WEB SIDE STORY
“Kim
o?”
“Kilimci!”
başımı kapıya çevirdim. Çelimsiz koyu
siyahi derili, kıvırcık saçlı, kısa kollu, hawai gömlek giymiş orta yaşlı bir herif,
beyaz dişlerini gösterek sırıtıyor.
“Takma dişlerine dikkat et mean, müsaade al öyle gir içeri adamım.” Oturduğum yerden ona
doğru dönüp, doğrulur gibi davrandım. Adam benim yarım kadar, tek yumrukluk
canı var, karşımdakinin. Kapıyı aralayıp dışarı çıktı. Tıklattı. duymazdan geldim.
“Gelebilir
miyim bayım?” durakladığımı görünce “Bir şey danışacaktım bayım. Mr Hammer’i
arıyorum.” dedi. Ayağa kalktım:
“İşte beni buldun
adamım.” Duvardaki levhayı gösterdim. “Danışmak ücrete tabidir. En az bir saat
olur.” Dediğimde adam yavaşça elini gömlek cebine sokup katlanmış beş dolarlık
banknotu işaret ve orta parmakları arasında çıkardı. Kibarca uzattı. Kibarlığa
dayanamayacağımı beni tanıyanlar bilirler, biri buna söylemiş olmalı. Elinden
çektim parayı.
“Pekalâ.
On dakikanız var. Bay...?” Adam kendini
tanıttı.
“Ben
Lan, Lan Brown... Shazy’nin kocası” dedi. Adama şöyle bir baktım. Şazi’nin
yanında bu adam bi çeyrek kalır. Çeyrek Lan.
”James
Brown’la akrabalık?”
“Halaoğlu
olur, Mr Hammer. You got me” diye sırıttı.Adamı yukarıdan ayağa süzüyordum ki,
bakışlarımı yakaladı.
“Ne
buluyor bu kadın bu adamda diyorsunuz. Uzun uzun anlatmaya gerek var mı,
bilmiyorum ama dakikalarım sayılı, değil mi? Halen evliyiz, çok mutluyduk geçen
aya kadar bayım. Ama aklına memlekete
gitmeyi taktığından beri hayatımız kâbus oldu. Gitmesine gitsin sör ama orda
eski sevgilisiyle bir serüven düşlüyor my little Shazy[1], karşı
çıktım diye kavga ettik, beni öldürmeye kalktı geçen hafta.” dedi, içimden
gülmek geldi. Tanıdığım Şaziment tuttuğunu koparır, istediğini elde eder, taş
gibi sert karıdır. Shazy de böyle olmalı.
“Pencereden
aşağıya itti beni. Kutsal anamız, önünde yangın merdiveni varmış, sadece 1
metre düştüm. Ölümden döndüm yani, bayım. O sırada daire kapısı kırıldı, paldır
küldür içeri aşığı olacak adam düştü. Elinde de bir silah vardı, korkuyla
kaçtım” diye heyecanla anlatıyordu adam.
Bu
benim hikâyemdi, Shazy olacak cazı[2],
kocasının kendini öldürmeye kalktığını söyleyerek beni çağırmıştı o meşum eve.
Bu kısmı Lan’a söylemedim tabii. Bir dedektifin böyle küçük sırları olur doğal
olarak.
“Hey adamım peki, benden
ne istiyorsun?” diyerek gözlerimi adamın gözlerine dikerek sordum. Bu bakışla
adamın ruhunu okurum ben. Bu da benim gizli silahım. Gözlerden mana çıkarmak.
“Nedir isteğin adamım?” diye gözlerine bakarak sordum.
***
Odanın
beyaz kapısı ardına kadar açıldı. Tombik hemşire elinde bir bardak su ve
nörolojik yeşil bir hapla odaya girdi.
“İlaç
zamanınız geldiii” diye melodik bir şekilde seslendi. Baş ucuma gelip hapı açık
duran ağzımın içine attı ve suyu dayadı. Aksilendim.
“Dur
be kadın, kendim yapabilirim. Ver şunu bana!” elinden çekip aldım su bardağını.
O kargaşada bir kaç damla su yatağa döküldü. Kıza çıkıştım.
“Aman
dikkat et. Daktilomun üstüne su dökülecek! La havle vela kuvveti inna billah..”
diye bağırdım. Tabii kız suçlanır gibi oldu.
”Affedersiniz
görmedim” dedi. Kafamı salladım.
“Kolay
gelsin. Ne yapıyordunuz?” diye gülerek sordu.
“Görmüyor
musun yazılarımı yazıyorum daktilomda. Benden yazı bekliyor basın dünyası” diye
daktilomu gösterdim kadına.
“Daktilo
da ne?” der demez kan beynime sıçradı, ağzıma gelenleri sıralamaya başladım.
“Eh,
pes artık, bu daktiloyu bilemediğinize inanamıyorum. Yok artık.” Elimde hayali
telefonu tutuyor, tuşlarına basıyordum. “Telefon elinizde bütün gün oynayıp
duruyorsunuz, ama bilgiden bihabersiniz. Makinalar akıllanıyor sizler ahmaklaşıyorsunuz.
Öyle mi, değil mi? Kullanmaya kullanmaya
beyinleriniz dumura uğrayacak bu gidişle kızcazım. Yazıklar olsun bize. Bak bu
daktilo bir yazı makinasıdır. Bak, görüyor musun, Bilgisayarların önlerindeki
klavyelerdeki tuşlar gibi tuşları, muşları vardır, önündeki merdaneye takılan
kağıda, her tuşa vuruşta harfleri teker, teker basar ve böylece yazı yazılır. Bu
makinalarla ne hikâyeler, ne makaleler, ne şiirler, ne romanlar yazılmıştır. Bilgisayarlardan
önce bunlar vardı. Yani o bilgisayar klavyelerinin mekanik atasıdır bu. Şimdi “mekanik
ne” diye soracaksın değil mi?”
Kadıncağız
yüzüme bakıyordu şaşkın şaşkın. “Size değil sizi yetiştirenlere kızmak lazım. Dünya
yaşayan organik robotlar dünyası haline geldi. Bak şimdi bu şaryo! Annadın mı,
soldan sağa doğru iterken merdane yukarı döner veee satır atlar, gördün mü?”
Durmuş masal dinler gibi yüzüme bakıyordu.
“Yüzüme
değil makinaya bak matmazel!” diye bağırırken elimle, bir türlü göremedikleri daktilomu
gösteriyordum. O sırada kızın cebindeki akıllı telefonu “Bastım da kırıldı
iğdenin dalı” diye çalmaya başladı, yerinden sıçradı kızcağız.
“Müsaadenizle
işim var istasyonda...” diyerek kapıdan tüyme akıllığını gösterdi.
Yüzüme
bakmadan “Kolay gelsin” diyerek çıktı gitti. O gözden kaybolunca hemen ağzımda
dilimin altında tutmakta olduğum hapı avucuma tükürdüm, pijamanın cebine
diğerlerinin yanına indirdim.
Tam
o sırada Lan’ı gördüm. James Brown’nın
kuzeniydi. Hapı ağzımdan çıkarırken yakalanmıştım. “ Pardon adamım” dedim. “Uuu
Lan seni unutmuşum iyi mi? Pardon me...”
Bunun ne işi var lan burada, bu hastane odasında dedim içimden.
Karısının kendisini öldürmeye kalkıştığını, sevgilisiyle bir olup onu bu
dünyadan paketleyeceklerini düşünüyordu zavallı.
“Dengesiz
hareketlerinden anlamam lazımdı benim, bu evliliğin yürümeyeceğini. Amerika’daydık
ama kadın memleketini hiç unutamamıştı. Oğlumuza doğru dürüst isim bile seçememiştik. Ally. Ne
şimdi bu? Ya kendi lisanında Ali koy ya da İngilizce bir isim koy. Allan de veya
All diye çağır oğlunu.”
“Kaç
senedir evlisin George?”
“George
değil Lan bayım.” Başımı salladım, her neyse anlamında.
“Ayrıl
kardeşim. Bir sabah gırtlağın kesilmiş halde uyanmaktan herhalde daha iyidir,
değil mi? Ben tanırım bunu, aklına koyduğunu yapar ulan. Sen olayın
ciddiyetinin farkında değil misin birader?”
“Sen
nerden tanıyorsun benim karımı?” Ihh, çok güzel bir soru. Çıplak ayakla boka
bastık sonunda. Başından mı anlatayım, diye düşündüm bir anda. Mosmor bir
haldeyim. Mayk nerden tanıyor bu kadını?
Havalanına
gittik eşimle beraber. Elimizde kartona yazdığımız “Ally” isimli yaftayla çıkış
kapısında bekleşiyoruz. Hayatımızda hiç görmediğimiz ondört, onbeş yaşlarında
beyaz bir çocuğu, pardon melez bir
çocuğu karşılayacagız. Bir hafta bizde kalacak ben de Onu Şaziment’le
lisedeyken gezdiğimiz yerlere götürecektim. Çocuk aktarmalarla birlikte yirmi
iki saattir yoldaydı. Son olarak İstanbul’a indiği zaman aramıştı yavrucak yaklaşık
üç saat önce.
“Sabret
bir, bir buçuk saatin kaldı” dedik. Biz de bir saattir buradaydık, Esenboğa’da.
Şaziment karısının veledi taa Amerikalardan, kibarca söyliyeyim, eski
hayranının evine geliyordu. Kalbim sıkışıyordu bir aksilik çıkacak da kırk
yıllık yuvamızda şimşekler çakacak diye. Ama çaresiz çocuğu burada misafir
edecek ve de gezdirecektik. Şaziment karısı şantaj yapmıştı bana.
Sevgili
karıcığım cazı Shazy’nin programını güler yüz, tatlı sözle bozup çocuğun otel
rezervasyonlarını iptal ettirip, tam pansiyon olarak bizim eve çevirmişti.
Üstelik bunu sadece iki defa telefonda konuştuğu ve hiç tanımadığı bir kadın
için yapmıştı. Ben ona sadece bu hanımın liseden tanıdığım, üniversite
imtihanlarında yeterli puanı tutturamadığı için Amerika’ya okumak üzere giden
bir arkadaşımın karısı olduğunu, arkadaşımın trafik kazasında ölmesi üzerine
dul kaldığını ve ikinci evliliğinden olan çocuğunun adının “Ally” olduğunu
basit bir kaç cümleyle anlattım. Bizimki kadına bir acıdıki sormayın. Belki de
bu sebepten çocuğu sahiplendi, bizde kalmasını istedi.
Bu
arada ikide bir de cep telefonuma, bizim web sitesiyle ilgili mesajlar
geliyordu arkadaşlardan. Çeşitli düzeltmeler isteniyor veya yeni malzemeler,
resim ve yazılar gönderiliyordu.. Malzeme toplama işi Bodrum’daki Ahmet kaptanda.
Bu arada ben de düzeltmelere yardım
ediyor ve her geleni okuyordum. Mesela, birisi, çocukluk resmimdeki emziği
Photoshopla yok edip edemeyeceğini soruyorken, Albümde yer alan bir diğeri
adının ve soyadının yanlış yazıldığını, düzelttirmek istiyordu. Halbuki bu sitenin
yayınından önce hazırlanmış mezunlar listesi defalarca grup ortamında
yayınlanmış, gelen çeşitli düzeltmeleri işlemiştik. İnsan atlıyabiliyor tabii.
Diğer
taraftan bazıları ise sitenin deneme yayınıyla yakından ilgilenmişlerdi.
“O
kadar resim ve yazılı malzeme gönderdik ama şimdi siteye bakıyorum da hiçbirini
kullanmamışsınız lan Amet. Bu ne iş?” diyordu bir tanıdık..
“Ulan
oğlum, aç interneti, siteye gir, yılını seç, adını bul, kelle resmin var mı,
var. Mouse’un okuyla kelle fotona dürt... Ulan oğlum elinde mouse’un yok mu? Yok...
Ne oldu?... Ne, web sitesini telefondan
mı açtın? Harikasın şimdi kelle fotoğrafını parmakla, dosyan varsa açılsın...
Ulan avuç içi kadar ekranda açılan sitede ne görüp ne okuyacaksın! Yaşın kaç
senin?... Ben de senin kot kafa! Gelirsen nah içersin Bodrum ayranını...”
Web
sitesini tamamlamakta gecikiyorduk, öyle ki başlangıcımızdan bu yana Albümde
yer alan bir çok insan ömürlerini tamamlamışlar, yani ölmüşlerdi. Bu iş bir
altı ay daha uzasa vefat edenlerin sayıları bugünkünü ikiye katlayacağından
emindim. Onun için nerde olursam olayım, o yerde beklerken gelen maillere bakıp
cevap vermeye çabalıyordum. Havaalanında da öyleydi. Fakat içimde bir sıkıntı başlamış, artarak devam ediyordu
doğrusu. Onun için okuduklarımı anlamıyordum. Bıraktım.
Antik
çağda Iphigenia da Aka donanması da Aulis’te bekliyorlardı. Büyük Aka Donanması
açıkta beklerken yelkenlerini şişiremiyor, bayraklarını
dalgalandıramıyorlardı, çünkü Tanrılar rüzgârı bırakmıyorlardı. Ama Kahinlere göre Aka Birleşik Devletlerinin
başı Agamemnon’nun kızı İphigenia Tanrılara kurban edilirse rüzgârlar esmeye
başlayacak ve gemiler Turova’ya, yani bize doğru yola çıkacaklardı. Bir baba
kızını kurban eder mi? Zayıf ihtimal ama ya olursa? İşte o zaman desteden kupa
dörtlüsünü çektim demekti.
“Ulan
Lan Brown hayattaysan eğer, karına ve oğluna sahip ol oğlum. Amerika’dan
buralara gelmeye kalkmasın. Sana yamuk yapmasın” diye içimden geçiriyordum. Ama bu 1123 çarpık
Şaziment idi. Kadın ta Amerika’da yıllar sonra benim izimi bulmuş, bizim Web
Sitesindeki özgeçmişimde kendisinden bahsetmemi, sadece arkadaş olduğumuzu yazmamı istiyordu başka bir şey değil. Bir de
lise son sınıfta yaptığımız kaçamakların birinde yanak yanağa çektirdiğimiz bir
resmi göndermiş, Albüme koymamı rica etmişti cazı Şaziment. Biz de şimdi Shazy’nin
oğlu Ally’i karşılamaya gelmiştik. Ne garip değil mi? Bütün bunlara karımın
kafasına takılan bir garip içgüdünün sebep olduğuna inanmaya başlamıştım, hele
burada bu absurd bekleme sırasında.
“Ne
düşünüyorsun canım?” karım karşımda bana sesleniyordu. “Betin benzin biraz
solgun görünüyor... İyi misin?” İyiyim manasına başımı salladım... O sırada karşı
masada tek başına oturan fötr şapkalı, twid çeketli, beyaz gömlekli iri yarı
bir adam dikkatimi çekti. Başını kaldırınca ince bıyıklarından tanıdım. Evet bu
O. Mayk’tı bu. Yemin ederim. Bana bakarken iki parmağıyla fötrünü geri itti, bıyık altından tebessüm ederken göz kırptı. Düşüp bayılacağım ulan. Adam beni
tanıdık birine benzetti herhalde. Mayk Hammer birader nerden gekecekte beni
burada bulacaktı.
“Oğlum
sen kafayı mı sıyırdın? ... Evet, evet kesinlikle” diye mırıldandım. Kemal Tahir
abimiz de olabilirdi. “Manyaklaşma adamcağız öleli yıllar oluyor” dedim. Karım
yüzüme bakıyordu ki anons beni kurtardı. "Rötar var." Uçak daha oradan kalkamamış bile. Yeni İstanbul
havalanı bu, her türlü sürprizi yapabilir. Sıkı bir rüzgâr çıkarsa iptal bile
olabilir çocuğun uçağı.
“Ben
eve gitmek istiyorum, ne dersin?” dedim bir süre daha bekledikten sonra.
“Yok
artık, çocuğu sokakta mı bırakacağız?”
“Ne
çocuğu be? Kapı gibi herif, resmini görmedin mi? Web Sitesi beni bekliyor... O
bitmeden aklımı veremiyorum başka işlere. Bodrum’da Jake abim de yeni romanına
başlayamıyor, biliyorsun!” Başımı çevirdim, Mayk abim ortadan kaybolmuş, iyi
mi? Mayk olmak kolay değildir, bilgi, görgü ve yetenek ister. Ruh gibi
olacaksın.
Kırk beş
dakika sonra beklediğimiz uçak indi. Çıkacakları Dış Hatlar çıkış kapısının
önünde, elimizde "Ally" yazılı yafta korkuluklara yaslandık bekliyoruz kalabalıkla birlikte. Otomatik kapının
her fışlamasında açılan kapıdan içeri uzanarak bakmaya çalışıyorum, ama kimseyi
tanıyamıyorum. Kalbim hızla atıyor.
Kapı
son açıldığında iri yarı, sevimli, sırt çantalı bir melez genç gülerek bize doğru yaklaştı.
“Hii.
I’m Ally Brown, you, sen soyle, should be Mr and Mrs Neco. Yes? Well hello sir how do
you do ma’am?” diye nezaketle konuşup ellerimizi sıktı. Hanım da ben de çok
memnun olduk. Wellcome sesleri arasında çocuğu, yüzü çocuk görünümlü ama 1.70
boyunda bir genç, elindeki tekerlekli valiziyle kapının önünden çekip
aldık. Kalabalık içinde yürümeye
çalışıyoruz ama çocuğun gözü arkada kaldı, sık sık dönüp dönüp çıkış kapısına bakıyor.
“Let
me get my car from parking lot” diyerek, parktan arabayı çıkarıp getireyim
diyorum, elimdeki anahtarları sallıyorum ama Ally çakılmış gibi durarak bize döndü,
“Let
me say, I got a surprise for you sir, aaa... let me introduce you my mom,
Shazy, annem!” Çıkış kapısının önünde etrafına şaşkın şaşkın bakınan, aranan
güzel bir kadına bakakaldık. Önümüzden gelip geçenler olmasına rağmen gözümü
ayıramıyordum kadından. Bu O olamazdı, çarpık Şaziment. Ama elindeki tekerlekli
valizini çeke çeke yakınımıza gelirken gördüğüm yüz otuzbeş sene önce ayrıldığımız Şaziment’e
andırıyordu, biraz kilo almış balık etinde güzel bir kadın olmuştu. İki kadın
yani eski kız arkadaşımla sevgili karım birbirlerine sarılıp öpüşürlerken, bir anda başımın döndüğünü hissettim. Dizlerimin bağı çözüldü.
Kendimden geçmiş olmalıyım.
Gözlerimi
açtığımda benbeyaz bir odada bir hastane yatağındaydım. Oda bir hayli kalabalık
olduğunu karaltılardan fark ettim. Üzerime eğilen bir yüzü seçebildim sonra,
karım endişeyle yüzüme bakarken, gözlerimi açtığımı görünce gerye çekildi. Bu
sefer hemşire belirdi bsş ucumda. Odada konuşuluyor gibiydi. Kulaklarımdaki
vınlamadan sesleri ayırdedemiyordum. Ama yavaş yavaş kendime geldim. Odada
karımın dışında Ally, Shazy Brown, şişman hemşire ve arkada kapıya yakın Lan
Brown gavatıylla havaalanında gördüğüm Mike Hammer’de duvara yaslanmış, bana bakıyorlardı.
“Hepinize
yardımlarınız için teşekkür ederim Sizleri üzdüğüm için beni affediniz” diyerek
karımın arkasından görebildiğim hazirundan özür diledim.
“Canım,
kiminle konuşuyorsun sen?” Başımla işaret ettim.
“Kendini
nasıl hissediyorsun? Birazdan Doktor bey
tekrar gelecek seni tekrar kontrol edecek.” Üstüme doğru eğildi yanağıma bir
öpücük kondurdu. Baktım Şaziment arkadan gülümsüyor bana öpücük gönderiyordu.
Bu karı hiç akıllanmayacak mı diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çarpıklığı falan
kalmamıştı deli karının, bir içim su.. Bir tahtası noksandı galiba. Ama
oğlunun, kocasının ve dahi benim karımın yanında bu yaptığı neydi şimdi? Karım
kenara çekildi.
“Doktor
geldi canım” dedi. Kapının ağzında izbandut Hüsnü, yani Şaziment’in ağabeyi,
beyaz önlük giymiş, boynunda stetoskopuyla bir çalımla içeri girdi. Onu görür
görmez kendimi yataktan attım, feryada başladım.
“Git,
git, git ulan! Sen kim doktorluk kim! Sen şoförsün lan. Sen sadece adam dövmeyi
bilirsin, masum çocukların bisikletlerini otomobille ezerek geçmeyi bilirsin
lan. İmdat kurtarın beni” diyorum ama kimse yardıma gelmiyordu. Baktım bir tek karım
bana sarılıyor, sakinleştirmeye çalışıyordu. Ama avazım çıktığı kadar doktora
küfürler savuruyordum. Doktor defolup gitti nihayet. Sakinler gibi oldum. Hemşire
kızlar ve karım beni yatağa yatırdılar. Hala kızlara, doktorlara küfürler
sallıyordum ama uslu uslu. Biraz sonra erkek sağlıkçının da yardımıyla zorla bir
sakinleştirici iğne yaptılar, sonrasını
hatırlamıyorum. Sonrasında psikiyatri kliniğinde açtım gözlerimi.
“Bir
ay burada misafirimiz olacaksınız” dedi kadın doktor, son derece güler yüzle,
sakin sakin günlük hayatın stresinden uzaklaşmamı, gazete, tv ve bilgisayardan
uzak durmamı, park ve bahçelerde gezmemi, özellikle buranın ön bahçesini
tavsiye ediyordu, sanat eserlerini incelememi istiyordu. Rodin modin falan varmış ön bahçede.
“Olmaz
doktor! Daha Web sitesinin işleri bitmedi” dediğimi hatırlıyorum. Kadın yandaki
komodinin çekmecesinden büyücek bir huni çıkardı.
“Web,
Meb filan yok kardeşim. Bu elimdeki huniyi başına takacaksın bu senin kaide ve
kanunlardan muafiyetini sağlayacak koruyucu zırhın olacak. Bunsuz sokağa,
mokağa asla çıkmayınız. Tamam mı?” dedi.
“Bir
dene bakalım numarası başınıza uygun olacak mı beyefendi?” derken elindeki
huniyi başıma yerleştirmeye çalıştı. Dışı mavi içi beyaz emaye metal bir huni
başımı biraz zorladı. Doktor hanım sağdan baktı olmadı, çevirdi soldan baktı
içine sinmedi.
“Anlaşıldı
size bir lazımlık ayarlayalım, huni az gelecek” diyerek çıktı gitti. Başımda huniyle baş başa kaldım koltukta.
Sadık
Mercangöz 20 Mayıs 2019, Bağlıca, 13:05
.
3. koğuşta Yurdaer, Osman, Engin, Feridun kaynatıyoruz. Acele 3. koğuşa naklini iste. Ahmet the moderatör de tepemizden bakıyor ama akşamları onu özel odaya alıyorlar. Bu akşam Şazi de gelecek. Lan ve Ally'den haber yok.
YanıtlaSilSevgili Sadık, mükemmel iki öykü olmuş. Ellerine sağlık.
çok güzel
YanıtlaSil