Sessizlikten gelen


SESSİZLİĞİN İÇİNDEN
I

Kim bilir kaçıncı kez aynı rüyayı görürken ter içinde uyanıyordu. “Bu da son günlerin modası herhalde” dedi kaç defa kendi kendine ama yine görmelerinin ardı arkası kesilmedi. Kocaman, ucu bucağı olmayan bir sahne olmalıydı gördüğü. Elindeki müzik aletini bazen kocaman bir fanus içinde, bazen bir su altında, bazen bir uzay boşluğunda herkesle birlikte çalarken buluyordu kendini... Etrafında kalabalık bir enstrüman kıtası ve onları çalan düzgün giyimli bir sürü insan. Kendi de onların arasında. Arkadaşlarıymış, aralarında oturuyor, her rüyada aynı yüzlerin arasında. Bir entrüman olmalıydı ellerinde, belki de kendi kemanını çalıyordu. Etrafındaki insanların ellerini de görüyordu, parmaklarını da. Koyu  renk çeketlerini, hatta bembeyaz gömlekleri üzerine bağladıkları papyonlarını, kadınların koyu renk tuvaletlerini, artık tarihe karışmış dikişi kaymış çoraplarını da seçebiliyordu.  Çok ilginç kadınların bin dokuz yüz ellilerde naylon çoraplar yaygınlaşmadan önce giydıklerine benzer çoraplardı bunlar, ama nedenini bilmiyordu.  Sadece yüzlerini seçemiyordu ama onları biliyordu, tek tek her nasılsa tanıyordu onları. Şu kemancı, şu violacı, bu o klarinetçi, şu timpani çalan, şu obuacıdır, diye sayabiliyordu onları. Ama yüzleri yoktu hiç birinin.

“Nasıl bilmem, liseden beri arkadaşım hepsiyle o yüzden biliyor olmalıyım.”

O arada Lise sonu da hatırlıyordu, o gençliği, o diriliği, o masumiyeti de ve o yıl içinde filizlenen metafizik müzik ağacının, çağlardan beri durmadan büyüyen o ağacın, kendi bedeni içinde meyve verdiğini hatırlıyordu. Bu meyvenin olgunlaşması için yılların eziyetlerini, kış yaz iki otobüsle koşturmacalarını, doğru yere basabilmek için sol elinin parmaklarına giren kramplarını konser saatlerinin adeta öldüren heyecanını nasıl  yaşadığını hatırlıyordu elbette ama yanlız kendisi değil orada müziğe gönül veren herkes onun gibiydi. Melodiyi terennüm eden sesleri çıkaran gönül ama eziyeti çeken bedendi.

Rüyalarında bazen o kalabalık  antik çağlardan çıkar gibi ellerinde biraz sonra kurban edecekleri kurbanlıklar misali enstrümanlarıyla geliyorlardı o ucu bucağı olmayan sahneye ucu belirsiz yerden. Oturuyorlardı ard arda tek sıra halinde yerlerine başları eğik. İçlerinde sonu gelmez sorumlulukların ağırlıkları herbirinin. Sonra başlıyordu o heyecan dolu bekleyişi konserin. Bir adam önlerine geliyordu ve ter içinde elini kolunu hatta bütün vücudunu sallayaraktan ama hep Onun gözlerine bakaraktan orkestraya can vermeye çabalıyordu, hantal lokomotifi yerinden kaldırmaya çalışan makinistin yaptığına benzer hareketler gibi. Gözlerinde kıvılcımlar çakaraktan devamlı Ona bakıyordu sahnede. Ona da can vermeye çabalıyordu. Konuşmasa da hareketleriyle ha gayret diyordu Ona. Yek bir ses, evet sadecce bir tek ses vermeye zorluyordu Onu. Kafasında koca orkestradan yayılan bir melodiyi duyarken O bütün gayretiyle tek bir ölçüdeki tek bir sesi çıkarma peşinde çabalıyordu ha bire. İyi gününde, kötü gününde dostu olan kemanı, inadı tutan eşek misali ses vermemekte direniyor, ya da enstrümanından pagannini çalabilen elleri isyan ediyor da bir tek notayı çıkartamıyordu. Şef elinde değneğiyle kabararak üstüne üstüne gelirken O artık ağırlaşan boşlukta zayıflayan melodileri de kendi çıkarmaya çalıştığı  sesleri de duyamaz hale geliyordu. Boşlukta çıkmayan sesler ile çalan ya da çalmaya çalışan mekanik insanların bitmeyen devinimlerini, şefin kıskandıran hareketlerini, bir vecd içinde soluk alırcasına dans edişini karşısında görüyordu. Fakat aynı zamanda  yayın telleri arasından geçen havanın bile pelteleştiğini, yapması gereken  hareketlerinin giderek yavaşlaşdığını ve elindeki kemanın gittikçe ağırlaştığını hissediyordu. Kemanından çıkmayan sesler orkestradan da çıkmaz oluyordu, bütün herkes susmuş Onu bekliyor gibiydiler. Biraz sonra melodiler uğultuya daha sonra da sesizliğe dönüyorlardı.

Ter içinde uyanmadan önce sesiz dünyada duyabildiği son ses kilitlenen bir kapı kilidinin düşen mandalının çınlamasıydı, tekrar tekrar tekrarlanan.  Herkes Ona bakarken birden uyanıyordu çünkü o sessizliğin verdiği sıkıntı kalbini sıkıyor, eziyordu adeta. Derin bir suyun içinde son ana kadar dayandıktan sonra ciğerlerinin son deminde temiz havaya kavuşan bir bedenin sıkıntısı içindeyken kapının düşen mandalının çınlamasıyla uyanıyordu, her seferinde. Yoksa o kapı mandalı değil de müzik kutusu, ya da kapanan kemanın kutusunun kiliti miydi? Uzun bir süre kemanından uzak kaldı.

Çocukluğunda ve gençliğinde büyük bir hevesle, koşarcasına konser dinlemeye gittiği CSO salonuna bir gün o orkestranın bir elemanı olarak girmeye söz vermişti kendine. Pastoral sonetlerin cıvıl cıvıl seslerinden derin hüzünler  ya da zafer ve coşku terennüm eden koca senfonilere kadar onlarla beraber çalmayı arzular, bazı geceler uykularında da çalardı, büyük bir heyecanla. Gün geldi  onlarla birlikte olmayı başardı da. Yıllarca zorluklarla ama zevkle çalıştığı amatör bir orkestra da başarılı bir kemancı o gün CSO nun kapısından gururla geçip kulisine de girdi ve hazırlandıktan sonra sahnede ilk provasındaydı artık. Çalmayı çok arzu ettiği Vivaldi’nin Dört mevsimini başarıyla çaldılar. Tekniği yılların verdiği olgunluka birleştikçe daha da ustalaşma yolundaydı artık.  Böylece seneler geçti. Bir gün geldi o kabuslar başladı.                                                                                                                                                                     

Bu rüyaların  sonu gelmiyordu, bazen uzay boşluğunda baxen havuzda çalamadığı kemanını ve onun bu zafiyetine takılan acayip büyüklükteki orkestranın bu utanç verici akibeti, bir gün geldi   acı sonucunu verdi. Uğradığı sessizlik, aslında parmaklarının beceriksizliğinin enstrümandan bir türlü çıkartamadığı seslerden değil, sessiz sakin işitme kaybının yarattığı, gerçek dünyadan koparılmasının sonucu olduğu anlaşıldı.

 Önceleri bir takım protez cihazlarla yenebileceğini sandığı bu felaket gün geldi orta kulaktaki minik kemikciklerin kireçlenmelerinin sonucu kafasında tınlayan davul haline geldiğinde bunun müzik hayatının sonu olacağına sandı.  Öyle ya gözü görmeyenin resim yapamaması gibi bir şeydi bu. Bütün o kabusların gelecekte olacakları haber verdiğine inandı.  Odometri ölçümleri oldukça sarsıcı gerilemeler gösterirken, önceleri kendini dünyanın en talihsiz, en bedbaht kişisi olarak görmeye başlarken, daha beter durumlarda olan talihsizlerin hayalleri gözlerinin önüne dizilince teselli bulmaya da başladı. Kötümserlikten kurtulmaya başladığı sırada müzik tarihinde yaşamış nice ağır işiten veya iyice sağır olan müzisyen ve bestecilerin varlığını öğrendi. En meşhurlarından biri  Ludvig von Beethoven ömrünün son onbeş yılında ciddi işitme kaybı geçirmişken en meşhur bestesi 9. Senfoniyi tamamen sağırken bestelemiş olduğunu, ilk çalınışında ise orkestrayı ve büyük koroyu idare ettiğini hayretle ve hayranlıkla öğrendi. Bütün yardımcısı kulağına dayadığı boynuz misali kıvrık bir boruydu.  Adam elbette müzik dehasıydı  ama sonuçta bir insandı. Duymayan ama sesleri kağıt üzerindeki işaretlerinden takip eden, kafasının içinde duyabildiği o sesleri besteleyebilen, piyanoda çalan, kafasındaki hayali seslerden oluşmuş melodileri çaldırabilen  bir insandı karşısındaki.  

Önce kendine söz verdi “Yaparım” diye. 

Eziyet başladı başlangıçta azar azar sonrasında sadece parmaklarına değil kafasının içine de kramplar girdi. Hergün kendi başına metronom karşısında çalıştı. Duymadan duymayı öğreniyordu yavaş yavaş. Çalışma ağır ağır devam ederken, orkestrayla çalmaya da başladı. Şeflerin anlayış ve yardımlarıyla orkestraya uyum sağlamayı da başardı. Kabuslar bitmişti Onun için.

Bu arada beyaz kağıt üstündeki kara işaretlerden başka bir mucizeye tanık oldu kendi başına çalışırken. O zaman çaldığı her notayı sadece  kalemle yapılmış işaret olarak görmüyordu. Onlar aynı zamanda renklenmişlerdi. İnanılmaz ama işte öyle olmuştu. Hüznü, sevinci, gururu, çoşkuyu, ümidi farklı renk ve tonlarda görebiliyordu. Artık notalardan çıkan sesler Onun zihninde oluşan tuvalde süratle renklenirken bazen bir gelincik tarlasını, bazen yağmuru bekleyen gri bulutların sıkıntısını veya hüznünü, neşe ve coşkuda parlak renklerden oluşan  panayır yerini resmediyorlardı. Adeta seslerle peydahlanan tablolar yapıyordu kemanıyla.

“Yeşil, yeşil, yeşiiil, açık yeşil, parlak kırmızı, kırmızılara kara, kara noktalar. Parlak kırmızı noktalar. Tekrar yeşille başla!  yeşil, yeşil, yeşil,  sarı, açık sarı, açık sarı, açık sarı, yanında koyu yeşiller üstte mavi, mavi, açık mavi, beyaaz, beyaazz, ince mavi, kalın mavi, boşluk, boşluk, adeta gelincik tarlası! “ diyordu kendi kendine mırıldanarak.

Aslında işitmesi gayet zayıfken, kafasında tablolar ve renkler  belirip sürekli değişiyordu. Normal miydi bu? Bu meziyet sadece kendisine  mi aitti yoksa diğerleri de bu seslerden fışkıran renkleri ve bestecilerin bu seslerle yaptıkları resimleri görebiliyorlar mıydı, diye sordu. Kendisinin gördüğünü anlattı bir dinlenme arasında, şaka yaptığını zannedip uzun uzun gülmüşlerdi diğerleri.   Bu ilk ve son oldu. Geldiği aşamada, tek ses duymadan boşlukta çaldığı notaların karşılığında dans eden renkleri görmesini sadece kendi sırrı olarak saklamaya karar verdi..
 
II
 
Aradan ne kadar zaman geçti   bilmiyordu ama her şey normale dönmüş gibiydi. Rüyaları rüya benzeri, kabusları ise keman ile ilgili değildi. Müzik ve sesler  yine renkliyken bir gün CSO salonundaki çalışmanın ardından ceketini, paltosunu giydi, elinde çok sevdiği keman kutusu, binanın dışına çıktı. Kapının önünden bir sarı ama bok sarısı bir otomobile el kaldırdı. Taksi miydi? Daması ya da üstünde durağı var mıydı farkında değilken kendisini duran otomobilin içinde buldu. Halbuki her zaman Gençlik parkının önündeki duraktan otobüse binmeyi adet haline getirmişken nasıl oldu anlamadı ama bir taksi çevirmişti bugün.   Salonun önünden akıp giden araç trafiğine kapılmadan önce bu eski konser salonun arkasından tamamlanmakta olan yeni salonun garip, anlaşılmaz küre ve prizmalardan komposizyonlanan yeni salona gözü takıldı ve araba hızlanana kadar seyretti bu ucubeyi. Adresi sormuş muydu sürücü, yoksa kendi biner binmez mi söylemişti, onu da hatırlayamadı. Nervi’nin köprüsüne girmeden araba sağa dönen yola çıktı, Yenişehir’e  doğru ilerlemeye başladı.
“Bugün nedense fazla yoruldum kendimi fersiz hissediyorum” diye düşündü. Eylül sonunun olağandışı soğuk bir akşam üstüydü, paltosuna sarıldı, arkasına yaslandı. Burnuna bir duman kokusu geldi, içine çekmeden soluğunu tuttu.
“Daha kış gelmeden kömür yakmaya başlamışlar” diye düşünürken aklına uzun yıllardır Ankara’da kömür yakılmasının yasaklandığını hatırladı. O sırada Sıhhiye’den geçiyorlardı, yıllar öncesinde Ankara’nın havası en kirli, en soluk alınamayacak yeriydi. Yani o doğal gazın tanınmadığı, kışın ısınma için her türlü yakıtın yakıldığı zamanlarda insanlar nefes almakta zorlandığı ağzına burnuna mendillerini kapatarak, boğazlarında gıcık ve genizlerinde balgamla dolaştıkları zamanlardı. Aklına  o zamanların kokusunun çevreye sindiği geldi. “Şimdi bile kokuyor” dedi. Bir tren marşandizi dumanının geniz yakıcı kokusu gibi ağır ve zehirleyiciydi.  O kükürt kokulu dumanlı gökyüzlerini hatırladı. Böylece biraz sonra o koku hafiflerken yavaş ilerleyen trafikte eski parlak günlerini çoktan gerilerde bırakmış Kızılay’a gelmişlerdi. Artık şehrin gelişmesi planlananın iyice dışına çıktığından     eskinin ağırlık merkezi Kızılay eski durumunu ve önemini kaybetmişti.  
Serpiştiren yağmurun ön camda beliren damlalarının      sesleri  Onu arabadan alıp gördüğü kabusların uçsuz bucaksız ve sınırsız salonuna ki  o yarı karanlık sahnede çalamadığı, daha doğrusu bir tek nota bile çıkartamadığı   o sualtındaki sahneye götürür gibi oldu. Renkler cam göbeği yeşille koyu mavi arasında gidip geliyordu. Şef dev gibi bir adam, kırmızı gözlerini Ona dikmiş kollarını yana açtıkça bir kartal gibi üzerine çullanacak diye korkuyordu.
“Ooo, yoo lütfen tekrar başlamasın. O günler geride kalmıştı” diye kendi kendine söylendi. Kucağında duran ve eskimiş, solmuş derisi üzerinde büyük harflerle W.H.H. yazılı keman kutusuna daha bir sıkı sarıldı.  Kendi kendine söylendikçe, Şoför dikiz aynasından Ona bakıyordu anormal birisini seyrediyor gibi. Kemanı son senelerde en kıymetli varlığıydı Onun. Babasından kalma bir değerdi keman. Ona nasıl gelmiş, onu pek iyi bilemiyordu. Çocukken bir keresinde onu bir Yahudi'den ehven fiyata satın alındığı  konusu açılmıştı evde. Kemanın gövdesinin arkasında ise bu kemanın ilk sahibine nişanlanma anısına nişanlısı tarafından hediye edildiği kazınmıştı,. Zor akort tutardı, sesi de bir çeyrek kadar kalın ve boğuk çıkardı ama O bayılırdı bu alete..
Wallace'a Maria'dan, Nişanlanmamızın şerefine” diye kazınmış bir yazı vardı kemanın arkasında. Wallace ve Maria kimdiler? Daha sonra evlenmişler mi idiler? Bu nasıl satılmak durumuna gelinmişti? Böyle bir hatıra nasıl satılırdı? Belli ki bu nişan bozulmuş, bu evlilik gerçekleşmemişti.” Burnunda halâ is, pis kokusu, aklında arabada yaşadığı kabus, nihayet evine ulaşmıştı.  
 Bu olaydan sonra tekrar bir sakin devre başladı Onun için.   Ama bir ay sonra o deli rüyaları yeniden başladı.  Yine  suyun altında kemandan ses çıkarmaya çalışırken  o kadar uzun süre su altında kalıyordu ki ses çıkaramazsa da ciğerlerindeki hava bitene kadar uğraşıyor ve boğulmazdan önce son saniyelerde temiz havaya kavuşuyordu. Yataktan fırlarcasına kalkıyordu soluk soluğa. Bir keresinde de kalktığında göz yaşları içinde uyanmıştı. Ağlamıştı. Günlerce düşündüğü halde nedenini çıkaramamıştı.
Dışarıdan yardım almaya başladı bu rüyaların kendi üzerindeki etkisini yok etmek için. Günlük yaşantısını, her davranışını etkiliyordu bu garip rüyalar.  Böyle durumlarda bir psikiyatriste gider sıkıntılarınızı anlatırsınız, o da dinler ve sorduğu sorularla açılmanızı sağlar ve içinizi açtığınız ölçüde rahata kavuşursunuz, değil mi?. O da bunu düşünerek gitmişti  ama bu Onun için olacak gibi görünmüyordu. Kulağındaki işitme sorunu giderek artmış, kendini yapayalnız hissediyordu. Kemanıyla çalışırken, partisyonundaki notaları çalarken görmekte olduğu  o renkli tabloları görmez olmuştu. Diğer yandan orkestradaki arkadaşlarının destek ve teşviklerine rağmen   çalışmalara devam etmemeye başlamıştı. Adeta kalabalıklardan kaçıyordu.  Sonunda kendi haline bıraktılar Onu.
O yılın Nisan ayındaydı. Eski bir gazetenin sararmış sayfasına takıldı gözü. İngiltere‘nin Southampton limanından Amerika’ya doğru yola çıkan Titanik adlı o zamana kadar görülmemiş büyüklükteki geminin 15 Nisan 1912 tarihinde batışının 100. yılında ilgili bir yazıydı. Dehşet ve korku  içinde sonuna kadar okudu. Bir buzdağı tarafından batırılmış ilk ve son gemi olması veya geminin imalatında yapılan safiyane hatalar ya da ölen insanların sayılarının çokluğu değildi Onu dehşete düşüren...
“Geminin batışı 2 saat 40 dakika sürmüşken  müzisyenlerin batarken çalmaya devam ettikleri bilinen bir gerçekti” diyordu yazı. “Bu az sayıdaki müzisyenin şefi olan Wallace Hartley, yolcuların sakin kalmalarına yardımcı olmak için, gittikçe eğilen güvertede ayakta kalabildikleri son ana kadar çalmaya devam etmişlerdi. Geminin ve üzerindeki insanların ölüme kavuşacakları bu son dakikalarında küçük orkestra  "Nearer My God To Thee " isimli ilahiyi  çalarken  onları yönetmişti elindeki kemanıyla” diye yazı devam ediyordu.
“Hartley'nin bedeni iki hafta sonra okyanusta bulunduğunda, üzerinde W.H.H. markası işli keman kutusu halâ yanında yüzüyordu ve içinden  “Wallace'a Maria'dan, Nişanlanmamızın şerefine" ithafı kazınmış kemanı çıkmıştı.”
Olduğu yere çöktü kaldı. Şimdi elindeki kemanın nereden geldiğini Onu neden rahatsız ettiğini anlamıştı. Düşüncelere daldı. Bu keman nasıl olmuşsa olmuş o dehşeti yaşamış, o dondurucu sulardan kurtulmuş gelip Onun babasını bulmuş, ama zavallı keman huzuru bulamamıştı. Üzerinden geçen bir asırda geriye döneceği günü ve sahibini aramaktan vazgeçmemişti.
 Kemanı kutusundan çıkarıp masanın üstüne koydu. Artık onu başka bir gözle seyrediyordu. Çektiği uykusuz geceler, sessiz dünyasındaki kabuslar, zaman zaman burnuna dolan baca isi kokusu  birer birer anlam kazanıyordu. Bu durumda yapması gerekenin kemanı kalmamış sahiplerine ulaştırmak mı yoksa şefkatle kendinde saklamak mı olmasını düşündü. Bu ona babasından mirastı. “Kalmalı” dedi. Biraz buruk biraz mutlu, sabaha karşı aldığı bu karar onu rahatlatmıştı, usulca yatağına uzandı öğleye kadar deliksiz bir uyku çekti. 
Sadık Mercangöz Artur Burhaniye 1 Temmuz 2019, 04:33
.
                             

3 yorum:

  1. Sevgili Sadık aklına sağlık.
    Bu öykü, yıllandıkça değerlenecek cinsten!...
    Öpüyorum.
    Aydın

    YanıtlaSil
  2. Sadık Hocam,
    Öykünü bu sabah okuyabildim. İlk başlarda Saim'e gittim geldim.
    Daha sonra gidiş gelişler tamamen koptu ve müthiş bir sürpriz sonuçla karşılaştım.
    Eline ve kalemine sağlık. Bu gidişle grubumuzdan ikinci bir kitap yazarı ile karşılaşacağız galiba.

    YanıtlaSil
  3. Dilin kullanılma biçimi insanı öyküye bağlıyor, adım adım öykücü ile birlikte oşayı yaşıyoruz, yeterince güçlü bir sonuç okuyucuya güzel bir tecrübe yaşamış hissini veriyor. Teşekkürler...

    YanıtlaSil