Su üzerine


SU ÜZERINE YAZI

Evin balkonundayım Abidin’le beraber… Sabah sabah hafiften bir rüzgâr, ürpertiyor insanı. Mevsim sonbahara dönmüş, bu demek ki bu yılı da bitireceğiz yakında. Saksı, saksı, sardunyalar, begonyalar, açelyalar, Afrika menekşeleri farklı, farklı renklerde. Karımın merakı. “Çiçeği, hayvanı seven insanları da sever” der durur. Üşenmez tek tek sular, kurumuş yaprakları ayıklar, tımarlar, konuşur onlarla. Onlar da dinlerler…


Mevsim geçiyor olmasına ragmen çoğunun çiçekleri halâ üstünde. Diplerinde kurumuş  dallar ve toplanmamış  yapraklar, ve  perişan toprak. Üzerlerinde tek tük mahlûkat, gelişi güzel gidip, geliyorlar…

İşte Abidin bu.
Abidin de saksılara bakıyor gibi geldi bana, bazen diplerini deli gibi eşeler de öyle sandım yine. Meğerse  balkon duvarındaki kumruları  dikizlermiş fırsatçı.

Balkonun kuytusundaki saksının yaprakları üzerinde ışıltılı benekler çarptı gözüme, şebnemler… Yaklaştım, damlacıklar gögün bütün renklerini gizlemişler içlerine, güneş yükseldikçe birer, birer, parlak, pembe, beyaz ışınlar salıyorlar havaya. 

Sabahın yelinde  sallanan yaprakların üstünde bir hareket. Titrek damlacıklar sarkan yapraktan aşağı  birer birer yuvarlanıyorlar, doğruca rastgele unutulmuş bir plastik tasın içine.

Cuppadak!
Dalıyor bir avuç suyun içindeki derinliğe,  sonra "İmdat boğuluyorum" der gibi damlacık,


Kurtulmak ister gibi şimdi havada ,  ardından yine suda, kabın kenarına giden dalgacıklar halka halka, geri geliyorlar, örtüyorlar üstünü, gömülüp gidiyor damlacık.  Kavuşuyorlar damlacıklar tek tek, tane, tane, su oluyorlar.
Nerelerden yola çıktılarsa herbiri, çok şey var birbirlerine, söyleyecekleri...

 

Havada saklanmışlar, kimse farkında değil.
O halde gezerken, sen gel yaprakların üstünde yoğunlaş, vücut bul, görünür ol ve sonra yuvarlan git bir tasta bekleyen özüne kavuş…

Kalıbımı basarım varlığı bir mucize bu molekülün. Havada gazken aynı anda, aynı yerde aynı sıcaklıkta hem katı hem sıvı halde görebilirsiniz, ya da havadadır, hiç göremezsiniz.

Adam bizim koyduğumuz fizik ve kimya kurallarına meydan okumakta. Kimyasalen iki Hidrojen bir Oksijen ve iki adet de bağ. Bunlar aralarında, bilim insanlarının dedikleri “iki senden bir benden” anlaşmasına varamasaydılar, n’olacaktı? No su, no buz, no atmosfer ve olmayan canlılık.

Su evrende nerede bulunursa, orada bir hayatı müjdeliyor, bağrındaki anaç ortamda hücreler doğuyor  hücreler büyüyor, bir yaşam başlıyor…

Sabahın serinliği hafifçe ürpertti beni. Abidine baktım, korkuluk duvarına tırmanmış, demirlerin dışına çıkmış, beş parmaklık bir çıkıntıda yürüyüp 5. kattan aşağıdaki bahçeyi ve etrafta kanat çırpan kumruları seyrediyor oğlan. Üzerimize gelen bazılarından son derece heyecanlanıp olduğu yerde çakılıp, gözler mıhlanmış, onun balkona gelmesini bekliyor. Böyle durumlarda "Abidin, içeri gel" bile diyemem, dikkati dağılır dengesi bozulur diye.

Biraz sonra ümidi kırıldı, balkona döndü. Yere inip plastik kaptaki suya koca kafasını daldırdı, bir iki dil vurması sesi geldi. Bana baktı meydan okur gibi,  "Gel sen de korkulukta gez de görelim" dedi, çekti gitti içeri. Ortamdaki büyüyü de bozdu ardı sıra...

Aklıma geldi, günün birinde ismi lazım değil, bir adaya denizden bir boru hattıyla su pompalamaya, can vermeye başlamıştık ya, -halâ adaya değil denize akıyordu o tarihte (21 Şubat 2016)- O sırada çöl kıyısında bir devletcik, “ben de sizden su isterim.” demişti. Zaman geçti. Şimdi adamlar taş atan çocukların ellerini postallarıyla hiç kırmamışlar, on yaşlarındaki çocukları gözleri bağlı, ağlata ağlata götürmemişler gibi, birden insaniyet havarisi kesildiler, biz de “one minute” demiştik, ama baktık insanlaşmışlar, OECD ye girmesine olur dedik, büyük bir siyasi zafer kazandılar. Biz ise saflık, aldatılmışlık...

Yakında  muhtemeldir ki nerden buldukları meçhul, doğal gaza karşılık bizim akar suyumuzdan rica edecekler…

 
Biz de Rusya’dan yana yanığız ya, Torosların ırmağı, gün gelecek, gidecek Allahın çölünü sulayacak. Hatta metreküp başına para da verirler belediye tarifesinden. Demem o ki; suyu gurbete gelin vereceğiz,  “Berdel” olarak. Kimbilir orada buharlaşan Manavgat suyumuz belki bir gün gelecek Toroslara yine bir yağmur olarak düşecek, kaçıncı kez kimbilir...

Adamlar sonunda ne kadar kazanacaklarsa, şimdiden yarattıkları gemi kazasından ve o sırada öldürdükleri insanlardan,  utanmışlar gibi özür dileyip, ölenlerin ailelerine tazminat ödemeyi bile düşünüyorlarmış...

Ama bunların bir avuç toprakları var, üstelik bizim gibi huzurlu da değiller. Kutsal kitaplara göre ömrü boyunca da huzursuz kalacaklarmış, sezaryenle doğmuş bu memleket. Ama yine de bize gaz satacaklar, tohum sattıkları, damızlık yumurta sattıkları gibi. Peki, nerden buldular kendi topraklarında olmayan bu gazı? Peki onlar bu gazı bulurlarken biz neredeydik, neden biz bulamayız da onlar bulurlar?

Selam olsun Anadolumuza, ata yadigârımıza, beş, on yıl sonra yarıya yakını çölleşecek olan bu topraklara, yaşamaya mecbur olduğumuz kaderimize selam olsun.

Kıymetini bilin vatanınızın, hür yaşayın bu topraklarda, bu günlerde vatan toprağı bulmak, son derece pahalı değil, hayalden de öte. Adamı çoluk çocuk demeden huduttan hududa süründürüyorlar yayan yapıldak,  havasız kamyon kasalarında ya da  çatıdayan  hurda teknelerde sefil halde. Filme de alıyorlar. Aslında sizler umurlarında değilsiniz. Siz kucağınızda bir bebek panik halinde koşarken, daha dramatik olsun diye çelme takıp çamurlara yuvarlanışınızı da filme çekerler. Hatta bu günlerde savaşları bile "on line" yayınlamak moda...

Akşam haberlerine yetiştirip böyle bir trajedi üzerinden kanallarına reyting sağlamak peşindeler. Kim daha trajik sahneyi çekerse parsayı o topluyor...

Neye inanıyorsanız ona dua edin de akşam haberlerine konu olmayın. 



Sadık,  Bağlıca, Ankara,         8 Ocak 2016  D: 11 Mart 2018

1 yorum: