İşte öykülerimden biri:
Başkent Harnovo çok canlı, renkli ve cafcaflı bir yerdir, halk olarak şaşaayı, debdebeyi ve gösterişi çok severiz. Her şey abartılıdır bizde. Meselâ; üstte yok, başta yok, bir düğün yapılır 10 gün sürer. Ülkenin üçte birinde okul yokken, Güney Amerika’nın en yüksek kulesi bizdeydi. And dağlarının tepeleriyle yarışırdı neredeyse. Cumhuriyet Meclisi meselâ, 300 kişilik iken parlamento binası aslında 600 millet vekiline hizmet edecek kadar büyük ve gösterişli yapılmıştır ki bir tarihte Güney Amerika’nın en büyük Meclis binası bizdeydi sonra Bolivya’ya kaptırdık diye biliyorum. Buna karşılık nüfusun yarısı yoksulluk sınırı altında yaşarken en akla zarar projelere para yatırmayı Hükûmet de halk da gelişmişlik sayarlar, görkemli törenlerle temel atarlarken dağıtılan yiyecek ve içeceklerden halk birbirini ezer, bittiğinde de abartılı törenlerle açılışı yapılır. Halk da memnun, yöneticiler de.
Her neyse, (burada sigardan bir nefes çektikten sonra daktilosuna daha doğrusu Bilgisayar klavyesine geri döner) şimdi size oradan ibretlik öykülerime başlıyorum..
MECLİSE GİREN EŞEK
Arabadayım, Hindistan’dan Tata V2, buzdolabından biraz büyük. Patalonya Meclisi önündeki kavşaktan geçiyordum, gösterişli bir yapıdır, gözlerimi alamam her geçişimde. Tam o sırada nerden çıktığını bilemediğim bir eşşek çıktı karşıma, daha doğrusu önüm sıra gidiyor, üstünde de Kelli felli, iyi giyimli bir adam. Bizim memlekette Lamalarla Eşekler hürmet görürler. Adamın ayakları arada bir yere değiyor, sallana sallana yoldan gidiyorlar, bütün trafikte zaten onun hızında. Yan bulvara saptılar, ben de yolumu değiştirip peşlerinden seğirttim. Bu kelime yanlış oldu, otomobille kullanılmaz ama severim, biraz saklılık, gizlilik kokar bu. Eşek ve adam bulvarda giderken ters şeride geçtiler ve ışıkta bekleyen araçların arasından kıvıra, kıvıra geçip Meclis kapısına daldılar, tabii korumalar adamı yaka paça durdurdular ama sonra ne konuştularsa serbest bıraktıklarını gördüm, gerisini göremedim. Arkamdaki araçların kornalarıyla kendime geldim. “Sinema mı seyrediyorsun baba!” Gözüm arkada isteksizce devam ettim.
Akşama kadar aklımdan çıkmadı. Bu adam ve eşek ne arıyorlar Planya ülkesinin Yüce Meclisinde? Adam milletin vekili olması gerektir de bu eşşek de olamaz herhalde. Araba yerine binek aracı olarak kullanılacaksa olabilir de, bunun da bir park yeri ve temizlik sorunu çıkar.
Ertesi gün, gazetelerin baş sayfasında bir haber, falan filan milletvekili, Hayvan hakları konusunda görüşülmekte olan kanun tasarısını protesto için Hayvanı temsili olarak genel kurul toplantısında kürsü yanında kesmek ister. Bıçağı gören hayvan panikler. O korkuyla elinden kurtulduğu gibi bizimkini bir güzel tekmeler ve salondan kaçar. Çalışanlar koridorda eşek kovalarken, bizim milletin vekili doğru acile. Eşeğin peşinde olanlar, bir müddet sonra salona eli boş dönerler. Bu dönem içinde eskilerden kimseler kalmadığından, eşeği bu koridor yumağında kaybederler. Orası, burası, şurası derken eşek sırra karışır gider. Binada henüz keşfedilmemiş tüneller olduğuna göre bu da normal...Bizim milletvekilimizin gözü mor, kafası sargılı bir resmi ön sayfada yer bulmuş, büyükçe de basmışlar, trafik kazasından ucuz kurtulmuş gibi, baygın, baygın poz vermiş foto muhabirine...
Meclis Salonu kahkahalar için de olmayan hayvan hakları taslağına, eşeklerin usulüne uygun kesilmesi sırasında kaçması halinde, eşeğin cezalandırılması ile ilgili bir paragraf önerirler. Hatta “Ayaklarının kırılarak, kaçmasının önlenmesi” paragrafını önermiş birisi. Taslağa, uygun kesimin de nasıl olabileceğini madde, madde yazmışlar, Bıçağın keskinliğinden, incinmesin diye nezaket gösterilmesi ve gözlerinin bağlanması vs diye ayrıntılar verilmiş taslakta. “Ulen hayvan ölecek ister nazikçe, ister kabaca. Sonuçta siz postuna göz koymuşsunuz bir kere. Ama usulüne uygun olursa eşekler cennetine mi gidecek?”
Hayvan hakları yasası bu hayvanlara insanca muamele yapılmasını, keserken usullere uyulmasını, mesela, Yarış atlarının yaşlanması ya da sakatlanmaları halinde alınlarına balyozla vurularak paralize olarak acı çekmeden ölmesini sağlamaktan bahsederken bunların etlerinin ziyan edilmemesini ve hayvanat bahçelerine verilmesini kaydetmişler, sanki daha önce başka türlüymüş gibi..
”Ulan hayvan hakları diye onların nasıl kurban edileceğinin, nasıl kesileceğinin esaslarını zapta geçirmişler, doğal yaşama haklarını değil. Nasıl yaşayacakları ya da sürünecekleri önemli değil de...Onların nasıl muhafaza edileceği ya da kötü muamelelerden nasıl korunacağının esas ve ayrıntıları değil de nasıl öldüreceğimiz veya nasıl kurban edeceğimizin esasları şeklinde kanun hazırlıyoruz.”
Bu arada Patalonya’nın vekilleri, insanların hayvanlardan daha üstün olduğundan bahisle, bir insanın tırnağına hayvanların topunun kurban olması gerektiğini savunurlar. Allah razı olsun, bu kanun bizi hayvan milletine karşı güvenceye aldı.
Bu dönemde bir kanuni eksiklik daha giderilmiş olduğunu basın yağlayarak, ballayarak uzun uzun yazdı. Haklılar, bu güne kadar böyle kabakça bir konudan haberimiz bile yoktu değil mi? Eee,”Saf ve temiz insanları yaradan korur.” derler bizim Patalonya’da, verilmiş sadakamız varmış da hayvan hakları kanunuyla şimdi artık daha bir güvendeyiz.. “Tabii biz insanız, elimizden geldiğince medeni ve vicdani ölçülerde bütün dünyamızı korumayı görev addederiz. "Yaşasın insanlık.”
Öte yandan eşekli Millet vekilimiz, kaybolan eşeğinin bulunmasını, aksi halde Millet Meclisi Başkanlığının kendisine yeni bir eşşek alması konusunda istekte bulunmuş, şimdi bu isteğin iç tüzüğe uygunluğu inceleniyormuş, “Olursa, canımız feda...” demiş Meclis Başkanı..
SM
HAYVANLARA TASALLUT OLMA HAKKI
Benim bunları yazmamdan
bir iki ay sonra Gazetelerde ve kurban olduğum Patalonya medyamızda bu kanunun
yeniden ele alındığını gördüm. “Hayırdır
arkadaş nedir bu hayvan muhabbeti?”
derken öğrendim. Hayvanlara tasallutta bulunan kişilerin ya da musallat
olanların, yola getirilmesi ve dahi cezalandırılması hakkında yeni düzenlemeler
getirmeye çalışıyorlarmış. “Sigortasız çalıştıkları yetmiyormuş gibi, etinden,
sütünden... vs faydalandığımız bu kardeşlerimizin bir de namuslarına sarkmamız
kabul edilebilir bir şey değil” demiş Meclis Başkanımız
“Kuyruğumu veya kulağımı
kesebilirsiniz, Allah göstermesin, ya da toynaklarımı ve nallarımı sökebilirsiniz,
ama namusuma dokundurtmam, biz namus için yaşarız arkadaş.” Bunu söylerken,
kemikleri çıkmış kalçadan yaralı, ayakta zor duran kabadayı eşek bir silkindi,
bir kişnedi görmeliydiniz. Dişi arkadaşı da kişneyerek güldü.
”Valla ben çocuklarımın
istikbali için her şeyi yaparım. aldırmam” dedi. “Asıl deli olan sahibim, onun
çok zoruna gidiyor. Üstüne alınıyor akıllı.” Bizim kabadayı dinledi; “Sen de
haklısın canım” dedi, “Nemize bizim namus, ahlâk. Biz eşşeğiz.” Yıkıldı zavallı
hayvancağız...
Nedir bu hayvanların bizden çektikleri yahu?
Bu dünya da sadece biz
yaşamıyoruz. Hayvanlarla paylaşmayı öğrenmeye ve birlikte yaşamaya alışmış
olmamız lazım bunca yüzyıllardan sonra.
İnsanlık nerede başlar,
nereye kadar gider? Biz bir canlıyız tıpkı onlar gibi, ama akıllı olan ve bu
dünyaya nizam intizam vermeyi biz planlıyoruz. Güçlü olan biziz. Hak diye
onlara ne verirsek o kadarı kabul görüyor, alınıyor vs.
Ama bizden korkmayan,
bizden kaçmayan bir kara hayvanı bile yok. Deniz altında fazla rahat değiliz de onları fazla terörize
edemiyoruz ama ortamlarını atıklarımızla zehirliyor ve soylarını, soplarını
hatta yumurtalarını kurutuyoruz. Ayrıca kutuplar dahil avlanmadığımız yer yok,
hele o fok yavrularının sopayla nasıl öldürüldüğünü görseler bizim
milletvekilleri acaba ne derlerdi?
Komisyonda Patalonya
parlamenterlerinden biri demiş ki “Yahu arkadaşlar, abartmayın, o kadar da
değil, ne yani bu işi yapanla fiili livata yapan aynı şey mi?. Ayrıca bu işi
bir defa yapana ceza almadan önce bir şans daha verilmesini teklif ediyorum. Zaten
mahkemeye çıkmakla yeterince rezil oluyor ve acı çekiyor, İnsan olarak böyle
bir muameleyi hak etmiyor. İlk defa böyle bir suç işleyen affedilmelidir.” Yaşasın İnsanlık yaşasın adalet.
İnsan hakları savunucularının
bile aklına gelmemiştir sanırım, bunu düşünmemişlerdir o tarihlerde. Bu son
teklif, bize ait, Patalonya Cumhuriyetine ve tamamen orijinal..
“İnsanım ben, dolaysıyla
günah işleme hakkım var gibi tıpkı – bu nasıl bir haksa-hayvanlara affedersiniz
bir kerelik tecavüz etme hakkım var, onu kullanmak istiyorum, kısaca.. “ dedi
zanlı. “Eğer ikinci defa olursa yediğim ekmek gözüme dizime dursun, o zaman her
cezaya razıyım. Ama şimdi hoş görünüze sığınıyorum hakim bey.”
“Çocuklara tecavüz
edenlere bile mahkeme sırasında iyi hali görüldüğünde, mesela kravat ve takım
elbiseyle duruşmaya çıkıyorlar, boynu bükük, uslu uslu oturuyorlar diye, mümkün mertebe
ceza indiriminden şey ettiriliyorlar. ‘Adam o rezilliği yapmış ama kibarca ve
insanca ve de onun rızasıyla yapmış’ deniyor vs. Burada benim suçum ne ki onun yanında? Şeytana ve eşşeğin aklına uydum,
bu defalık affımı istiyorum Hakim bey”
Hakim dişlerinin
arasından “Sapık..” diyecek, "sapkın" diyecek usulca. “Herkes sapık olmuş. Suçun adını
törpülemişler kabahat demişler. İnsan oğulları ve kızları kabahatlerden
münezzehtir, hata yapmazlar, sapkınlıkları olmaz, insanları sadece şeytan denen
bir melek vardır ki insanlarla beraber yaşıyor binlerce yıldır. Ölemedi bir türlü... O kandırır, suça iter, aslında işlenen suçun O şahısla, yani bizlerle
bir ilgisi yoktur. Evli barklı adam,
“Şeytan her şeyi organize etmiş eşek de beni
teşvik ve tahrik etmişti hakim bey, bir hatadır oldu. Bu adam, yani sahibi
bizi görmüş, kavga böyle çıktı... ‘Neyse parası verelim’ dedim diye köpürdü.”
Cennetten kovulan Adem, eşi
olan Havva’yı ayarlayan Şeytanı
suçlamadı mı? “Ben bu yüzden ayvayı
affedersiniz elmayı yedim. Senin sözünü dinlemedim. Her şeyi O (şeytan)
hazırlamış, Havva’yı kandırmış, O da bilmeden beni.. Bağışla bizi
Allah'ım..” dememiş miydi?
İnsanların yaşadıkları
süre boyunca işledikleri her suç ve günahı başkalarına yüklemeye çalışmaları fıtratlarında
vardır. Onların nineleri, dedeleri, ataları da aynı bahaneye sığınmışlardır.
Katiyen yaptıkları kepazeliğin sorumluluğunu almazlar ve de her zaman kendi
öz varlığı dışında buna sebep olan birileri vardır, ya da bulunur.
Böylece bu Parlamenter
arkadaş da şeytana uyup, Hayvan haksızlıkları konusunda tarihe geçti bu
teklifiyle... “Bir kereye mahsus
affedelim de niye? Bu kabahati veya suçu işlememiş olanlara haksızlık olmuyor
mu?
“Amma yaptınız sizin de bu
kabahati ilk defa işlemeniz halinde, siz de bu haktan faydalanacaksınız,
haksızlık söz konusu değil. Eşitlik ilkesinde bir arıza yok...” demiş.
“Bu sözler üzerine Patalonya
Parlamentosunda geçici bir sessizlik oldu” diye yazdı basın. Muhtemelen
geçmişte aldıkları ahlak ve ahlaksızlık kavramlarını gözden geçirmiş olmalılar...
Şimdi ne mi olacak? Parlamentoda bu
değişikliklerle ilgili oylama ertesi gün yapılacak.
”İnsanın yücelişi” diye
bir eseri vardı J. Bronowski[1]’nin, okumuşsunuz ya da TV
dizisi olarak BBC nin hazırladığı serisini TRT de seyretmişsinizdir. Galiba on üç
kısımdı, ilk mağara insanlarından başlayıp, bugünün dünyasında II Dünya Savaşı
dahil uzaya doğru açılışını, manevi olgunlaşmasının dışa vurumun bir eseri
olarak bahsederken sanat, edebiyat ve teknolojiden örneklerle yükselen insan
yerine uygarlığı anlatmaya çalışırken, dizinin sonuna gelirken 19 ve 20. YY ları
da açıklamakta nasıl zorlandığını da gördük. Köle işçiler, Kamplarda kitlesel
imhalar, nükleer silahlar, sömürgelerden
insan ticareti, sömürü ve çevre tahribatı bu yüzyıllarda ortaya çıkan olaylar. 21.
YY daha da ileri boyutta insan ölümlerine fakirlik ve açlığın kol gezdiği veya
iç harbin geçtiği yerlerden, gelişmiş ülkelere olan insan göçleri ve
mültecilerin acınası durumları, bir sokak köpeği gibi aşağılanmaları bu yüz
yıla damga vuracaktır...
İnsanın gerçekten
olgunlaştığına inanıyorsak, 21. YY da egoism ile başlayan, insanı nitelendiren
hırs, kıskançlık ve öç alma gibi temel dürtülerin, ortadan kalkmaları onların yerine
sevgi, uyum, adalet dürtülerinin ortama hakim olması gerekirdi, yoksa değişen değerlerle birlikte ortaya konan
hukuk ve ceza kuralları böyle kalın bir ciltler haline gelmez ve sadece bir başvuru
kitabı olurdu.
Bugünkü hukuk kurallarının
bu kadar çoğalmış ve gelişmiş olması özünde bütün dinlerin vaz ettiği temel
ahlak, kurallarına dayanması esas olmasına rağmen, İnsanın içinde saklanan her
yeni kirin açığa çıkmasına karşılık yeni kurallar konması veya çeşitlendirilmesinden başka bir şey değildir bence.
Sadık, Antalya, 10 Nisan 2016
MECLİSTEKİ HAYALET
Eşegin
Mecliste kaybolmasının üstünden bir ay geçti. Herkes böyle bir olayı ve
kahraman eşeği unuttu, günlük sıkıntılar içinde. Bu arada Hayvan hakları vs
kanunu da yürülüğe girdi.
Bir gün gazeteler yazdılar, “Meclisimizde
hayalet var.” diye.
“Ulen
bu kadar sıkıcı, cansız ve ve ruhsuz bir yerde hayalet ne yapsın, daha
eğlenceli operalar, barlar, gece klüpleri ve gazinolar varken.”
Aradan
bir iki gün geçince, gazeterde yine bu haber tekrarlandı. O gün meclisteyim. Mecliste çalışan vekil sekreterlerinden biriyle sohbet ediyorduk, konu hayalete geldi.
“Orada
koridorda ve büyük salonda ruh gibi dolaşan, ismi yeminden sonra bir daha
duyulmamış bir sürü milletin vekili var. Hayalet olduğunu nasıl anlamışlar, bunlardan
biri olmasın?”
“Öyle
değil bu. Bazen milletvekillerinin odalarına girip, ortalığı karıştırmışlar.
Evrakın bir kısmını parçalanmış halde yerlere dökülmüş bulmuşlar. Kraseri ve Neide
milletvekillerine gelen bazı hediyeler odalarından kayıp olmuş, normal bir
hırsızlık gibi de değil. Sekreterler tek başlarına duramaz olmuşlar yerlerinde.
24 saat korumalar var her yerde ama... Korumalar da tırsmışlar herhalde, üçlü gruplar halinde devriye atıyorlarmış.”
“Duyduğum
kadar ABD de de Beyaz Sarayda da bir, iki hayalet varmış. Orada bu mesele ciddiye alınır. Her şey ciddiye alınır orada, diğer ülkeler dışında. Bunula ilgili şirketler muhakkak vardır, birini beyaz perdeden biz de biliyoruz, değil mi?
Kapitalizmin doruğa çıktığı, liberalleşmenin dibi orası ablacım... Öyle matrak şirketler vardır ki, mesela babasından, hatta dedesinden miras kalmış gibi, Ayda veya Uzayda arsa satanı, ölümden sonra havalandırmalı, telefonlu TVli. tabut satanı (tabutun kenarında yazar "in Emergency Call xxx", tel no ben de saklı),
Ahiretten arsa satanı. Mesela; adamın veya kadının eline kurdeleli bir kağıt verirler...Tembih ederler "Mister bunu yanınıza gelen meleğe veriniz, sakın siz açmayınız' Bu kurdele kutsal babamızın yıkandığı suyla yıkanmış güneşte kurutulmuştur. İçine kuşku girer ve açarsanız şimdiden söyleyeyim, işin ulviyeti kaçar, hakkınız yanar, boşuna almayınız! Hani şeytana uyar da ruloyu açarsa diye hazırlık yapılmıştır tabii. Majüskül harflerle yazılmış ve süslenmiş parlak kağıda basılı bir tapu senedi çıkar ortaya:
"Kutsal Babamız adına, Tapu tahsis belgesidir;
Düzenleyen mesul Melek: falan filan,
"Bu İmanı bütün naçiz ölümlü....... (buraya uyanığın ismini yazarlar)... 'ye Cennetin AB Ada 988-99-405 nolu parseli tahsis edilmiştir... Güle güle sonsuza kadar yaşasın...
İmza: Kutsal Babamız"
Gerçi bizim memlekette de Cennet tapuları var, hem de parasız veriyorlar. Ama paralı olunca daha bir güvenli oluyor. Alnının teriyle kazanmış oluyorsunuz, promosyondan değil.
"Mutlaka bizim hayaletle ilgilenecek bir şirket vardır, de mi bayım?"
"Olmaz mı canım?"
"Yarım akıllı çocuğunuzu alıp ona Üniversite diploması değil doktora eğitimi veren şirketler, parayla master tezleri yazanlar. Kedinize, köpeğinize "Domestik Kedi, Köpek" eğitimi ve diploması veren şirketler var da hayalet işi olmaz mı?"
"Bence Hayalet
avcılarını arasınlar.” dedim o gün sekretere.
Günlerden
bir gün, aklıma bu takıldı, ve de eşekli adamı hatırladım. Aradım beyefendiyi, internette
adam turp gibi twitter’ı öttürüyor her gün. O gün bir mesaj attım, eşeğin akıbeti
hakkında. Cevap olarak ciddiyete davet etti beni. Ulen Meclise eşeği ben mi getirdim, ben mi
kaybettim? Tekrar mesaj salladım, “Niyetim
ciddi.” dedim. Eşeğinin bulunamadığını ve yeni bir eşek de alınmadığını, kendi
eşeğinin herhalde meclisin arka kapısından kaçmış olduğunu lütfetti söyledi.
Kafam
deli gibi çalıştı, bu eşek arka kapıdan tüymüş olsa dışardaki güvenlik veya
belediye zabıtaları tarafından görülür ve yakalanırdı. Onun yerine koydum
kendimi “Ulen buradan kaçıp da kasaplara mı teslim olacağım?” der orada bir
yere yerleşirdim. “Ne yer ne içerim? Tanrım bana ömür verdiyse beni doyurmanın
da bir yolunu gösterir.” derdim. O korkuyla kaçarken bu eşeğin bunları
düşündüğünü söylemek aslında biraz fantezi. Kaçmanın öne çıktığı bir sırada
düşüneceğinden ziyade korkunun yarattığı içten gelen içgüdüsel davranışlar öne çıkar, dedim. Bu
hayvan ortaya çıkmadıysa ve yakalanmadıysa dedim, o halâ yüce meclisimizdedir..
Sayın
milletvekilim neden onu aramaktan vazgeçmiş olabilir? Adamın atmakta olduğu
twit’ler, muhalefet olması dolayısıyla yeri göğü birbirine katarken, yani bu
kadar akıllı birinin benim ortaya koyduğum bu basit fikri düşünememesi olacak şey değil...
“Ulen
bunda bir iş var. Hem de gizli, saklı, mıncırıklı. Öncelikle yeme içme kısmı,
sonra def-i hacet, bunca zaman affedersiniz, sözüm meclisten dışarı, bunca zaman
bu eşşeğin pisliğine nasıl rastlanılmaz? Hademe-i hayrat kısmı hiç mi görmez?”
Ulen
bu yediğim fındık, ceviz ve kuru baklaların bir faydası olmuş olmalı ki, aklım
oldu bir zehir. “İşte bu noktada bizim eşşek hemşerilerden yardım görüyor”
dedim.
Adam
genel kuruldan sonra koridorlarda karakaçanı arayıp bir tünel de bulmuş olmalı,
kasaptan kurtardığı bu zavallıyı orada saklamayı o zaman akıl etmiştir ve onun
neye ihtiyacı olacak ise temin etmiş veya hemşeri ayağına personele üç, beş
kuruş da vererek olayı sağlama almıştır.
“İyi
de, bu hayalet hikâyesiyle bir alakası var mıdır?”
“Olmaz
mı? Hayvan arada bir tünelinden çıktığında kıçına bağlanmış torba ile gece
geç vakit ortalarda gezerken, Kraseri ve
Neide’den gelen elma ve armut gibi hediye paketlerinin kokusunu alınca, kapıya
basmıştır tekmeyi. Masada, yerde velhasıl nerde ne bulursa, taze meyveleri,
kuru yemişleri yemiştir, buna evraklarda dahil“.
“Peki bu arada hiç ortalığa kendi pisliklerini
dökmez miydi?”
“Yeni
bir besleme modeli bulmuş olmalılar. Karanlık koridorların birinde aniden ona
rastlayan sekreter hanımlardan biri de ne olduğunu anlayamadan çığlığı basmış
olmalı ki bu da hayalet hikâyesine müthiş katkıda bulunmuştur.”
“Randevuyla
gittim, Meclis başkanımızla konuşup durumu anlattım, “Ben bu hayaleti bulurum”
dedim, tabii beni ciddiye almadı. Sonunda parası benden olmak üzere, dışarıdan
50 kg kadar taze nohut aldırmama izin verdiler, laf aramızda bizim
Patalonya’nın yeşil nohutu da meşhurdur, mis gibi kokar arkadaş! Tam
mevsimiydi, kucağıma üç, dört kilo nohut alıp ısı santralına giden kanallara
yakın koridorlara serpiştirdim. Kokusu koridorlara yayıldı tabii. Söylemesi
ayıptır, eşekten önce ben atıştırdım sonra yola devam. Bir iki koridoru geçtim,
arkama döndüm ki, sekreterler, ve memurlar
koridordaki bizim nohutları toplamış
yemekteler.
“Yıllardır yeşil nohut yememiştim. Kim akıl etmiş bunu koridorlara serpmeyi”
Beni gördüler kucağımda nohutlarla. Bir grup insan bana doğru yöneldiler.
Eyvaaah
n’olacak şimdi? Gitti gidecek bizim nohutlar, nasıl izah ederim neden bu
nohutları koridorlara serptiğimi? Birden
arkamda bir nefes homurtusu, aynı anda biri koltuk altıma sokulup beni
itti ve koltuğumun altındaki kalan nohutları çekti aldı. Bir hayvan, nerden
çıkmışsa çıkmış, gelmiş, taze nohut kokusunu duyunca.
Döndüm,
bu bizim mecliste kaybolan Karakaçan. “Meclisteki hayalet!”
Ertesi
sabah bizim gazetedeki başlığı görebiliyordum artık, büyük puntolarla:
“Patalonya Meclisindeki
hayaleti biz bulduk: O bir milletvekili değil, bir eşek!” manşetiyle.
Sadık
23 Şubat 2016
HİZMETTE SINIR YOK
Patalonya başkenti Harnovo'dayız. Ben Harnovo şehri Başkanının Başdanışmanının Başdanışmanıyım Bir gün
sabahleyin makamındayız sayın Başkanımınla, oturuyoruz. O sırada müdürlerden
biri Fen işlerinden YOSOKAL[1] Müdürü olmalı, Başkanın
yeğenlerinden biri olabilir, kapıyı tıklattıktan sonra içeriden seslenilmesini
bile beklemeden makam rezidansına daldı. İçeri girdikten sonra Başkanın
karşısına ulaşması için biraz daha yolu vardı tabii.
Makam rezidansında ikili deri kanepelerden
kurulu bir oturma salonu ve onu
geçtikten sonra onun hemen yanında Hindistan Bombay Büyükşehir
Belediyesi Reisi hediyesi olan iki adet abanoz ağacından gerçek filin çeyreği
kadar iki adet davul üzerine tünemiş ve iki ayakları üzerinde şaha kalkmış fil
ile dekore edilen toplantı mahalline geçiş "Gate"’i hazırlanmıştı. Toplantı
mahallinin asli ögesi gül ağacından Toplantı
masası ve ceylan derisinden mamul otuz bir adet koltuk idi. Toplantı masası masa
değil bizim köyün deresine köprü olacak kadar büyük bir alâmet. Toplantı
masasında insanlar, insanlar dememek lazım, üst düzey müdürler birbiriyle
bağırmadan anlaşabilmeleri için kulaklık ve mikrofon kullanmak zorundalarmış.
Orayı da geçer, geçmez divana gelirdiniz. Makam masası da gül ağacından oymalı
kakmalı ve maroken deri kaplama kaplı ve
toplantı masasına yakın büyüklükte bir masaydı. Adam içeri girişinden yaklaşık üç
dakika sonra başkanın karşısındaydı;
“Başkanım iyi günler
dilerim. Traş olmuşsunuz, sıhhatler olsun beyefendi. Acaba bu sabah nasılsınız efendim? ”
“Traşı kes! Ne var?” diye çıkıştı. “Ulan teşrifatçı koyduk yine de
kendi başlarına içeri giriyorlar ve kaybolup gidiyorlar, görüyorum içeri
girdiniz koltuk kanepe toplantı masası ve saksılar arasında dolanıp durdunuz.
Ben buradan adam gönderdim sizi yanıma getirmesi için. Ulen ben nasıl
çalışacağım bu aykû’sü düşük heriflerle” diye bana doğru dönüp bağırarak söylendi.
Ben ilgimi göstermek için;
“Başkanım sayın müdürüm
haklı, Doğrusu bir başka dünya yaratmışsınız. Ben sizi tebrik etmiş miydim? Başkanım
yeni düzenlemeniz hayırlı olsun. Çok zevkli seçimler, bilhassa toplantı
odasındaki davul üzerindeki fillere bayıldım. Bir de asansör koydurmuşsunuz
doğrudan heliporttan makama gelmek için. Akıllıca olmuş. Tekrar hayırlı, uğurlu
olsun...” dedim.
“Teşekkür ederim, sizin
daha iyileri olur umarım.. Güzel olmuş değil mi? Fazla bir şey yapmadım, ama
toplam 300 metrekare ye çıktı yan odaları ekleyince. Ama gene de mütevazi
sayılır.” Başımı salladım haklısınız diye.
“Affedersiniz Başkanım
lafınızı bölmemek için ağırdan aldım” diyerek konuşmaya başlayacaktı, araya
Başkan girdi.
“Konuya gel artık!”
“Dün akşam bizim
dozerler çiftliğin ortasından emrettiğiniz yolu, evvel Tanrının izniyle, açtılar”
dedi Adam. Başkan masanın bir tarafında ama ayakta bekleyen adamla arasında bir
beş metre mesafe var.
“Duyamadım biraz
bağırsana kardeşim.”
Adam bağıra bağıra;
“Dün akşam diyorum...
bizim makine ve operatörler verdiğiniz emri... yerine getirdi diyorum Çiftliğin
ortasından hani istediğiniz yol vardı ya diyorum... işte onu diyorum, evvel
Tanrının izniyle açtılar diyorum... sayın Başkanım.”
“O harika, harika!”
dedi Başkan sonra birden sordu; “Ne çiftliği? Çıkaramadım çifttik neresi?” diye
bağırdı başkan.
“Sizin tarif ettiğiniz
yol. 65 metreye... 2 kilometre uzunluğunda olacaktı ya. Hani başkanım tünel
olacaktı ya siz hatırlarsınız... Aç Kapa yapın demiştiniz. İşte O yol.
Konstanza yolunun buradan giderken sağında ki Başkanım”.
“Solunda!”
“Yok... Sağında” diye
düzeltti Metropol Yollar, Sokaklar ve Kaldırımlar Müdürü ve devam etti bağıra
bağıra konuşmaya.
“Gerçi önce Polisler
falan müdahil oldular, izin, mizin diye, ben bizzat “lan oğlum izinsiz habersiz
iş mi yapılır? Permisyon Başkan’da. İnanmıyorsanız arayın” diye ikna ettim
onları. Gece vakti sizden çekindiler tabii aramadılar” Başkan koltuğunda
doğruldu, eliyle susturdu Müdürü;
“Oğlum, Evladım bu yol
dedin... Nerde bu yol? Konstanza’ya giderken solda mı sağda mı?”
“Söyledim ya başkanım,”
“Tekrar söyle ulan..
dilin mi eskir” diye kükredi Başkan. YOSOKAL Müdürü tekrar söyledi;
“Konstanza yolunda
giderken... sağda yok...” tereddüt etti, “gelirken idi galiba, şey... “ şöyle bir
düşündü “evet, evet. Giderken sağda kalıyor” diye toparladı.
“Eee orda niye polisler
vardı, siz gittiğinizde?”
“Başkanım ben de
şaşırdım. Ulen bu züppeler de polisle işbirliği mi yapıyorlar, dedim ama, polis
bizim polisimiz, başındaki işgüzar komiseri de tanıdım. Ama sonunda ikna ettim
onları, ardından bizim dozerler vurdular duvara, bizimkilerin karşısında kim
dayanabilir ki?” başkan araya girdi;
“Duvar mı? Ne duvarı
lan?” dedi sinirli sinirli gülerken. Patladı:
“Duvar yapacak kadar
para ne gezer lan o okulda!”
“Bana da tuhaf geldi ya
öğrencilerin harçlıklarından toplamışlardır dedim. Ne de olsa bunlar zengin
bebeleri, ceplerinde harçlıkları vardır, dedim.” Başkanı seyrediyorum, adamın
beti benzi attı, atacak, az sonra kıpkırmızı oldu ama sakin sakin olayı
anlamaya çalıştığı belliydi.
“Eee sonra?”
“Ben bizim mühendisleri
çağırdım yanıma. Hemen orda, sahada bir “kick off meeting”
“O da ne lan?” derken bana
döndü “Her bir haltı bilir bunlar ama yüzlerine bulaştırmadan yapsalar dişimi
kırarım” dedi.
“Yani işe başlama
toplantısı, adamların kıçına son bir vuruş, Başkanım.” Müdürüm kendinden emin:
“Açtım geçen hafta
sizin rektörle yaptığınız toplantı sırasında elinizle çizdiğiniz krokiyi. “Bak”
dedim çocuklara. “burada 65 metre yazıyor ama siz ne olur, ne olmaz her iki
tarafta beşer, onar metre daha genişletin... boyu da iki buçuk kilometre
yazıyorsa da öbür taraftaki Kahramanlar bulvarına bağlayınız, yeter” dedim.”
Başkandan ses çıkmaz oldu, sanıyorum öbür taraftaki Kahramanlar bulvarını
düşünüyordu. Yüzü kızarmış, şaşkın bir vaziyette;
“Dur lan dur! Ne
bulvarı?” diye sordu. YOSOKOL Müdürü tereddüt etmeden “Kahramanlar. hani geçen
sene açtığımız bulvar” dedi. Düdüklü tencere son raddesine gelmek üzere,
tıslıyor.
“Konstanza yolunun
sağında mı, solunda mı?" diye dişlerinin arasından tısladı.
“Giderken sağınızda,
gelirken solunuzda kalır Başkanım.”
Başkan yine renk
değiştirmeye başladı. Müdür devam etti;
“Ne kadar ağaç varsa
kökledik, bazılarını taşıyabilirdik belki ama iş uzar diye... ‘Acımak yok’
dedim bizim tayfaya. ‘Size söz Nabibya’dan karapeper ağaçları getirtip
diktirecem. Onların diktiği gibi birer metrelik bir türlü uzamayan çamlara
nisbet olsun diye dörder beşer metrelik koyu gölgeli ağaçlar. Altına da barbekü
ocakları, millet istediği zaman, istediği kadar
piknik yapacaklar’ dedim adamlara. Bir şevke geldiler ki görmeliydiniz.
O veletlerin ağacımız, ormanımız dedikleri yere piknik için değil, Tavuk
kurbanı bayramında, hayvan kesmek için bile adım attırmıyorlardı millete. ‘Ohh
olsun sefamız olsun o millet düşmanlarına’ dediler bir hızlı çalıştılar
ki görecektiniz.
Başkan kaykıldığı yerden Müdürü seyrediyordu
nefessiz bir şekilde,
“Konstanza yolunda giderken
sağda yani?” sesi zor çıkıyordu artık.
“Evet sayın Başkan, aynen”
elinde tuttuğu krokiyi masaya koydu, gururla takdir bekledi..
“Yıktığınız bir de
duvarı var?”
“Evet. Biraz geniş aldık orayı yüz metre kadar,
sizin krokide bir daire ve bir de ok çizmişsiniz oraya, dedim herhlade bir
göbek attırırız oraya diye geniş tuttum, duvarı 150 metreye kadar yıktırdım
Başkanım. Taş kaplamalı duvarların üstüne bir de işlemeli demirle korumaya
almışlar ki söktürürken acıdım valla, o
sanat işinin adı neydi? Hah Ferforje.. acıdım demir ferforjeye. Sayın Başkanım,
bunlar hepten vatan haini. Eğitim için aldıkları tahsisatı Okul duvarına
harcamışlar” dedi Müdür sakin sakin başını sallarken.
Ben olayın garipliğini başından beri fark ettim
ama Başkana bir şey söyleme cesaretim yoktu. Başkana baktım, koltuğun arkasına
yatarcasına uzanmış, yüzü morarmış
hırıltıyla nefes almaya başlamıştı. Yerimden fırladım, masanın etrafında
bir sprint attım, yanına gittim adamın gömleğinin yakasını açtım aceleyle.
“Sabah iş biterken yolun
iki başına bizim standart pankartlardan astık sayın Başkanım diye devam
ediyordu YOSOKOL Müdürü:
O sırada sekreter hanım etekleri zil çalarak
Makam Rezidansının kapısından içeri daldı.
“Sayın Başkanım... sayın Başkanım... sizi Grand
President arıyor çok acilmiş efendim” diye çığlık atıyordu bir taraftan. Lâkin koltuğunda
kaykılmış Başkanda hırıltıdan başka ses
yok. Hemen bir bardak suyu yetiştirdim masa altı buz dolabından. Kendine gelir
gibi oldu, eliyle herkesi kovdu. Ben baş ucunda bekliyorum belki yine bir kriz
gelir diye. Hala kızı sekreter ve Müdür dışarı gitmek üzere yola çıktılar.
Başkan gitmelerini bekledi bir, iki dakika. Başını salladı bana “hazırım”
diye.. Telefonu kulağına yaslayıp, Özel özel kaleme hazır olduğunu bildirdi
karşı tarafa:
“Sayın Presidentim günaydın efendim, Seyahatten
erken dönmüşsünüz, hoş geldiniz... Bugün
her zamanki gibi capcanlı
olduğunuzu telefonda hissediyorum. Ne güzel...Buyurunuz efendim?” dedi. Öbür
yandan bir kükreme geldi ki ben rahatlıkla duydum:
“Sarayın
bahçesindeki bulvar da ne oğlum?” cevabını beklemeden tekrar kükredi; “Be
hey gafil sen kendini ne sanıyorsun? Kime sordun be adam?... Seeen kimsin?.. Bu
ne densizlik, bu ne terbiyesizlik? Bana sormadan ne yapıyorsunuz lan burada?
Arkamdan iş mi çevirecektiniz adiler?... Derhal buraya gel yoksa seni makamından
postalla kaldırırım” diye başladı. Ben rahatça duyabiliyorum olduğum yerden..
Başkan gözümün önünde korku ve panikten ezilip
büzülüyor ve yerin dibine giriyordu. Bir taraftan da çaresiz gözlerle benden
yardım bekliyordu.
“Estağfurullah, ne demek efendim... Müsaade
buyurunuz efendim. Emredersiniz beyefendi, size sürpriz olacaktı ama bu sabah Paraguayos’dan
bir gün erken dönmüşsünüz.
Haliyle yakalandık, bakın geleyim size ne yaptığımızı açıklayayım...
şimdi geliyorum efendim” dedi ve telefon şak diye bizimkinin yüzüne kapandı.
Göz göze geldik; “Korktuğum
başıma geldi, insanın böyle salak kardeşleri olursa burnu boktan kurtulmaz
derler. Adamlar gidip sarayın bahçesine yol açmışlar, iyi mi? Anlamaya
çalışmakla zaman öldürdüm. Hristos bana yardım etsin, ben bittim arkadaş... Mahvoldum, mahvoldum...” derken sesi titriyordu. Neredeyse ağlayacak
adam. Bir taraftan da titreyen elleriyle kravatını düzeltip ceketini eline
aldı, kapıya doğru giderken, durdu, bana döndü;
“Ulan ben ne diyeceğim
adamcağıza?”
Ben kafamda kurmuştum senaryoyu.
“Başkanım, siz orda yol
yapmıyorsunuz ki...” dedim sakin, sakin. Başkan gözlerini koca koca açarak:
“Ya ne yapıyoruz? Gırgır
mı geçiyorsun arkadaş?”
“Düşünün Başkanım. Siz
aslında büyük resmigeçit törenlerinin yapılacağı bir resmigeçit promenadı
yapıyorsunuz, “Viktory Parade Grande Promenade”
Pekin’deki Tienmann meydanı gibi, düşünün. Resmi bayramlarda kullanılacak, büyüklüğüyle
dünyada birinci olacak bir Parade Promenade. Ya da Rio Karnavalı promenadı gibi
ama ondan çok daha büyük, bu boyutuyla isterseniz bütün silahlı kuvvetlerinizi
geçirebilirsiniz oradan” dedim kendimden emin bir tavırla.
Başkanın yüzü aniden
değişti, gözleri pırıldadı; “Ne?” dedi. sekretere seslendi;
“Söyleyin helikopteri
hazır etsinler, Saraya gidiyoruz” diye bağırdı, hızlı adımlarla yürürken.
“Bir Resmi Geçit Promenadı
yapıyoruz ha? Doğru...Vay canına bu aklımdan çıkmış, unutmuşum, yaşlanıyor
muyum ne?” diye sevinçle fırladı Makam Rezidansın’nın
kapısından..
Ertesi sabah beni
çağırdı Başkan. Makamına vardığımda masasından kalkıp yanıma geldi ve yüzünde
gülümsemeyle bana samimi bir şekilde sarıldı, “eğil” dedi. Boyu iki karış dört parmak. İki büklüm
oldum, alnımı dudaklarına uzattım, elleriyle başımı yakalayıp önce alnımdan
sonra iki yanağımdan öptü ki bizim Patalonya’da sık rastlanılmaz böyle sevinç
gösterilerine.
“Yeni projemiz hayırlı
olsun. Saygıdeğer President projeyi harika buldu. “Paranız yetmezse gerekli
malî desteği şahsi kasamdan takviye ederim” dedi ve portokol seyir tribününü
kendi karaladı.. pardon, işte bak kendi eliyle bu antetli kağıda projelendirdi..
Ülkemizin bütün eyalet valilerini de içine alacak bir protokol tribünü
hazırlansın diye emretti. Halk için gayet gösterişli seyir tribünü istedi bütün
Promenad boyunca. Düşünsene iki kilometre boyunca seyir platformu ve Halk
Tribünleri olacak.” Gamzelerinden her zaman gülen imajı veren sayın Başkan bu
sefer ağzı kulaklarındaydı. Bir daha boynuma sarıldı;
“Bu işi sen takip
edeceksin. Sana emanet ediyorum” dedi.
“Beni onurlandırırsınız
sayın Başkanım” dedim ve başımla selamladım Onu.
Başkan masadaki yerine
doğru giderken ellerini oğuşturarak;
“Gelelim yarım kalan
işe. Bu gece operasyonu ben idare edeceğim. “Viktory Parade Grande Promenad”
başlangıcından başlayan ve Okuldan geçen yolu açacağız Rektörle yaptığımız
protokole göre. O başlangıca bir de 1 May Martyr Meydanı düzenleriz” dedi.
Elindeki Okul Rektörüyle yaptığı tek sayfalık protokolü yüzüme doğru salladı. “Her şey
bu protokole uygun olacak, tünelle geçeceğiz dedik, yine öyle olacak, ama
nasıl yapılacağını yazmadık, o işleri uzmanlara bırakıyoruz özeti bu.”
“Sen de yanımda
olacaksın. Sabaha kadar temizler bitiririz yol güzergâhını, kökler atarız
ağaçları. Bir an önce yapalım.Talebelerle karşılaşıp olay çıksın istemiyorum”
diyerek sırıttı.
Yıllar önce Okulun ağaç
bayramında diktiğim fidanlar aklıma geldi. Şimdi otuz beş yaşında olmalı
benimkiler. Arkadaşlarla beraber dikmiş bir de aşağıda akan dereden kovalarla
su taşımış, ertesi hafta ziyaretlerine de gitmiştik. Çocukluk işte. Bu akşam
onları ölümsüzleştireceğiz diye aklıma taktım.... Eee artık büyüdüm. Büyük
Büyükşehir Başkanlığı Baş Danışmanıyım, ölünce Ölümsüzler mezarlığına
gömüleceğim, başucumda da kocaman anlamlı bir seng-i mezar olsun istiyorum, bunun
için gereken her şeyi yaparım tabii..
“Emredersiniz sayın Başkanım.
Çocuklar ders başı yapmadan bitirelim şu işi..”
Sadık Mercangöz Burhaniye 21 Eylül 2017 08:48
[1] YOSOKAL; Yollar, sokaklar ve kaldırımlar Müdürü
OKUL YOLU OPERASYONU
O akşam değil ama ertesi akşam araçlara doluştuk Konstanza’ya doğru gidiyoruz, yoldayız. Ben ve Başkan aynı araçtayız. Başkan son derece heyecanlı makam aracını almadan kendimizi kamufle ederek, Fen işlerinin herhangi bir pikabına atlamıştık. Anlıyacağınız “low profile” “alçak sürünme” gidiyoruz, herhamgi bir gazeteciye yakalanmadan yolun yapılacağı araziye intikâl etmeye karar vermiştik.
“Bu akşam Fen işleri Müdürleri arazide ful kadro yer alacak, amigos” dedi Başkan öğleden sonra yaptığı son toplantıda. Müdürler birbirlerine baktı, nerede bu iş diye. “Şu dakikadan itibaren telefon kullanmak yasak! En ufak bilgi sızmasını istemiyorum, anlaşıldı mı?”
Özel kalemine seslendi:“Hala kızı topla şu telefonları! Sonra alırsınız beyler. Sabaha kadar sıkı yönetim! Bugün de sevgili, metres ve karılarınızla konuşmayınız” Müdürler homurdandılar.
“Ne? Ne diyorsunuz?” Sekreter aceleyle masadaki müdürleri ziyaret etti, telefonları teslim aldı.
“Başkanım Alfonso telefonunu vermiyor!”
“Ya kızım biraz bekle, eve haber vereyim gece gelemeyeceğimi” Alfonso panik halinde: “Nina beni mahveder dünyamı karartır... Beni zamparalıkta sanır, çalışacağım aklına gelmez kadının!” dedi.
“Merak etmeyin, evlerinize haber verilecektir”. Araya sekreter hanım girdi:
“Ben haber verdim bile sayın Başkanım. Hepsi tamam, bir tek Don Alfonzo’nun karısı ‘Beni arasın’ dedi” diye kıkırdadı. “Ben bilirim, benim Portolu'yui” diye kıvrandı Alfonzo. “Ben gelmesem olmaz mı?”
“Kes gırgırı!”
Sekreter Alfonso’nun elinden zorla çekti aldı telefonu. O sırada Başkan YOSOKAL Müdürüne dik dik bakarak sordu: ”Makina ve ekipmanlar hazır, değil mi müdürüm?” Evvelki gece düştüğü durum gözünün önündeydi, başını salladı. “Hazır, efendim. Kullanacağımız makinaları yolun karşısındaki yeni Promenad şantiyesinden alacağız..”
Başkan düzeltti: “Viktory Grande Parade Promenade!” masadakiler tekrar ettiler..
Başkan Fen İşleri Genel Müdürüne döndü: ”Proceler hazır mı? Bana bakın, arazide kağıtları ters tutmak, yan tutmak yok ulan! Kuzeyse kuzeyi bulun, doğuysa doğuyu bulun. Çocuk oyunu mu bu? Keyfinize göre yol yapmak yok!” Hepsi başlarını salladı, önlerindeki yol çizimlerine dikkatlice baktılar.
Genel Müdür koltuğunda geriye yaslanarak yaylandıktan sonra Başkana:
“Siz merak buyurmayınız, artık ellerimizde GPS cihazlarımız var. Ayrıca dün bizim çocuklara yolun ana eksenini araziye uygulattım sayın başkanım. Şimdi yolun orta eksenini gösteren kırmızı kazıklar çakıldı. Tepeleri fosforlu boyalı. Bir çocuk bile takip edebilir bunları...” dedi. Yan gözle YOSOKKAL Müdürüne kasılarak bakarken. Başkan:
“Hadi, İsa bizi korusun, ‘Amen’ yapalım...” Hep beraber “Amen” i yapıştırdık.
O sırada Altyapı müdüründen bir ses duyuldu:
“Yav, bu yol yeraltından mı gidecek?” Herkesin sesi kesildı, aniden.
“Yuhh ulan. Son üç aydır neyle meşguldük oğlum? İşi gücü bıraktık, sadece Konstanza yolunu Harnova Teknik Bilgi Üniversitesinden geçerek arkadaki yeni ticaret ve konut alanlarına bağlayacak yolu konuşmadık mı? Bu işin Rantını konuşmadık mı? Okul da bize direnmedi mi? “Orası “Grünn Belt”, orada yarım asırlık bir orman var, başkentin akciğerleridir, oksijen sağlar” demediler mi? Bizimle papaz olmadılar mı lan?” Başkan yüksek perdeden bağırıyordu artık.”Yazılı basın ve tevelerde haberlerde çıkmadı mı bu kavgalar ulan?. Sen neredeydin gerzek?”
Bana döndü: “Görüyorsun ya, nasıl adamlarla çalışıyorum” dedi. İçimden akrabalarını kadrolara doldurursan olacağı budur diye geçirdim. Güvenilir olanları da var tabii, ama lamadan akıllısına zor rastlanır..
“Şu Üniversiteden geçecek yoldan bahsediyorsak biliyorum elbette. Buna göre ormana dokunmadan yeraltından tünelle geçecektik, öyle değil mi?”
Herkes derin bir nefes aldı, gülüştüler. “Sonunda jeton tıngırdadı” dediler masa başındakiler...
“İyi de bu proje eksik... Alt yapı çizimleri, bağlantı yolları ve havalandırma bacaları ve drenaj borulama, acil kurtarma çıkışları çizilmemiş, çakılacak kazıklar vs gaybe karışmış, sonuç olarak proje eksik görünüyor bence..” der demez masadakiler hep beraber çullandılar bu gerzeğe.
“İşler böyle yürür geri zekâlı”.
“Yapı bittiğinde proje de biter amigo” dedi birisi.
“Yok daha neler?!” Masada ufak yollu bir kavgadır başladı.
“Procesi olmadan da olur oğlum...”
Altyapı Müdürü dayanamadı Genel Müdüre patladı:
“Nah olur, bunu nasıl söylersin canım abicim... Hangi çağdayız? Ruhban Okulu diplomana güvenerek ahkâm mı kesiyorsun?” GM fena alındı buna, sesini alçaltarak: “Oğlum kağıt küreğe verilecek para mı kaldı, daha önceki projelerden kıyaslayarak yaparız olur biter”
Alfonzo yüzsüzlüğü eline alarak üste çıkmaya çalıştı:
“Sen uzman değilsin, çizmeyi aşma abicim”
“Ulan söyletme beni, senin Monbasa’dan aldığın diplomana mı güveniyorsun moron? Senin yaptığın altgeçitte, ilk yağmurda gelen selden adam öldü be. Unuttun mu?” der demez, havada bir bardak suyun soldan sağa, uçtuğunu, onu takip ederken, aynı anda diğer bir bardağın da sağdan sola doğru havada uçtuğunu gördüm. Yerler, üst baş sırıl sıklam. Başkan patladı:
“Kesin lan! Yeter!” diye kükredi başkan, masaya da bir yumruk vurdu, bina inledi. “Bazan beni canımdan bezdiriyorsunuz.. Koyarım... kapının önüne hepinizi ulan!” Ortalık bir anda sus pus oldu. Ayağa kalktı o sessizlikte turlamaya başladı Başkan. Başından dumanların çıktığını söyleyebilirdim o anda.
Aynı ansda Alfonzo da ayağa kalktı:
“Beni yaşım küçük, boyum kısa diye Altyapı Müdürü yaptınız, ama aklım yerinde Tanrıya şükür. TBM olmadan arazideki ağaçlara zarar vermeden, kısa sürede bu tüneli nasıl açarsınız? Size bir Doktora sorusu” dedi ve ayakta kollarını kavuşturarak Mussolini pozunda herkese meydan okudu.
“İstediğimiz büyüklükte TBM Amerkalı Bald Sammy’de var. Onu da Firmasını da ödemeleri zamanında yapmıyor, arkamızdan iş çeviriyor diye ülkeden kovmadık mı tekme tokat? Nasıl olacak bu iş?”
Yine her kafadan sesler çıkmaya başlamışken ayağa kalktım bir danışman olarak söz istedim Başkan’dan: “Evet. Bu konuyu tartışmıştık, ve aç kapa metoduyla, önce ağaçları halleder, toprağı kazar, tüneli yapar, sonra kazıdan çıkan toprağı doldururuz, kararına varmıştık. Yani önce ağaçları başka yere taşır iş toparlanınca yerlerine ya da başka bir yere dikeriz demiştik. Ancak vaktimiz daraldı, üniversitenin arkasında kalan ‘Ticari ve Konut alanları’nın bir an önce bu bağlantıya ihtiyacı var.. Aksi halde arsaların değerlenmesi hayal olur. Vaktimiz kısa onun için Yağmur ormanlarındaki metodu..”
“Yani ağaçları kökleyip endüstriye kazandıracağız, comprehende? Gelirini de Okula vereceğiz, Rektör ve akademik konseyle anlaştık. Vereceğimiz parayı duyunca ...”
“Ağzınıza sağlık sayın Başkanım, kısaca söylediniz aklımdakini. İşin özeti öğrenci camiası tatilden okula dönmeden güzergâhı halletmemiz lazım. Öğrenci olayları çıkıp şantiyenin basılmasını istemiyor kimse..Toplumda sempati topluyorlar. Onun için operasyonun bu gece başlaması elzemdir Don Alfonzo!”
“Konu kapanmıştır. Anlamayan var mı? Alfonzo, Pedro, Avarel ve babamın göz bebeği Miguel? Şimdi “Amen” yapalım, işler doğru yürüsün” dedi Başkan tıslayarak. Herkes işaret ve orta parmaklarını üst üste getirildi: “Amen....” denildi, ardından ahşap masaya kulak memesi çekilip, tıklatıldı ve devamında haç çıkarılıp yüze sürüldü eller.
Akşam saat 21 de hareket etti ekipler farklı farklı yerlerden ama hedef Üniversiteydi hepsi için. Başkanımla ben Basına yakalanmamak için kamufle ettik kendimizi. Siyah pantolon ceket gömlek giydik. Yüzümüzü de kahverengi ayakkabı boyasıyla hafifce karartık, başımıza birer boyacı şapkası ekledik doğru binanın altındaki garaja indik ve orada bizi bekleyen Fen işlerinin bir pikabına binerek ayrıldık.
Başkan ilk olarak “Kuzeye gidelim” dedi, ve Su ve Kanalizasyon Müdürlüğüne gelirken önündeki kavşaktan U dönüşü yapıp Konstanza yoluna dönme talimatı verdi şoföre, biraz sonra şoförü yolun kenarında indirdik ve direksiyona kendi geçti. El frenini bulması ardından debriyaj, vites yapması bir kaç dakika sürdü. Kaldırımda bizim hareketimize kadar bekleyen şoför bu durumu çok eğlenceli buldu herhalde ki arkamızdan kahkahalarla güldü.
Başkan önce kuzeye gidip Fen İşleri Genel Müdürlüğü destek karargâhına girip arka kapısından çıkarak, arka sokaklardan Konstanza yoluna çıktı ve yeni açılan Promenad şantiyesine doğru saptı. “Peşimizde birileri kazara vardıysa eminim onları atlattık” dedi. Hızımızı artırınca dayanamadım: “Aman Başkanım burada hız kontrolu vardır, yavaşlayalım” demekte geç kalmışım, bizde cici “Polici” derler, sotaya yatmış kontrol noktasına yakalandık. Başkan afalladı, yavaşladık kenara çektik, durduk. Ben dışarı fırladım. “Memur bey bir dakika!” diyerek memurla arabanın arasına girmek istedim. Adam hemen silahına davrandı:
“Kıpırdama! Olduğun yerde kal oğlum! Kim sana in dedi be adam!” Ayakları açık, silahını iki eliyle kavramış, aynen Amerikanya polislerinin filimlerdeki hali gibi, gözlerini hem bana hem şoföre dikmiş vaziyette dururken arkaya seslendi, diğerlerini yardıma çağırdı ve biz Tanrısından çok silahına güvenen üç, dört Amerikanyalı arasında kaldık birden.
Onbeş yirmi dakika sonra, bütün fiyakamız çizilmiş ve kimliğimiz ortaya çıkmış vaziyette kontrol noktasından ayrılırken arkamıza bir gazetenin Harnova muhabiri de takıldı. Bu arada adam; nerden bulmuşsa bulmuş, bir de teve kameranı bulmuş, bizi canlı yayına da çıkardı hıyar. Ancak Başkan gece denetime çıktığını söyleyip, muzip gülen gözleriyle “Neresi olduğunu söylersem denetimin anlamı kalmaz” deyip, arabaya atladık. “Başkanım bu geceyi iptal edelim isterseniz...” dedim arabada süklüm püklüm otururken. “haberleri izleyen millet şimdi buraya doluşurlar başkanım” Sonunda Başkan hiç tereddüt etmeden, Fen işleri GM’üne: ‘Harekâtı başlat” talimatını verdi. Tesizden cevap geldi: “Derhal Başkanım”
“Baskın yapacaktık, yakalandık şu hale bak ulan”
GM Promenad Şantiyesinden iş makinalarını karşıya nakletmek için Trafiği yardıma çağırdı. Trafik Konstanza yolunu bariyer ve kukalarla kesti. Programa göre on adet kepçe, dört adet silindir ve dört adet greyder ile yirmi adet damperli kamyon ve dört adet romörklü traktör ve altı adet arazözü altı ilâ on dakika içinde karşıya geçirip çitleri alaşağı edip, Okulun arazisine girecekler ve orada bir geçici karargâh kuracaklardı.
O ilk altı dakikada neler oldu? Yolda her iki yönde de yaklaşık 1 km taşıt kuyrukları oluştu, tabii biz de gidiş yolunda en arkalarda sıkıştık. Kuyruktayız, bir süre adi kamyonette siren aradı Başkan, saat gecenin 10’u, kornoya sürekli basıp yol istedik, tabii bizim dandik kamyoneti gören diğer şoförler, malum el kol hareketini çekerek “Kes sesini” diye tezahürat yapmaya başladılar. Artık okulun arazisindeki harekâtı radyodan maç izler gibi dinliyoruz. Telsizden olayları rahatlıkla takip ediyorduk ki yerel radyo istasyonlarından biri resmen naklen yayına başladı.. İlk önce Üniveriste çitleri yanında yol kenarında yığılma olmuş içeriye girenler dar bir alana sıkışıp kalmışlar. Yol yapım işine girişen kepçe ve grayderlerin çalışma alanlarını diğer makinaların kapatmaması için anlaşıldı ki az miktarda makina ve kamyon geçmesi gerekiyormuş. Radyo bunları ayrıntılı bir şekilde anlattı hatta bilir kişilerden yorum, morum aldılar bu arada. O sırada GM Başkana danışarak geri adım attı iş makinalarının çeyreğini karşıya geçmişken, İlk etapta gereği olmayan makinaları acele karşı şantiyeye geri yolladı ve çalışmalar yarı karanlık yarı aydınlıkta başlamış oldu. Onuncu dakikada şeritlerin birini kapalı tutarak trafiğe yol verildi. Birikmiş olan trafiğin arkalarında kalan biz kırk beş dakika sonra yeni açılan çitlerden Üniversite arazisine girebildik. “GM nerde? Çağırın gelsin buraya”
Gürültüler arasında Genel Müdürü bulabildiler, şantiyenin başında da aynı okuldan mezun olmuş bir genç şantiye şefi ve topoğrafların başında da yine O okul mezunu bir haritacı varmış öğrendik, onlar da koşarak geldiler. Zıpkın gibi çocuklar..
“Ben burdayım sayın Başkan. Anlatayım son durumu müsaadenizle” deyip genel manzarayı çizdi. Bir gün önceden applikasyonu yaptırmamız zaman kazandırdı. O eksen üzerinde ilerlerken, ilk 100 metrede çalıştıklarını 200 a yakın ağacı kesebildiklerini, kök diplerini ripelle söktüklerini, sırıta sırıta anlattı. Aç kapa tünel kazısını birazdan başlatacaklarını; 60 m genişlikte, 16 m derinlikte kazı yapacaklarını söyledi.
Başkan neşe ve sevinç içinde narayı patlattı:
“Heeyt işte çalışma böyle olur. Bravo Pedro. Her ne kadar Saint Michel Ruhban Okulundan mezunsan da parlak zekân sayesinde yapamayacağın iş, kıvıramayacağın bilek yok!”
Alfonzo görürüz veya göreceğiz anlamında bir şeyler mırıldandı. Avarel “şimdi her şey normal daha bir saat bile olmadan yolun yirmi sekizde birinin kaba işlerini toparlıyoruz” diye sırıttı.
Başkan: “Hemen sulandırmayın len” diye sohbeti kesip, bir haç çıkardı iç cebinden, çalışanlara doğru tuttu. “Yolumuz açık olsun beyler” dedi.
Buradaki kargaşayı görünce ne yalan söyleyeyim, tırstım biraz. Hele bu Dalton biraderlerin başı olan aziz Başkanın parlak buluşlarına, optimist yaklaşımlarına hep temkinli yanaşırım ya. “Sayın başkanım umalım da doğru şekilde gidiyorlardır; doğru ile yanlış hep içiçedir, derler..”
“Kim der?”
“Canım lafın gelişi, onun için dikkatli olup, yanlışlık yapmaktan korkmalıyız.”
“Pesismist olma amigo. Herşey normal giderken beni pirelendirme” dedi ve kulak memesini sıkıp kurulmuş sahra masasının üstüne tıkladı.
Daha sahaya geleli on beş dakika olmuştu ki; iki genç başlarında beyaz baretleriyle yanımıza gelmek için inşaat kurdalelerini aşmaya çalışıyorlardı ki uzaktan onları gördüm. Öndeki elinde tuttuğu bir şeyi arkasında saklar gibi yaklaşıyordu. Yarı karanlıkta arkadaki adam da dikkatimi çekti. Aniden telsizi mandalladım: “Güvenlik, güvenlik 02 bzzzt” bir kaç saniye sonra: “Güvenlik dinlemede bzz..t”
“Güvenlik bandını aşan siviller var, mani olun!”
“Anlaşıldı”, baktım iki gence doğru koşan zabıtalar peydahlandı.
“Başkanım, televizyoncular bizi buldular” dedim. Başkan yerinden zıpladı:
“Ne diyorsun!? Atın şunları dışarı” dedi telzisiyle. Uzaktan sesleri geliyordu; “Haber alma hakkımızı gasp ediyorsunuz, falan, filan” diye, tabii dinlemediler, şantiye sınırlarını dışına sürüp attılar herifleri. O sırada uzaktan bir adam elinde kartını bana doğru sallıyordu. Güvenliğe seslendim kartını bana getirin diye.
“Harnovo Star” dan Ansell, daha önce tanışmıştık. Çağırttım, başkandan uzakta karanlıkta bir yerde, yaptığımız işi kısaca özetledim. Elimdeki telsizin mandalına bastım:
“Başkanım Star’dan bir arkadaşımız, Ansell, sizinle görüşmek istiyor, bence iyi olur” dedim telsizle.
Yerinden fırladı kalktı, samimiyetle elini sıktı adamın. Biraz sonra, yaptıkları fedakârlık, çektikleri sıkıntılar ve açılan yolun aciliyeti üzerine sıkı bir konuşmaya daldılar.
“Bu ayrılıkçılar yolun açılmaması üzerine neler söylediler, neler icat ettiler, hizmetlerimizi baltalamaya çalıştılar hatırlıyorsunuz. Biz sabırla eleştiri ve hakaretleri olgunlukla karşıladık bilirsiniz. Polisin müdahalesi de bizim bir fikrimiz değildi. Güvenlik ihlâlleri karşısında elbette polis harkete geçer, kanunlar bunu emreder” dedi durdu. Muhabir elinde bir küçük teyp bir kelimeyi bile kaçırmamaya çalışırken sordu: “Bu öğrenci kılığındaki provokatörler ne istemiyorlar? Ağaç mağaç diyorlar ama asıl amaçları ne olabilir dersiniz, sayın Başkanım?”
“Amigo ağaç, mağaç bahane, arkasında şahane bir amaç var. Üniversite içinde mukaddes bir kilise koymamıza karşılar, bilirsiniz, bir yerden yol geçerse yolların kenarları imara açılır ve o durumda kilise yapılma mecburiyeti vardır. Biz değil kanun söylüyor amigo. Genel planlamada şehrin gelişme yönüne göre alt yapı, yani su, elektirik ve kanalizasyon ile toplu ulaşımı açmak durumundayız. Yapmaya çalışıyoruz ama dinsizler karşı koyuyorlar. Biz de bu zor ve sıkıntılı şartlarda çalışmaları yapmak durumunda kaldık, bir gecede yolun kaba taslak açılımını yaparak bitireceğiz ki bu dinsizlerle karşı karşıya gelmeyelim. Okulun en mutena yerine bu çevrenin en büyük kilisesini konduracağız, eğitim mevsimi başlamadan yapalım istiyoruz. Ağaç bahane yani, anlayacağınız. Srilanka’dan gözünüzün beğendiği ağaçları yok paraya getirip buraları bundan güzel yaparız, bilirsiniz” sözünü tam bitirmişti ki aşağıdan sesler ve bağrışlar geldi. Ben ve Fen işleri daire başkanı o yöne gittik aceleyle. Müdür kafadan girdi konuya, projöktörlerin ışığında yan yatmış bir kazıcı makina şevden aşağı yuvarlanmış gitmiş, adamı çıkarmaya çalışıyorlardı. Neyse adamcağız sağ salim çıkarıldı, “Hata onda” dediler. Ama gariplik vardı ortada bu yol bu şeve nasıl girmiş ve yan parseldeki AVM nin çitlerinde ne arıyordu...
“Birşeyler ters gidiyor galiba” dedim Genel Müdüre.
“Ben de şaşkınım. Ne işimiz var burada? AVM sınırlarına girmişler, karanlıkta yanlışlıkla olmuş herhalde...”
O sırada YOSOKAL Müdürü Avarell peydahlandı, GM’e: “ Senin haritacılar bunu mu yapmışlar? Yol ekseninde çalışıyorduk, yol ekseni bizi buraya attı. Bu nasıl iş?” diye giydirdi.
Haritacılar çağrıldı ışıkların altında, yemin billah ettiler ki yol ekseni burdan geçmemişti çaktıklarında diye lamba yağı gibi üste çıkmaya çalıştılar. GM kudurdu:
“Ulan lamalar, ne kabiliyetsiz adamlarsınız ulan! Kovdum ulan sizleri! Topunuzu!”
“Müdürüm el insaf, biz sizin bize verdiğiniz çizimi yerine aplike ettik. Benim hatırladığım yol buradan geçmiyordu. Yaklaşık iki buçuk kilometre hiçbir yere sapmadan ağaçların arasından devam edip gidiyordu. Birisi bunların yerini değiştirmiş, lanet olsun ki değiştirilmiş. “
“Kim ulan, kim?” Gırtlağına yapıştı adamın, bir ileri bir geri çekiştirip duruyordu. Alfonzo’yla Avarell adamı kurtarmaya çalıştılar ama mümkün olamadı. Telsizle kafasına bir kaç defa vurdu savurdu attı. Adam neye uğradığını şaşırmış vaziyette lanetler okuyorken karanlıkta kayboldu.
“N’oluyor lan burda?” bir bağırtı koptu ki bütün şantiye inledi, tozun toprağın arasından Başkan çıktı. “Bir işi zamanında, sessiz sedasız yapamaz mısınız ulan?” GM etraftakilere sezdirmeden ortadan kayboldu. Başkan bana döndü: “Sen söyle ne oldu burada?” Baktım arkada O gazeteci arkası sıra gelmiş.. Omuz silkip “Bir iş kazası... olmuş.. Tanrıya şükür operatör sağ salim kurtuldu” dedim. “Ulan bunun için kavga olur mu...” diyerek “Adı üstünde kaza! Geçmiş olsun, işe devam.”.
Star muhabirinin koluna girip idare merkezine geri döndü. Alfonzo’ya döndüm:
“Bu haritacı müsveddeleri içinde güvendiğiniz biri yok mu? Şu ana kadar yapılan işi gözden geçirsin” Şantiye şefi olacak genç çocuk, fırladı gitti.“Buldular getirdiler:
“Çabuk şu yol eksenini kontrol ettiriniz Alfonzo...” dedim. Aklım başımdan gitmişti. “Bu kafasızların lama kadar akılları yok”diye söylendim. On dakika sonra Alfonzo ve Avarel yanıma geldiler:
“Yol ekseni projede gösterilenden beş derece kaymış gerçekten. Ama teknisyenlerin ifadelerine göre gündüz doğru aplike edilmiş. Kim kontrol etmiş derseniz, GM. O zaman doğruysa şimdi nasıl oluyorda eksen 200 metrede 8 metre batıya kaymış dersiniz?”
“Baylar birileri veya birisi bu çubukları söküp kaydırmış olmalı. Hain içimizden biri olabilir” dedim ama pişman oldum. Tam o sırada Başkan arkamdan gelip aramıza giriverdi.
“Ben de öğrenebilir miyim nedir bu dediğiniz?” Grup içinde bir sesizlik oldu. Uzaktan halâ rölantide çalışan iş makinalarının sesleri daha bir duyulur oldu. “Nedir bu benden saklanan?” dedi.
“Kudurtmayın ulan beni...Kim bu içimizdeki şey?”
“Sayın Başkanım, yolun eksenini değiştirmişler de kayan eksen gelip AVM nin arazisine girmiş şimdi farkına vardık” der demez Sayın başkanın eski halinden eser kalmadı. Önce benim sonra diğer müdürlerin yakalarına sarılıp yüzümüze doğru tükürüklerini saçmaya başladı:
“Beceriksizler, iki elinizle bir yakanızı ilikliyemiyorsunuz. Lama beyinliler. Bu nasıl olur ulan!”
GM kaybolmak isterken O da yakalandı. “Pedro, uzun favorili, siyah gömlekli Pedro! Her şeyi herkesten iyi bilen Pedro’muz! Senin benden dilenecek özür borcun yok mu? Yüzüne bulaştırdın bu operasyonu... N’oluyor lan anlat bakalım!” Pedro Fen İşleri Genel Müdürü, başı önde sakin sakin başlamıştı, Başkan yine coştu.
“Yüksek sesle ulan”
“Şey başkanım..”
“Konuş be adam konuş!”
“Bizim ekipler yol eksenini belirleyip çaktıktan sonra akşam üstü Okul tarafından iki motorlu genç gelip ormanın başka bir yerinden girip, yolun sonundan başına kadar bütün çakılmış kazıkları söküp dere tarafına atmışlar, bu tarafa geldiklerinde iki yüz elli metre kadar kazığı ana yoldan başlayıp açısını beş derece kaydırıp AVM arazisine doğru yeniden çakmışlar... Bizim dozerin battığı yer bu bataklık kısım yani aradaki sınır...” dedi ve sustu. Onunla beraber bütün şantiye sustu ne insan ne motor gürültüsü kalmadı.. Okul ve Ormanı bizi yine faka bastırmıstı. O karanlıkta yüzlerimiz; kimi utanctan kimi kızgınlıktan olsa gerek, kızardı ama kimse ses çıkarmaya cesaret edemedi. Küfürler arasında, Başkanla beraber diğer müdürler de paydos edip meydanı haritacı tayfasına bırakıp gece yarısı evlerimize doğru yola çıktık.
Sadık Mercangöz 25.10.2017 Ankara Bağlıca
Sevgili Sadık,
YanıtlaSilYarı gerçek, yarı düş bizlere mesajlar veriyorsun. Sen bu göreve devam ettikçe daha bu HARNOVA kentinden çok haberler alacağız demektir.