Virüs, virüs, virüs


VİRUS ANTRAKTI
  
       Virüsün ortaya çıkışının onuncu mu,
Virüs Antraktında Sultan Ahmet Meydanı
on birinci ayı mıydı şimdi hatırlayamıyordu ama benzer sabahlardandı. Eve işsiz olarak gelişinin altıncı ayıydı. Burasını gayet net hatırlıyordu. Boz bulanık bir havada Güneş doğmakla doğmamak arasında sancılanırken kolları başının altında bir süre tavanı seyretti.  Tavanın boyaları hafifçe sararmış, bazı yerlerde pul, pul kabarmıştı. Yaşamakta olduğu bu ev, bu salgında hayatını kaybeden annesinindi. Dalgın gözlerle tavana bakarken, göz kapaklarının ağırlaştığını demir bir perde gibi indiğini fark etti., Ne olduğunu anlamaya çalıştı, işte yine başlıyordu. Her şeyin o virüsle başladığını adı gibi biliyordu, derken inen demir perdenin derinden gelen o ağır metalik,  boğuk sesini duydu. Dong. “Tamamlandı işte, bu sabah kapanmasaydı da ardına ulaşabilseydim ve orayı  görebilseydim, beni böyle korkutan, sıkıntı içinde geceleri uyutmayan, o virüsle tanışabilseydim! Artık gevşemek ve rahatlamak istiyorum” diye geçirdi içinden. “Neydi bu bütün insan yaşamını tehdit eden, sarıp sarmalayan, gırtlağına sarılan, ve yavaştan öldüren neydi bu böyle?” Onun kendinden emin ve mağrur bir ifadeyle sahneye çıktığını hatırlıyordu, ne yapacağını bilemeden ama bir şeyler yapacağını bilen bir uvertürdü başlangıçta.

“Ben bu dünyada başla denince hayatı başlatan, canlandıran bir nebzeyim, sizler bilmeseniz de. Geldim işte ama tekrar geleceğim, yoktan başladım, tekrar başlarım her şeyi ama her şeyi yenilerim!” Kulaklarıyla duydu. ”Her saat, her dakika yeni bir sabah, yeni bir başlangıç ve yaşayanlar arasında yeni bir seleksiyon,” bu kadar da küstahtı.

Sabah ani bir kalkış ile kendini aynanın karşısında buldu genç adam. Sonradan kendi de pişman olmuştu böyle hızlı kalkışmaya gerek yoktu ki. Ama artık bugüne böyle başlamış olacaktı. Banyodaki aynada, karşısında hafif kirlenmiş donuk bir cam, üzerinde hafif kirli sakalları uzamış perişan bir yüz çerçevenin içinden dışına, ama doğrudan yüzüne değil de arkasına doğru bakmaya çalışırken, müdahale etti. Önüne önüne geçmeye çalıştı ihtiyar adamın içeriyi görmesine mani olmak için. Genç adam tavandaki lambayı açmayı denemiş ama becerememişti. Son aylarda elektrik kesintileri de başlamıştı ülkede. Belki de ödenmeyen faturadan olmuştur. Banyo bir vasistastan gelen gün ışığıyla aydınlanıyordu sadece. Kendinden başka kimse de yoktu banyoda. Lakin camdaki hayal yüzüne bakacağına etrafı araştırıyordu.  Loş bir aydınlık, içeriyi daha bir zavallı gösteriyordu. “Camdaki hayal benim arkamda ne arıyor?” diye düşündü. Hayalin gerçek olan bana bakması gerekirken, optik prensipler bunu söyler, değil mi? Benden öte, gerçeğin ardını görmeye çalışmasının manası ne? Sırf merak olabilir miydi? Aklına, bu virüsün ortaya çıkmasıyla birlikte kendinde de uyanan merak duygusu geldi.

“Öyle bir yaratık ki sonu ölümle bitecek performansını nerede, kimin üzerinde yapacağını kendi seçiyor. Neden? İki tarafta da merak aynı merak, o aynanın diğer tarafındaki hayal olan ben, bura gerçeğini merak ediyorum. Bu tarafta olan gerçek ben de virüsün ardını merak ediyorum, cevap bu olmalı.”

“Yaşayan dünyanın ya da bilinen coğrafyanın herhangi bir yerinde doğmuş olmalıydı bu virüs. Yaşayan diğerlerine benzer ama farklı olduğu yönleri de... evet, evet farklı olduğu yönleri de var olmalıydı. Bu kadar çok korkutan virüsün diğerlerine benzemiyor olmasıdır beklenen. Döl yatağı da, ya da ilk yetiştiği yerde değişik olmalıydı. Canlı bir varlık, kimileri canlı olmadığını söyler. Halbuki zamanı ve yeri geldiğinde zembereği boşanır gibi canlanır,  az da olsa aklı ve “sense of humor”, espri duygusu olmalıydı ki bizimle dalga geçiyor. ama her canlı varlık gibi hayatın bu tarafında, yani yaşanan prömiyer tarafında yaşamak için aklını ve kurnazlığını kullanıp başını kurtarmalıydı, hayatın ötesine gitmeden direnmeliydi bu hayatta kalmak için. İnsanlara zarar verirken, kendisinin de zarar göreceğini ön göremiyor, bu yarı sentetik varlık. İnsanı öldürüyor ama kendisi de ölüyor. Genç adam aynadaki adamın gözüne baka baka söylendi.

“Buna sebep de kendi parametrelerini çözemeyen insanın kendisidir aslında. Nüfusuyla dünyanın dengesini bozan ve yer kürenin bilmem kaç derece yan yatışına sebep olan bir kavim, ne yer ne içer?” Koca metal kapak hani o demirden yapılmış olan, derinlerde bir yerde kalın, tok bir yankıyla yine kapandı. “Sormamam lazımdı herhalde.” O sırada ne yiyip ne içeceklerdi sorusu geldi aklına ve ardından Vuhan’daki hayvan pazarı. Pişmiş çeşitli hayvanlar. Aynadaki suratsız herif yüzünü buruşturdu.

Sifona kimseyi uyandırmadan basmaya gayret etti. Musluğu açtı ellerini sabunlayıp yüzüne de sürdü, radyo ve televizyonlar böyle anlatıyorlardı temizlenmeyi. Başlangıcından bugüne neredeyse bir yıldır hemen her gün dinlemekten onun gibi herkes de bıkmıştı. Virüsün  Çin’de görüldüğü ilk günlerde  bu hastalık buraya biraz zor gelir denirken, on gün geçmeden, bir gün aniden  gelebilir kaygısı hakim oluverdi bütün dünyaya. Büyük havayolu şirketleri önce Çin’e yaptıkları seferleri askıya aldılar sonra diğer memleketleri. Böylece henüz bir kaç yıl  geçmişi olan Çin ile turizm daha yeşermekteyken, kesmek zorunda kaldı yöneticiler.  Korkunun haklı reaksiyonuydu bu.

O sıralarda genç adam bu korkutucu virüsün  üzerinde çalışma yapılırken aklını kullanıp, laboratuvardan firar ettiği esprisindeydi. Duvardan mı atlamış, yoksa laboratuvara malzeme falan getiren,  çıkarken temizliğine dikkat edilmemiş bir “Camion”un kasasında Vuhan hayvan pazarına gelmiş mi olabilir? “Yani bu virüsler sentetik laborant sayılırlar, kendi kendilerini yarattılar,” diyordu genç adam. Ama ölüm her zaman zor, her zaman zamansız olur ya, annesinin bu virüs tarafından öldürülüşü genç adam için tam anlamıyla yıkım olmuştu. Pazara çıkmış file ve torba dolusu ölüm alıp gelmiş kadıncağız. Bir hafta sonra ağır seyreden gribal enfeksiyon olarak  hastaneye zor yetiştirmişler, tam teşhis konulamadan zatürreden vefat ettiği söylenmiş ve aile kabristanına başında dua yapılamadan tabutla defnedilmişti. Acı bir yumruk genç adamın boğazına tıkılmış, o annesine yardım edememişti. Bu vefat bütün aileyi yıkmış, ağızlarını bıçak açmaz olmuştu. Matem tutarken aileyi karantinaya aldılar tam on dört gün, ev hapsindeydiler. Kendi hallerine ağladılar bu sefer ama ailede başka bir belirti çıkmadı, on dört gün mağazalarını açamadılar o kadar.

Babasıyla birlikte Kapalı Çarşının Mahmut Paşa çıkışına yakın yerinde bir halı ve aksesuarlarını satıyorlardı kiralık mağazalarında. Sermayesi az, yerleri çok geniş değildi. Kendi yağlarıyla kavrulan bir görünümdeydiler. Sabahları bir neşeyle gelir, akşamları biraz buruk kapatırlardı mağazayı. Beklentileri hep yarına kalırdı genç adamın. Babasının direnmesinden iş değişikliğini de yapamadılar, Turizm rüzgarlarını beklediler uzun süre. Burası İstanbul, taşı toprağı altın olup zenginliğin taksim edildiği yer ama esmedikçe rüzgar hiç bir şey olmuyordu. Rüzgarı da çağırmıyorlardı İzmir’de olduğu gibi. İzmir’de çok sıcak günlerde,  gölgeli sokaklara dizilirler, yakalarını  bağırlarını açarlar “Haydar, Haydar” diye İmbatı çağırırlardı.

Genç adam bu sabah rüzgar bekledikleri o günlere daldı.  Annesinin onları terk etmesinden sonra babasının solgun yüzü ve son halleri geldi gözlerinin önüne. Önce ekonominin sözde pupa yelken uçmasından Yerli müşteriler görünmez oldular Çarşıda. Neşeli hali çok sürmedi genç adamın, uykularında karabasanlar görmeye başladı, dükkan kapatılıyor,  babası, kız kardeşi ve kendi sokağa atılıyorlardı, bir iki derken en sonunda neredeyse her gece aynı kâbus.

“Elle gelen düğün bayram...” diyordu babası. “Neler gördük biz. Ne lodoslar yedik oğlum, düzelir,” diyordu ama her ayı bir öncekinden daha zor geçirmeye başlamışlardı. 

Öte yandan Vuhan’da ortaya saçılan bu korkunç ölümcül virüs haberlerinin duyulmasından sonra, Turistler de Kapalı Çarşının labirentlerinin karanlıklarında ve kemerlerinin gölgelerinde birer ikişer kayboldular. Havayolları yasaklarından sonra, kişiden kişiye bulaşmasını azaltmak için kalabalıkları tenhalaştırma  kararları kurgulandı. Bu tedbirler gerçekte virüse bağlı hastalığın görüldüğü her ülkede sırayla tek tek hükumet kararları olarak uygulamaya konuldu. Bir gün bir bildiri ve dükkanı kapattılar.

Genç adamın gerçek ile hayal dünyasına ait garip düşünceleri vardı. Bu bir salgındı kuşkusuz, insanları kovalayan. Önleyici tedbir alınması şarttı. Bu tedbirler aklın yolunun bir olmasından mı yoksa bütün dünyaya hakim üst aklın komutları mıydı? Yapılmak istenen bulaşmayı denetime alabilmek deniyor, ya da topluma öyle söyleniyordu. Bu arada Eğitim ve öğretim de askıya alındı, evlerine dönen çocukları evde zapt etmek için kamuda çalışan kadınlara da izinler verildi. Bu arada çocuk eğitiminin internet ve tv üzerinden yayın yapılarak, yarım yamalak ortada kalmaması isteniyordu.  Genç adam kadınların çalışma hayatından çekilmesini ve çocuklarla ortak bir ideoloji aşılanmasını düşünenler için bu yolun ve bu virüsün  iyi bir bahane olarak kullanılabileceği aklına geliyordu. Kendinin esnaf çocuğu olduğunu, ticaretin ve vahşi çekişmelerin içinde yetiştiğini övünerek anlatırdı. Ama bugünkü piyasa onun ve babasının baş edebileceğinden daha zordu, sağlık koruması bahanesiyle ticaret donmuş kalmıştı. Diğer yandan hükümet yaprak kıpırdamayan bir ekonominin sonuna geldiklerinin farkına vararak yeni ihtiyaç akçelerini bankalar karşısında sıkışmış durumdaki iş adamlarından yana kullanarak esnafı ve çiftçiyi ıskalamış olduğunu genç adam ürpererek fark ediyordu.  

“Yakında kilit vururuz dükkana, sadece biz değil, Çarşıdaki  diğerleri de” diye açıklamaya çalıstı babasına. “Ne virüsmüş bu be!” dedi ve oldu.

Çok değil bir kaç hafta sonra inler, cinler ve Çarşı esnafı çift kale maça soyundular. Bu kış ağır geçiyordu. Bunların üstüne virüs tedbirleri sökün etti. Buna rağmen büyük şehirlerde şehir içindeki kalabalıklar fazla kaybolmadı. 65 yaş ve üzeri yaşlıların sokaklarda gezinmeleri yasaklandı. Bizimkiler laftan anlamaz diye para cezası da getirdiler, cemaatle kılınan namazlar yasaklandı, camilere kilit vurdular. Okullar, Üniversitelerdeki eğitimlere önceleri birer ay sonraları eğitim yılı sonuna kadar ara verildi.  Parti, düğün ve dernekler tatil edildi. Sinema ve tiyatrolar kapatıldı. Spor karşılaşmaları da askıya alındı. Sanki bu virüslü günler hiç yaşanmamış sayılacaktı bu gidişle. Hayatlarından virüslü günler kırpılacak mıydı?

Herkes  garip bir uyku ile uykusuzluk arasında bir korku masalı içinde yaşamaya çalışıyorken, gelecek ne zaman gelecek, ne getirecek  sorguları arasına kendilerini hapsetmişti. Birikmiş borçlar ya da alacakların sonları nasıl olacaktı? Erteleniyordu. Birbirimize bağışlayacak mıydık?

Çalışmayan mağazanın kapı altından atılan fatura ve borç ihbarnamelerinin ellerinde bekleyen senetlere eklenmeleri giderek babayı hasta etti. Sevgili karısının ölümünün yanında finansal olarak çökmüşlerdi, alacaklılar kabul etseler, onlara ellerindeki halıları ölmüş eşek fiyatına dağıtmayı istiyordu ama bu ilgi görmedi. Ellerindeki satılacaklar satılmaya çalışıldı.  Herkese borçlu durumdaydılar, yalnız kendileri değil komşuları da aynı durumdaydılar. Alacaklılar tesadüf de olsa önüne çıkmasınlar diye, Genç adam, işe gidiş ve gelişlerinde babasının sokağı kontrol ettirmeden evlerinin sokağına adımını atmaz hale geldiğini, her gün takip edildiğini sandığını hatırlıyordu. Virüsün yarattığı olağanüstü psikolojik baskının bir türlü ortadan kalkmaması,   anormal yaşama koşulları adamın üstünde terk edilmişlik, unutulmuşluk duygularıyla kalbinde ağrılar yaratıyordu. Kontrole gittikleri hastanenin kapısından içeri girerken geçirdiği sıkıntı sonucunda oraya yığıldı, önce acile yetiştirdiler. İlk müdahale sonunda kendine gelir gibi oldu. Daha sonra adamcağızı yoğun bakıma aldılar, ama bir kaç saat sonra gelen ikinci bir kriz sonrası onu kurtaramadılar. Birkaç gün önce ya böyle olursa diye düşündüğü olay gerçekleşmiş oldu, genç adamın. Kız kardeşi ve mağazanın borçlarıyla artık yapayalnızdı.

Genç adam virüs olaylarının başlamasından aşağı yukarı üç, dört ay sonrasında Çarşıya uğradığında gördüğü manzara karşısında şok geçirdi adeta. Demir kapıların sıkı sıkıya kapanmış, sürgülemiş bir halde kanatlarının göğsüne yapıştırılmış, beyaz kağıta yazılmış gerekçeli kararıyla sessizce akıbetini beklediğini gördü. Şaşkınlık ve üzüntüyle bir süre kapıya baktı. Genç Adam kendini bildi bileli içinde yaşadığı, bu yaşayan organizmanın öldüğünü sandı, çok üzüldü. “Virüs” dedi kendi kendine “Çarşıyı teslim almış...” Nice zaman sonra yanında sessizce bekleyen birilerinin varlığını fark etti. O üzüntü içinde bunun geçici bir tedbir olduğunu öğrendi ama neye karşı olduğu kafasına yatmıyordu, içeride esnaf arasında çalışanlardan birinde virüse rastlanmış olduğunu söylediler. Babasıyla mağazaya giderlerken sıklıkla bu kapıyı kullanırlardı. Ama şimdi kapıdan görebildiği kadarıyla içerisi kopkoyu karanlıktı. Biraz daha baktığında içeride bir takım varlıkların, karanlıkların aydınlığı içerisinde kıpırdandıklarını hatta  ritmik bir şekilde oynamakta olduklarını seçebildi. Bir hüzün doldu içine, kapıyı bu son görüşü bu oldu. Bir daha canı içeri girmek istemedi.

Hayat, sabah  uyuşuklukla kalkılan, huzursuzlukla yaşanan  ve gece korkularak uyunan bir sürece dönmüştü. Sabah kalktığında banyoda kendine gelmeye çalışırken anormal, gerçeküstü bir takım olaylara rastlamaya başladı. “Virüs sebep oluyor bütün bunlara. Beynime yerleşti bu aşağılık yaratık  eminim. Ne var? Boğaz yerine yukarı tırmanmış olamaz mı? Olabilir bence” derdi kendi kendine ama kendinden başka evden kimse şahit olmamıştı şimdiye kadar.

“Elektrik parasını beş altı aydır ödeyemedik, sonunda kestiler. Şimdi onun yerine kandil kullandığımızdan olabilir.  Karanlıkta aynaya bakmak bazılarını korkutur, bakamazlar,” dedi. En son kahvede haberlerde rastlamış. Elektrik, su ve gaz borçları memleketin yarısından fazlasının ödenmemiş, dağıtım şirketleri elektrikleri kesiyorlarmış, tabii berbat bir durum. Bu arada çocukların eğitimleri de yarıda kalıyormuş. Ben daha önceden televizyonu okuttuğum için kız kardeşimin tahsili çoktan bitmişti. Elektrik paralarını bu zorlamaya rağmen ödenmemiş olan alacaklarını, şirketler tahsilât şirketlerine devrediyor olduklarını sokakta konuşuyorlardı. Adamlar diş çeker gibi faiziyle tahsil ediyorlarmış. Bir gün yakalandım, iki taksitte kapatabildim evin elektriğini, faiz olarak da benim yeni sayılan ithal USA malı Convers’imi aldılar.

“Yeteri kadar sermayen olmazsa işporta tezgahı bile açamazsın” dedi genç adam banyodaki aynadaki hayale. Aynadaki hayal sırıtıyordu arsızca yüzüne karşı.

“İyi bir yer kiralıyacaksın, tavla satın alacaksın, ama buna rağmen ne kazanacaksın belli değil.”

“Babamın eski tanıdıklardan biri sağ olsun, bana Hacdan gelme ipek benzeri floş seccadelerden bir düzüne, tesbih ve namaz takkelerinden yine bir düzüne verdi, sattıkça ödersin diye cesaretlendirdi.” Genç adam teşekkürlerle birlikte omuzuna attı bunları, yürüdü gitti. Sokaklarda dolaşmaya başladı. Dolaştıkça yükü ağırlaştı. İstanbul eski İstanbul değildi, çocuklardan başka kimseye rastlanmıyordu. Bir kaç sokak sonra gözleri oturabileceği bir yer aramaya başladı. Köşede bir kahve görülüyordu ama içeride kimseler yok, içeride bir adam kahveciymiş, kendi başına sokağı seyrediyordu. Aylardır böyle imiş. Millet korkusundan kahveye gelemiyormuş, artık. Şansına talihine lanet okuyordu. İlk zamanlarda virüs konusu değişik gelmişmiş tatil havasındalarmış mahalleli, sürekli virüsle ilgili dedikodular, “bize bir şey olmaz, biz beş vakit abdest alırız, temizliğimiz tamdır vs” diyenler ve inanmaz gözlerle başka ülkelerdeki olaylar anlatılırken ikinci haftadan itibaren milletin asabı bozulmuş virüse ana avrat düz gider olmuşlarmış. Genç adam akşama doğru bir seccade satışıyla eve dönmüştü.  İlk gün için kabul edilir bir durumdu. Gece deliksiz uyuyacağını sanırken, karabasanlarla örülü bir gece geçirdi. Halı mağazasından sonra seyyar satıcılık onurunu bir hayli incitmişti ama o profesyonel bir satıcıydı. Ama insanlara ne olmuştu, ne satarsanız satın, ilgilenecek kimse yoktu. İllaki birileri olurdu fiyat soracak, cami avlularında, mescit kapılarında, dünya ters yüz olmuş gibiydi, camiye duaya gelenler içeri alınmıyorlardı. Virüsün sinsi bir şekilde bulaşabileceğinden, insanları boğabileceğinden korkuyorlar ama bazıları da bencilce  öleceksem buralarda öleyim diye diğerlerine hava atıyorlardı.

Koca şehirde hayat durmuş gibiydi. Çarşı, pazarlar kapanmış, Kaldırımda yürüyen bir kaç insan zor görülüyordu. Tek tük geçen otobüsler neredeyse boş denebilirdi. Taksi ve özel araçlar da öylesine seyrek.

“Yeni caminin önünden karşıya geçtim, Köprüye vardığımda gözlerime inanamadım. Köprünün üstü ana baba günü gibi. Oltasını kovasını alanlar köprüye dizilmişler, şans dileyenler hemen birisinin yanına sokuluyor, “Rastgele,” deyip oltasını savuruyordu. Yahu buraya virüs uğramamış herhalde, n’oluyor burada? O sırada polis ve zabıta ekipleri öbür başta ehli keyif oltacıları ikna etmeye çalışırken bu taraftakiler safları sıklaştırmaya devam ediyorlardı. Birine Virüsü sorunca bana şu komik cevabı verdi:”
Virüs Antraktında Galata Köprüsünde oltacılar

 

“Bak bu başta cami var, bu başta da havra bu alana virüs giremez koçum...”

Bu millet hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanır, kaderlerine razı bir ahalidir hatta virüsün imansızları ayırsın diye özellikle dünyaya musallat olduğunu  dahi kabul ettiklerini gözleriyle gördü. Halkımıza minnetarım,  satışlarım fena gitmedi başlangıçta. Virüsler ortada dolanmaya devam ettikçe, yaşlılarımızı ve orta yaşlıları hatta gençleri aldıkça bizim mallara da ilgi azaldı. İnanç zayıfladı herhalde. Sektör daraldı. Virüs ise keyfince sürdürüyordu işini. Genç adam da öyle yapmaya çalışıyordu. Fakat her gün kendini ve omuzundaki emanet mallarını yakalatmadan mahallesine gidebiliyorsa kendini şanslı sayıyordu.

Eve girdiğinde kendini çok yorgun hissettiğinden canı yemek bile görmek istemediği zamanlar olurdu. Bugünde öyle bir gün diye düşündü. Bitkindi eve geldiğinde. Biraz sonra yaktıkları yağ kandilinden yayılan kokulu, sarımtırak ışıkta kardeşi de onun bitkinliğini fark etti. Ebeveynlerin ölümünden sonra eve para getirme işleri genç adama, okul işleri tamamen askıda olduğundan evin bakımı da kız kardeşine kalmış durumdaydı. Böyle bir eğitim ile yarı cahil bir nesil kapıdaydı. Aileler çocuklarına televizyonu bulsalar bilgisayarı alamıyorlar ya da elektriği veya interneti temin edemiyorlardı. Böyle bir eğitime eğitim demek ne derece doğru olurdu.  Ülkedeki virüs krizi işsizliği tavan yaptırmış vaziyetteyken insanlar birbirini yiyorlardı sanki ülkede yapılacak iş, kazanılacak para bitmişti.

Genç adam yarı karanlıkta temizlenmek için banyoya uğradığında aynadaki hayali onu asık bir suratla karşıladı.

“İyi görmedim seni,” dedi hayali.

“Görebildiğine dua et,” diye ellerini yıkarken cevap verdi.

“Ateşini ölçtün mü birader, sanki ateşin var gibi, bu evin direği sensin, bak, kız kardeşin yapayalnız kalır, senin de önünde daha göreceğin günler var. Dostlarına, akrabalarına güvenme, onlar uzaktan seyrederler.”

“Ben de  biliyorum ama başarabilecek miyim, bilmiyorum.” diye mırıldandı genç adam. Elinin tersiyle alnına dokundu, babaannesi böyle yapardı. Ateşi elinde hissetti önce sonra içinde. Sonra evvelden kalma bir cıvalı termometreyle otuz yedi olduğunu gördü. “Bunun yanında kurumuş, ağrıyan bir boğaz,” diye düşündü. İçi cızz etti birden. Odasına döndü ve kendini yatağa bıraktı. Bu saatten sonra kendini düşünmeye ve sorgulamaya başladı. “Bugün ne yapmıştım?  Virüsle  ne zaman, nasıl karşılaştım acaba?” Bildiği kadarıyla virüs bünyeye alındıktan sonra iki ila on dört gün beklermiş, bütün bu zaman içinde sokaklardaydım. Gerçi elimde bir marketten yürüttüğüm, ekmek seçmek için ince naylon bir eldivenim vardı ama...” Bundan sonra ne yapması gerektiğini hiç tahmin edemiyordu.

“Bir yerde test yaptırmalıyız,”  diye odanın ortasından bir ses geldi. Banyodaki aynanın hayalinin odanın ortasında havada dalgalandığını gördü. Bekliyormuş gibi hiç şaşırmadı. “Ya pozitif olursa? Ölür müyüm? Ama haksızlık bu! Allah'ım neden ben? Beni af et Allah'ım” diye üzgün üzgün sordu. “daha çok gencim ben... Ya kız kardeşim ne olacak? Yani ben ölürsem? Şimdi...? “ sözünü tamamlayamadan sesi kısıldı.

 Yorganı hırsla başına çekti. İçinden feleğe kahırlandı. Genç adam o hayalin derinlerden gelen sesini duymaya devam ediyordu.

“Unutma, kız kardeşin için  yaşamalısın. Metin ol, gevşeme! Biliyorsun bu virüsten kurtulanlar var. Artık tedavi ediyorlar. Sen gençsin dayanırsın. Topla kendini, sen gidersen ben de biterim burada...” Gece genç adam için  büyük  ve uzun bir karabasandı. Hafif bir baş ağrısıyla uyandı, uykusunu alamadığını anladı.

              Sabah ani bir kalkış ile kendini aynanın karşısında buldu genç adam. Sonradan kendi de pişman olmuştu böyle hızlı kalkışmaya gerek yoktu ki. Bugüne böyle başlamamış olmalıydı. Banyodaki aynada, karşısında hafif kirlenmiş donuk bir cam, üzerinde hafif kirli sakalları uzamış perişan bir yüz çerçevenin içinden doğrudan yüzüne bakıyordu.

“Günaydın birader. Ee ne karar verdin? Teste gidiyor muyuz?” Genç adam şaşırmış şekilde baktı aynaya. O an aklına  dün akşam ki yüksek ateşi geldi. Havluyla yüzündeki su damlacıklarını sildi. Ateşini eliyle hissedemedi. Biraz su içti, yutkunması da normaldi. Dün gece yaşadıkları aklına gelince şimdi neden böyle olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu.  Aklında o ölümcül virüsler varken:

“Ateşim kalmamış be birader! Bu duruma ne denir bilmem ama O beni af etti!” İçinde ufak bir kuşku da yok değildi. Bu gece de dün gecenin benzeri olabilir miydi? “Neden olmasın?” Ama bunun cevabını arkaya attı, kendini hayata yeni başlar gibi enerjik, ve mutlu hissedecekti.

Genç adam sevinçle malzemelerini toplamaya başladı. Aklından gideceği yerle ilgili planını yaptı. on adet satmayı planladı ve “İnşallah” dedi, “Mübarek Cuma bugün, uğurlu gelir. Evellallah istersem başarırım,” diye kendi kendine söz verdi. Biraz sonra omuzunda rengârenk seccadeler, kemerinde asılı tesbihler ve iç ceplerinde namaz takkeleri, hepsi de Çin malı, belki de  virüslüydü. Kız kardeşini uyandırmadan usulca kapıyı açtı ve kendini sokağa bıraktı.

 

Sadık Mercangöz Ankara Bağlıca 27 Mart 20, Cuma, 12:54

                                                                                                                                             

5 yorum:

  1. Genç kahramanın kurtulduğuna sevindim. Ben yazmış olsaydım adamcağız gittiydi. Ama zaten bu denli iyi anlatamazdım. Çok güzel. Sağol Sadık Usta.

    Okan

    YanıtlaSil
  2. Bu korkunç virüsün var olan tesellisi...

    YanıtlaSil
  3. 'Beni bu virüs değil, düzeniniz öldürür' diyen TIR şoförü, 'Kanunlara uymamaya teşvik' iddiasıyla gözaltına alındı. Adamcağızın ifadesi çok yürekten, içtendi. Resmin üzerinde "evde kal Türkiye ama nasıl kal" yazıyordu Adamı dinlerken hissettiklerimi böylesine yazdığın için sağol.

    YanıtlaSil
  4. İyi bir deneme olmuş.
    Biraz telaş ile yazılmış algısı oluştu, bende.
    Kullanılan yabancı kelimelere dikkat. Örneğin, "parametre" nin Türkçe karşılığı "değiştirge".

    Selam ve sevgiler

    YanıtlaSil
  5. Aydın yorum ve eleştirine teşekkürlerimi sunarım.
    Bunun başlangıcını iki defa yeniden yazdım. Son 2 sayfayı da öyle.! Önceleri virüsün ferasetinden girerek insanlığın gelebildiği dereceye ve manevi olgunluğuna girecektim ama yapamadım. Olgunluk bizden uzakta. Bencillik ve iki yüzlülük benim karakterimdir.
    Bu gün Necdet Gelgün’e yazdığım bir cevabı sana da aktarayım.
    “Sevgili Necdet bugün burada virüsün zayıflığını değil, insanlığın zafiyetini sınamaktayız.
    İnsanlık tarihinde şu geldiğimiz noktada teknik olarak ne kadar geliştiğimizi ama manen ilkel insandan bir adım öteye ilerleyemediğimizi öğrendik.

    Galiba normali bu, insan mükemmelleşmiş olaydı anormal olurdu.”

    YanıtlaSil