  1. Sadık Usta’dan dolu, dopdolu bir öykü daha. Gergefde nakış işler gibi yazılmış. 2022 yılının ödüllü yarışmalarından hangisine katılsa ödül alacağından hiç kuşkum yok. Yeter ki Usta niyetlensin.
    Çok yaşa Sadık..

    YanıtlaSil
  2. Ne kadar da memleketimiz kokuyor bu hikaye sevgili Sadık,

    Sağol, varol.

    YanıtlaSil
  3. Sadık aklına, eline sağlık.
    Konu harika, hikaye süper.

    Öncelikle iyileştiğinize sevindim.

    Sevgiler.
    Aydın Y.

    YanıtlaSil
  4. Sadık hocam, konuyu çok güzel işlemişsin. Eline kalemine sağlık. Gerçekten böyle bir ilan verilse, öğlene kadar hikayende belirtilen rakamdan daha fazla başvuru olur.
    Toplumumuzun çok güzel bir açığını yakalamışsın.
    Yenilerini bekliyoruz. Turgut Yalkı

    YanıtlaSil
  5. Yorum yok....Duygu var.teşekkürler

    YanıtlaSil
  6. oya gibi işlenmiş ellerinize sağlık

    YanıtlaSil
  7. oya gibi işlenmiş ellerinize sağlık

    YanıtlaSil