Web sitesi sonu III


WEB SIDE STORY

         Bugün enerji doluyum. Emektar daktilomun tuşlarına hızla vurmaya ve şaryomu süratli el hareketleriyle soldan sağa atmaya başlamıştım. Tam havamdayım yazı yazmak için. Parmaklarımın iniş kalkışlarını takip edemiyordum ki kapım şiddetle kapandı. Yerimden sıçradım.

“Kim o?”

“Kilimci!”  başımı kapıya çevirdim. Çelimsiz koyu siyahi derili, kıvırcık saçlı, kısa kollu, hawai gömlek giymiş orta yaşlı bir herif, beyaz dişlerini gösterek sırıtıyor.

“Takma dişlerine dikkat et mean, müsaade al öyle gir içeri adamım.” Oturduğum yerden ona doğru dönüp, doğrulur gibi davrandım. Adam benim yarım kadar, tek yumrukluk canı var, karşımdakinin. Kapıyı aralayıp dışarı çıktı. Tıklattı. duymazdan geldim.

“Gelebilir miyim bayım?” durakladığımı görünce “Bir şey danışacaktım bayım. Mr Hammer’i arıyorum.” dedi. Ayağa kalktım:

            “İşte beni buldun adamım.” Duvardaki levhayı gösterdim. “Danışmak ücrete tabidir. En az bir saat olur.” Dediğimde adam yavaşça elini gömlek cebine sokup katlanmış beş dolarlık banknotu işaret ve orta parmakları arasında çıkardı. Kibarca uzattı. Kibarlığa dayanamayacağımı beni tanıyanlar bilirler, biri buna söylemiş olmalı. Elinden çektim parayı.

“Pekalâ. On dakikanız var.  Bay...?” Adam kendini tanıttı.

“Ben Lan, Lan Brown... Shazy’nin kocası” dedi. Adama şöyle bir baktım. Şazi’nin yanında bu adam bi çeyrek kalır. Çeyrek Lan.

”James Brown’la akrabalık?”

“Halaoğlu olur, Mr Hammer. You got me” diye sırıttı.Adamı yukarıdan ayağa süzüyordum ki, bakışlarımı yakaladı.

“Ne buluyor bu kadın bu adamda diyorsunuz. Uzun uzun anlatmaya gerek var mı, bilmiyorum ama dakikalarım sayılı, değil mi? Halen evliyiz, çok mutluyduk geçen aya kadar bayım.  Ama aklına memlekete gitmeyi taktığından beri hayatımız kâbus oldu. Gitmesine gitsin sör ama orda eski sevgilisiyle bir serüven düşlüyor my little Shazy[1], karşı çıktım diye kavga ettik, beni öldürmeye kalktı geçen hafta.” dedi, içimden gülmek geldi. Tanıdığım Şaziment tuttuğunu koparır, istediğini elde eder, taş gibi sert karıdır. Shazy de böyle olmalı.

“Pencereden aşağıya itti beni. Kutsal anamız, önünde yangın merdiveni varmış, sadece 1 metre düştüm. Ölümden döndüm yani, bayım. O sırada daire kapısı kırıldı, paldır küldür içeri aşığı olacak adam düştü. Elinde de bir silah vardı, korkuyla kaçtım” diye heyecanla anlatıyordu adam.

Bu benim hikâyemdi, Shazy olacak cazı[2], kocasının kendini öldürmeye kalktığını söyleyerek beni çağırmıştı o meşum eve. Bu kısmı Lan’a söylemedim tabii. Bir dedektifin böyle küçük sırları olur doğal olarak.

           “Hey adamım peki, benden ne istiyorsun?” diyerek gözlerimi adamın gözlerine dikerek sordum. Bu bakışla adamın ruhunu okurum ben. Bu da benim gizli silahım. Gözlerden mana çıkarmak.

 “Nedir isteğin adamım?”  diye gözlerine bakarak sordum.
***

Odanın beyaz kapısı ardına kadar açıldı. Tombik hemşire elinde bir bardak su ve nörolojik yeşil bir hapla odaya girdi.

“İlaç zamanınız geldiii” diye melodik bir şekilde seslendi. Baş ucuma gelip hapı açık duran ağzımın içine attı ve suyu dayadı. Aksilendim.

“Dur be kadın, kendim yapabilirim. Ver şunu bana!” elinden çekip aldım su bardağını. O kargaşada bir kaç damla su yatağa döküldü. Kıza çıkıştım.

“Aman dikkat et. Daktilomun üstüne su dökülecek! La havle vela kuvveti inna billah..” diye bağırdım. Tabii kız suçlanır gibi oldu.

”Affedersiniz görmedim” dedi. Kafamı salladım.

“Kolay gelsin. Ne yapıyordunuz?” diye gülerek sordu.

“Görmüyor musun yazılarımı yazıyorum daktilomda. Benden yazı bekliyor basın dünyası” diye daktilomu gösterdim kadına.

“Daktilo da ne?” der demez kan beynime sıçradı, ağzıma gelenleri sıralamaya başladım.

“Eh, pes artık, bu daktiloyu bilemediğinize inanamıyorum. Yok artık.” Elimde hayali telefonu tutuyor, tuşlarına basıyordum. “Telefon elinizde bütün gün oynayıp duruyorsunuz, ama bilgiden bihabersiniz. Makinalar akıllanıyor sizler ahmaklaşıyorsunuz. Öyle mi,  değil mi? Kullanmaya kullanmaya beyinleriniz dumura uğrayacak bu gidişle kızcazım. Yazıklar olsun bize. Bak bu daktilo bir yazı makinasıdır. Bak, görüyor musun, Bilgisayarların önlerindeki klavyelerdeki tuşlar gibi tuşları, muşları vardır, önündeki merdaneye takılan kağıda, her tuşa vuruşta harfleri teker, teker basar ve böylece yazı yazılır. Bu makinalarla ne hikâyeler, ne makaleler, ne şiirler, ne romanlar yazılmıştır. Bilgisayarlardan önce bunlar vardı. Yani o bilgisayar klavyelerinin mekanik atasıdır bu. Şimdi “mekanik ne” diye soracaksın değil mi?”

Kadıncağız yüzüme bakıyordu şaşkın şaşkın. “Size değil sizi yetiştirenlere kızmak lazım. Dünya yaşayan organik robotlar dünyası haline geldi. Bak şimdi bu şaryo! Annadın mı, soldan sağa doğru iterken merdane yukarı döner veee satır atlar, gördün mü?” Durmuş masal dinler gibi yüzüme bakıyordu.

“Yüzüme değil makinaya bak matmazel!” diye bağırırken elimle, bir türlü göremedikleri daktilomu gösteriyordum. O sırada kızın cebindeki akıllı telefonu “Bastım da kırıldı iğdenin dalı” diye çalmaya başladı, yerinden sıçradı kızcağız.

“Müsaadenizle işim var istasyonda...” diyerek kapıdan tüyme akıllığını gösterdi.

Yüzüme bakmadan “Kolay gelsin” diyerek çıktı gitti. O gözden kaybolunca hemen ağzımda dilimin altında tutmakta olduğum hapı avucuma tükürdüm, pijamanın cebine diğerlerinin yanına indirdim. 

Tam o sırada Lan’ı gördüm.  James Brown’nın kuzeniydi. Hapı ağzımdan çıkarırken yakalanmıştım. “ Pardon adamım” dedim. “Uuu Lan seni unutmuşum iyi mi? Pardon me...”  Bunun ne işi var lan burada, bu hastane odasında dedim içimden. Karısının kendisini öldürmeye kalkıştığını, sevgilisiyle bir olup onu bu dünyadan paketleyeceklerini düşünüyordu zavallı.

“Dengesiz hareketlerinden anlamam lazımdı benim, bu evliliğin yürümeyeceğini. Amerika’daydık ama kadın memleketini hiç unutamamıştı. Oğlumuza  doğru dürüst isim bile seçememiştik. Ally. Ne şimdi bu? Ya kendi lisanında Ali koy ya da İngilizce bir isim koy. Allan de veya All diye çağır oğlunu.”

“Kaç senedir evlisin George?”

“George değil Lan bayım.” Başımı salladım, her neyse anlamında.

“Ayrıl kardeşim. Bir sabah gırtlağın kesilmiş halde uyanmaktan herhalde daha iyidir, değil mi? Ben tanırım bunu, aklına koyduğunu yapar ulan. Sen olayın ciddiyetinin farkında değil misin birader?”

“Sen nerden tanıyorsun benim karımı?” Ihh, çok güzel bir soru. Çıplak ayakla boka bastık sonunda. Başından mı anlatayım, diye düşündüm bir anda. Mosmor bir haldeyim. Mayk nerden tanıyor bu kadını?

 ***

Havalanına gittik eşimle beraber. Elimizde kartona yazdığımız “Ally” isimli yaftayla çıkış kapısında bekleşiyoruz. Hayatımızda hiç görmediğimiz ondört, onbeş yaşlarında beyaz bir çocuğu, pardon  melez bir çocuğu karşılayacagız. Bir hafta bizde kalacak ben de Onu Şaziment’le lisedeyken gezdiğimiz yerlere götürecektim. Çocuk aktarmalarla birlikte yirmi iki saattir yoldaydı. Son olarak İstanbul’a indiği zaman aramıştı yavrucak yaklaşık üç saat önce.

“Sabret bir, bir buçuk saatin kaldı” dedik. Biz de bir saattir buradaydık, Esenboğa’da. Şaziment karısının veledi taa Amerikalardan, kibarca söyliyeyim, eski hayranının evine geliyordu. Kalbim sıkışıyordu bir aksilik çıkacak da kırk yıllık yuvamızda şimşekler çakacak diye. Ama çaresiz çocuğu burada misafir edecek ve de gezdirecektik. Şaziment karısı şantaj yapmıştı bana.

Sevgili karıcığım cazı Shazy’nin programını güler yüz, tatlı sözle bozup çocuğun otel rezervasyonlarını iptal ettirip, tam pansiyon olarak bizim eve çevirmişti. Üstelik bunu sadece iki defa telefonda konuştuğu ve hiç tanımadığı bir kadın için yapmıştı. Ben ona sadece bu hanımın liseden tanıdığım, üniversite imtihanlarında yeterli puanı tutturamadığı için Amerika’ya okumak üzere giden bir arkadaşımın karısı olduğunu, arkadaşımın trafik kazasında ölmesi üzerine dul kaldığını ve ikinci evliliğinden olan çocuğunun adının “Ally” olduğunu basit bir kaç cümleyle anlattım. Bizimki kadına bir acıdıki sormayın. Belki de bu sebepten çocuğu sahiplendi, bizde kalmasını istedi.

Bu arada ikide bir de cep telefonuma, bizim web sitesiyle ilgili mesajlar geliyordu arkadaşlardan. Çeşitli düzeltmeler isteniyor veya yeni malzemeler, resim ve yazılar gönderiliyordu.. Malzeme toplama işi Bodrum’daki Ahmet kaptanda. Bu arada  ben de düzeltmelere yardım ediyor ve her geleni okuyordum. Mesela, birisi, çocukluk resmimdeki emziği Photoshopla yok edip edemeyeceğini soruyorken, Albümde yer alan bir diğeri adının ve soyadının yanlış yazıldığını,  düzelttirmek istiyordu. Halbuki bu sitenin yayınından önce hazırlanmış mezunlar listesi defalarca grup ortamında yayınlanmış, gelen çeşitli düzeltmeleri işlemiştik. İnsan atlıyabiliyor tabii.

Diğer taraftan bazıları ise sitenin deneme yayınıyla yakından ilgilenmişlerdi.

“O kadar resim ve yazılı malzeme gönderdik ama şimdi siteye bakıyorum da hiçbirini kullanmamışsınız lan Amet. Bu ne iş?” diyordu bir tanıdık..

“Ulan oğlum, aç interneti, siteye gir, yılını seç, adını bul, kelle resmin var mı, var. Mouse’un okuyla kelle fotona dürt... Ulan oğlum elinde mouse’un yok mu? Yok... Ne oldu?...  Ne, web sitesini telefondan mı açtın? Harikasın şimdi kelle fotoğrafını parmakla, dosyan varsa açılsın... Ulan avuç içi kadar ekranda açılan sitede ne görüp ne okuyacaksın! Yaşın kaç senin?... Ben de senin kot kafa! Gelirsen nah içersin Bodrum ayranını...”  

 

Web sitesini tamamlamakta gecikiyorduk, öyle ki başlangıcımızdan bu yana Albümde yer alan bir çok insan ömürlerini tamamlamışlar, yani ölmüşlerdi. Bu iş bir altı ay daha uzasa vefat edenlerin sayıları bugünkünü ikiye katlayacağından emindim. Onun için nerde olursam olayım, o yerde beklerken gelen maillere bakıp cevap vermeye çabalıyordum. Havaalanında da öyleydi. Fakat içimde bir  sıkıntı başlamış, artarak devam ediyordu doğrusu. Onun için okuduklarımı anlamıyordum. Bıraktım.

Antik çağda Iphigenia da Aka donanması da Aulis’te bekliyorlardı. Büyük Aka Donanması  açıkta beklerken yelkenlerini şişiremiyor, bayraklarını dalgalandıramıyorlardı, çünkü Tanrılar rüzgârı bırakmıyorlardı.  Ama Kahinlere göre Aka Birleşik Devletlerinin başı Agamemnon’nun kızı İphigenia Tanrılara kurban edilirse rüzgârlar esmeye başlayacak ve gemiler Turova’ya, yani bize doğru yola çıkacaklardı. Bir baba kızını kurban eder mi? Zayıf ihtimal ama ya olursa? İşte o zaman desteden kupa dörtlüsünü çektim demekti.

“Ulan Lan Brown hayattaysan eğer, karına ve oğluna sahip ol oğlum. Amerika’dan buralara gelmeye kalkmasın. Sana yamuk yapmasın”  diye içimden geçiriyordum. Ama bu 1123 çarpık Şaziment idi. Kadın ta Amerika’da yıllar sonra benim izimi bulmuş, bizim Web Sitesindeki özgeçmişimde kendisinden bahsetmemi,  sadece arkadaş olduğumuzu  yazmamı istiyordu başka bir şey değil. Bir de lise son sınıfta yaptığımız kaçamakların birinde yanak yanağa çektirdiğimiz bir resmi göndermiş, Albüme koymamı rica etmişti cazı Şaziment. Biz de şimdi Shazy’nin oğlu Ally’i karşılamaya gelmiştik. Ne garip değil mi? Bütün bunlara karımın kafasına takılan bir garip içgüdünün sebep olduğuna inanmaya başlamıştım, hele burada bu  absurd bekleme sırasında.  

“Ne düşünüyorsun canım?” karım karşımda bana sesleniyordu. “Betin benzin biraz solgun görünüyor... İyi misin?” İyiyim manasına başımı salladım... O sırada karşı masada tek başına oturan fötr şapkalı, twid çeketli, beyaz gömlekli iri yarı bir adam dikkatimi çekti. Başını kaldırınca ince bıyıklarından tanıdım. Evet bu O. Mayk’tı bu. Yemin ederim. Bana bakarken iki parmağıyla fötrünü geri itti, bıyık altından tebessüm ederken göz kırptı. Düşüp bayılacağım ulan. Adam beni tanıdık birine benzetti herhalde. Mayk Hammer birader nerden gekecekte beni burada bulacaktı.

“Oğlum sen kafayı mı sıyırdın? ... Evet, evet kesinlikle” diye mırıldandım. Kemal Tahir abimiz de olabilirdi. “Manyaklaşma adamcağız öleli yıllar oluyor” dedim. Karım yüzüme bakıyordu ki anons beni kurtardı. "Rötar var." Uçak daha oradan kalkamamış bile. Yeni İstanbul havalanı bu, her türlü sürprizi yapabilir. Sıkı bir rüzgâr çıkarsa iptal bile olabilir çocuğun uçağı.

“Ben eve gitmek istiyorum, ne dersin?” dedim bir süre daha bekledikten sonra.

“Yok artık, çocuğu sokakta mı bırakacağız?”

“Ne çocuğu be? Kapı gibi herif, resmini görmedin mi? Web Sitesi beni bekliyor... O bitmeden aklımı veremiyorum başka işlere. Bodrum’da Jake abim de yeni romanına başlayamıyor, biliyorsun!” Başımı çevirdim, Mayk abim ortadan kaybolmuş, iyi mi? Mayk olmak kolay değildir, bilgi, görgü ve yetenek ister. Ruh gibi olacaksın.

Kırk beş dakika sonra beklediğimiz uçak indi. Çıkacakları Dış Hatlar çıkış kapısının önünde, elimizde "Ally" yazılı yafta korkuluklara yaslandık bekliyoruz kalabalıkla birlikte. Otomatik kapının her fışlamasında açılan kapıdan içeri uzanarak bakmaya çalışıyorum, ama kimseyi tanıyamıyorum. Kalbim hızla atıyor.

Kapı son açıldığında iri yarı, sevimli, sırt çantalı bir melez genç gülerek bize doğru yaklaştı.

“Hii. I’m Ally Brown, you, sen soyle, should be  Mr and Mrs Neco. Yes? Well hello sir how do you do ma’am?” diye nezaketle konuşup ellerimizi sıktı. Hanım da ben de çok memnun olduk. Wellcome sesleri arasında çocuğu, yüzü çocuk görünümlü ama 1.70 boyunda bir genç, elindeki tekerlekli valiziyle kapının önünden çekip aldık.  Kalabalık içinde yürümeye çalışıyoruz ama çocuğun gözü arkada kaldı, sık sık dönüp dönüp çıkış kapısına bakıyor.

“Let me get my car from parking lot” diyerek, parktan arabayı çıkarıp getireyim diyorum, elimdeki anahtarları sallıyorum  ama Ally çakılmış gibi durarak bize döndü,

“Let me say, I got a surprise for you sir, aaa... let me introduce you my mom, Shazy, annem!” Çıkış kapısının önünde etrafına şaşkın şaşkın bakınan, aranan güzel bir kadına bakakaldık. Önümüzden gelip geçenler olmasına rağmen gözümü ayıramıyordum kadından. Bu O olamazdı, çarpık Şaziment. Ama elindeki tekerlekli valizini çeke çeke yakınımıza gelirken  gördüğüm  yüz otuzbeş sene önce ayrıldığımız Şaziment’e andırıyordu, biraz kilo almış balık etinde güzel bir kadın olmuştu. İki kadın yani eski kız arkadaşımla sevgili karım birbirlerine sarılıp öpüşürlerken, bir anda  başımın  döndüğünü hissettim. Dizlerimin bağı çözüldü. Kendimden geçmiş olmalıyım.

Gözlerimi açtığımda benbeyaz bir odada bir hastane yatağındaydım. Oda bir hayli kalabalık olduğunu karaltılardan fark ettim. Üzerime eğilen bir yüzü seçebildim sonra, karım endişeyle yüzüme bakarken, gözlerimi açtığımı görünce gerye çekildi. Bu sefer hemşire belirdi bsş ucumda. Odada konuşuluyor gibiydi. Kulaklarımdaki vınlamadan sesleri ayırdedemiyordum. Ama yavaş yavaş kendime geldim. Odada karımın dışında Ally, Shazy Brown, şişman hemşire ve arkada kapıya yakın Lan Brown gavatıylla havaalanında gördüğüm Mike Hammer’de duvara yaslanmış, bana bakıyorlardı.

“Hepinize yardımlarınız için teşekkür ederim Sizleri üzdüğüm için beni affediniz” diyerek karımın arkasından görebildiğim hazirundan özür diledim.

“Canım, kiminle konuşuyorsun sen?” Başımla işaret ettim.

“Kendini nasıl hissediyorsun?  Birazdan Doktor bey tekrar gelecek seni tekrar kontrol edecek.” Üstüme doğru eğildi yanağıma bir öpücük kondurdu. Baktım Şaziment arkadan gülümsüyor bana öpücük gönderiyordu. Bu karı hiç akıllanmayacak mı diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çarpıklığı falan kalmamıştı deli karının, bir içim su.. Bir tahtası noksandı galiba. Ama oğlunun, kocasının ve dahi benim karımın yanında bu yaptığı neydi şimdi? Karım kenara çekildi.

“Doktor geldi canım” dedi. Kapının ağzında izbandut Hüsnü, yani Şaziment’in ağabeyi, beyaz önlük giymiş, boynunda stetoskopuyla bir çalımla içeri girdi. Onu görür görmez kendimi yataktan attım, feryada başladım.

“Git, git, git ulan! Sen kim doktorluk kim! Sen şoförsün lan. Sen sadece adam dövmeyi bilirsin, masum çocukların bisikletlerini otomobille ezerek geçmeyi bilirsin lan. İmdat kurtarın beni” diyorum ama kimse yardıma gelmiyordu. Baktım bir tek karım bana sarılıyor, sakinleştirmeye çalışıyordu. Ama avazım çıktığı kadar doktora küfürler savuruyordum. Doktor defolup gitti nihayet. Sakinler gibi oldum. Hemşire kızlar ve karım beni yatağa yatırdılar. Hala kızlara, doktorlara küfürler sallıyordum ama uslu uslu. Biraz sonra erkek sağlıkçının da yardımıyla zorla bir sakinleştirici iğne yaptılar,  sonrasını hatırlamıyorum. Sonrasında psikiyatri kliniğinde açtım gözlerimi.

“Bir ay burada misafirimiz olacaksınız” dedi kadın doktor, son derece güler yüzle, sakin sakin günlük hayatın stresinden uzaklaşmamı, gazete, tv ve bilgisayardan uzak durmamı, park ve bahçelerde gezmemi, özellikle buranın ön bahçesini tavsiye ediyordu, sanat eserlerini incelememi istiyordu. Rodin modin falan varmış ön bahçede.


“Olmaz doktor! Daha Web sitesinin işleri bitmedi” dediğimi hatırlıyorum. Kadın yandaki komodinin çekmecesinden büyücek bir huni çıkardı.

“Web, Meb filan yok kardeşim. Bu elimdeki huniyi başına takacaksın bu senin kaide ve kanunlardan muafiyetini sağlayacak koruyucu zırhın olacak. Bunsuz sokağa, mokağa asla çıkmayınız. Tamam mı?” dedi.  

“Bir dene bakalım numarası başınıza uygun olacak mı beyefendi?” derken elindeki huniyi başıma yerleştirmeye çalıştı. Dışı mavi içi beyaz emaye metal bir huni başımı biraz zorladı. Doktor hanım sağdan baktı olmadı, çevirdi soldan baktı içine sinmedi.

“Anlaşıldı size bir lazımlık ayarlayalım, huni az gelecek” diyerek çıktı gitti. Başımda huniyle baş başa kaldım koltukta.

 

Sadık Mercangöz  20 Mayıs 2019, Bağlıca, 13:05

 

 

.

 

 




[1] My little Shazy; Benim küçük Şazim
[2] Cazı; Bazı yörelerde Cadı kadın

2 yorum:

  1. 3. koğuşta Yurdaer, Osman, Engin, Feridun kaynatıyoruz. Acele 3. koğuşa naklini iste. Ahmet the moderatör de tepemizden bakıyor ama akşamları onu özel odaya alıyorlar. Bu akşam Şazi de gelecek. Lan ve Ally'den haber yok.

    Sevgili Sadık, mükemmel iki öykü olmuş. Ellerine sağlık.

    YanıtlaSil