VİRUS ANTRAKTI
Virüsün ortaya çıkışının onuncu mu,
![]() |
Virüs Antraktında Sultan Ahmet Meydanı |
“Ben bu dünyada başla denince hayatı başlatan, canlandıran bir nebzeyim, sizler
bilmeseniz de. Geldim işte ama tekrar geleceğim, yoktan başladım, tekrar
başlarım her şeyi ama her şeyi yenilerim!” Kulaklarıyla duydu. ”Her saat, her
dakika yeni bir sabah, yeni bir başlangıç ve yaşayanlar arasında yeni bir
seleksiyon,” bu kadar da küstahtı.
Sabah ani bir kalkış ile kendini aynanın karşısında buldu genç adam. Sonradan
kendi de pişman olmuştu böyle hızlı kalkışmaya gerek yoktu ki. Ama artık bugüne
böyle başlamış olacaktı. Banyodaki aynada, karşısında hafif kirlenmiş donuk bir
cam, üzerinde hafif kirli sakalları uzamış perişan bir yüz çerçevenin içinden
dışına, ama doğrudan yüzüne değil de arkasına doğru bakmaya çalışırken,
müdahale etti. Önüne önüne geçmeye çalıştı ihtiyar adamın içeriyi görmesine
mani olmak için. Genç adam tavandaki lambayı açmayı denemiş ama becerememişti. Son
aylarda elektrik kesintileri de başlamıştı ülkede. Belki de ödenmeyen faturadan
olmuştur. Banyo bir vasistastan gelen gün ışığıyla aydınlanıyordu sadece.
Kendinden başka kimse de yoktu banyoda. Lakin camdaki hayal yüzüne bakacağına
etrafı araştırıyordu. Loş bir aydınlık,
içeriyi daha bir zavallı gösteriyordu. “Camdaki hayal benim arkamda ne arıyor?”
diye düşündü. Hayalin gerçek olan bana bakması gerekirken, optik prensipler
bunu söyler, değil mi? Benden öte, gerçeğin ardını görmeye çalışmasının manası ne?
Sırf merak olabilir miydi? Aklına, bu virüsün ortaya çıkmasıyla birlikte
kendinde de uyanan merak duygusu geldi.
“Öyle bir yaratık ki sonu ölümle bitecek performansını nerede, kimin
üzerinde yapacağını kendi seçiyor. Neden? İki tarafta da merak aynı merak, o
aynanın diğer tarafındaki hayal olan ben, bura gerçeğini merak ediyorum. Bu
tarafta olan gerçek ben de virüsün ardını merak ediyorum, cevap bu olmalı.”
“Yaşayan dünyanın ya da bilinen coğrafyanın herhangi bir yerinde doğmuş
olmalıydı bu virüs. Yaşayan diğerlerine benzer ama farklı olduğu yönleri de...
evet, evet farklı olduğu yönleri de var olmalıydı. Bu kadar çok korkutan
virüsün diğerlerine benzemiyor olmasıdır beklenen. Döl yatağı da, ya da ilk
yetiştiği yerde değişik olmalıydı. Canlı bir varlık, kimileri canlı olmadığını
söyler. Halbuki zamanı ve yeri geldiğinde zembereği boşanır gibi canlanır, az da olsa aklı ve “sense of humor”, espri
duygusu olmalıydı ki bizimle dalga geçiyor. ama her canlı varlık gibi hayatın
bu tarafında, yani yaşanan prömiyer tarafında yaşamak için aklını ve
kurnazlığını kullanıp başını kurtarmalıydı, hayatın ötesine gitmeden
direnmeliydi bu hayatta kalmak için. İnsanlara zarar verirken, kendisinin de
zarar göreceğini ön göremiyor, bu yarı sentetik varlık. İnsanı öldürüyor ama
kendisi de ölüyor. Genç adam aynadaki adamın gözüne baka baka söylendi.
“Buna sebep de kendi parametrelerini çözemeyen insanın kendisidir aslında.
Nüfusuyla dünyanın dengesini bozan ve yer kürenin bilmem kaç derece yan yatışına sebep olan bir kavim, ne yer ne
içer?” Koca metal kapak hani o demirden yapılmış olan, derinlerde bir yerde
kalın, tok bir yankıyla yine kapandı. “Sormamam lazımdı herhalde.” O sırada ne
yiyip ne içeceklerdi sorusu geldi aklına ve ardından Vuhan’daki hayvan pazarı. Pişmiş
çeşitli hayvanlar. Aynadaki suratsız herif yüzünü buruşturdu.
Sifona kimseyi uyandırmadan basmaya gayret etti. Musluğu açtı ellerini
sabunlayıp yüzüne de sürdü, radyo ve televizyonlar böyle anlatıyorlardı
temizlenmeyi. Başlangıcından bugüne neredeyse bir yıldır hemen her gün
dinlemekten onun gibi herkes de bıkmıştı. Virüsün Çin’de görüldüğü ilk günlerde bu hastalık buraya biraz zor gelir denirken,
on gün geçmeden, bir gün aniden gelebilir
kaygısı hakim oluverdi bütün dünyaya. Büyük havayolu şirketleri önce Çin’e
yaptıkları seferleri askıya aldılar sonra diğer memleketleri. Böylece henüz bir
kaç yıl geçmişi olan Çin ile turizm daha
yeşermekteyken, kesmek zorunda kaldı yöneticiler. Korkunun haklı reaksiyonuydu bu.
O sıralarda genç adam bu korkutucu virüsün
üzerinde çalışma yapılırken aklını kullanıp, laboratuvardan firar ettiği
esprisindeydi. Duvardan mı atlamış, yoksa laboratuvara malzeme falan
getiren, çıkarken temizliğine dikkat
edilmemiş bir “Camion”un kasasında Vuhan hayvan pazarına gelmiş mi olabilir?
“Yani bu virüsler sentetik laborant sayılırlar, kendi kendilerini yarattılar,”
diyordu genç adam. Ama ölüm her zaman zor, her zaman zamansız olur ya,
annesinin bu virüs tarafından öldürülüşü genç adam için tam anlamıyla yıkım
olmuştu. Pazara çıkmış file ve torba dolusu ölüm alıp gelmiş kadıncağız. Bir hafta
sonra ağır seyreden gribal enfeksiyon olarak hastaneye zor yetiştirmişler, tam teşhis
konulamadan zatürreden vefat ettiği söylenmiş ve aile kabristanına başında dua
yapılamadan tabutla defnedilmişti. Acı bir yumruk genç adamın boğazına
tıkılmış, o annesine yardım edememişti. Bu vefat bütün aileyi yıkmış,
ağızlarını bıçak açmaz olmuştu. Matem tutarken aileyi karantinaya aldılar tam on
dört gün, ev hapsindeydiler. Kendi hallerine ağladılar bu sefer ama ailede
başka bir belirti çıkmadı, on dört gün mağazalarını açamadılar o kadar.
Babasıyla birlikte Kapalı Çarşının Mahmut Paşa çıkışına yakın yerinde bir
halı ve aksesuarlarını satıyorlardı kiralık mağazalarında. Sermayesi az, yerleri
çok geniş değildi. Kendi yağlarıyla kavrulan bir görünümdeydiler. Sabahları
bir neşeyle gelir, akşamları biraz buruk kapatırlardı mağazayı. Beklentileri
hep yarına kalırdı genç adamın. Babasının direnmesinden iş değişikliğini de
yapamadılar, Turizm rüzgarlarını beklediler uzun süre. Burası İstanbul, taşı
toprağı altın olup zenginliğin taksim edildiği yer ama esmedikçe rüzgar hiç bir
şey olmuyordu. Rüzgarı da çağırmıyorlardı İzmir’de olduğu gibi. İzmir’de çok
sıcak günlerde, gölgeli sokaklara
dizilirler, yakalarını bağırlarını açarlar
“Haydar, Haydar” diye İmbatı çağırırlardı.
Genç adam bu sabah rüzgar bekledikleri o günlere daldı. Annesinin onları terk etmesinden sonra babasının
solgun yüzü ve son halleri geldi gözlerinin önüne. Önce ekonominin sözde pupa
yelken uçmasından Yerli müşteriler görünmez oldular Çarşıda. Neşeli hali çok
sürmedi genç adamın, uykularında karabasanlar görmeye başladı, dükkan
kapatılıyor, babası, kız kardeşi ve
kendi sokağa atılıyorlardı, bir iki derken en sonunda neredeyse her gece aynı kâbus.
“Elle gelen düğün bayram...” diyordu babası. “Neler gördük biz. Ne lodoslar
yedik oğlum, düzelir,” diyordu ama her ayı bir öncekinden daha zor geçirmeye
başlamışlardı.
Öte yandan Vuhan’da ortaya saçılan bu korkunç ölümcül virüs haberlerinin
duyulmasından sonra, Turistler de Kapalı Çarşının labirentlerinin karanlıklarında
ve kemerlerinin gölgelerinde birer ikişer kayboldular. Havayolları yasaklarından
sonra, kişiden kişiye bulaşmasını azaltmak için kalabalıkları
tenhalaştırma kararları kurgulandı. Bu
tedbirler gerçekte virüse bağlı hastalığın görüldüğü her ülkede sırayla tek tek
hükumet kararları olarak uygulamaya konuldu. Bir gün bir bildiri ve dükkanı
kapattılar.
Genç adamın gerçek ile hayal dünyasına ait garip düşünceleri vardı. Bu bir
salgındı kuşkusuz, insanları kovalayan. Önleyici tedbir alınması şarttı. Bu
tedbirler aklın yolunun bir olmasından mı yoksa bütün dünyaya hakim üst aklın
komutları mıydı? Yapılmak istenen bulaşmayı denetime alabilmek deniyor, ya da topluma
öyle söyleniyordu. Bu arada Eğitim ve öğretim de askıya alındı, evlerine dönen
çocukları evde zapt etmek için kamuda çalışan kadınlara da izinler verildi. Bu
arada çocuk eğitiminin internet ve tv üzerinden yayın yapılarak, yarım yamalak
ortada kalmaması isteniyordu. Genç adam
kadınların çalışma hayatından çekilmesini ve çocuklarla ortak bir ideoloji
aşılanmasını düşünenler için bu yolun ve bu virüsün iyi bir bahane olarak kullanılabileceği aklına
geliyordu. Kendinin esnaf çocuğu olduğunu, ticaretin ve vahşi çekişmelerin
içinde yetiştiğini övünerek anlatırdı. Ama bugünkü piyasa onun ve babasının baş
edebileceğinden daha zordu, sağlık koruması bahanesiyle ticaret donmuş
kalmıştı. Diğer yandan hükümet yaprak kıpırdamayan bir ekonominin sonuna
geldiklerinin farkına vararak yeni ihtiyaç akçelerini bankalar karşısında
sıkışmış durumdaki iş adamlarından yana kullanarak esnafı ve çiftçiyi ıskalamış
olduğunu genç adam ürpererek fark ediyordu.
“Yakında kilit vururuz dükkana, sadece biz değil, Çarşıdaki diğerleri de” diye açıklamaya çalıstı
babasına. “Ne virüsmüş bu be!” dedi ve oldu.
Çok değil bir kaç hafta sonra inler, cinler ve Çarşı esnafı çift kale maça
soyundular. Bu kış ağır geçiyordu. Bunların üstüne virüs tedbirleri sökün etti.
Buna rağmen büyük şehirlerde şehir içindeki kalabalıklar fazla kaybolmadı. 65
yaş ve üzeri yaşlıların sokaklarda gezinmeleri yasaklandı. Bizimkiler laftan
anlamaz diye para cezası da getirdiler, cemaatle kılınan namazlar yasaklandı, camilere
kilit vurdular. Okullar, Üniversitelerdeki eğitimlere önceleri birer ay sonraları
eğitim yılı sonuna kadar ara verildi. Parti,
düğün ve dernekler tatil edildi. Sinema ve tiyatrolar kapatıldı. Spor
karşılaşmaları da askıya alındı. Sanki bu virüslü günler hiç yaşanmamış
sayılacaktı bu gidişle. Hayatlarından virüslü günler kırpılacak mıydı?
Herkes garip bir uyku ile uykusuzluk
arasında bir korku masalı içinde yaşamaya çalışıyorken, gelecek ne zaman
gelecek, ne getirecek sorguları arasına
kendilerini hapsetmişti. Birikmiş borçlar ya da alacakların sonları nasıl
olacaktı? Erteleniyordu. Birbirimize bağışlayacak mıydık?
Çalışmayan mağazanın kapı altından atılan fatura ve borç ihbarnamelerinin ellerinde
bekleyen senetlere eklenmeleri giderek babayı hasta etti. Sevgili karısının
ölümünün yanında finansal olarak çökmüşlerdi, alacaklılar kabul etseler, onlara
ellerindeki halıları ölmüş eşek fiyatına dağıtmayı istiyordu ama bu ilgi
görmedi. Ellerindeki satılacaklar satılmaya çalışıldı. Herkese borçlu durumdaydılar, yalnız kendileri
değil komşuları da aynı durumdaydılar. Alacaklılar tesadüf de olsa önüne
çıkmasınlar diye, Genç adam, işe gidiş ve gelişlerinde babasının sokağı kontrol
ettirmeden evlerinin sokağına adımını atmaz hale geldiğini, her gün takip
edildiğini sandığını hatırlıyordu. Virüsün yarattığı olağanüstü psikolojik baskının
bir türlü ortadan kalkmaması, anormal
yaşama koşulları adamın üstünde terk edilmişlik, unutulmuşluk duygularıyla kalbinde
ağrılar yaratıyordu. Kontrole gittikleri hastanenin kapısından içeri girerken
geçirdiği sıkıntı sonucunda oraya yığıldı, önce acile yetiştirdiler. İlk
müdahale sonunda kendine gelir gibi oldu. Daha sonra adamcağızı yoğun bakıma
aldılar, ama bir kaç saat sonra gelen ikinci bir kriz sonrası onu kurtaramadılar.
Birkaç gün önce ya böyle olursa diye düşündüğü olay gerçekleşmiş oldu, genç
adamın. Kız kardeşi ve mağazanın borçlarıyla artık yapayalnızdı.
Genç adam virüs olaylarının başlamasından aşağı yukarı üç, dört ay
sonrasında Çarşıya uğradığında gördüğü manzara karşısında şok geçirdi adeta. Demir
kapıların sıkı sıkıya kapanmış, sürgülemiş bir halde kanatlarının göğsüne
yapıştırılmış, beyaz kağıta yazılmış gerekçeli kararıyla sessizce akıbetini beklediğini
gördü. Şaşkınlık ve üzüntüyle bir süre kapıya baktı. Genç Adam kendini bildi
bileli içinde yaşadığı, bu yaşayan organizmanın öldüğünü sandı, çok üzüldü. “Virüs”
dedi kendi kendine “Çarşıyı teslim almış...” Nice zaman sonra yanında sessizce
bekleyen birilerinin varlığını fark etti. O üzüntü içinde bunun geçici bir
tedbir olduğunu öğrendi ama neye karşı olduğu kafasına yatmıyordu, içeride
esnaf arasında çalışanlardan birinde virüse rastlanmış olduğunu söylediler.
Babasıyla mağazaya giderlerken sıklıkla bu kapıyı kullanırlardı. Ama şimdi
kapıdan görebildiği kadarıyla içerisi kopkoyu karanlıktı. Biraz daha baktığında
içeride bir takım varlıkların, karanlıkların aydınlığı içerisinde
kıpırdandıklarını hatta ritmik bir
şekilde oynamakta olduklarını seçebildi. Bir hüzün doldu içine, kapıyı bu son
görüşü bu oldu. Bir daha canı içeri girmek istemedi.
Hayat, sabah uyuşuklukla kalkılan,
huzursuzlukla yaşanan ve gece korkularak
uyunan bir sürece dönmüştü. Sabah kalktığında banyoda kendine gelmeye
çalışırken anormal, gerçeküstü bir takım olaylara rastlamaya başladı. “Virüs
sebep oluyor bütün bunlara. Beynime yerleşti bu aşağılık yaratık eminim. Ne var? Boğaz yerine yukarı tırmanmış
olamaz mı? Olabilir bence” derdi kendi kendine ama kendinden başka evden kimse
şahit olmamıştı şimdiye kadar.
“Elektrik parasını beş altı aydır ödeyemedik, sonunda kestiler. Şimdi onun yerine
kandil kullandığımızdan olabilir.
Karanlıkta aynaya bakmak bazılarını korkutur, bakamazlar,” dedi. En son
kahvede haberlerde rastlamış. Elektrik, su ve gaz borçları memleketin yarısından
fazlasının ödenmemiş, dağıtım şirketleri elektrikleri kesiyorlarmış, tabii
berbat bir durum. Bu arada çocukların eğitimleri de yarıda kalıyormuş. Ben daha
önceden televizyonu okuttuğum için kız kardeşimin tahsili çoktan bitmişti.
Elektrik paralarını bu zorlamaya rağmen ödenmemiş olan alacaklarını, şirketler
tahsilât şirketlerine devrediyor olduklarını sokakta konuşuyorlardı. Adamlar
diş çeker gibi faiziyle tahsil ediyorlarmış. Bir gün yakalandım, iki taksitte
kapatabildim evin elektriğini, faiz olarak da benim yeni sayılan ithal USA malı
Convers’imi aldılar.
“Yeteri kadar sermayen olmazsa işporta tezgahı bile açamazsın” dedi genç
adam banyodaki aynadaki hayale. Aynadaki hayal sırıtıyordu arsızca yüzüne karşı.
“İyi bir yer kiralıyacaksın, tavla satın alacaksın, ama buna rağmen ne kazanacaksın
belli değil.”
“Babamın eski tanıdıklardan biri sağ olsun, bana Hacdan gelme ipek benzeri
floş seccadelerden bir düzüne, tesbih ve namaz takkelerinden yine bir düzüne
verdi, sattıkça ödersin diye cesaretlendirdi.” Genç adam teşekkürlerle birlikte
omuzuna attı bunları, yürüdü gitti. Sokaklarda dolaşmaya başladı. Dolaştıkça yükü
ağırlaştı. İstanbul eski İstanbul değildi, çocuklardan başka kimseye
rastlanmıyordu. Bir kaç sokak sonra gözleri oturabileceği bir yer aramaya
başladı. Köşede bir kahve görülüyordu ama içeride kimseler yok, içeride bir
adam kahveciymiş, kendi başına sokağı seyrediyordu. Aylardır böyle imiş. Millet
korkusundan kahveye gelemiyormuş, artık. Şansına talihine lanet okuyordu. İlk
zamanlarda virüs konusu değişik gelmişmiş tatil havasındalarmış mahalleli,
sürekli virüsle ilgili dedikodular, “bize bir şey olmaz, biz beş vakit abdest
alırız, temizliğimiz tamdır vs” diyenler ve inanmaz gözlerle başka ülkelerdeki
olaylar anlatılırken ikinci haftadan itibaren milletin asabı bozulmuş virüse
ana avrat düz gider olmuşlarmış. Genç adam akşama doğru bir seccade satışıyla
eve dönmüştü. İlk gün için kabul edilir
bir durumdu. Gece deliksiz uyuyacağını sanırken, karabasanlarla örülü bir gece
geçirdi. Halı mağazasından sonra seyyar satıcılık onurunu bir hayli incitmişti
ama o profesyonel bir satıcıydı. Ama insanlara ne olmuştu, ne satarsanız satın,
ilgilenecek kimse yoktu. İllaki birileri olurdu fiyat soracak, cami
avlularında, mescit kapılarında, dünya ters yüz olmuş gibiydi, camiye duaya
gelenler içeri alınmıyorlardı. Virüsün sinsi bir şekilde bulaşabileceğinden,
insanları boğabileceğinden korkuyorlar ama bazıları da bencilce öleceksem buralarda öleyim diye diğerlerine
hava atıyorlardı.
Koca şehirde hayat durmuş gibiydi. Çarşı, pazarlar kapanmış, Kaldırımda
yürüyen bir kaç insan zor görülüyordu. Tek tük geçen otobüsler neredeyse boş
denebilirdi. Taksi ve özel araçlar da öylesine seyrek.
“Yeni caminin önünden karşıya geçtim, Köprüye vardığımda gözlerime
inanamadım. Köprünün üstü ana baba günü gibi. Oltasını kovasını alanlar köprüye
dizilmişler, şans dileyenler hemen birisinin yanına sokuluyor, “Rastgele,”
deyip oltasını savuruyordu. Yahu buraya virüs uğramamış herhalde, n’oluyor
burada? O sırada polis ve zabıta ekipleri öbür başta ehli keyif oltacıları ikna
etmeye çalışırken bu taraftakiler safları sıklaştırmaya devam ediyorlardı. Birine
Virüsü sorunca bana şu komik cevabı verdi:”
![]() |
Virüs Antraktında Galata Köprüsünde oltacılar |
“Bak bu başta cami var, bu başta da havra bu alana virüs giremez koçum...”
Bu millet hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanır, kaderlerine razı bir
ahalidir hatta virüsün imansızları ayırsın diye özellikle dünyaya musallat
olduğunu dahi kabul ettiklerini
gözleriyle gördü. Halkımıza minnetarım,
satışlarım fena gitmedi başlangıçta. Virüsler ortada dolanmaya devam
ettikçe, yaşlılarımızı ve orta yaşlıları hatta gençleri aldıkça bizim mallara
da ilgi azaldı. İnanç zayıfladı herhalde. Sektör daraldı. Virüs ise keyfince
sürdürüyordu işini. Genç adam da öyle yapmaya çalışıyordu. Fakat her gün kendini
ve omuzundaki emanet mallarını yakalatmadan mahallesine gidebiliyorsa kendini
şanslı sayıyordu.
Eve girdiğinde kendini çok yorgun hissettiğinden canı yemek bile görmek istemediği
zamanlar olurdu. Bugünde öyle bir gün diye düşündü. Bitkindi eve geldiğinde. Biraz
sonra yaktıkları yağ kandilinden yayılan kokulu, sarımtırak ışıkta kardeşi de onun
bitkinliğini fark etti. Ebeveynlerin ölümünden sonra eve para getirme işleri
genç adama, okul işleri tamamen askıda olduğundan evin bakımı da kız kardeşine
kalmış durumdaydı. Böyle bir eğitim ile yarı cahil bir nesil kapıdaydı. Aileler
çocuklarına televizyonu bulsalar bilgisayarı alamıyorlar ya da elektriği veya
interneti temin edemiyorlardı. Böyle bir eğitime eğitim demek ne derece doğru
olurdu. Ülkedeki virüs krizi işsizliği
tavan yaptırmış vaziyetteyken insanlar birbirini yiyorlardı sanki ülkede yapılacak
iş, kazanılacak para bitmişti.
Genç adam yarı karanlıkta temizlenmek için banyoya uğradığında aynadaki hayali
onu asık bir suratla karşıladı.
“İyi görmedim seni,” dedi hayali.
“Görebildiğine dua et,” diye ellerini yıkarken cevap verdi.
“Ateşini ölçtün mü birader, sanki ateşin var gibi, bu evin direği sensin,
bak, kız kardeşin yapayalnız kalır, senin de önünde daha göreceğin günler var. Dostlarına,
akrabalarına güvenme, onlar uzaktan seyrederler.”
“Ben de biliyorum ama başarabilecek
miyim, bilmiyorum.” diye mırıldandı genç adam. Elinin tersiyle alnına dokundu,
babaannesi böyle yapardı. Ateşi elinde hissetti önce sonra içinde. Sonra evvelden
kalma bir cıvalı termometreyle otuz yedi olduğunu gördü. “Bunun yanında kurumuş,
ağrıyan bir boğaz,” diye düşündü. İçi cızz etti birden. Odasına döndü ve
kendini yatağa bıraktı. Bu saatten sonra kendini düşünmeye ve sorgulamaya başladı.
“Bugün ne yapmıştım? Virüsle ne zaman, nasıl karşılaştım acaba?” Bildiği
kadarıyla virüs bünyeye alındıktan sonra iki ila on dört gün beklermiş, bütün
bu zaman içinde sokaklardaydım. Gerçi elimde bir marketten yürüttüğüm, ekmek
seçmek için ince naylon bir eldivenim vardı ama...” Bundan sonra ne yapması
gerektiğini hiç tahmin edemiyordu.
“Bir yerde test yaptırmalıyız,” diye
odanın ortasından bir ses geldi. Banyodaki aynanın hayalinin odanın ortasında
havada dalgalandığını gördü. Bekliyormuş gibi hiç şaşırmadı. “Ya pozitif
olursa? Ölür müyüm? Ama haksızlık bu! Allah'ım neden ben? Beni af et Allah'ım”
diye üzgün üzgün sordu. “daha çok gencim ben... Ya kız kardeşim ne olacak? Yani
ben ölürsem? Şimdi...? “ sözünü tamamlayamadan sesi kısıldı.
Yorganı hırsla başına çekti. İçinden
feleğe kahırlandı. Genç adam o hayalin derinlerden gelen sesini duymaya devam
ediyordu.
“Unutma, kız kardeşin için yaşamalısın.
Metin ol, gevşeme! Biliyorsun bu virüsten kurtulanlar var. Artık tedavi
ediyorlar. Sen gençsin dayanırsın. Topla kendini, sen gidersen ben de biterim
burada...” Gece genç adam için büyük ve uzun bir karabasandı. Hafif bir baş
ağrısıyla uyandı, uykusunu alamadığını anladı.
Sabah ani bir kalkış ile kendini aynanın karşısında buldu genç adam. Sonradan
kendi de pişman olmuştu böyle hızlı kalkışmaya gerek yoktu ki. Bugüne böyle
başlamamış olmalıydı. Banyodaki aynada, karşısında hafif kirlenmiş donuk bir
cam, üzerinde hafif kirli sakalları uzamış perişan bir yüz çerçevenin içinden doğrudan
yüzüne bakıyordu.
“Günaydın birader. Ee ne karar verdin? Teste gidiyor muyuz?” Genç adam şaşırmış
şekilde baktı aynaya. O an aklına dün akşam
ki yüksek ateşi geldi. Havluyla yüzündeki su damlacıklarını sildi. Ateşini eliyle
hissedemedi. Biraz su içti, yutkunması da normaldi. Dün gece yaşadıkları aklına
gelince şimdi neden böyle olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu. Aklında o ölümcül virüsler varken:
“Ateşim kalmamış be birader! Bu duruma ne denir bilmem ama O beni af etti!”
İçinde ufak bir kuşku da yok değildi. Bu gece de dün gecenin benzeri olabilir
miydi? “Neden olmasın?” Ama bunun cevabını arkaya attı, kendini hayata yeni
başlar gibi enerjik, ve mutlu hissedecekti.
Genç adam sevinçle malzemelerini toplamaya başladı. Aklından gideceği yerle
ilgili planını yaptı. on adet satmayı planladı ve “İnşallah” dedi, “Mübarek
Cuma bugün, uğurlu gelir. Evellallah istersem başarırım,” diye kendi kendine
söz verdi. Biraz sonra omuzunda rengârenk seccadeler, kemerinde asılı tesbihler
ve iç ceplerinde namaz takkeleri, hepsi de Çin malı, belki de virüslüydü. Kız kardeşini uyandırmadan usulca
kapıyı açtı ve kendini sokağa bıraktı.
Sadık Mercangöz Ankara Bağlıca 27 Mart 20, Cuma, 12:54
Genç kahramanın kurtulduğuna sevindim. Ben yazmış olsaydım adamcağız gittiydi. Ama zaten bu denli iyi anlatamazdım. Çok güzel. Sağol Sadık Usta.
YanıtlaSilOkan
Bu korkunç virüsün var olan tesellisi...
YanıtlaSil'Beni bu virüs değil, düzeniniz öldürür' diyen TIR şoförü, 'Kanunlara uymamaya teşvik' iddiasıyla gözaltına alındı. Adamcağızın ifadesi çok yürekten, içtendi. Resmin üzerinde "evde kal Türkiye ama nasıl kal" yazıyordu Adamı dinlerken hissettiklerimi böylesine yazdığın için sağol.
YanıtlaSilİyi bir deneme olmuş.
YanıtlaSilBiraz telaş ile yazılmış algısı oluştu, bende.
Kullanılan yabancı kelimelere dikkat. Örneğin, "parametre" nin Türkçe karşılığı "değiştirge".
Selam ve sevgiler
Aydın yorum ve eleştirine teşekkürlerimi sunarım.
YanıtlaSilBunun başlangıcını iki defa yeniden yazdım. Son 2 sayfayı da öyle.! Önceleri virüsün ferasetinden girerek insanlığın gelebildiği dereceye ve manevi olgunluğuna girecektim ama yapamadım. Olgunluk bizden uzakta. Bencillik ve iki yüzlülük benim karakterimdir.
Bu gün Necdet Gelgün’e yazdığım bir cevabı sana da aktarayım.
“Sevgili Necdet bugün burada virüsün zayıflığını değil, insanlığın zafiyetini sınamaktayız.
İnsanlık tarihinde şu geldiğimiz noktada teknik olarak ne kadar geliştiğimizi ama manen ilkel insandan bir adım öteye ilerleyemediğimizi öğrendik.
Galiba normali bu, insan mükemmelleşmiş olaydı anormal olurdu.”