III. Bölüm
uyuyup kalmıştı. Birisi üstüne güzel koyun kılından örülmüş bir yerli battaniyesi örtmüş, belki de iyi gecceler deyip geçip gitmişti. Ama kim? Her halde hizmetlilerden biri olmalıydı. Başını kaldırıp etrafa bakındı, yarısı yanan ayaklı lambalarla salon loş bir şekilde aydınlatılıyordu. Salon orta büyüklükte oval bir davetkâr mekan sunuyordu anlayana. Dar kenarında yer alan büyük bir şöminede baltayla kesilmiş odunlar yanıyordu. Yerinde doğruldu, oturdu. Salonda yalnız olmadığı hissine kapıldı bir anda. Başını kaldırıp baktığında orada şöminenin önündeki koltuklarda birileri oturuyor gibi geldi bay Başkana. Hâlâ yanan odunların çıtırtısı geliyordu kulaklarına. Bizim adam seslendi ama oturanlar geriye dönüp bakmadılar. Başkan yanlarına doğru yürüdü, yanlarına vardığında her iki koltuğun boş olduğunu gördü, prens Hektor. Çocukken annesinden bir çok defa dinlediği Homeros’un satırlarını hatırladı. Akilleyus tarafından öldürülme anı gelmişti.Tıpkı yüz yıllar öncesinde olduğu gibi etrafındaki ihanet çemberinin daraldığını, henüz kılıf ve askılarından çıkarılmamış kılıçların yakında kendisine karşı çekileceğini biliyordu.
Yorgunluktan hayal gördüğünü düşünerek akşam üstü sekreter kadının gösterdiği banyoya yöneldi. Yürürken ışıkların kendini takip ettiğini fark etmedi bile. Biraz sonra soğuk duşun altında buldu kendini, seri hareketlerle yıkanıyordu ki banyonun kapısı açıldı ve içeriye solgun yüzlü karısının, kızlarıyla birlikte süzüldüler. Adam şaşkın şaşkın, “Banyo meşgul” diye bağırdı. Karısıyla kızı bir sis gibi dağıldılar. Arkalarından şaşkın şaşkın bakarken duvar fayanslarının aralarından bir kaç düşman askerinin içeriye girip kapıyı kapatmaya çalışırlarken Hektor “Çıkın lan dışarı” diye bağırdı. Banyo bir anda boşaldı. "Hepsi hayal, aklımı koru Tanrım".
Başkan biraz sonra bornoza sarınmış,
bitkin bir halde şöminenin yanına geldi, karşısındaki koltuklardan birine
oturdu. Hektor’un ölüm sahnesinde Akilleyus yaralı haldeki Hektor’u kendi savaş
arabasının arkasına bağlar ve Turuva’nın duvarları önünde yerlerde sürükler.
Onun o anlarda yaşayıp yaşamadığını Homer usta bahsetmez ama bugün, şimdi Hektor
bütün o acıları ta yüreğinde hissetmektedir.
Mart ayı Latoonya’da kıştan bahara
geçişin tereddüt ayıdır, don ağaçları zayıf anlarında yani çiçeklenirken
yakalar. Sabah kalkarsınız kış dallarda
kırağı ve buz olarak sarkmaktadır. Don steplerinde şu anda topraklar donmuş
haldeyken on beş, yirmi gün içinde çözülme başlar ve ortalık çamur deryasına
döner. Steplerde ve ormanlarda bütün
ağır araçlar çamurlar içinde çok zor hareket ederlerdi. Böyle zamanlarda hava
kuvvetleri, dronlar ve karşı hava savunma sistemlerinin etkileri daha belirgin
olarak ortaya çıkar. Latoonya’nın acil ihtiyacı buydu.
Gece yarısına doğru nedenini
bilmediği bir huzursuzlukla gözleri açılıverdi. Koltukta uyumuş kalmış olmaktan
boynuna ağrılar girmişti. Birden bahçeden çığlıklar yükseldi. Pencereden görülen ışıklar ağaçların
gerilerinde bir yerlerde bir yangının bütün hızıyla başladığını anlatıyordu.
Gözlerine inanamadı. Beyaz evde yangın
olacak şey değildi ama işte şimdi oluyordu. Başkanın gözüne Misafirhaneye doğru
koşan karaltılar çarptı. Eve doğru küçüklü büyüklü iki gölge yaklaşıyordu ve
yaklaştılar, yaklaştılar koşarak pencerenin önünden hızla geçerlerken Başkan
onları tanıdı. Karısıyla kızıydılar yatak kıyafetleri içinde. Alevlerin ışığı
korkuyla açılmış gözlerini, pençe, pençe kızarmış yüzlerini süzülen yaşlarını aydınlattı.
Adamı ve bu misafir konutunu görmeden telaşla koşuyorlardı önlerindeki
karanlığa doğru. Başkan telaşla pencereye atıldı ama pencerenin ispanyolet[1] kulpu
boşa dönüyor ve kanat açılmıyordu. Camı tekmeledi, en ufak bir çizik dahi
oluşmadı, cam adamın önünde kaskatı, görülmez, aşılmaz bir engel olmuştu. Başını elleri arasına alıp bir yere çöktü.
“Düşün” dedi kendine “Düşün.”
“Bunlar hep hayal! Benim gözümü
korkutacaklar ve istediklerini alacaklar, hesabı içindeler. Ancak onlarla
pazarlık etmeden razı olamam. Yakında bizim gücümüz tükenecek, atacak bir
fişeğimiz bile kalmayacak. Onun için acele etmeliyim. Milletin dayanacak gücü
ve açlık ve yoksullukla mücadele güçleri de kalmadı. Pazar yerleri yarı yarıya boş.Şimdi
ben de soruyorum: Tanrım sen neredesin? Bize yardım et!” diye bağırdı.
Bir daha uyayamadı. Kalan zamanı
ayakta geçirdi. Kendisine ihanet edenlerin kimler olabileceğini bulmaya çalıştı
bir süre. Sonunda kendinden başka herkesi şüpheli saydı, bunun içine çocukluk arkadaşı Pavel’i de dahil etti.
Hayati öneme sahip bu seyahatte onu yalnız bırakmak başka ne demekti? Ekibi
gözden geçirdiğinde vatanseverliğinden şüphe bile etmeyeceği Genel Kurmay
Başkan yardımcısının dahi PC Başkanına hayranlık duyduğunu KİT[2] den
aldığı raporlardan öğrenmişti. Yine aynı
raporlardan Büyükelçinin de PC hayranı
olduğu, ve en samimi sınıf arkadaşlarından Piç Harry'nin de Başkanın danışmanları
arasında olduğunu yeni öğrenmişti. Büyükelçinin,
Başkanın heyetindeki tüm bilgilere sahip olması, aynı bilgileri PC’nin başka kanallardan elde etmiş olması halinde bile
onun Başkanı zamanında uyarmamış olması,
onun iki taraflı oynadığını da düşündürüyordu.
Ama bunlardan çıkardığı sonuç kendisinin yarattığı bu ortamda almış olduğu neticenin
bir karabasan olduğunu nihayet kendine
itiraf edebilmişti. Yenmek düşüncesi yerine düşmanı da rahatlatacak bir orta
yol düşüncesi ile savaşı bitirmek.
Son zamanlarda aldığı kararların
yetersiz ve zayıf kaldığını, başlangıçta onu destekleyen gülen yüz maskelerinin
işler sarpa sarınca ortadan kaybolduğunu
ancak şimdi farkettiğini de kendine itiraf etti. Bundan dolayı acı duymakla birlikte, bunu
kendine itiraf edebildiği için hafiflemiş, rahatlamıştı. Davranışlarını gözden
geçireceğine karar verdi. Yavaş yavaş kendine olan güveni artarken onu arkadan vuranları cezalandırmaya da söz verdi. Kendisine karşı
çıkanların devlete ve onun yüksek menfaatlerine de karşı olduğu anlamı da çıkar safsatasına
kapıldığını hissetti. İşte kibirlenme bu olmalıydı. Vazgeçilemez olmak.
Bir zaman sonra bu duygularla yatak
odasına geçip yatağa sakince uzandı. Yetersizliğini kabullenmek küçük adama keskin
bir sızı yaşatırken öte taraftan da bunu
bulup itiraf edebilmiş olmasının haklı gururunu
duyuyordu içinde. Hatalarının kefaretini ödüyorum diyordu içinden. Bir süre
sonra ağır bir uyku bastırıyor ve
karabasanlar sağa sola kaçışan insanların acı dolu bağrışlarıyla süslü, tanıdık,
tanımadık bir dizi hayallerle dolu uykusuna
dalıp dalıp çıkıyorlardı. Zavallı Hektor, ortalık aydınlana kadar uyanık kaldı.
Göz kapakları ağırlaştı, ağırlaştı ve kapandı. Birden karısı ve kızını gördü,
kaynanasının köyünde panik içinde çığlık atarak koşarlarken. Yatakta bir anda
doğruldu. Eliyle istavroz çıkardı.
***
“Dün geceki yaşadıklarından haberim
var evlât” dedi. “Onlar senin kâbuslarındı. Biz PC olarak Latoonya’nın yanındayız biliyorsun değil mi? Seni biz bu
koltuğa oturttuk. Seni ve ülkeni ortada bırakmayız. Bizim desteğimiz olmadan
sen ve senin ülken bir adım dahi atamazsınız, bunu anla lütfen. Sen de bize
karşı anlayışlı ol”.
“Dün bütün gün aileni annesinin
köyündeki o evde yaşayan her kim varsa
alıp Germanya'ya getirmekle uğraştık. Şimdi onlar bizim korumamız altında
oğlum… Bizimkilerin zamanlaması mükemmeldi. Nitekim, dün gece özel bir
Ros birliğinin o köye baskın yaptığını öğrendik. Elleri boş döndüler. Kendini
dünya hakimi sayan ajan kılıklı adam, buna çok bozulmuş, tahmin ettiğin gibi.”
Durmadan konuşuyordu. Söylediklerini dikkatle dinleyen Hektor, söylenenlerin
gerçekliğini şüpheyle karşılıyordu.. Ama
ya doğruysa?
Uzaktan bir piyano sesi gelir gibi
oldu kulağına. Kızının yavaş yavaş çaldığı piyano etütlerine benziyordu. Her gün
ama her gün sabahları bu etütlerle uyanırdı Başkanımız, istemeden de olsa yanında
yarı çıplak yatan karısını uyandırmadan usulca yataktan kalktığı zamanları
hatırladı ansızın. Sıra sıra tabutların önünde diz çökmüş dua ederken gördü
kendini. Burnunun direği sızladı, küçük parmakları tuşların üstünde gezinirken
kızı belirdi gözünde. Bu sefer tabuttaki karısıydı. Aklını yitireceğini sandı.
Başını salladı sertçe o görüntüler kaybolsun diye ama olmadı. O çelimsiz kız
belirdi, başkentte konservatuvarında keman çalışıyordu tanıştıklarında. Yine
başını salladı sertçe. Olmuyordu. O gösterişli tabutta karısı ilk tanıştıkları haliyle
yatıyordu. Gözyaşları kendiliğinden
yuvarlandı yanaklarından. Tam o sırada diğer tabutların önündeki
insancıkları ayağa kalkarak, ona doğru döndüler. Olduğu yerde donup kaldı
Hektor.
***
İçeriye birkaç haber muhabiri
gürültüyle girdiler. Onların girmesiyle koca Başkan gidip çalışma masasının üstüne
oturup ayak ayak üstüne attı, poz verdi.
“Vov, vov, vov sessizlik lütfen”
diye ağzını büze büze yüksek sesle seslendi. “Acele işi olan varsa çekip
gidebilir, kalacaklara bir sürprizimiz var. Değil mi, Hektor, Mektor… her
neyse? Af edersin.” diye uzanıp Latoonya Başkanının kolundan yakalayıp kendine
doğru çekti ve elini omuzuna koydu. Hektor içinden “gül oğlum” dedi. Bozuntuya
vermeden sırıttı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Başkan ortalığı yatıştırdı.
Küçük adam yüzünde o sırıtık ama donuk maskesiyle başını bir aşağı bir yukarı
sallayıp duruyordu, koşuya çıkacak heyecanlı yarış atı gibi. O sırada Latoonya
heyeti başta Büyükelçi olmak üzere birer ikişer içeriye girdiler, takım
elbiseli kravatlı küçük Başkanlarının etrafında toplandılar. O kalabalık anlaşmanın yapılacağı salona geçti,
Bütün dünya televizyonlarının akşam
haberlerine çıkacak zamanlamayla tören başladı. Büyük ağabey Latoonya’yı tam
olarak koruyacak hava savunma sisteminin bir ay içinde kurulacağını, gerekli
mühimmat ve silahların sevklerine başlanacağını, PC ve dost devletlerinin
kardeş devleti o demokrasi düşmanı devletlere karşı yalnız
bırakmayacağını, en kısa zamanda ateş
kes teklifini her iki devlete de sunacakları konusunda anlaştıklarını söyledi.
Bizim adam hâlâ yüzünde donuk bir
sırıtışla bakınırken medyaya bakıp başını bir aşağı bir yukarı sallıyordu.
***
Karısı ve ikinci çocuğuyla
Stambol’a sığındığını söyledi.
Son sahnede Homer usta yüz yıllar
önce Anadolu’ya ayak basan Akalar Turuva surları önünde on yıl süren savaşın
sonunda perişan olmuş giderlerken bir Turuva
atı hilesiyle oyunu bitirir, herkes bilir bunu. Oysa Hektor Batının
pohpohlamalarının ülkesini getirdiği açmazın önünde, Pelican Cumhuriyetinin
tüccar ajanlarının omuzları üzerinde Medvedi yenmek üzere sahneye tekrar çıkar.
Ülke doğudan başlayarak işgal edilirken önce Tüccar Başkanın ve Batılı Devlet
Başkanlarının araya girerek bir ateş kese ikna ederler her iki ülkeyi de. Aşşağlık
bir anlaşma ile perde iner.
Bizim
Hektor, gündüzlerin geceye, gecelerin neye dönüştüğünü ifade edemiyordu. İstenmeyen bir
adam olmuştu artık. Paralel bir alemin bu dünyadaki tek örneği zavallı bir
varlık olup çıkmış. PC Başkanı ona dünyanın hangi ülkesine isterse oraya resmen
gönderebileceğini, o memleketin bir vatandaşı olabilmesi için gerekli bütün
kağıt kürek işlerini hazırlatacağını yemin billah ederek söylemiş. Dönememiş
ülkesine içi kan ağlayarak. Ülkesini sevdiğini sandığını çok daha sonra
anlamışmış. Önce kendini ve ailesini
sevdiğini kabul etmiş bizimki. Artık orada Hektor vatan haini olarak anılmaya başlar..
Muhalefet yanlıları onu her konuda hatalı
buluyorlardı. İdari ve politik yetersizliğinin ötesinde, kasıtlı hareket
ettiğini de söyleyerek vatan haini olarak Yüce divanda yargılanmasını isterken onun bu şekilde cezalanması ülkenin bütün
dertlerinin sona ereceği düşüncesinde birleşmişler gibi, onu cadı
kazanında kaynatmanın peşine düşmüşler.
“Gün geldi ve ekip ülkeye döndü.
Hepsi benim kendi başıma anlaşmayı onlara danışmadan imzaladığımı kendilerini
de imzaya zorladığımı söylediler. Ortalık bir anda kurban pazarı oldu. Hani
sizde oluyor ya, bririsi alıyor biri satıyor ortada bir kurbanlık... Ellerini
tutup sallıyorlar. Gazetelerden öğrendim. Ben işte o oldum. Kimse bana sormadı n’oldu
diye, ama karar verdiler. Ben de kaçtım güzel vatanımdan… yakın ama o derece de uzak bambaşka bir yere,.”
“Bu ülke Babil kulesi. Birbirini
anlamayan, kırk ayrı milletin bir arada yaşadığı bir yere geldi ben. Herkes
konuşur kimse dinlemez kimseyi. Herkeste var bir balık aklı, unutur ama herkes
haklı…. Hata olursa mutlaka şeytan karışmıştır o işe. Herkes kader, kısmet der boyun
büker durur…Karım bir bale okulunda çalışır… ben de şurda burda çalışırım. Kızım
Germanya'da. Karımın annesi, nasıl derler? Ölü yani mort. Ben ucuz çalışırım
ucuz. PC Başkanı her ay maaş gönderir bana bozdururum, her ay maaşım artar… PC
bütçesi güve deliklerini tıkamak isterse…
“O zaman kötü…”
“Hoop Aleko, senin törn.”
“Tafra sıtrit, yeşilay apartman. Muzaffer bey alcaan! okey?” diye bağırdı pencereden Muzo şef, durak şefi. Bizimki başını sallayıp arabasına yürüdü, bir buçuk saatlik bir iş, diye aklından geçirdi. Ama bura Stambol’du, hiç belli olmaz. Yüzyıllar önce Hektor Turuva’daydı Aleko Stambol’a gelmiş, Beykoz’a Baygın. “Yaşamak için güzel burası. Üstelik vapur sesleri de cabası” diyordu.
Sadık Mercangöz, Antalya 26.05.2025
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder