MELANKOLİK SERANAT
Evin loşluğu açılan sokak kapısından giren ışıkla aydınlanır gibi oldu. Kapının
açılmasıyla salon penceresinden içeri dolan hava kapalı olan perdeyi havalandırdı.
Tıknaz orta boylu bir adamın silueti belirdi kapının ağzında. Genç adam içeriye
seslendi:
“Anne ben çıkıyorum, bir saat sonra evde
olurum. Tamam. gelirken markete de uğrarım, ekmeğimizi alırım. Tamam okey...” içeride yankılanan sesin ardından sessizlik
geldi. . Kapıyı kapatırken durdu, sağa sola baktı genç adam.
“Ne taraftan gideyim şimdi? Sağdan mı
gitsem? Dün soldan gitmiştim. O zaman sağ... Olamaz orası bu gün de ıslak
görünüyor. Nefret ederim, ıslak yolda yürümekten. O kadın benden nefret mi
ediyor acaba? Kasten ıslatıyor orayı benim oradan geçmemi istemiyor O. Artık
eminim O benden nefret ediyor, biliyorum. Anneme söylemem lazım.”
“Konuşmadın mı?”
“Doğru konuşmuştum. Bana Onu tanıdığını ve
Onun böyle şeyler yapmayacağını söyledi. Bu olsa olsa benim hüsn-ü kuruntum
olduğunu söyledi, ne demekse bu? Ama yanılıyor. O bu evi gözlüyor dışarı
çıkarken evinin önünü iyice ıslatıyor. Evet aynen öyle yapıyor. Balkonda otururken
de hep bizim evi gözetliyor zaten cadaloz. Tam kapıdan adımımı atıyorum, bir
elinde hortum ortaya çıkıyor, şarıl şarıl balkonunu yıkamaya başlar gibi yapıp sokağa
doğru tutuyor suyu deli karı ”
Gözünün önüne hortumla evinin önündeki
yolu ıslatan yaşlı kadın geldi, iğrenir
gibi yüzünü buruşturup başını iki tarafa salladı. Kapının hemen önünden sola döndü, sol ayağıyla
yürüyüşüne başladı. Hava geçen haftalardaki nispeten serin geçen havalardan
sonra iyice ısınmış, rutubet de artmıştı. Genç adam öğlene yaklaşan günün bu
saatinde tereddüt etmedi tempolu bir şekilde adımladı.
“Bir, ki, üç, dört...” içinden sayarak, sokağın
sonuna geldi. O sırada karşıdan köpeğinin tasmasını tutmuş Ona doğru gelen
kadını görünce bir an durakladı, gözlerini köpeğe dikti, yola devam etmekle
karşı kaldırıma geçmek arasında tereddüt etti, ne yapacağını bilmez halde
yerinde ileri geri sallanırken, birden ayağını yere vura vura, kendisini
koklamaya gelen köpeğin üzerine hamle yaptı. Olanca sesiyle “hav, hav, hav” diye
bağırdı. Köpek aniden yerinde sıçrayıp, viyaklayarak kadına doğru koştu,
bacaklarının arasına sığınırken, tasması kadının bacaklarına dolandı. Kadın
sendeledi. Korkmuş köpek onu çekmeye çalışırken, genç adamla beraber acı acı
havlamaya devam ediyorlardı. Tasmadan
kurtulmaya çalışan kadın patladı: patladı:
“Kesin şunu! Geçen gün de aynı şeyi yaptınız kardeşim! Ne korkak adamsınız... deli misiniz siz? Şuncacık köpekten korkulur mu?” diye bağırırken eliyle ayağının dibindeki ufak tefek beyaz renkli finoyu gösteriyordu. Ona aldırmayan genç adam ellerini pençe gibi kıvırmışken köpeğe doğru sallıyor, havlıyordu halâ. İyice kızan kadın köpeğini kucağına aldı, kadının kucağına gelen köpek viyaklamayı kesti. Beraberce yolun karşı tarafına geçtiler, kızgınlıkla söylene söylene yürüyüp gittiler. Genç adamın yüzüne bir işi başarmış olmasının gururuyla, manasız ve sevimsiz bir gülümseme yayıldı. “Aptal köpek, korkak köpek... bir hav dedim korktu. Korkan köpekten ne fayda gelir insana, aptal kadın, sen de aptalsın.. Beni koklamasına tahammül edemem bu itin. Havadan bile hastalığı bulaşırmış, annem demişti” diye, başını iki yana sallayıp söylendi.
“On, onbir, yook... kaçta kalmıştım...
Kahretsin dur bir dakka...” geri döndü evlerinin önüne kadar geldi kapının
önünde durdu, sokağın sağ tarafına baktı.“Kesin şunu! Geçen gün de aynı şeyi yaptınız kardeşim! Ne korkak adamsınız... deli misiniz siz? Şuncacık köpekten korkulur mu?” diye bağırırken eliyle ayağının dibindeki ufak tefek beyaz renkli finoyu gösteriyordu. Ona aldırmayan genç adam ellerini pençe gibi kıvırmışken köpeğe doğru sallıyor, havlıyordu halâ. İyice kızan kadın köpeğini kucağına aldı, kadının kucağına gelen köpek viyaklamayı kesti. Beraberce yolun karşı tarafına geçtiler, kızgınlıkla söylene söylene yürüyüp gittiler. Genç adamın yüzüne bir işi başarmış olmasının gururuyla, manasız ve sevimsiz bir gülümseme yayıldı. “Aptal köpek, korkak köpek... bir hav dedim korktu. Korkan köpekten ne fayda gelir insana, aptal kadın, sen de aptalsın.. Beni koklamasına tahammül edemem bu itin. Havadan bile hastalığı bulaşırmış, annem demişti” diye, başını iki yana sallayıp söylendi.
“Halâ ıslak. Kurumamış, yeter ama...” Geldiği tarafa döndü, sol ayağıyla başlayıp adımlamaya başladı yine.... “Bir, ki, üç, dört, beş...” Başındakı eski ve lekeli NY logolu beyzbol şapkasını düzeltti, eğildi beyaz spor ayakkabı ve çoraplarına baktı. Şortunu düzeltti, yürürken durdu, aklına bir şey geldi.
“Evin anahtarını nereye koydum? Yoksa almadım mı? Dönüşte n’olcak? Annem açar...” diye tereddütsüz cevapladı kendi sorusunu. Etrafına bakındı, kimseler görünmüyordu, herkes iki günden sonra bu gün sakinlemiş ve ısınmış olan denize inmiş olmalıydılar.
“Annem bundan nefret eder, bilirsin değil mi? Kapıyı açmaz!” son sözleri öfkeyle söyledi. Evin ön kısmındaki pencere ardına kadar açıktı. Pencereye yaklaşıp perdeyi aralayıp içeri giriverdi alışkın bir tavırla.
“Hep böyle yapıyorsun, hırsıza yol
gösteriyorsun” dedi yüksek sesle. “Benim, ben anne!” diye içeriye bağırdı.
“Anahtarı evde unutmuşum, onu almaya geldim. Sen merak etme, şimdi gidiyorum
bir saate kalmaz dönerim, annecim... Bir isteğin var mı?” İçeriden sessizlik
cevapladı genç adamı.
Biraz sonra kapıdan çıktı yine sola döndü
saymaya başladı...
Bir çeyrek saat sonra genç adam Büyük koyu
geçmiş Tilki ye doğru geliyordu bu koyun etrafında çam korusu bulunur, yani tam
olarak el değmemiş sayılabilecek küçük bir alan. Bir kaç tilki ve gelincik
ailesinin bulunduğu alandır bu alan. Çevrede oturanların artıklarıyla yaşamlarını
devam ettirmek, civardaki insanların insafına kalmış zavallı bir doğal
hayat. O sırada Tilki koyuna sapan yolda
birbiri peşi sıra giden başı boş ama kulakları markalanmış yani aşılı, irili
ufaklı üç köpek belirdi. Genç adam henüz görmemişti, her zamanki haliyle saya,
konuşa yoluna devam ediyordu. Komşu kadına kızıyor, dönüyor annesine sesleniyordu.
Bu sıcak havada, güneş altında o eskimiş beyzbol şapkası başında, lacivert
tişörtü üstünde, beyaz kısa pantalonu ve spor ayakkabılarıyla kısa konçlu
çorapları ayağında gidiyorken ayağına küçük bir çakıl taşı çarptı. Durdu
cebindeki toz bezini çıkarıp çömeldi, hafif toz olmuş olan yeri itinayla sildi. Biraz
oyalandıktan sonra doğruldu işte o zaman yoldaki köpekleri gördü.
Hemen ellerini pençe yapıp, ağzını yamıltıp,
ayaklarını yere vururken havlamaya, hırlamaya başladı, hatta uluma taklitini de
ekledi. O anda arkaları dönük kendi
yollarındaki hayvanları uyandırdı, dikkati üzerine çekti. Başlarındaki iri
sokak köpeği döndü adama baktı merakla. Peşinden diğerleri de. Ve kuyruk
sallayarak üzerine yürümeye davranınca genç adam olduğu yerde kala kaldı, bedeni
baştan ayağa buz kesti aniden, koşmak, kaçmak isteğine karşılık ayakları isyan ediyordu.
Olduğu yere çakıldı. Köpek kuyruğunu
sallayarak adama yaklaştı genç adam bir an gözlerini kapattı sıkı sıkıya, ama
köpekler halâ etrafındaydılar. Annesini çağırdı yüksek sesle ama nafile, ses
yok. Gözlerini açtı, geri döndü yavaşça adım attı, köpekler karşısında kuyruk
sallamaya devam ediyorlardı. Karşıdaki Jandarma karakolunu farketti. Bağırmak yardım istemek geçti içinden. ama
sesinin çıkmayacağından emindi. O sırada yolda bir otomobil göründü, yokuş
aşağı hızlanarak geliyorfu, bu hareket köpeklerin dikkatini çekti hep birlikte
arabaya doğru hareketlendiler. Genç adam birden yeniden kendine geldi. Eve
doğru yürümeye karar verdi. Paniklemeeden adım atmaya çalıştı, kendini sakin
sakin gitmeye ikna etti. Arkasına bakamadı bir müddet ama üç, beş adım sonra
yan gözle köpekleri takip etmek istediğinde, köpeklerin adamı unutmuş, geldikleri yönde yürüyüşe geçmiş olduklarını
gördü.
“İşte bu kadar... Beni kokladılar mı?”
Eğilip ayaklarına baktı. “Kokladılar. Mutlaka yıkanmam lazım. Şimdi mi? Şimdi, şimdi...” diye bağırdı geriye doğru
yürümeye başladı.
“Allahım ne iğrençler, ağızlarından
dilleri sarkıyor, yanlarından da salyaları.. Şapur, şupur. Nefes alışlarını
bile duydum. Eve gidip bir duş almalıyım, yoksa bu kokular üstüme sinecek. Bir
daha hiç çıkaramayacağım. Annem de bana çok kızacak ama benim bir suçum yok
valla” diye mırıldanıyordu“Öyle mi dersin? Var! Niye hergünkü yoldan gitmedin?”
“O cadaloz kadın bütün yolu ıslatmıştı ama.”
“Ben sana her zaman sokağa çıkmamanı söylüyorum...”
“Anne ben artık büyüdüm, bunun farkında değil misin?. Kabul et artık ben kendi işlerimi görecek, kendi kararlarımı kendim verecek kadar büyüdüm. Temiz ve titiz olmak bir kusur değil. Üstüme çok geliyorsun. Babama da aynı şeyleri yapardın da adam evden kaçtı son yıllarında. Abim de senden ve kuruntularından kurtulmak için İstanbul’a yatılı gitti, bir daha da yüzüne hasret kaldık anne. Anneciim sinirlenme lütfen, bu senin sağlığına zararlı Necmi amca ne demişti? Hatırla.” O anda saymayı bıraktığını hatırladı. durdu, sanki saymazsa yürüyemeyeceğini sandı. “Kaçtaydım? Hah, 1800, 1801 1802 1803!”
“Yeter! Nasıl bir evlat yetiştirmişim? Babanın gidişinden beni mi suçluyorsun? Beni kahrediyorsun farkında mısın?”
“Tamam anne... 1805, 1806...” derin bir nefes aldı. “Lütfen affet beni, üzülmeni, sinirlenmeni istemiyorum, Şimdi eve geliyorum, affet beni anneciim. Eve gelince konuşuruz, lütfen affet bu benim çocukluğum. Tamam mı? ”
Yolda yürürken kendi kendine yüksek sesle konuşuyordu. Kendini bir nevi kirli, paslı hissediyordu genç adam, annesini de fena üzdüğünün farkındaydı. “Eve koşarak gitmeliyim. Bir an önce duş almalıyım” diye yüksek sesle konuşurken, karşıdan gelen insanları tanır gibi oldu, onu böyle telaşlı görmelerini istemedi, önüne gelen ilk köşeden diğer yaya yoluna sapıverdi. Köşeyi yeni dönmüştü ki komşu evden bir fino havlama sesi geldi, evin önünü hızla adımladı, döndü finoya nanik diye el işareti yaptı. Yolun üstü kocaman çam ağaçları ve zakkumlarla gölgeli yer kıvrılarak gidiyordu. Kendi sokağına benzetemedi burayı, bu yolun sonu sanki çıkmaz sokak. İlerideki evde bir adam elinde bir bahçe hortumu, bahçesini sulamakta olduğunu gördü. O da çoktan evinin önündeki yolu sırıl sıklam etmişti bile. Genç adam tekrar panikledi buradan geçemeyecekti. Geriye döndü baktı geldiği sokaktaki tanıdıklar görünmüyorlardı. Biraz bekledikten sonra köşebaşına doğru yürüdü. Sokağa çıkmadan önce bakındı etrafa, onların gittiğinden emin olmadan o sokağa adımını atmadı.
“Bu gün bir aksiliktir gidiyor anne... Tekrar yola girdim. Geliyorum, biraz geç kaldım.” Konuşurken aklına adımlarını saymadığı geldi. Durdu sokağın başına geri döndü, “Buradan başlayayım bari, köpeklerle karşılaştığımda 1705 di, sokak başına geldiğimde annemle konuşuyordum 1806 ydı. Tamam 1807, 1808” diye adımlamaya başladı.
“İşte tamam geliyorum, ekmeği sordun değil mi dönüşte alacaktım, olmadı. Neyse bizim oradan da alabilirim. 1811,1812.
“Chaikovski’nin 1812[1] üvertürü. Vay canına...” dedi, içinden saymaya devam etti. “1813, 1814” Babam Chaikovski’yi çok severdi değil mi anne? Babamın dediğine göre 1812[2] de Ruslar Osmanlıya ve Napolyon’a karşı büyük zafer kazanmışlar, bu üvertürde bu zafer için yazılmış demişti.” Saymaya devam.“1815...1816...”
Evlerinin olduğu sokağa geldiğinde 2450 ye gelmişti. Evin önüne geldiğinde 2510 adım olmuştu.”Böl ikiye, 1255 metre yürümüşüm şimdilik” diye düşündü. Hiç duraksamadan doğrudan açık olan pencereden içeri süzüldü. “Anne ben geldim, merhaba...” sesizlik cevapladı yine genç adamı. Salondan iç odanın kapısını açtı, başını uzatıp seslendi.“Selam anne, ben geldim. Nasıl oldun? İyi misin? Seni iyi gördüm. Bir şey ister misin? Su mu? Hemen, senin bardağınla, tabii hemen..” Odadan bardağı alıp çıktı, mutfaktan aldığı suyu getirdi içeriye bıraktı. O sırada salondaki masanın yanından geçerken üstünde mahsun bekleyen keman kutusunu okşayıp elini dudaklarına değdirip kemanın kutusuna bir öpücük kondurdu. Babasından mirasdı bu. Banyoya koştu, aceleyle soyunup duşunu aldı. Çıkardığı tişörtünü ve çamaşırlarını çamaşır makinasına attı. Dolaptan yeni ve temiz çamaşırlarını aldı, gardroba tekrar tekrar baktı ama aradığını bulamadı sonunda beyaz bir tişörtü üstüne aceleyle geçirdi. "Melek hanıma söylesen de yarın benim kısa kol gömleklerimin ve şortlarımın hepsini yıkayıp ütülese ve de dolaba assa” dedi yüksek sesle annesi duysun diye. “Haa anne hatırlatır mısın? Bana sarma yapacaktı onu da unutmuş bu kadın. Ama ne denir, Allah için O zeytin yağlı sarmayı çok güzel yapar... Ben de soğuk soğuk yemeye bayılırım, bilirsin” diye içeriye bağırdı. “Ama fazla yüz verme biraz para gözdür, zamdan filan bahsederse sen bir şey deme, bana havale et, tamam mı? Adam gibi çalışsın, ciğerimi yesin keşke...” sokak kapısını açıp çıkarken içeriye doğru bağırdı:
“Şimdi çıkıyorum bir saate kalmaz dönerim anne. Seni mi? Seninle yarın çıkarız, ne dersin? Şu anda olmaz, yapma anneciğim asma yüzünü lütfen...Yeter ama!”
Genç adam daha fazla dinlemeden kendini
dışarı attı. Kapıdan çıkınca sağa mı döneyim yoksa sola mı? diye tereddüt etti.
Her zaman sağ taraftan gitmeyi severdi, oradan gidince kısa zamanda önce yüzme
havuzuna, sonra da plaja iner, seyri hoş ve güzel bir güzergah olduğunu
düşünürdü. Ama tabii her şey sokağın başındaki kadının yolu yıkayıp
yıkamadığına bağlıydı, haliyle. Yol halâ ıslak görünüyordu.
“Bu kadın beni kahrediyor. Ne diye
insanların geçtiği yolu yıkıyor, çamur yapıyor. Nalet aksi bu kadın. Anne sana
söylüyorum sen beni dinlemiyorsun. Aklıma bazan korkunç düşünceler gelmiyor
değil. Mesela kadın Allah gecinden versin derler ya, bence zaten yaşını falan
almış bir kocakarı, geci, erkeni de kalmamış, hemen bu gün ölse eminim kocası
da bayram eder. Yalanım yok, Allahtan diliyorum anneciim. Kocasının bayramına
ben de katılırım...”
Adam çaresiz sola döndü ve sol ayağıyla
“Bir, ki” diyerek yürümeye başladı. “Sağa doğru gitseydim sağ ayakla başlardım yürümeye ama uzun zamandır sağ taraf bana yasaklandı!” diye söylendi. “Yol bu taraftan biraz daha uzuyor... Ama ne annemin ne de bu kocakarının umurunda. Hey kadınlar! Size söylüyorum. Affedersiniz anneciim sen de biliyorsun durumu, halâ Onu kayırıyorsun”
Köpeklerle karşılaştığı yere geldiğinde
saymaya devam ediyordu, “1699, 1700..”.
Tereddütle etrafına bakındı. Gelen giden
yok, yürü dedi kendine. “1701, 1702 1703”
Jandarma karakolunu geçip sosyal tesislerinin yanına geldi. “1800, 1801, 1802..” dedi ve durdu. Spor tesislerinde bir kaç orta
yaşlı kadın kırmızı toprak yol üzerinde hızlı hızlı yürüyorlar, birkaç kişi de
cafede oturuyorlardı. Kadınlar sert adımlarla önünden geçtiler. Genç adam bir
süre onları seyretti daha sonra başındaki kepi ters çevirdi, yürüme yoluna
çıktı kadınların arkasından sol ayakla tempolu bir şekilde yürümeye başladı.
Aralarındaki mesafe onbeş yirmi metre idi. Temposunu artırdı ve adımlarını
biraz açtı, önünde yürüyenleri yakaladı, arkalarında gelen adamın tempolu
nefeslerini duyan kadınlar arkalarına baktılar ve yol verdiler ama genç adam
onları geçmeden, “Affedersiniz hanımlar, müsaadenizle” deyip, koşar gibi geçti yanlarından. Genç adam o kadar hızlı yürüyordu, koşar gibi. Derken üç defa daha geçti kadınları, son geçişinde “Hoşça kalın” dedi onlara. Bitişe geldiğinde “Nerede kalmıştım? Hah 1802 idi” beyzbol şapkasını çevirdi uzun siperini öne getirdi. Kısmaktan yorulmuş göz kenarlarını iki parmağı ile oğuşturduktan sonra gözlüklerini evde unuttuğu için kendine de bir hayli kızdı. “1803, 1804, 1805...” adımlarını atarken gözüne kırmızı tozdan mahfolmuş ayakkabıları takıldı. Aniden durdu. Bu olmamalıydı. Temizlemek için cebindeki bezle sildi, ama bunun faydasız olduğunu sinirlenerek gördü.
Bir çeyrek saat ve yeni bir 1805 adımdan sonra evin önündeydi yine. Pencereden içeri giriverdi. Ayakkabıları hızla çıkarıp attı. Ayakkabı dolabını açtı uygun bir ayakkabı bulana kadar uğraştı. Ayakkabılarını giydikten sonra sessizce giridği pencereden ayaklarının ucuna basa basa çıktı. annesinin uyanmasını istemiyordu genç adam. Yeniden sağa sola bakarak soldan gitmek zorunda kaldı, sol ayağıyla “Bir, ki, üç, dyerek yeni bir tura başladı. 1760 adıma ulaştığında spor tesislerine ulaştığını fark etti.
“Hayda yol mu kısaldı yoksa arada benim saymayı
unuttuğum mu oldu acaba?” yüksek sesle “Şimdi bakalım 1800 eksi 1760 kalır 40
adım yani 20 metre, gidiş geliş için böl 2 ye 10 metre, 1800 artı 1760 yarısı
1780 adım yani böl yarıya 840 metre de 20 metre sapma % 2 küsur eder. Bu kadar
hassasiyet bence yeterli anne... ne dersin?”
“Ne iş yapacağınıza bağlı çocuğum!” dedi
içindeki ses.
“Doğru.. günlük bir gezide fazla kıymeti
harbiyesi yok. Babam olsa böyle derdi. Ne de olsa askerlikte ileri gözetleyici
olarak görev yaparken ateş tanziminde bulunmuş adam. Hedefin 20 metre önüne
veya gerisine gitmesi hedefin imhasının gerçekleşmemesi anlamına gelirken,
sabah başlayan bir gezinin eksik ya da fazla olması kimseyi rahatsız etmez
değil mi? Babam derdi ki ‘Hasssasiyet, insaniyet gibi bir şey olup mutlak
olacak bir değeri yoktur.”
“1761, 1762, 1763...” diye yeniden yürümeye başladı, bir süre düz gitti
Martı kavşağından aşağı saptı, 1812 üvertürünü geçerken yine aklına geldi
Çaykovski. Bütün besteciler bir yana babası için, Çaykovski bir yana idi.
Nedeni? Kendine yakın bulurdu. Genç adama da Klasik Batı müziğini sevdiren besteci O idi. Keman hevesi
Mekankolik Serenatla başlamıştı. Onu dinlediği ilk gün, babasının koltuğunda
otururken pikapta çalan Decca LP[3] in
çızırtılı sesli kemanından çıkan
notaları çocuğun yüreğini titretirken,
aynı sesler uzaktaki kavuşulamayan bir sevgiliye ümitsiz bir çağrı gibiydi. Anne
oğul o gün babanın bu plağını dinlerlerken istemeden gözleri yaşarmıştı. Bu
beste genç çocuğa müthiş bir keyif de vermişti. O sırada babası bir buçuk senedir
yurtdışında görevdeyken agabeyi ve annesiyle beraber onun gelişini sabırla beklemişlerdi
Ankara’da. Ara sıra bütün aile bu bestenin bulunduğu plağı pikabın üstüne
koyarlar, dinlerken babalarına adeta telepatiyle özlem mektuplarını yollarlardı. Nihayet bir gün babası O ülkeden
döndü ama bayrağa sarılı tabut içinde. Bütün aile için ama özellikle altıyaşındaki
bir çocuk için bu büyük bir travmaydı bu. Genç adam bunları hatırlayınca
gözlerinde boncuk, boncuk yaşlar belirdi, bir süre yürüyemedi. Yanından gelip geçenler bu kendi kendine konuşarak yürüyen genç adamı fazla yadırgamıyorlardı. Bu günlerde telefonlarına kulaklık ve mikrofon bağlayan herkes sokaklarda meczup[4] gibi kendi kendilerine konuşa konuşa dolaşıyorlar el kol hareketleri yapıyorlar. Ama biraz yaşlı kuşak için bu halâ meczupluk belirtisi gibi görünür. Genç adamın şimdiki gezisi sayı 1980 e geldiğinde duraladı yine, bitimi ise tehlikeye girmişti. Olduğu yerde dört tarafa da dönüyor, ufka bakmaya çalışıyor ama göz yaşlarının arasından çevresini net göremiyordu.
“Ne var? Sen de bu kadar hassas ve sulugözlü
olmasaydın, ne olurdu? Onu kaybedeli otuz küsur sene oldu. Alışmalısın
yokluğuna babanın. Bak etraftakiler sana bakıyorlar, onlara malzeme olacaksın, belki maskara da
olabilirsin... kendini topla çocuğum.”
“Haklısın ama.. elimde değil..Yeter
konuşma benimle lütfen.”“Kendini topla sen de...”
“Elimde değil anne, kendiliğinden akıyorlar. Tutamıyorum kendimi... Artık yanımda sen de yoksun, yapayanlızım. Kiminle konuşabilirim? Herkes bana bakıyor...Bana dikkatle bakıyorlar anne, Lütfen bakmasınlar bana anne!”
“Bakanlara aldırma sen. Eve gel çocuğum!”
Plajındaki gazinonun önüne gelmiş bulunuyordu genç adam. Eve gitmeye karar verdi ama nasıl döneceğini düşünüyordu. Yürümek için sayı sayacak ama hangi sayıda olduğunu tamamen unutmuştu. Onun ölüm tarihi kor gibi düşmüştü küçük yüreğine... Oradan başladı saymaya “1984, 1985, 1986...” içinden şimdi tamam dedi. “Saymaya devam çocuk.”
Bir yarım saat sonra evinin önündeydi. “3857, 3858, 3859.... Hay Allah satır başı yapamadım... Bir adaım daha atayım balkona çıkan merdivenlerde. 3860 tombala!” Sersemliği tamamen geçmemişti. Açık pencereden içeri süzüldü sessizce. Annesine uğramadan odasına girip yatağın üzerine attı kendini.. Boğazında düğümlenen hıçkırıklar kendiliğinden çözüldü. Ağladı. Yataktan kalkmadan akşama kadar içini çekti. Akşamın alaca karanlığı etrafı sardığı sırada, kapının zilinin çaldığını fark etti. yerinde doğrulup rüyada olup olmadığını yokladı ki o sırada zil tekrar çaldı. Yandaki yazlık komşusu kokmuştur diye, yeni fırınından çıkardığı börekten göndermiş, oğlu getirmişti.
“Afiyet olsun amca.” dedi, ufak tefek
bişey ve gitti. ağlamış yüzünü tam
olarak görememişti alaca karanlıkta. Mutfakta üzerine el yordamıyla bir kapak
koydu tabağın üstüne ve tezgaha bıraktı. Bunu yaparken bir su bardağını devirdi.
Su bardağının sesi boşlukta yankılandı. İçeriden annesi seslendi.
“Haticanım teyzeler börek göndermişler
anne onu tezgaha koyarken bardağı devirdim tezgahta... yok kırılmadı. Canım bir
şey yemek istemiyor şimdi anne” dedi yüksek sesle.
Alaca karanlıkta mutfaktaki sandalyeye
oturdu sessizce. Ayakkabılarını çıkarıp olduğu yere bıraraktı. Kıpırtısız
oturmaya devam etti uzun süre. Sonra aynı karanlıkta oturma odası veya salonu
gibi bir yere geçti eşyalara çarpa,
çarpa. Getirdiği ayakkabılarını diğerlerinin yanına koydu, bir ev içi terliğini
ayağına geçirdi. Masaya yanaştı içinden “orada bir çay tabağı içinde bir mum
olacaktı” dedi. Mutfaktaki ocağın çakmağıyla onu yaktı, bir ışık, hüzün dolu
sıcak bir ışık odaya yavaşça yayıldı. Genç adam orada bulduğu tabureye çöker
gibi oturdu. Bir süre mumun alevini seyretti. Sabırla fitilin kararan ipinin büklümlerine
önceden saklanmış sarı bir alevin serbest kalışını, sanra yükseldikçe
dalgalanarak fitilin karasını havaya savurduğunu seyretti, ara ara parmağını
uzatıp alevi kesti açtı, tekrar tekrar yaptı bunu. “Şu iki parmağını kapatsam
fitilin üstüne tamamen söndürebilirim” diye düşündü. Aynı anda yaptı, sonrası
karanlık. Genç Adam annesini hatırladı yan odada yatan, kıpırdayamayan,
kendisine muhtaç ama halâ evin tek hakimi..
“Bana sesleniyor galiba. Ya susamıştır ya
karnı acıknıştır ya da altı değişecektir. Sevgili annem bir külçe sanki
sağından soluna dönemiyor zavallı. Buradayım anneciim, geliyorum.” Yerinden
fırladı kalktı, aynı anda dizinde bir sancı.
Masanın ayağına çarpmış olmalıydı. Dışarıdan içeri giren aydınlıkta elektrik
anahtarına ulaştı ve “ışık ol dedi” aydınlandı ortalık. Diğer odaya daldı orası
da karanlık. Annesine seslendi. “Kusura bakma anneciim, içeride sızmış kalmışım şimdi hale yola koyarım. Tavan lambası yandı. İçersi aydınlanınca içerde ki eşyalar bir bir bir ortaya çıktı beyaz badanalı odada.
Ortada iki kişilik, süslü metal başlıklı eski bir karyola aydınlandı. Metal başlık ve ayak ucu, yer yer boyaları dökülmüş gül yapraklarıyla bezenmiş parmaklıkların ortadasındaki oval ayna karamış vaziyetteydi. Yer yer badanası dökülmüş ve çatlamış duvarda asılı eski siyah beyaz bir resimde, başı duvaklı bir genç kadın ile yanında genç, toparlak yüzlü bir adamın, yanak yanağa vermiş, gülen gözleri ve neşe ile açılmış ağızlarından taşan gülüşleri görünüyordu. Bu resim genç adamın annesiyle babasının evlendiği gün çekilmiş bir fotoğrafıydı. Diğer duvarda iki oğlan çocuğuna sarılmış bir kadının çiçekler içinde çekilmiş renkli bir resim asılmıştı. Üçü de neşe içindeydiler. Yatağın karşısında odaya hakim noktada koca bir siyah çerçevede siyah saçları itinayla taranmış, gamzeli bir genç adam zaman ötesinden gülümseyerek bakıyordu odaya. O koca kara çerçeve sanki bütün odayı karartıyordu. Bir bakıma bu resimler de metal karyola da bir yazlık için alışıldık şeyler değildi. Uzak masal zamanlarından çıkmış da gelmiş gibiydiler.
Yatak üzerinde açılmamış bir nevresim takımı, tertemiz bembeyaz bir çift yastık, yatağın bir tarafında üzerinde su dolu bir bardak ile ambalajından henüz açılmamış teskin edici nörolojik ilaç bulunan bir komodin vardı. Altındaki yarı açık kalmış çekmecede de yine yarı yarıya kullanılmış ilaç ambalajları görülüyordu.
Genç adam gürültü yapmadan odaya girip
karyolanın yanına dizlerinin üstüne usulca çöktü, ellerini bir birine
kavuşturup, başını eğdi. Odanın sessizliğine daldı.
"Nasılsın anneciğim? Ağrıların nasıl oldu bu gün? Karnın acıkmıştır, bir şeyler yedireyim sonra da ilaçlarını alırsın? Aç değil misin? Ama bir kaç lokma yemeden ilaç alamazsın canım benim. Doktor Necmi amca aç karnına ilaç alınmaz demişti, hatırladın mı?”
“Bu gün babanı gördüm.”"Nasılsın anneciğim? Ağrıların nasıl oldu bu gün? Karnın acıkmıştır, bir şeyler yedireyim sonra da ilaçlarını alırsın? Aç değil misin? Ama bir kaç lokma yemeden ilaç alamazsın canım benim. Doktor Necmi amca aç karnına ilaç alınmaz demişti, hatırladın mı?”
“Rüyanda mı anne? Hayırdır inşaallah!” heycanla atıldı.
“Hayır uyanıktım. Kapı açıldı ve O eski lacivert takım elbiseleri ve beyaz gömleği üzerinde, koyumavi boyunbağı boynunda, kol düğmeleri manşetlerinden görünüyor, resmi bir davete gider gibi hazırlanmış, yanıma geldi, ellerimi tuttu, bana gülümsedi. İnanmayacaksın ama sesini duydum. “Seni götürmeye geldim balım” dedi bana” diye konuştu kadın. Genç adam titredi. “Yarın buradan gideceğim çocuğum... Ne zaman gelirim?... Bilmem, söylemedi.”
“Ankara’ya mı gideceksiniz?... Bilmiyor musun? Ben de gelebilir miyim? Hayır mı? Ben ne yapacağım burda anne?” Cevap yoktu... sessizlik ve sessizlik...
Genç adam çöktüğü yerden yavaşça doğruldu. Oda kapısına yürüdü. “İyi geceler anne” dedi.
Anahtarı kapattı oda karanlığa gömüldü, odayla birlikte bütün eşyalar ve hatıralar da. Dışarıdaki masanın yanında ayakta durdu. Dışarıdan giren ışıkla aydınlanmış salonda masanın üstündeki kemanı gördü. Işığı yakıp eskimiş kemanın kutusunu açtı. İçinde bir keman ve yayı duruyordu yan yana, bir de ipek gibi yumuşak ama kadife gibi bir mendil. Genç adam yeni görüyormuş gibi dikkatle baktı içindekilere. “Babamın kemanı, çok iyi hatırlıyorum... Bizimle olduğu akşamlar anneme eşlik ederdi.” Eline aldı alışkın bir ifadeyle göğsünde tutarken, salyangozunu okşadı kemanın. Parmaklarıyla tıngırdattı telleri, tellerden çıkan sesleri fazla uyumsuz buldu ki , burguları sırasıyla sıktı, telleri gerdi, “Bundan sonra yaya bakmalıyım, hocamın dedikleri dün gibi kulağımda, yay olmazsa keman olmaz.” Yıllar önce ilk okul çağlarında annesinin isteğiyle bir kaç sene Ankara konservatuar hocalarından keman ve solfej dersleri almıştı, başlangıçta gönülsüzken sonraları istekle devam etmişti ama iş maddiyata dayandığından babasız zamanların dar aile bütçesinde işler aksamıştı. Kendi başına çalıştığı zamanlar olmuştu ama yine de fazla ilerlettiği söylenemezdi, bir kaç klasik etüdü ve kulaktan duyduğu bazı parçaları ezbere çok akıcı çalabiliyordu o kadar. Genç adamın annesi yataktan kalkamaz hale geldiğinde de ona eşlik ettiği zamanlar olmuştu, zavallı kadın artık çıkamayan sesinden kendini suçlar yalan yanlış çalan oğluna bir şey söylemezken, bu ikiliden çıkan detone seslerden de genç adam kendini sorumlu görürdü. Bu akşam o günleri hatırladıkça yüreği kabarıyordu. Bundan kurtulamak için babasının oldukça güzel çaldığı, Çaykovski’nin melankolik serenatını çalabilmeyi bütün varlığıyla istiyordu. Aklına eski zamanlarda çaldıkları geldiğinde cesareti kırılıyordu. Notasız çalması kemanın ilk melodisinden öteye gidemezdi. Kafasının içinde eski Decca uzun çalarındaki David[5] çalmaya başlamıştı bile, ona eşlik etmek üzere içinden 3 e kadar saydı, ilk melodi sonunda tutuldu kaldı, yeniden “1,2, 3, 4” dedi yüksek sesle yine olmadı. Kafasındaki plağı tekrar yerleştirdi eskiden olduğu gibi. Gözünde bir hayal canlandı, küçük çocuk babasının elinden aldığı plağı itinayla pikabın tablasına küçük elleriyle, yerleştiriyordu. “Başla” dedi, iğneyi başlangıcına getirdi dönen plağın ve küçük odalarını hüzünlü nameler doldurdu. Bu ailenin severek bir araya geldiği müzikli geceleriydi, Annesi babasına soprano sesiyle katılır, Muammer[6] beyin düzenlediği halk türkülerini söylerdi. Bu terennüm gecelerinde mutlaka bu melankolik serenat plağını çalarlar duygu yüklü olarak bitirirlerdi gecelerini. Babası da şimdi elindeki bu kemanla plağa eşlik etmeye çalışırdı. Babanın bu dünyadan ayrılmasından sonra da anne bu müzikli geceleri çocuklarıyla devam ettirmeye gayret etti, bu geceler artık babayı anma geceleri olmuştu, ve melankolik serenatla geceyi tamamlarken anne ağlayarak odayı terk eder olmuştu. Ailenin diğer büyükleri birer birer ayrılıp, ağabey de okumaya İstanbul’a gidince iyice yanlız kalan anne, oğul bu terennümleri baş başa daha sık yapar oldular, artık hasret kaldıkları kişileri anma gecesi haline gelmişti bu geceler. O zaman bu genç adam kemanı elinde annesine eşlik ederdi ölen babasının yerine.
Genç
adam annesine hayrandı, zaman zaman isyan etse de kadıncağızın her düşüncesi, her
sözü kendi düşüncesi ve sözü olurdu. Onun gidecek olmasına inanamıyordu. Nasıl
gidecekti bir taraftan bir tarafa dönemiyen bu güçsüz beden? Düş kırıklığına
uğramıştı, onun kendisini bırakacağı aklına gelmemiş, şimdiye kadar. hiç
düşünmemişti...Ölmüş babasıyla beraber gideceklermiş.. Nereye gideceklerse giderler
ama arada ayrılık ve hasret olmasa ...
“Neden
beni de götürmüyorlar? Kalbini mi kırdım acaba? Ya ben yanlız ne yaparım burada?”
İçinde
Melonkolik Seranat çalmaya başladı aniden. O çalarken genç adam bu hüzünlü ve
romantik melodiyi mırıldanıyordu şimdi. Bu gece annesine, o sevdiği kadına bir
sürpriz yaparak son kez bu serenatı çalmayı düşündü.
“Elimden geleni yaparım... Onu yanlız uğurlamak istemiyorum? Babam, annem ve melankolik seranat! Ağabeyini de hatırladı, o mutlu duygusal gecelerde o bir an önce içeriye ders yapma bahanesiyle kaçardı, sonuna kadar dinlemeye dayanamazdı. “Sevgili ağabeyciğim... işte annemiz gidiyor yine yoksun...” diye mırıldandı.
Kafasında
sesler, konser salonlarındaki gibi bütün
sazlar akorda durmuşlardı. Saymaya başladı yeniden “1, 2, 3, 4” ama tempoyu
kaçırdı. Tekrar saydı başlangıcı kaçırdı yine, tekrar tekrar aynı şey oldu.
Sayılar yüzleri, iki yüzleri geçti bir türlü yayı tuşeleyemedi. Sandalyeye
çöker gibi oturdu yeniden. Gözleri dolu dolu, emirlere itiat etmeyen yayı tutan
eline bakıyordu. İçindeki fırtınayı bir türlü dizginleyemiyordu, zavallı adam. Bir
başlasa arkası gelirdi, buna emindi, başlasa.“Elimden geleni yaparım... Onu yanlız uğurlamak istemiyorum? Babam, annem ve melankolik seranat! Ağabeyini de hatırladı, o mutlu duygusal gecelerde o bir an önce içeriye ders yapma bahanesiyle kaçardı, sonuna kadar dinlemeye dayanamazdı. “Sevgili ağabeyciğim... işte annemiz gidiyor yine yoksun...” diye mırıldandı.
Ankara’da
dededen kalma apartman dairesinin küçük bir odasında demir bir somyada yatmakta
olan kadının, baş ucunda yere çökmüş
ellerini tutan genç çocuk o zaman yapamadığı vedayı bu gün yapmak
arzusundayken, içindeki beceriksizin ellerini kontrol edemediğine içinden öfke
ile isyan ediyordu ama onu nasıl yeneceğini bilemiyordu. “Ya yapamazsam?”
Tekrar
ayağa kalktı, hayalinde plağı yeni baştan pikaba yerleştirdi, yayı tutan eli ve
dizleri titriyordu ama içinde çalmaya başlayan orkestrayı bütün dikkatiyle
takip ediyordu gözleri kapalı. Tam zamanında melodiye başladı, harika bir giriş
yapmıştı ama durakladığında orkestranın diğer sazlarını tekrar kaçırdı ama
devam etti, bir iki ölçü atladı, onlara yetişti. Gözleri kapalı, kulakları
tıkalı aslında ne çaldığının tam olarak farkında olmadan gönlünde çalanı
çaldığını sanarak vecd içinde yoluna devam etti. Yayı her çekişinde kaybettiği
babasını hatırlıyor ve kaybetmekte olduğu annesini içi kanayarak
yolculuyordu. Sona doğru klarinetin o
içten gelen derindeki sesi melankolik melodiyi son olarak terennüm ederken, kemanın
tiz sesi göklere yükseliyordu, bunu nasıl becerdiğini bilmiyordu, ama
yapıyordu. Gerçekte mi çalıyor yoksa
hayalinde mi anlayamıyordu. Yaşlar burnunun ucundan ve yanaklarından damlamaya
başlamıştı. Annesinin gençliğini
görüyordu hayalinde. Genç bir kadın bu annesi olmalıydı, Ona
gülümseyerek kollarını uzatiyor, kucağına alıyor, bağrına basıp yüzünü, gözünü
öpüyor, öpüyordu.
Böylece
bitti melodi. Ama o mu çalmıştı yoksa kafasındaki plaktan mı gelmişti bütün bu
notalar hiç bir zaman anlayamayacaktı zavallı. Bu serenat hüzünlü ve duygulu
bir veda olmuştu annesine. Ana oğulun başbaşa kaldıkları Ankara’daki evin o
odasında, annesi yatakta son nefesini
verirken genç adam avucundaki ellerin son titremelerine şahit olmuş, pır pır
eden yüreğini görmüş ama uçmasına mani olamamıştı.
Hava
aydınlanırken kendine geldiğinde halâ sayıyordu. “2210, 2211, 2212” farkına
vardı sustu “Vay canına evin içinde bu kadar adım mı atmışım? Böl ikiye 1106
metre yol yapmışım. Bu bir rekor olmalı.” Pencereden bakınca boz bulanık havayı
ve dalları yerlere sürünen zakkumları görünce:
“Bu
gün poyrazdan esiyor, deniz dalgalı olur, plajlarda insan bulunmaz. Kapişonlu
içi muflonlu rüzgarlığımı giymeliyim çıkarken” dedi kendi kendine genç adam...
Sadık
Mercangöz Ankara Bağlıca, 18 Ekim 2018, 02:22
[1] Çaykovski (1840-1893) bu üvertürü 1880 de bestelemiştir.
[2] 1806-1812 Osmanlı Rus harbi, Napolyon’un Moskova seferi hezimeti sonucu Fransızların Osmanlıyı yanlız
bırakması üzerine işler tersine dönmüştü. Osmanlıyla Bükreş anlaşması yaparak
Ruslar işgal ettikleri Eflâk ve Boğdan^dan geri çekilirken Balkanlarda Sırplara
özel haklar kazandırmışlardı.
[3] LP Long Play, Türkçe de uzunçalar olarak adlandırılan, pikapta 33 dev/dak da uzun veya bir den fazla
kaydedilmiş müzik parçalarını ihtiva eden büyük plak.
[4] Yarı deli, aklını kaybetmiş kişi.
[5] David Oistrakh (1908 – 1974) Rus kemancı Çaykovski’nin Melankolik
serenadını “Serenade Melancolique op 26” https://www.youtube.com/watch?v=wxrpCcrGEk4 Ctrl+mouse sol tuş ile
dinleyebilirsiniz.
[6] Muammer Sun
Bu yaz yazısını duygulu bir anında yazdığın kesin. Bana göre yaz yazılarının en güzeli olmuş, Şu sonbahar günlerinde yeni öyküler bekliyorum. Eline sağlık. Öykülerindeki dil zenginliği, düş gücü,
YanıtlaSilkültürel birikim yazdıklarını daha bir güzelleştiriyor.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilSaim ben bu yazıyı yazarken bu serenatı dinliyordum. David Oistrakh'tan dinlemek istersen, dip notlarda verdiğim adresin üstüne git Ctrl tuşuna basarken Mouse'u tıkla. Plaktaki cızırtılar tam istediğim gibi. Melodi geçmişten gelip dinleyeni sarıyor.
SilBu öyküdeki genç adam gerçek, yazlıkta her gün evimizin önünden konuşa konuşa geçerdi.
Teşekkürler yorumun için...