Yaz Yazıları 6


 O DA NE Kİ NİZAM?

Bedir sabahın erken bir saatinde kahvenin önüne çıktı. Erken denirse de tatil yörelerinde yaz aylarında saat dokuz falan erken  sayılır, gece geç yatılır, yorgunluk ve sıcaktan biraz da uyunamaz kısacası geç uyunur, sivrisinekler müsaade ederse tabii bazen de uyunmaz, sızılır. Dün akşam çok geç olmadan ocağı ve kasayı oğluna bırakıp, dükkanın arkasındaki tek odalı residanslarına yatmaya gitmişti...

Akşam geç saate kadar oğlu ve diğer çıraklar servis yapıp, son şezlong ve sandalyeleri kaldırıp düzeltinceye kadar çalıştılar, sildiler süpürdüler. Ertesi günün kargaşasına kahveyi ne kadar hazır bırakırlarsa da kapandıktan sonra az da olsa gececiler gelip masalarda oturur, koyu sohbetlere dalarlar, sandalyeleri sağa sola çekerler ve  öylece de bırakıp giderlerdi. Bazen de oturan gececiler olmaz ama gün ağarırken balığa çıkma başarısını gösteren sağlam, meraklı amatörler olurdu. Gece sabaha dönerken o serinlikte sıkıca giyinmiş ellerinde sandal ya da motora ait yekeler, kürek ve iskarmozlar ile olta ve çapariler olduğu halde sandallarını ite kaka ya da karaya bağlı motorların mazot çantaları, adeta ışıklı hayaletler gibi sahilde kahvede toplaşırlar, oradan alışkanlıkla “maişet motor”larına geçerlerdi bu geçkin delikanlılar.

“Recep geldin mi? Doktor nerde len? Uyanamadı herhalde,,,”

“Ben burdayım arkadaş, arkamdan hemen bok atmayın. Selo, senin için ton balıklı sandviç hazırladı bu kardeşin!”

“Bööög... Ben yemem lan onu, balık değil köpek balığı etidir o, ben ancak kendi tuttuğum balığı yerim oğlum, git işine”

“Doktor o yemezse bana ver, ben yerim anam!”

“Aslanım biraz erken kalk da sen de hazırla kendine.. Ben onu da yerim onu da...”

“Selo, bujileri yeniledin mi? Yine açıkta kalmayalım. Geçen sabah ellerim su topladı kürek çekmekten.”

“Bırak ya... dün oğlen kuruladım, taktım, saat gibi oldu. Ne ortada kalması.... hanım evladı. Korkuyorsan gelme.”

“Hastir ulen, senin gibi sonradan görme değil, biz  öz be öz sahil çocuğuyuz. Sen Denizli’de  denize girerken, biz Karaburun’da balığa çıkardık arkadaş”

“Anlaşılan akşam masayı sana kitlemişler efem!”

“Ulen olum laflarken bak Ortaklardan açılmışlar bile. Konuşmayın da hep beraber çıkalım yakalayalım şunları!”

Biraz sonra pancar motorları çalışır, ritim tutmaya başlarlar, plajdaki taş iskeleden sandallar birer ikişer karanlığın içine açılırlar, motor sesleri taa karşı tepelerden yankılanırken, ellerindeki parlak beyaz fenerleri kıyıdan seçilmez olana dek giderler.

“Denizin karanlığı da bir başkadır Doktor... Değme ışıldak delemez o koyuluğu. Gidersin ha gidersin karanlık bir mağarada ilerler gibi. Karanlık içinde aniden bir efsaneden çıkacak lanet bir kayaya toslarız diye hep ürperirim.”

“Balık da karanlık derinliklerden kurtulmak için bizim fenerleri gün ışığı zanneder, kuyruk vurur bir hışımla, bir hırsla yüzgecine, kanadına yüklenir, soluk soluğa yanımıza kadar yükselir dipten.. İğne, çapari, solucan ne varsa kapar o hırsla... Garibimin gördüğü son ışık sandaldaki ışıldak olur. Bahse girerim ki içinden ‘ha bu baa bir der olsun’ diyordur.”

Delikanlılar karanlıkta istedikleri yere geldiklerini düşündüklerinde oltalar suya değer birer birer. Ses seda kesilir, sabırla beklemeye geçilir, bir titreşim gelirse ellerine, parmaklarından geçer taa yüreklerine kadar yükselir, o zaman şamata başlar.

Havanın durumuna göre oltacılar güneşin zeytinlik tepelerinden görünmeye başlamasıyla dönüşe geçerler, kahve açılmadan biraz önce ya da açıldıktan bi az sonra yanlarında götürdükleri termoslarındaki çay ya da kahveleri bitmiş ve morarmış olarak kıyıya dönerler. Onlar ilk müşteriler olarak sabırsızlıkla çayın hazırlanmasını beklerler. Bazılarının ellerinde veya sepetlerinde akşamki rakıya eşlik eddecek kadar balık vardır  ama o gün bir tek bile yakalamayanların ağızları onların kovalarından daha da kalabalık olur.

 “Ne balıktı oğlum, nah bir kulaç vardı.. Ya, en azından yarım metreydi. Misinayı nasıl kopardı kaçtı, görmedin mi abi? ”

“Hee öyledir babam. Bence de en az bi metreydi, anasını sattığımın orkinosu.”

“Ulen burda orkinos, morkinos ne gezer, atacaksan destekli at paşamu...“

“Ulan metrelik hangi balık var bu sularda?”

“Sen bana bırakacaktın dümeni bu gece de balığı görecektin.... Abi sana söyledim ya, yarın benim kerterizlerin olduğu yere gideriz...”

“Ulen hangi devirde yaşıyorsunuz? Ne kerterizi? Karanlıkta kerteriz mi olur?  Açın telefonlardaki GPS lerinizi öyle gidin, gideceğiniz yere. Yakalayamadınız derya kuzularını şimdi çene yorarsınız.  Bak doktora, çekmiş mırmırları, keyifle seyrediyor denizi, Allah sizi inandırsın, her bir çekişinde her iğnede bir mırmır,  iğneleri bir alışı var ağızlarından, hastanede operasyonda zannedersiniz, yemin ederim..”

Bu şamata Bedir’in sıcak çayları masaya koyuşuna kadar sürer giderdi. Biraz sonra güneş tepeye tırmanırken, sitenin sokaklarında birer ikişer kaybolurlardı bu sabahcı balıkçılar.

Bu sabah ise poyrazdan dolayı balığa çıkan da olmamıştı, akşam geç vakitlere kadar laflayan da, bütün masa ve sandalyeler derli toplu yerlerindeydi. Rüzgâr tam karşıdan geliyordu plaja, bu esintide dalgalar kısa ama sert olurdu. Meraklı bir iki kişi dışında kimse denize girmez, onlar da denizden çıkınca sahilde duramazlardı. Böyle zamanlarda rüzgarda oturmak istemeyenler sahile bile gelmezlerdi. Site içinde yürüyüşe çıkarlar, evlerinde gazete ve kitaba dalarlar ya da kapalı balkonlarda komşuculuk oynarlardı.. Bedir aklından, “Bugün başa baş kapatırsak kasayı iyidir” diye geçirdi. Çayı demleyip dönüp masasındaki yerine oturdu.  Bakkalın çırağı da populer bir  gazeteyi getirip masanın üzerine bıraktı. Masanın üstüne yaydığı rengârenk gazetenin bütün renkli başlıklarını ve resim altlarını okudu çabucak. Kalkıp ocağa geçti, demliğin kapağını açıp demlenip demlenmediğine baktı ardından  kendine bir çay koydu, alışkanlıkla şekere uzandı sonra elini hızla çekip kafasını sallayarak kendine kızdı. “Neredeyse bir sene olacak şekeri yasakladıkları, halâ şekersiz içmek zor geliyo...  yasaklandı ya” diye söylendi. Kahvenin her tarafından rüzgarın uğultusu geliyordu kulağına. Güneş parlak iyice yükselmiş, gökyüzü masmavi, pırıl pırıl. Körfezin karşıları keskin bir şekilde rahatlıkça görünüyordu.

“Bu kadar güzel havada kazanamazsam evin taksitleri n’olur bilemem. Öğlene doğru rüzgâr kesilir, umarım ahali gelir. Bu hafta böyle gidecek dediler, hava mutedile dönerse kalabalık olur, kazanırız. Yoksa desteden papazı çekeriz.” İçini çekti. “Gasteler ne yazarsa yazsın, istedikleri pembe tabloları çizsinler, durum onların takdim ettiklerinden daha da kırmızı bana göre” demişti Nizam beye. O da:

“Ulen oğlum bu adam gelmiş geçmiş en büyük Devlet Başkanı, adamı çekemeyenler, Türkiye şöyle, Türkiye böyle demekteler.”

“Şeytan kendini beğenendir derler bilirsiniz “ diye uyardı Nizam’ı Bedir.

“Bak yeğenim, Geçen Cuma hoca efendi de şöyle söyledi: ‘münafıklara aldanmayın, şimdi birlik zamanı’ dedi. Yabancı paralara bilhassa Dolar denen Amerikan parasına zinhar güvenmeyin,  bir gün çıkıyo, birgün iniyo, anasını sattığımın parası. Ama Tl öyle mi ya? Hep sabittir, adeta güneş gibi ortada diğer paralar etrafında kıçlarını başlarını oynatıp duruyorlar oluuum. Şimdi n'apacaz hocam? dedik. Gavur paralarını evimizden atceez, evin bereketi ve uğuru kaçmasın cemaat! Kur’anı Kerimi azim-u şan’ın olduğu yerde veya odada yabancı para, mara olmaz, o eve melaike girmez’ dedi, Hoca efendi."  
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                           “Koca Türkiye, her şeyiyle kocaman, büyük bir memleket. Dünyada hangi devlette var ulen, gençliğinde futbol oynamış, uzun boylu, yakışıklı bir devlet başkanı?” 

Bizimki düşündü, doğru valla..
“Bu durumdan memleketi düzlüğe çıkarsa, çıkarsa O çıkarır ve dış mirakların desiselerini bozsa bozsa   O bozar” demişti Nizam. Bizimki düşündü, doğru. “Karşısında rakip olacak kimse var mı?” Nizam eliyle o malûm işareti yaptı: “Sözüm meclisten dışarı, naah var...” demişti o gün.

Bedir kendi durumunu doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyordu. Bir kaç aydan beri sıkıntıyla karışık macera içindeydi ailesiyle beraber, kiraların ödeme zamanı geçmiş paraları denkleştirememişti. İdare zamanı geçen kiralara faiz koyarım demişti kontratta. Ulan zaten net kirayı ödeyememişti ki üzerine faiz işletseler nasıl ödenecekti? Diğer yandan ev kredisini ödemezse başına geleceği biliyordu, evin üzerindeki ipotek onu zincirlemişti zaten. Çaya zam yaptı diye Nizam efendiyle papaz olmuştu, çayı eski fiyattan satmaya kerhen de olsa tamam demişti. Tost most öylesine satışı düşmüştü. Neyse ki waffle denen fantastik şey, çocuklar arasında çok seviliyordu da biraz kendini dengeye getirmişti. Ama işte mevsim sonuna gelmişlerdi, birer ikişer sayfiyeciler evlerini kapatıp gideceklerdi, okullar açılmış hatta bir iki hafta da geçmişken kala kala emekliler kalacaklardı, ocaktan çay kahve, gazoz vs içmeyen,  kendi çaylarını termoslarla kıyıya getiren evden getirdikleri çerezlerini başkalarına göstermeden atıştıran, bu arada da idarenin plaj gölgelikleri altına sehpa getirilmesini bekleyen, bu hizmet karşılığında da  “Ulen bunun da parası olurmuş oğlum” deyip “ücret ödemeye yanaşmayan,  dedelerle nineler kalacaklardı geriye. g                                                  

Parlak güneş, masmavi gökyüzü köpüklü iri dalgalı denize gözü takıldı, “Bu poyraz daha bir iki gün devam edecekmiş hey Allahım, bana insaf et! Sahilde de kahvede de bu rüzgarda insan bulmakta zorluk çekersiniz” diye düşündü. O sırada sandalyesini kurmakta olan koyu mavi tişörtlü beyaz saçlı bir adama takıldı gözü. Daha önce görmüş müydü? Hatırlayamadı. Adam bir kolunun altında bir şey tutarken boynundaki havluya sahip olmaya çalışıyor, diğer taraftan tek eliyle plaj sandalyasını açmaya çabalıyordu. Bedir bir süre adamın nasıl yapacağını merakla seyretti. Kalktı dışarıya çıktı etrafa bakınırken adamın sandalyesi açılır gibi oldu aynı anda elinden kurtuldu ve uçarak taa kahvenin kapısına kadar geldi, paldır küldür. Bu yaşlı adamla tanışması işte o günmüş, uçan sandalyeyi adama geri götürdüğünde. Adam o günlerde gelmişmiş yazlığa, bu yeni gelişiymiş, eve çekinerek girmişmiş, ama bir kaç gün içinde eve ve çevreye  ısınıvermişmiş.. Evet, kayınpederinden kendisine intikal etmiş iki odalı bir yermiş:

“Denize yakın önü manzaraya açık, hap kutusu büyüklüğünde bir ev ama aslolan burada, buranın havası ile bu rüzgârla ve işte şu denizle birlikte olmak değil mi?” demiş  yaşlı adam Bedir’e.

 “Aslolan yanınızda içinde huzur ve sağlık olan bir çıkın bulundurmak, ha burası olmuş ha orası ya da toprağın altı. Geride ne bıraktığınız önemli, bir salyangoz bile giderken ardında bir iz bırakır... Biz bir salyangoz kadar olalım yeter. Ondaki azmi görmeniz lazım, hayata nasıl tutunduğunu bunu yaparken o minik aklını nasıl kullandığını görebilmek lazım” diye gülümsemiş Bedir’e.

“Nereliymiş bu adam?”

“Valla sormadım Nizam amca... Ama okumuş yazmış, olgun bir insan.”

“Monşer mi?”

“O da ne ki. Ben bilmem, seni tanıştırırım buraya geldiğinde sen sorarsın...” dedi, çayı bırakıp  ocağa dönerken.  Nizam efendi içinden bir küfür sallayıp, “Devir cahillerle doldu anasını satayım. Daha Monşerin ne oldunu bilmiyo... Sultan Abdülhamit han hazretleri ne demiş, ‘külli mütercimin kâfirun’ [1]demiş, bu monşerlere de benzer adamlar derler...” diye kendi kendine söylendi.

Bedir yeni tanıştığı adamdan çok etkilenmişti. Sandalyesini götürdüğünde adam boynundan uçmaya ve yerde sürünmeye kararlı havlusunu yerinde tutmaya çalışıyordu, diğer kolunun altında kalınca kitabı tutarken. Rüzgârsa buna duyarsız hamle üstüne hamle yeniliyordu.

“Beyefendi bu rüzgârda rahat edemezsiniz, isterseniz şu cam perdelerin arkasına yerleşiniz. Orada daha az hissedersiniz bu rüzgârı” demesine rağmen adam sanki duymamış gibi teşekkür edip plaj koltuğunu zar zor açtı. Zorlukla da oturdu.

“Bu nefesler ancak rüzgârda okunur derler. Nefes, ya da rüzgâr. Bir solukta okumak! Bakalım başarabilecek miyim?” diye güldü.

Bedir dudak büktü. “İsterseniz içeriye geliniz, bu çırpıntıda en sessiz ve sakin yer!” dedi ve döndü kahvehaneye doğru yürüdü, içeri girmeden son bir defa başını adama doğru çevirdi, birden şaşırdı. Adamın yanında parlak koyu mavi saçlı bir kadın oturuyordu, saçları havalarda uçuşuyordu. Nereden ve nasıl gelip oraya yerleştiğini çıkaramadı.  Sakince içeri girdi. Hanımıyla karşılaştı, kadın sonuna kadar esneyip kapıya doğru iyice bir gerindi.  kadıncağız dünkü yorgunluğu üzerinden atamamanın sarhoşluğu içinde yarı uykulu, yarı uyanık  “Günaydın” dedi. Bedir karşısındaki çocuklarının anasını bir an koyu mavi parlak saçlı olarak görür gibi oldu, gözlerini açıp kapayarak hayali gözünün önünden kovaladı. Karısına sahilde oturanları gösterdi. Yine şaşırdı, kadın yer değiştirmiş adamın öbür yanına geçmiş, saçlarını da iyice salıvermişti bu laf dinlemeyen rüzgâra..  Hayretler içinde kaldığını nice sonra anlayabildi zavallı.

“Oğlum sen mecnun musun? Saçlarını maviye boyamış bir karı, ister orada oturmuş ister şu tarafta. Ha hasan kel,, ha kel Hasan.  bunda şaşacak ne var?” dedi Nizam efendi.

O gün yani Bedir’in Onu ilk gördüğü gün, Adam o rüzgârda biraz oturup kitap okuduktan sonra daha fazla dayanamadı, yanındaki kadınla bir şeyler konuştular, ayağa kalkıp toparlandı ve kahveye doğru yürüdü. Bedir Onu kapıdan girerken farketti.

“Buyurun her taraf boş, istediğiniz yere geçiniz beyefendi. Ama şu  masayı tavsiye ederim, en iyi sahil manzarası buradadır” diyerek oturduğu yerden adama yer gösterdi. Ak saçlı, beyaz tenli, mavi gözlü,  beyaz spor ayakkabı beyaz şort ile koyu mavi tişört giymişti. Adam plaj sandalyesini elinden yere bıraktıktan sonra diğer elindeki kitabı ve havluyu masaya bırakıp acele etmeden üstünü başını düzeltmeye çalıştı. Bedir çayı getirdiğinde:

“Ben kahveci Bedir, bu da benim karım, beraberce  çalışıyoruz burada. Afedersiniz, yenge hanım da gelseydi, rüzgârda kalmasaydı” dedi sahile bakarken.

Bedir baktığı yerde kimseyi göremedi. Şaşırdı Adama doğru döndü sorar gibi baktı yüzüne.  Adam gayet sakin, dalgalı ak saçlarını düzeltti, Bedir’e bakan bakışları sahile doğru döndü. Ufuklara daldı, gitti. gözleri buğulandı, kirpikleri titredi ama kendini toparlayıp kahveciye döndü.

“O gelemez...”  dedi Adam. Bedri şaşkın, şaşkın Adam’ın ağzına bakıyordu. Yanındaki karısı çalan bir telefon sesiyle kasaya doğru uzaklaştı. .

“Neden gelemez?” derken sahile baktı yeniden. Sahil halâ boştu.

“O gelemez... O gelemez.  O beni terk edeli bir ay oluyor. Kanserden... ” dedi ve sustu. Gözlerini yumdu, kendi içine döndü adamcağız. Mimiklerinden ve dudaklarının hareketlerinden Adamın içinden Ona seslendiğini ve cevap beklediği rahatlıkla anlaşılıyordu. Bu iç buluşmasının bitmesini sesiz, sakin bekledi kahveci. Adamın gözleri yarı aralık ama gerçek zamanın dışına çıkmıştı artık, sanki öbür dünya ile arasında bir perde kurulmuş da ve  o perdenin ardında yanan şem’anın ışığında beliren  tanıdığı gölgeleri görüyor gibiydi. Adamın yüzündeki mimikler  bazen ciddileşiyor bazen belli belirsiz bir gülümseme yayılıyordu yüzüne. Kahveci Bedir ne kadar süre  geçtiğin unuttu masadan yavaşça kalktı, yeni gelenleri karşıladı, bir müddet sonra tekrar Adam’ın yanına geldi ve yerine oturdu yavaşça. Adam hafiften terlemişti. Aniden gözlerini açıp Bedir’e gülümsedi. Derinden gelen kalın bir sesle “Siz onu görmüşsünüz  öyle değil mi?” dedi kahveciye.

“Neyi, kimi görmüşüm?”

Adam gün görmüş gözleriyle sahile döndü, gülümsedi... Rüzgâr yine alabildiğine eserken bayraklar çıldırmış, denizde dalgalar köpüklenmiş, güneş masmavi bir fon üstünde parlak bir stüdyo spotu  gibi pırıl pırıl.

“Rüzgâr birazdan kesilecek merak etmeyiniz.. Yarına kadar rahatsınız. Birazdan burası kalabalık olur.”

Kahveci suskun Adamı hayretle izliyordu. Gözü direklerdeki mavi bayraklara ilişti, gerçekten de bayrakların  o deli dalgalanmalarından vaz geçmiş gibi bir halleri vardı, fırtınaya   dönen rüzgâr sakinliyordu. Adam masanın üzerine bırakmış olduğu kitabı eline aldı, kaldığı yeri buldu ve okumaya başladı, dalıp gidecekti ki aklına kahve içmek geldi.

“Bana bir az şekerli kahve yapabilir misiniz? Soğuk suyla lütfen” dedi. Kafası karışmış olan kahveci tereddütle tekrar sordu:

“Ben neyi görmüşüm acaba beyefendi?”

“Sahilde benim yanımda mavi saçlı bir kadın görmediniz mi?”  Bedir’in aklı yine şarj olmamıştı. Mavi saçlı kadını unutmuştu. “O mu eşiniz?” yüzüne bakmaya çalıştı Adamın...
“Doğruysa ben nasıl gördüm Onu?”
“Gönül gözüyle dostum..."   
       
Karışmış olan kafasıyla sarsak adımlarla ocağa döndü, kahve yapmak için. Soğuk suyla demişti Adam. Su dolu cezveyi elektrik ocağını tablasının üstüne oturttuğunda cezve hafifce cızırdadı. Bizimki halâ adamın söylediği mavi saçlı kadındaydı. Kendi kendine “Ben gördüm onu da nasıl gördüm? Şimdi o gördüğüm havada uçuşan mavi saçlar bunun karısı mıymış? Eğer öldüyse burda ne arıyo bu kadın? Yaşıyorsa bir anda görünüp, bir anda nasıl kaybolur? Nasıl olur bu iş? Böyle şey olur mu? Olmaz!” diye mırıldanırken kahve hafiften kabarıp taştı ve cızırtıyla karışık tısladı. Toparlandı ve fincana koydu köpüklenen kahveyi.  Tepsi içinde götürürken halâ aklında mavi saçlı kadın vardı. “Sallıyor olmasın? Öyle bir şey   yapmayacak kadar ağırbaşlı amma...” masaya vardığında Adamın gözleri yarı kapalı düşüncelere dalmış gitmiş  olduğunu gördü..
“Beyefendi kahveniz, bu da suyunuz” dedi kahveci Bedir. Adam bu yarı uyku halinden toparlandı, gözleri açıldı, yüzüne bir gülümseme yayıldı.
“Sağolunuz!”  

Adam elindeki kitabı masanın üzerine bırakırken “Nesimi[2] Divanı “ dedi.. “İnsan sonunu bilince gazel ve kasidelerini okurken hep o akibeti aklına geliyor ve son derece üzülüyor, sonra da bir insan olarak yapılanlardan utuanç duyuyor..” bir iç çekti.  “Tasavvufda ki Vahded-i Vücûd anlayışından  yola çıkarak Hallac-ı Mansûr gibi “Enel Hak[3] demeye varan  bir mütefekkir, yani düşünür bu adam.” kahvesinden küçük bir yudum aldı, kahveciye sevecen bakışlarla baktı.
“Pir Sultan daha sonra ne demiş bilir misiniz?
 
Münkirin gıdası Hakk’tan kesildi
Nesimi yüzüldü Mansur asıldı
Dünya yedi kere doldu ıssıldı
Dolduran Muhammed eken Ali’dir.”


O sırada kasadan çağırdılar Bedir’i. Gitti, ama aklı Adamdaydı halâ.
Adam kahvesini bitirdi, oturduğu masadan sahile baktı, fırtına kesilmişti. Koyu mavi saçlı kadın bir plaj şemsiyesi altında oturuyordu. Onu görünce toparlanmaya karar verdi. Havlusunu boynuna attı, yerde duran plaj sandalyaesini iyice sıkıştırıp sol kolunun altına soktu, kitabı da
 sağ eline aldı. Kahveden çıktı, kumsala doğru yürüdü.
Bedir O gün olanları Nizam efendiye anlatıyordu daha sonraki bir  gün.

“Adam çok değişik bir insandı” dedi.  Onun karısının ölmüş olduğundan ve o ölmüş kadını da plajda  gördüğünden hiç bahsetmedi Nizam’a. Anlatırken aklına geldi, soruverdi: “Nizam amca sen bilirsin, tasavvuf ne ola ki?         

Nizam efendi kendinden emin, kasılarak konuştu:

“Heç anlamam, benden uzak olsun.. Bu adam hoca desen hoca olamaz, hoca olsa şort giymez, plajda oturmaz, kitap okumaz, papaz desen alâkası yok. Cin mi, şeytan mı bilemedim. Amma monşer olabilir. ”
 
 

Sadık Mercangöz,  Artur, Burhaniye, 26 Eylül 2018  01:02

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          




[1] Bütün tercümanlar kâfirdir, ihanet ederler manasında bir söz.
[2] Asıl adı Seyyid imadeddin Nesimi (~1370 -1419) olan Azerbeycanlı şii şair, fikir ve inancından ötürü Mısır Kölemen  Sultanının emriyle bir rivayete göre Şam’da, başka bir söylentiye göre  Halep’te derisi yüzülmek suretiyle öldürülmüştür.
“Aşık-ı divaneyem geldüm “enel hak” söylerem
Nâr birdür, nûr bir asılıvirsem dâr bir”
“Mende sığar iki cihân, men bu cihâna sığmazam”
 
[3] Enel Hak: Tanrı benim içimdedir, Tanrı benim!

7 yorum:

  1. Epeydir yeni bir yaz öyküsü yok diye düşünürken bu öykü geldi. Bunları sana zorla kitap olarak bastırtacağız. Ellerine sağlık. älemine kuvvet.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

      Sil
    2. Sevgili Saim senin gibi teşvik edici ve cesaretlendirici arkadaşlarım olduktan sonra basım işi kaçınılmaz görünüyor.
      İyi dileklerin için teşekkür ederim, görüşmek ümidiyle hoşçakal...

      Sil
  2. "Dost kimdir?" sorusuna "Arkadaşının başarısıyla övünen kişidir" yanıtı, bizce en doğru tanımdır. Çok anlamlı ve öğretici bir öykü. Beyninize sağlık...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Dostluğunuza ve iyi dileklerinize teşekkür ederim..

      Sil
  3. Eline sağlık Sadık.
    Çok güzel!

    YanıtlaSil