O DA NE Kİ NİZAM?
Bedir sabahın erken bir saatinde kahvenin
önüne çıktı. Erken denirse de tatil yörelerinde yaz aylarında saat dokuz falan
erken sayılır, gece geç yatılır,
yorgunluk ve sıcaktan biraz da uyunamaz kısacası geç uyunur, sivrisinekler
müsaade ederse tabii bazen de uyunmaz, sızılır. Dün akşam çok geç olmadan ocağı
ve kasayı oğluna bırakıp, dükkanın arkasındaki tek odalı residanslarına yatmaya
gitmişti...
Akşam geç saate kadar oğlu ve diğer
çıraklar servis yapıp, son şezlong ve sandalyeleri kaldırıp düzeltinceye kadar
çalıştılar, sildiler süpürdüler. Ertesi günün kargaşasına kahveyi ne kadar
hazır bırakırlarsa da kapandıktan sonra az da olsa gececiler gelip masalarda
oturur, koyu sohbetlere dalarlar, sandalyeleri sağa sola çekerler ve öylece de bırakıp giderlerdi. Bazen de oturan
gececiler olmaz ama gün ağarırken balığa çıkma başarısını gösteren sağlam,
meraklı amatörler olurdu. Gece sabaha dönerken o serinlikte sıkıca giyinmiş
ellerinde sandal ya da motora ait yekeler, kürek ve iskarmozlar ile olta ve
çapariler olduğu halde sandallarını ite kaka ya da karaya bağlı motorların
mazot çantaları, adeta ışıklı hayaletler gibi sahilde kahvede toplaşırlar,
oradan alışkanlıkla “maişet motor”larına geçerlerdi bu geçkin delikanlılar.
“Recep geldin mi? Doktor nerde len? Uyanamadı
herhalde,,,”
“Ben burdayım arkadaş, arkamdan hemen bok
atmayın. Selo, senin için ton balıklı sandviç hazırladı bu kardeşin!”
“Bööög... Ben yemem lan onu, balık değil köpek
balığı etidir o, ben ancak kendi tuttuğum balığı yerim oğlum, git işine”
“Doktor o yemezse bana ver, ben yerim anam!”
“Aslanım biraz erken kalk da sen de
hazırla kendine.. Ben onu da yerim onu da...”
“Selo, bujileri yeniledin mi? Yine açıkta
kalmayalım. Geçen sabah ellerim su topladı kürek çekmekten.”
“Bırak ya... dün oğlen kuruladım, taktım,
saat gibi oldu. Ne ortada kalması.... hanım evladı. Korkuyorsan gelme.”
“Hastir ulen, senin gibi sonradan görme
değil, biz öz be öz sahil çocuğuyuz. Sen
Denizli’de denize girerken, biz Karaburun’da
balığa çıkardık arkadaş”
“Anlaşılan akşam masayı sana kitlemişler
efem!”
“Ulen olum laflarken bak Ortaklardan açılmışlar
bile. Konuşmayın da hep beraber çıkalım yakalayalım şunları!”
Biraz sonra pancar motorları çalışır,
ritim tutmaya başlarlar, plajdaki taş iskeleden sandallar birer ikişer
karanlığın içine açılırlar, motor sesleri taa karşı tepelerden yankılanırken, ellerindeki
parlak beyaz fenerleri kıyıdan seçilmez olana dek giderler.
“Denizin karanlığı da bir başkadır Doktor...
Değme ışıldak delemez o koyuluğu. Gidersin ha gidersin karanlık bir mağarada
ilerler gibi. Karanlık içinde aniden bir efsaneden çıkacak lanet bir kayaya
toslarız diye hep ürperirim.”
“Balık da karanlık derinliklerden
kurtulmak için bizim fenerleri gün ışığı zanneder, kuyruk vurur bir hışımla, bir
hırsla yüzgecine, kanadına yüklenir, soluk soluğa yanımıza kadar yükselir
dipten.. İğne, çapari, solucan ne varsa kapar o hırsla... Garibimin gördüğü son
ışık sandaldaki ışıldak olur. Bahse girerim ki içinden ‘ha bu baa bir der
olsun’ diyordur.”
Delikanlılar karanlıkta istedikleri yere
geldiklerini düşündüklerinde oltalar suya değer birer birer. Ses seda kesilir,
sabırla beklemeye geçilir, bir titreşim gelirse ellerine, parmaklarından geçer taa
yüreklerine kadar yükselir, o zaman şamata başlar.
Havanın durumuna göre oltacılar güneşin
zeytinlik tepelerinden görünmeye başlamasıyla dönüşe geçerler, kahve açılmadan biraz
önce ya da açıldıktan bi az sonra yanlarında götürdükleri termoslarındaki çay
ya da kahveleri bitmiş ve morarmış olarak kıyıya dönerler. Onlar ilk müşteriler
olarak sabırsızlıkla çayın hazırlanmasını beklerler. Bazılarının ellerinde veya
sepetlerinde akşamki rakıya eşlik eddecek kadar balık vardır ama o gün bir tek bile yakalamayanların
ağızları onların kovalarından daha da kalabalık olur.
“Hee öyledir babam. Bence de en az bi metreydi,
anasını sattığımın orkinosu.”
“Ulen burda orkinos, morkinos ne gezer,
atacaksan destekli at paşamu...“
“Ulan metrelik hangi balık var bu sularda?”
“Sen bana bırakacaktın dümeni bu gece de
balığı görecektin.... Abi sana söyledim ya, yarın benim kerterizlerin olduğu yere
gideriz...”
“Ulen hangi devirde yaşıyorsunuz? Ne
kerterizi? Karanlıkta kerteriz mi olur? Açın
telefonlardaki GPS lerinizi öyle gidin, gideceğiniz yere. Yakalayamadınız derya
kuzularını şimdi çene yorarsınız. Bak doktora,
çekmiş mırmırları, keyifle seyrediyor denizi, Allah sizi inandırsın, her bir
çekişinde her iğnede bir mırmır, iğneleri
bir alışı var ağızlarından, hastanede operasyonda zannedersiniz, yemin ederim..”
Bu şamata Bedir’in sıcak çayları masaya koyuşuna
kadar sürer giderdi. Biraz sonra güneş tepeye tırmanırken, sitenin sokaklarında
birer ikişer kaybolurlardı bu sabahcı balıkçılar.
Bu sabah ise poyrazdan dolayı balığa çıkan
da olmamıştı, akşam geç vakitlere kadar laflayan da, bütün masa ve sandalyeler
derli toplu yerlerindeydi. Rüzgâr tam karşıdan geliyordu plaja, bu esintide dalgalar
kısa ama sert olurdu. Meraklı bir iki kişi dışında kimse denize girmez, onlar
da denizden çıkınca sahilde duramazlardı. Böyle zamanlarda rüzgarda oturmak
istemeyenler sahile bile gelmezlerdi. Site içinde yürüyüşe çıkarlar, evlerinde
gazete ve kitaba dalarlar ya da kapalı balkonlarda komşuculuk oynarlardı.. Bedir
aklından, “Bugün başa baş kapatırsak kasayı iyidir” diye geçirdi. Çayı demleyip
dönüp masasındaki yerine oturdu. Bakkalın çırağı da populer bir gazeteyi getirip masanın üzerine bıraktı. Masanın
üstüne yaydığı rengârenk gazetenin bütün renkli başlıklarını ve resim altlarını
okudu çabucak. Kalkıp ocağa geçti, demliğin kapağını açıp demlenip
demlenmediğine baktı ardından kendine
bir çay koydu, alışkanlıkla şekere uzandı sonra elini hızla çekip kafasını
sallayarak kendine kızdı. “Neredeyse bir sene olacak şekeri yasakladıkları, halâ
şekersiz içmek zor geliyo... yasaklandı
ya” diye söylendi. Kahvenin her tarafından rüzgarın uğultusu geliyordu kulağına.
Güneş parlak iyice yükselmiş, gökyüzü masmavi, pırıl pırıl. Körfezin karşıları keskin
bir şekilde rahatlıkça görünüyordu.
“Bu kadar güzel havada kazanamazsam evin
taksitleri n’olur bilemem. Öğlene doğru rüzgâr kesilir, umarım ahali gelir. Bu
hafta böyle gidecek dediler, hava mutedile dönerse kalabalık olur, kazanırız. Yoksa
desteden papazı çekeriz.” İçini çekti. “Gasteler ne yazarsa yazsın, istedikleri
pembe tabloları çizsinler, durum onların takdim ettiklerinden daha da kırmızı
bana göre” demişti Nizam beye. O da:
“Ulen oğlum bu adam gelmiş geçmiş en büyük
Devlet Başkanı, adamı çekemeyenler, Türkiye şöyle, Türkiye böyle demekteler.”
“Şeytan kendini beğenendir derler
bilirsiniz “ diye uyardı Nizam’ı Bedir.
“Bak yeğenim, Geçen Cuma hoca efendi de
şöyle söyledi: ‘münafıklara aldanmayın, şimdi birlik zamanı’ dedi. Yabancı
paralara bilhassa Dolar denen Amerikan parasına zinhar güvenmeyin, bir gün çıkıyo, birgün iniyo, anasını
sattığımın parası. Ama Tl öyle mi ya? Hep sabittir, adeta güneş gibi ortada
diğer paralar etrafında kıçlarını başlarını oynatıp duruyorlar oluuum. Şimdi
n'apacaz hocam? dedik. Gavur paralarını evimizden atceez, evin bereketi ve uğuru
kaçmasın cemaat! Kur’anı Kerimi azim-u şan’ın olduğu yerde veya odada yabancı
para, mara olmaz, o eve melaike girmez’ dedi, Hoca efendi."
“Koca Türkiye, her şeyiyle kocaman, büyük bir memleket. Dünyada hangi devlette var ulen, gençliğinde futbol oynamış, uzun boylu, yakışıklı bir devlet başkanı?”
Bizimki düşündü, doğru valla..
“Bu durumdan memleketi düzlüğe çıkarsa, çıkarsa O çıkarır ve dış mirakların desiselerini bozsa bozsa O bozar” demişti Nizam. Bizimki düşündü, doğru. “Karşısında rakip olacak kimse var mı?” Nizam eliyle o malûm işareti yaptı: “Sözüm meclisten dışarı, naah var...” demişti o gün.
“Koca Türkiye, her şeyiyle kocaman, büyük bir memleket. Dünyada hangi devlette var ulen, gençliğinde futbol oynamış, uzun boylu, yakışıklı bir devlet başkanı?”
Bizimki düşündü, doğru valla..
“Bu durumdan memleketi düzlüğe çıkarsa, çıkarsa O çıkarır ve dış mirakların desiselerini bozsa bozsa O bozar” demişti Nizam. Bizimki düşündü, doğru. “Karşısında rakip olacak kimse var mı?” Nizam eliyle o malûm işareti yaptı: “Sözüm meclisten dışarı, naah var...” demişti o gün.
Bedir kendi durumunu doluya koyuyor almıyor,
boşa koyuyor dolmuyordu. Bir kaç aydan beri sıkıntıyla karışık macera içindeydi
ailesiyle beraber, kiraların ödeme zamanı geçmiş paraları denkleştirememişti.
İdare zamanı geçen kiralara faiz koyarım demişti kontratta. Ulan zaten net
kirayı ödeyememişti ki üzerine faiz işletseler nasıl ödenecekti? Diğer yandan
ev kredisini ödemezse başına geleceği biliyordu, evin üzerindeki ipotek onu
zincirlemişti zaten. Çaya zam yaptı diye Nizam efendiyle papaz olmuştu, çayı
eski fiyattan satmaya kerhen de olsa tamam demişti. Tost most öylesine satışı
düşmüştü. Neyse ki waffle denen fantastik şey, çocuklar arasında çok
seviliyordu da biraz kendini dengeye getirmişti. Ama işte mevsim sonuna
gelmişlerdi, birer ikişer sayfiyeciler evlerini kapatıp gideceklerdi, okullar
açılmış hatta bir iki hafta da geçmişken kala kala emekliler kalacaklardı,
ocaktan çay kahve, gazoz vs içmeyen, kendi çaylarını termoslarla kıyıya getiren evden
getirdikleri çerezlerini başkalarına göstermeden atıştıran, bu arada da
idarenin plaj gölgelikleri altına sehpa getirilmesini bekleyen, bu hizmet
karşılığında da “Ulen bunun da parası
olurmuş oğlum” deyip “ücret ödemeye yanaşmayan,
dedelerle nineler kalacaklardı geriye. g
Parlak güneş, masmavi gökyüzü köpüklü iri dalgalı denize gözü takıldı, “Bu poyraz daha bir iki gün devam edecekmiş hey Allahım, bana insaf et! Sahilde de kahvede de bu rüzgarda insan bulmakta zorluk çekersiniz” diye düşündü. O sırada sandalyesini kurmakta olan koyu mavi tişörtlü beyaz saçlı bir adama takıldı gözü. Daha önce görmüş müydü? Hatırlayamadı. Adam bir kolunun altında bir şey tutarken boynundaki havluya sahip olmaya çalışıyor, diğer taraftan tek eliyle plaj sandalyasını açmaya çabalıyordu. Bedir bir süre adamın nasıl yapacağını merakla seyretti. Kalktı dışarıya çıktı etrafa bakınırken adamın sandalyesi açılır gibi oldu aynı anda elinden kurtuldu ve uçarak taa kahvenin kapısına kadar geldi, paldır küldür. Bu yaşlı adamla tanışması işte o günmüş, uçan sandalyeyi adama geri götürdüğünde. Adam o günlerde gelmişmiş yazlığa, bu yeni gelişiymiş, eve çekinerek girmişmiş, ama bir kaç gün içinde eve ve çevreye ısınıvermişmiş.. Evet, kayınpederinden kendisine intikal etmiş iki odalı bir yermiş:
Parlak güneş, masmavi gökyüzü köpüklü iri dalgalı denize gözü takıldı, “Bu poyraz daha bir iki gün devam edecekmiş hey Allahım, bana insaf et! Sahilde de kahvede de bu rüzgarda insan bulmakta zorluk çekersiniz” diye düşündü. O sırada sandalyesini kurmakta olan koyu mavi tişörtlü beyaz saçlı bir adama takıldı gözü. Daha önce görmüş müydü? Hatırlayamadı. Adam bir kolunun altında bir şey tutarken boynundaki havluya sahip olmaya çalışıyor, diğer taraftan tek eliyle plaj sandalyasını açmaya çabalıyordu. Bedir bir süre adamın nasıl yapacağını merakla seyretti. Kalktı dışarıya çıktı etrafa bakınırken adamın sandalyesi açılır gibi oldu aynı anda elinden kurtuldu ve uçarak taa kahvenin kapısına kadar geldi, paldır küldür. Bu yaşlı adamla tanışması işte o günmüş, uçan sandalyeyi adama geri götürdüğünde. Adam o günlerde gelmişmiş yazlığa, bu yeni gelişiymiş, eve çekinerek girmişmiş, ama bir kaç gün içinde eve ve çevreye ısınıvermişmiş.. Evet, kayınpederinden kendisine intikal etmiş iki odalı bir yermiş:
“Denize yakın önü manzaraya açık, hap
kutusu büyüklüğünde bir ev ama aslolan burada, buranın havası ile bu rüzgârla
ve işte şu denizle birlikte olmak değil mi?” demiş yaşlı adam Bedir’e.
“Aslolan
yanınızda içinde huzur ve sağlık olan bir çıkın bulundurmak, ha burası olmuş ha
orası ya da toprağın altı. Geride ne bıraktığınız önemli, bir salyangoz bile
giderken ardında bir iz bırakır... Biz bir salyangoz kadar olalım yeter. Ondaki
azmi görmeniz lazım, hayata nasıl tutunduğunu bunu yaparken o minik aklını
nasıl kullandığını görebilmek lazım” diye gülümsemiş Bedir’e.
“Nereliymiş bu adam?”
“Valla sormadım Nizam amca... Ama okumuş
yazmış, olgun bir insan.”
“Monşer mi?”
“O da ne ki. Ben bilmem, seni tanıştırırım
buraya geldiğinde sen sorarsın...” dedi, çayı bırakıp ocağa dönerken. Nizam efendi içinden bir küfür sallayıp, “Devir
cahillerle doldu anasını satayım. Daha Monşerin ne oldunu bilmiyo... Sultan Abdülhamit
han hazretleri ne demiş, ‘külli mütercimin kâfirun’ [1]demiş,
bu monşerlere de benzer adamlar derler...” diye kendi kendine söylendi.
Bedir yeni tanıştığı adamdan çok
etkilenmişti. Sandalyesini götürdüğünde adam boynundan uçmaya ve yerde
sürünmeye kararlı havlusunu yerinde tutmaya çalışıyordu, diğer kolunun altında
kalınca kitabı tutarken. Rüzgârsa buna duyarsız hamle üstüne hamle yeniliyordu.
“Beyefendi bu rüzgârda rahat edemezsiniz,
isterseniz şu cam perdelerin arkasına yerleşiniz. Orada daha az hissedersiniz
bu rüzgârı” demesine rağmen adam sanki duymamış gibi teşekkür edip plaj koltuğunu
zar zor açtı. Zorlukla da oturdu.
“Bu nefesler ancak rüzgârda okunur derler.
Nefes, ya da rüzgâr. Bir solukta okumak! Bakalım başarabilecek miyim?” diye
güldü.
Bedir dudak büktü. “İsterseniz içeriye
geliniz, bu çırpıntıda en sessiz ve sakin yer!” dedi ve döndü kahvehaneye doğru
yürüdü, içeri girmeden son bir defa başını adama doğru çevirdi, birden şaşırdı.
Adamın yanında parlak koyu mavi saçlı bir kadın oturuyordu, saçları havalarda
uçuşuyordu. Nereden ve nasıl gelip oraya yerleştiğini çıkaramadı. Sakince içeri girdi. Hanımıyla karşılaştı,
kadın sonuna kadar esneyip kapıya doğru iyice bir gerindi. kadıncağız dünkü yorgunluğu üzerinden
atamamanın sarhoşluğu içinde yarı uykulu, yarı uyanık “Günaydın” dedi. Bedir karşısındaki
çocuklarının anasını bir an koyu mavi parlak saçlı olarak görür gibi oldu, gözlerini
açıp kapayarak hayali gözünün önünden kovaladı. Karısına sahilde oturanları
gösterdi. Yine şaşırdı, kadın yer değiştirmiş adamın öbür yanına geçmiş,
saçlarını da iyice salıvermişti bu laf dinlemeyen rüzgâra.. Hayretler içinde kaldığını nice sonra
anlayabildi zavallı.
“Oğlum sen mecnun musun? Saçlarını maviye
boyamış bir karı, ister orada oturmuş ister şu tarafta. Ha hasan kel,, ha kel
Hasan. bunda şaşacak ne var?” dedi Nizam
efendi.
O gün yani Bedir’in Onu ilk gördüğü gün, Adam
o rüzgârda biraz oturup kitap okuduktan sonra daha fazla dayanamadı, yanındaki
kadınla bir şeyler konuştular, ayağa kalkıp toparlandı ve kahveye doğru yürüdü.
Bedir Onu kapıdan girerken farketti.
“Buyurun her taraf boş, istediğiniz yere
geçiniz beyefendi. Ama şu masayı tavsiye
ederim, en iyi sahil manzarası buradadır” diyerek oturduğu yerden adama yer
gösterdi. Ak saçlı, beyaz tenli, mavi gözlü,
beyaz spor ayakkabı beyaz şort ile koyu mavi tişört giymişti. Adam plaj
sandalyesini elinden yere bıraktıktan sonra diğer elindeki kitabı ve havluyu
masaya bırakıp acele etmeden üstünü başını düzeltmeye çalıştı. Bedir çayı
getirdiğinde:
“Ben kahveci Bedir, bu da benim karım,
beraberce çalışıyoruz burada. Afedersiniz,
yenge hanım da gelseydi, rüzgârda kalmasaydı” dedi sahile bakarken.
Bedir baktığı yerde kimseyi göremedi.
Şaşırdı Adama doğru döndü sorar gibi baktı yüzüne. Adam gayet sakin, dalgalı ak saçlarını
düzeltti, Bedir’e bakan bakışları sahile doğru döndü. Ufuklara daldı, gitti. gözleri
buğulandı, kirpikleri titredi ama kendini toparlayıp kahveciye döndü.
“O gelemez...” dedi Adam. Bedri şaşkın, şaşkın Adam’ın ağzına
bakıyordu. Yanındaki karısı çalan bir telefon sesiyle kasaya doğru uzaklaştı. .
“Neden gelemez?” derken sahile baktı
yeniden. Sahil halâ boştu.
“O gelemez... O gelemez. O beni terk edeli bir ay oluyor. Kanserden... ”
dedi ve sustu. Gözlerini yumdu, kendi içine döndü adamcağız. Mimiklerinden ve
dudaklarının hareketlerinden Adamın içinden Ona seslendiğini ve cevap beklediği
rahatlıkla anlaşılıyordu. Bu iç buluşmasının bitmesini sesiz, sakin bekledi
kahveci. Adamın gözleri yarı aralık ama gerçek zamanın dışına çıkmıştı artık, sanki
öbür dünya ile arasında bir perde kurulmuş da ve o perdenin ardında yanan şem’anın ışığında
beliren tanıdığı gölgeleri görüyor
gibiydi. Adamın yüzündeki mimikler bazen
ciddileşiyor bazen belli belirsiz bir gülümseme yayılıyordu yüzüne. Kahveci
Bedir ne kadar süre geçtiğin unuttu
masadan yavaşça kalktı, yeni gelenleri karşıladı, bir müddet sonra tekrar
Adam’ın yanına geldi ve yerine oturdu yavaşça. Adam hafiften terlemişti. Aniden
gözlerini açıp Bedir’e gülümsedi. Derinden gelen kalın bir sesle “Siz onu
görmüşsünüz öyle değil mi?” dedi
kahveciye.
“Neyi, kimi görmüşüm?”
Adam gün görmüş gözleriyle sahile döndü,
gülümsedi... Rüzgâr yine alabildiğine eserken bayraklar çıldırmış, denizde
dalgalar köpüklenmiş, güneş masmavi bir fon üstünde parlak bir stüdyo
spotu gibi pırıl pırıl.
“Rüzgâr birazdan kesilecek merak etmeyiniz..
Yarına kadar rahatsınız. Birazdan burası kalabalık olur.”
Kahveci suskun Adamı hayretle izliyordu.
Gözü direklerdeki mavi bayraklara ilişti, gerçekten de bayrakların o deli dalgalanmalarından vaz geçmiş gibi bir
halleri vardı, fırtınaya dönen rüzgâr
sakinliyordu. Adam masanın üzerine bırakmış olduğu kitabı eline aldı, kaldığı
yeri buldu ve okumaya başladı, dalıp gidecekti ki aklına kahve içmek geldi.
“Bana bir az şekerli kahve yapabilir
misiniz? Soğuk suyla lütfen” dedi. Kafası karışmış olan kahveci tereddütle
tekrar sordu:
“Ben neyi görmüşüm acaba beyefendi?”
“Sahilde benim yanımda mavi saçlı bir
kadın görmediniz mi?” Bedir’in aklı yine
şarj olmamıştı. Mavi saçlı kadını unutmuştu. “O mu eşiniz?” yüzüne bakmaya
çalıştı Adamın...
“Doğruysa ben nasıl gördüm Onu?” “Gönül gözüyle dostum..."
Karışmış olan kafasıyla sarsak adımlarla ocağa
döndü, kahve yapmak için. Soğuk suyla demişti Adam. Su dolu cezveyi elektrik
ocağını tablasının üstüne oturttuğunda cezve hafifce cızırdadı. Bizimki halâ
adamın söylediği mavi saçlı kadındaydı. Kendi kendine “Ben gördüm onu da nasıl
gördüm? Şimdi o gördüğüm havada uçuşan mavi saçlar bunun karısı mıymış? Eğer
öldüyse burda ne arıyo bu kadın? Yaşıyorsa bir anda görünüp, bir anda nasıl
kaybolur? Nasıl olur bu iş? Böyle şey olur mu? Olmaz!” diye mırıldanırken kahve
hafiften kabarıp taştı ve cızırtıyla karışık tısladı. Toparlandı ve fincana
koydu köpüklenen kahveyi. Tepsi içinde
götürürken halâ aklında mavi saçlı kadın vardı. “Sallıyor olmasın? Öyle bir
şey yapmayacak kadar ağırbaşlı amma...”
masaya vardığında Adamın gözleri yarı kapalı düşüncelere dalmış gitmiş olduğunu gördü..
“Beyefendi kahveniz, bu da suyunuz” dedi
kahveci Bedir. Adam bu yarı uyku halinden toparlandı, gözleri açıldı, yüzüne
bir gülümseme yayıldı.
“Sağolunuz!”
Adam elindeki kitabı masanın üzerine
bırakırken “Nesimi[2]
Divanı “ dedi.. “İnsan sonunu bilince gazel ve kasidelerini okurken hep o
akibeti aklına geliyor ve son derece üzülüyor, sonra da bir insan olarak
yapılanlardan utuanç duyuyor..” bir iç çekti.
“Tasavvufda ki Vahded-i Vücûd anlayışından yola çıkarak Hallac-ı Mansûr gibi “Enel Hak[3]
demeye varan bir mütefekkir, yani
düşünür bu adam.” kahvesinden küçük bir yudum aldı, kahveciye sevecen
bakışlarla baktı.
“Pir Sultan daha sonra ne demiş bilir
misiniz?Nesimi yüzüldü Mansur asıldı
Dünya yedi kere doldu ıssıldı
Dolduran Muhammed eken Ali’dir.”
O sırada kasadan çağırdılar Bedir’i. Gitti, ama aklı Adamdaydı halâ.
Adam kahvesini bitirdi, oturduğu masadan sahile baktı, fırtına kesilmişti. Koyu mavi saçlı kadın bir plaj şemsiyesi altında oturuyordu. Onu görünce toparlanmaya karar verdi. Havlusunu boynuna attı, yerde duran plaj sandalyaesini iyice sıkıştırıp sol kolunun altına soktu, kitabı da
Bedir O gün olanları Nizam efendiye anlatıyordu daha sonraki bir gün.
“Adam çok değişik bir insandı” dedi. Onun karısının ölmüş olduğundan ve o ölmüş kadını da plajda gördüğünden hiç bahsetmedi Nizam’a. Anlatırken aklına geldi, soruverdi: “Nizam amca sen bilirsin, tasavvuf ne ola ki?
Nizam efendi kendinden emin, kasılarak konuştu:
“Heç anlamam, benden uzak olsun.. Bu adam hoca desen hoca olamaz, hoca olsa şort giymez, plajda oturmaz, kitap okumaz, papaz desen alâkası yok. Cin mi, şeytan mı bilemedim. Amma monşer olabilir. ”
Sadık Mercangöz, Artur, Burhaniye, 26 Eylül 2018 01:02
[1] Bütün tercümanlar kâfirdir, ihanet ederler manasında bir söz.
[2] Asıl adı Seyyid imadeddin Nesimi (~1370 -1419) olan Azerbeycanlı şii şair, fikir ve inancından ötürü Mısır
Kölemen Sultanının emriyle bir rivayete
göre Şam’da, başka bir söylentiye göre Halep’te derisi yüzülmek suretiyle
öldürülmüştür.
“Aşık-ı
divaneyem geldüm “enel hak” söylerem
Nâr
birdür, nûr bir asılıvirsem dâr bir”
“Mende sığar iki cihân, men bu cihâna
sığmazam”
[3] Enel Hak: Tanrı benim
içimdedir, Tanrı benim!
Epeydir yeni bir yaz öyküsü yok diye düşünürken bu öykü geldi. Bunları sana zorla kitap olarak bastırtacağız. Ellerine sağlık. älemine kuvvet.
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
SilSevgili Saim senin gibi teşvik edici ve cesaretlendirici arkadaşlarım olduktan sonra basım işi kaçınılmaz görünüyor.
Silİyi dileklerin için teşekkür ederim, görüşmek ümidiyle hoşçakal...
"Dost kimdir?" sorusuna "Arkadaşının başarısıyla övünen kişidir" yanıtı, bizce en doğru tanımdır. Çok anlamlı ve öğretici bir öykü. Beyninize sağlık...
YanıtlaSilDostluğunuza ve iyi dileklerinize teşekkür ederim..
SilEline sağlık Sadık.
YanıtlaSilÇok güzel!
Teşekkürler Aydın
Sil