BEN ARMUTUR
Yalnızlığımın birinci haftası bitiyordu sanırım. Aslında saymasını bilmem ama bu hafta kelimesini duymuşluğum var. İşte uzun bir zaman olmuş gibiydi. Karnım aç ama en fazla da susuzum. Bacağımdaki ve belimdeki sızı devam ediyordu. Dün tellerin altından geçerken sırtımı çizdirmişim, eski yarayı kanattım herhalde. Ne yapsam da sırtımı yalayamıyorum. Bir acı ama oldukça tuhaf. Dilimi değdirsem geçecek biliyorum ama yapamıyorum, o da bana inat sızlamaya devam ediyor. Bizimkiler beni böyle görseler, benden önce onlar beni yıkar, bir şeyler sürerler ve acımı alırlardı. Sitenin çıkış kapısından dışarı yavaş yavaş
yürürken, içim sızladı birden ve koşar adım eve döndüm, belki gelmişlerdir
diye. Bu kaçıncı dönüşüm bilmiyorum evin bulunduğu sokağın köşesini dönüp
süklüm püklüm sokağa girdiğimde içimde bir şey titredi, anlamıştım yine yoklardı ortada. O küçük insanın, arkadaşımın geleceğini birden
bire ortaya çıkacağını bekliyorum... Bekliyorum...
Taşlığa uzanıp başımı kollarımın üstüne yatırıp bizim sokak kapısını gözetlerken,
ha şimdi açılır kapı diye zayıf da olsa bir ümidim vardı. Biraz sonra her şey geçti,
bitti. Üzgünüm, çaresizim.
Nereye
kaybolmuşlardı? Neydi bu başıma gelen? Hiç bu kadar yalnız bırakmazlardı beni.
Kokuları hala burnumda, ama eskisi gibi kuvvetli değil. Evin giriş kapısına gelip
yatıyorum. Önümde boş bir mama kabı. Su tarafı da yemek tarafı da boş. Bana neden
mama vermediklerini merak ediyorum. Salkım saçak tüylerim sararmış otlara
dikenlere dolanmış, düğüm düğüm sarkıyorlar. Neyin pisliği üstümdeki bu kir?
Beni tabii içeri almazlar bu kadar kirliyken. Kendimden nefret ediyorum bu
anlarda.
Nerdeler?
Kokularının yerini korkularım alıyor. Yalnızlık korkusu, çaresizlik korkusu.
Ben hiç yalnız kalmadım ki. Açlık nedir yaşamadım. Ama birkaç gündür mideme
girmeyen mamaların yokluğu beni perişan ediyor, midem kurt düşmüş gibi derinden
derine kazınıyor. Neredesin sen, küçük insan? Seni bekliyorum. Sen de benim gibi
küçüktün, ben de. İlk hatırladığım şey, gözlerimi açtığımda kaba bir yün yumağı içindeydim bana benzer diğer
cinslerimle yan yana. İçimizden ince ince viyaklıyoruz. Şimdi viyaklamayla
homurdanmanın ya da havlamanın farkını gayet iyi bilebiliyorum. Ama o zamanlar
çıkarabildiğim tek ses oydu. Acıkmanın da, dikkat çekmenin de, yardım istemenin
de sesiydi bu. Kısaca. Hayatta olmamın sesiydi.
Ağzımda bir meme, ılık ve tatlımsı bir tat, yumulmuşum üstüne, zar zor nefes
alabiliyorum burnumdan, iki pençemle göğsüne bastırıyorum anamın ve azar azar sızan
süte, huysuzlanıyorum. Diğer hem cinslerimle memelere daha iyi yerleşebilmek,
daha fazla ılık tatlımsı sıvı için tepişiyoruz. Kocaman ıslak bir dilin yüzümü
yalayıp geçtiğini çok iyi anımsıyorum ki bu bana rahatlık ve huzur veriyordu. Kısa bir süre sonra kendimizden geçiyor, uyku
denen aleme dalıp gidiyorduk.
Seninle
ne zaman karşılaştığımızı şimdi çıkaramıyorum küçük insan ama sanki hep
birlikte olduğumuzu, beraberce yaşadığımızı sanıyorum, hayata beraber başlamış
olmalıyız değil mi? Sen küçük bir insan ben bir köpecik olarak. İşte seni
bekliyorum. Şimdi sen nerdesin küçük insan? Başına bir şey gelmiş olmasın sakın?
İşte bu beni çok üzer ve çok kızdırır küçük insan! Ben niye yanında değilim?
Evin
içinde kimseler yok ama sanki şimdi kapı açılacak gibi geliyor bana. Başımı kaldırdım,
sarkık kulaklarımı diktim. Kapı koluyla oynandı gibi oldu, bir ses geldi
içeriden, gıcırdamayı duyduğuma yemin ederim. Kısaca havladım buradayım diye.
Şimdi ayaktayım, kuyruğum mutlulukla sallanıyor, ben de onunla birlikte iki
yana sallanıyorum. Kapıya doğru bir adım attım. Bekliyorum, bekliyorum, daha da
bekliyorum ama bir şey olmadı, kapıdaki hareket durdu. Dinledim tam bir
sessizlik. Olduğum yere çöktüm, gözlerim yine kapıda ya açılırsa diye. Akşama giriyoruz, ya havanın
kararmasından ya da yorgunluktan iyi göremiyorum. Etrafta bir hareket ve ses duyunca yine ayaklandım. Gözlerimi
kapatıyor, havayı kokluyorum. Karışık yabancı kokular duyuyorum. Halim yok, ayakta
bekleyemiyorum. Olduğum yere çöktüm yine. Susuzluktan içim yanıyor. Dilim
dışarıda. Bizim sokakta akşamın o saatlerinde evlerin bahçeleri sulanmaya
başlar, su için şansımı denerim diye düşünüyorum. Gözlerim kapanıyor, istemesem
de. Halbuki bizimkilerin gelişini görmek istiyorum. Derin derin kokluyorum
hafifçe serinleyen havayı.
Sokağın
öbür başından itibaren başka hayvanların kokuları bana inat her yana sinmiş.
Yerde, ağaçta, yaprakta, komşu evlerin duvarlarında. Zaten bendeki bu meraktı
beni kamçılayan, isyan ettiren. Kim bunlar da benim sokağıma girmişler,
gezmişler ve de idrarlarını yapmış saygısızlar. Yakından koklama isteği benliğimi
sardı yine. Bizimkileri kaybetmem bu meraktan olmuştu diye düşündüm.
Geçen akşam onlardan ikisiyle karşılaştım. Bir çift
gelmişlerdi sokağın köşesine, merakla bakıyorlardı etraflarına. Biri iri bir
köpek belli, diğeri nispeten zayıf ve küçük. İkisi bir takım olmuşlar beraberce
geziyorlardı. Öndeki benden tarafa dönerek kısaca havladı, sonra arkasındaki o da bana bakarak ürüdü uzun uzun. Sinirlerim
yavaş yavaş gerildi. Ben de birkaç kere
havlayarak “Uzak durun benim evimden” ihtarında bulundum ama iri olanı pek
takmadı, gölgelerin arasında hayal meyal fark ediyordum onları, birden taflanların
arasından sıyrıldı, doğrudan bana doğru bir iki adım attı. Benden iri ama
bakımsız bir hayvan, bir anda içimdeki duygularım kabardı, ben onlara doğru
sertçe iki adım attım. O bana ben onlara havlıyorum. İçimden gelen iç güdüyle dişlerimi göstererek hem havlıyor hem de hırlıyordum. Karşımdaki
çift de aynını yapıyordu. Derken nasıl oldu bilmiyorum ama koşarak üzerlerine
atıldım. Asıl hedefim öndeki büyük köpekti. Onun boynuna doğru atıldım, o da benim
boynuma. Dişlerini geçiremedi boynumdaki tasma beni korudu. Kulaklarımı
yakaladı birkaç defa ama kolaylıkla çekiyor kurtarıyordum ağzından. Bazen ısırdığında ise dişleri kulaklarımı
deliyor, acıyı taa beynimin içinde hissediyordum. Tırnaklarımız sağımızda solumuzda çizikler
açıyordu.
Gürültüden herkes ayağa kalktı akşamın o saatinde. Ben ve
büyük köpek bahçe çitleri arasında hırlayarak, homurdanarak yuvarlanıyorduk.
Çalılar sağımıza, solumuza batıyor, kanatıyordu. Her ikimizde açız, bir
taraftan havlarken, gözümüzü kapatıp önümüze ne gelirse dişliyoruz. Bir ara
kolunu, bir ara kuyruğunu dişledim, o da benim kuyruğumu ısırdı. Bağrış çağrış
arasında ne kadar zaman geçti bilmiyorum, sırtımda bir darbe hissettim, çok
acıdı. Bir anda hırsla döndüm ama daha ne olduğunu anlayamadan sağ arka
ayağımda da aynı sızı peydahlandı ve kuyruğumu toplayıp oradan acıyla dışarı
fırladım. Ağzımdan sadece bir “viyak” sesi çıktı o kadar, kendimi tuttum.
Rakiplerimin benden önce toparlanmış ağlamaklı sesler çıkararak önüm sıra
koştuklarını gördüm.
Acımın beni götürdüğü yere kadar ben de koştum. Nefesim yetmez olduğunda bir
bahçede nefes nefese durdum. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Sızıdan çişimi
tutamamıştım yol boyunca bırakarak koşmuşum, kalanını bahçenin bir kenarına
koyuverdim. Ne olduğunu kavramakta güçlük çektim bir süre. Sırtıma aldığım darbe
sırtımda kötü bir yara açmış ve idrarımı zamansız yapmama sebep olmuştu. Ben ki
bizim evin efendisinin vasisi, en sevileni, evin prensi iken vakurla dolaşır,
kendimi bu sitenin hakimi olarak görürdüm. Şimdiyse heyecan, korku ve panik içinde
zavallıydım. Merhamet, anlayış ve yardım bekliyordum. Acısından sağ arka
ayağımın üstüne basamıyordum. Ayak bileğimin derisi sıyrılmış kemiğimi
görebiliyordum loş ışıkta. Diş etlerimden kan sızıyordu. Tadını daha önce
tatmadığım bir sıvı salyalarımla birlikte ağzımın kenarlarından, dişlenen
kulaklarımın uçlarından terasın taşlarına damlıyordu.
Bana ne
olmuştu böyle? Ne yapmıştım? O iki köpeğe saldırdığım an onların gözündeki telaş
ve korkuyu fark etmiştim. Onlar ne yaptıklarının farkındalardı, oysa korkusuzluk
benim cahilliğimdendi sanıyorum, şimdiki acı ve sızıları, belimde ve bedenimde
ortaya çıkan ağrıları ve sancıları tahmin bile edememiştim. İçimde derinlerde yaşayan bir yabani hayvanın beni ele geçirdiğine ilk defa şahit
oluyordum. Ne olmuştu bana? Aristokrat soyumun geliştirmiş olduğu zekâyı, incelik
ve nezaketi, her şeyden önemlisi
kurallara ve kural koyuculara itaatkârlığı taşıyan o maskeyi üzerimden
atmış yalın kat ben olmuştum onlara saldırırken. O kargaşada insanların bana bağrışlarını
duyamamış olabilir miydim acaba? Ama duyduğum halde dinlemediğimi hatırlıyorum.
Eminim. Evet başka biri olmuştum. Nesillerden gelen kromozomlarım beni aslıma döndürmüş olmalıydı.
Bir
parça su içmeliydim. İçim yanıyordu. Bahçede sulama musluğunun altındaki yalakta
biraz ıslaklık vardı, içindeki suyu
yalamak susuzluğumun ateşini biraz düşürmüştü. O bahçede sırtım hariç her
yerimi bir güzel yaladım. Acıyla gözümden gelen yaşlara aldırmadan kendimi
tımarladım. Ben o zamana kadar fiske bile yememiştim, ben insanların
yüzlerine bakarak ne yapmamı istediklerini anlar, dur deseler durur, koş
deseler koşar, otur deseler otururdum ama bugün bana alelade köpek muamelesi yapmışlardı.
Komşular tarafından kazma sapıyla dövülmüş, tekmelerle kovalanmıştım.
Kabahatim neydi anlayamamışken saatlerce bizimkilerin ve doğrusu o küçük
insanın gelip beni kurtaracağını beklemiştim. O benim can ciğer arkadaşımdı, ya
da ben en azından öyle sanıyordum. O akşam aç, susuz ama illa da kırılan
onurumun verdiği acı ile artık boş olduğunu anlayabildiğim, bizim evin
kapısında sabaha kadar içimi çektim durdum. Acımasız ve katı yürekli komşular
bile ağladığımı duymuşlardır. Gecenin bir saatinde karşı kapılardan biri gıcırdayarak
açıldığını hayal meyal fark ettim. Komşu bahçe kapısının yanına biraz su kondu.
Ama ben yerimden fırlayıp doğrulamadım. O geceyi kabuslar içinde bitirdim.
Bedenimdeki ağrılardan ziyade beni inciten onurumun aşağılanmasıydı herhalde.
Sabah karşı
evin bahçe kapısının yanına bırakılan yoğurt
kutusu içindeki suya sallana sallana yanaştım ve içtim bitirdim. Susuzluğum
geçti ama karnınm birkaç günlük açlığı devam ediyordu. Komşu evden gelen giden
olmayınca sokağın başına çöp kutularının durduğu yere doğru yürüdüm.. Evlerin
arasından değişik kokular geliyordu her zaman olduğu gibi. Kokuları ayırt etmek
için azami dikkatle kokluyorum. Akşamki kavganın geçtiği bahçeye geldiğimde
zakkum ve taflanların kırılmış, saçılmış
dallarını görünce o anlar gözümün önüme geldi, yeri koklarken ürperdim.
Gündüz
çöp kutuları her zamanki yerlerindeydiler ama yanında çöp torbaları yoktu.
Tertemiz. Akşam uğradığımda kutunun içine sığmayan bazı
plastik torbaların ağızları bağlanmış halde, yanına bırakılmış olduğunu gördüm.
Torbanın birinden hoş kokular geliyordu aklımı başımdan alan. Farkında olmadan
iç güdülerime uyarak pençelerimi
torbanın üstüne koydum. “Bu benim” diye hafifçe homurdanırken torbayı parçalamıştım,
düğümünü açacağımı beklemezdiniz herhalde. Ortaya saçılan bir yemek artanına
balıklama daldım. Birazdan insanların bana bağırdıklarını ve üstüme
yürüdüklerini gördüm ama ben buna aldırmadan yemeğe devam ettim. Başıma çarpan küçük
bir taş beni kendime getirdi, istemeden yemeğimi bırakıp koşar adım önümdeki
koruya dalarak gözden kayboldum. Ama aklım orada kalmıştı. Biraz sonra geri
döndüm, hiç kimseyi görmeyince kaldığım yerden yemeğe devam ettim. Ayrıldığımda
arkamda dağılmış bir çöp yığını kalmıştı. Eve döndüm ağzım yüzüm yağlanmış
vaziyette kapının önüne uzandım. Birkaç gündür karnıma giren tek yiyecek buydu.
Kafam karmakarışık bir köşede duran boş yemek tasına bakıyordum. Gece yarısına
doğru sokağın köşesinden köpekler geçti havlamadan, tek sıra halinde. Tabii geç kalmışlardı, az önce çöp kamyonu
gürültüler içinde etrafı temizleyerek geçmişti bile.
O sırada
karşı evin kapısı açıldı elinde tas ile yaşlı bir kadın ağır adımlarla, dışarı
çıktı, tereddüt içinde bana baktı. Uzandığım yerden onu seyrediyorum,
sevincimi gösteremeyecek kadar ağrılar içindeyim, kalkamıyorum, ama zar zor başımı
kaldırıyorum. Kadın elindeki tası kapının yanına yere bırakıyor veı bana
bakarak eliyle yerdekini gösteriyordu. Ben zayıf bir sesle havlıyorum. “Ayağa
kalkmalıyım.” Zor da olsa toparlanıyorum ve ayaklarımın üstüne dikilip
kuyruğumu sallıyorum birkaç sefer. Kadın
içeri giriyor. Kapı kilidinin kilitlenme sesini duyuyorum dışarıdan.
Beni
düşünen biri var bu kapının ardında. Yaşlı bir kadın, sanki daha önce
görmüşlüğüm var gibi, beni kollamaya, gözetmeye çalışıyor. Birkaç saat sonra
toparlanıyor, topal ayağımla seke seke karşı evin bahçesine geçerek, yemek
suyuna ekmek paparasına kokusuna aldırmadan şapırtıyla yumuluyorum. Bana bu
yemek az ama iyi geliyor. Bitirdikten sonra bir süre bizim eve dönmeden önce onların
kapısının dibine uzanıyorum. Düşünüyorum. Ayağım ve sırtım hâlâ yaralı. Sağım
solum kanamış, kemiklerim dışarıdan sayılacak kadar zayıflamışım, tüylerin
topaklanmış acınası bir görünüşüm var. İnsanlar benden uzak geçiyorlar. Bu
kadın bana acıdı ve yemek verdi su verdi. Ben ona ancak sevgimi verebilirim.
Dışarı çıkmasını beklemeye başladım. Ama içeriden ses seda gelmiyordu. Bir ara pencereden
görünür gibi oldu. Başımı yerden kaldırıp kısa kısa havladım. Perdenin
arkasında kaybolan yüz kapının aralığından tekrar göründü. Zorlukla yerden
doğruldum. Kısa kısa ona doğru seslendim, parmağını dudaklarına götürüp
evvelden bildiğim sus işaretini yaptı bana. Alçak sesle inledim. Ailemden
bilirim onlar da çenemi tutmamı istediklerinde sus işareti yaparlar ve “Sus”
derlerdi. Havlamazdım. Başımı okşarlardı. Bekledim başımı okşar mı diye. Usulca
kapıyı kapattı, içeri girdi. Oturdum, beklemeye devam ettim. Gecenin ilerleyen
saatlerinde üç köpeklik bir çete daha geçti sokağın öbür başından, sesimi
çıkarmadım. Her yerim hafif hafif sızlarken onlara sataşamazdım. Başka bir gece
köşe başında havlayıp hırlaşmadan her biriyle ayrı ayrı koklaştım.. Biri dişi
diğerleri erkek irice köpeklerdi. Önde koşan bir erkek diğerlerini idare
ediyorken bana şöyle tepeden baktı. Hırladı, sustum onunla kavgayı göze
alamazdım. O da uzatmadan rahvan adımlarla koşmaya devam ederken diğerleri onu
takip ettiler. Ben de arkadan peşlerine takıldım. Gece gündüz çöp tenekelerini,
yakın köylerin çöp atık alanlarını geziyorlardı. Onların kulaklarında birer
plastik halkaları var, bende ise yok. Hepsinin
birer hikâyesi olmalı başkalarına anlatamayacakları. Bana da anlatamadılar ama biri
dışında hepsi terk edilmiş yaratıklardı. Farkında bile olduklarını sanmıyorum. Onlarla
beraber siteyi gece gündüz dolaşmaya başladıysam da arada bizim eve gelerek
kapı önünde bir süre yatıyorum, gelip gelmediklerini görmek istiyorum.
Her
seferinde boş eve geldiğimde boşuna bir telaş ve heyecan yaptığım kafama dank
ediyor ama içimdeki umut da sönmüyor, zaman zaman koşa koşa eve gelmeye devam
ediyorum. Hayal kırıklıklarım artıyor, üzülüyorum ama açlığım beni yeniyor üzüntümü
unutuyorum. Hayal kırıklıklarım çoğaldıkça midemi bulandıran bir gerçek su
yüzüne çıkmaya başlıyordu. Bunca zaman
geri dönmediklerine göre söylemeye utanıyorum ama giderken “Beni bırakıp gitmiş
olmalılar, unutmuş falan değiller” dedim kendi kendime.. Bana bir şey söylemeden
gitmişler. İçim daraldı. bunu anladığım anda. Gelecekler mi? Artık sanmıyorum.
Havalar soğuyor, diğer insanlar da
buraları terk ediyorlar, ortalık iyice sakinledi, köpekler, kediler ortalığa yayılmaya başladılar. Gelirler
mi bizimkiler? Gelseler bile beni yanlarına alırlar mı? Benim küçük arkadaşım boynuma sarılır mı acaba? Üzüldüğümü
itiraf etmeliyim.. Henüz bir yaşımdayım, belki bir kaç ay geçmişimdir.. Bunca
zaman beslediler, büyüttüler, şefkat gösterdiler. Sevdiler beni! Peki şimdi
neden yalnızım, neden? Ben bir kusur etmiş olmalıyım, ama ne? Evin ön kapısında
yatarken bu kötü düşünceler geldi içime oturdu. Bir yağmur sonrasıydı ve ben
gözlerim kapalı, evimizin kapısının önünde ıslak yere adeta çökmüş
kalmıştım. Üzüntü bu sefer açlığımı
yenmiş midemdeki sancının yerini almıştı. Ne büyük kusurdu ki bu, bizimkiler beni
yaşantılarından silmişlerdi? Ya sen
küçük insan, arkadaşım, ya sen? Beni bağışlayamaz mıydın?
Yaz bitiyordu, kapanan evlerin dört ayaklı
dostları sokaklardalar şimdi. Dört ayaklı dostları mı? Ayakların sayıları tamam da dostluklar
anlamsız duruyor. Anlaşılmıyor bu bir arada yaşamanın manası. Kediler bizden
daha farklı bir anlayıştalar, hoşluk, şaklabanlık yap, yaltaklan mamanı al
fazla samimi olma gibi geliyor bana. Bizimkilerin kedilere bakışları da farklı,
zorda kalınca atıştırmalık.
Yaşlı
kadın bana acıyor, ama korkuyordu herhalde, evinin kapısının kenarına koyduğu yemek
artıklarıyla beni beslemeğe devam ediyordu. Uzaktan gözlüyor ama bana mesafeli
duruyor, yaklaşmıyordu. Nedeni, rezil, pis, pasaklı bir
görünüşüm olabilir mi? Belki de sırf bu yüzden, bir kere bile yanıma gelip başımı okşamamış olabilir... Aramızda bir dostluk oluşmadı. Belki
böylesi daha iyi... Anladığım kadarıyla bir kaç güne kadar O da buradan gidecek, oğlu veya kızı ya da torunu, biri
gelip alacak onu. Beni burada benle baş başa
bırakacaklar. Benim için de onun için de ayrılmak kolay olacak diyorum. O beni, ben onu
incitmemiş olacağız. Hatırlar mıyım? Bilmem. Yalnızlık ondan sonra başlayacak benim için..
İyice
karanlık çökmüş, temizlik kamyonundan önce davranıp çöp tenekelerini ziyaret
etmenin saati gelmiş. Üzüntüyü düşünmek iyice acıktırmış beni. Üstelik yaşlı kadın
da nedense bu saate kadar görünmemiş yemek filan bırakmamış. İster misiniz
gitmiş olsun.
“Benim
için çetin günler başlıyor mu, ne?” diye
düşündüm..
Sadık
Mercangöz Artur Burhaniye 26 Eylül 2019, 1:30 .
Sevgili Sadık
YanıtlaSilÇok etkili...
Dilin de çok ustalıklı...
Devam et....
Sevgili Sadık,
YanıtlaSilBu çerçeve iyi. Sen daha aç, sorunlu günlerin dramını da yazarsın. Bize fazla gelir.
Doğum gününü kutlar, sevgiyle selamlarım.
Aydın.
Boğa güreşi konulu öykün müthişti. Bu da onun kadar güzel, dokunaklı. Tatil beldelerinin yaz sonu / güz başı sorunu bu ve tek sözcükle hainlik.
YanıtlaSilSağol Sadık. İyi ki yazıyorsun.
Okan
Belki geç bir yorum ama bu öyküyü bugün tekrar okumak istedim. Nedenini bilemiyorum. Etkileyici ve güzeldi. Günün birinde bu öykülerini bir kitapta toplayacağını umuyorum. Yazmak sana, okumak bize iyi geliyor.
YanıtlaSilDilek ve temennilerine teşekkür ederim. Yorumun "geç"i olmaz. Yorumunu istediğin zaman yaparsın sevgili Saim
YanıtlaSil