Pandemide

 

PANDEMİ GELDİ HANIM!

 


Koca şehir hastanesinin içine almıyorlar, eşimle beraber bahçedeyiz. Hastane bir hayli büyük, adeta dev Amerikan hastaneleriyle yarışır durumda. Şahidim, yeni açıldığı zaman yine işimiz düştüğünde içini gezer gibi olmuştuk. Çıkışta arabayı park ettiğimi sandığım yerde bulamayıp, oto parkının içinde kaybolmuştum. Bir panik içinde zehirli gaza doyduktan sonra temiz havaya çıkıp nefeslendim diye hatırlıyorum. Sonra sanki arabayla tekrar geldiğimi farzedip otomobil kornoları arasında birinci bodruma girip oradan ikinci bodruma dalıp, şuradan sağa mı şuradan sola mıydı yoksa tersi miydi falan filan. “Ulan bu levhayı görmüş müydüm?” vesairelerle bir on beş dakikayı sadece iki binanın altındaki parkı dolaşarak ümitsizce bakınırken arabanın anahtarına da dokunmamaya çalışıyorum ki en az elli metreden kapılarını bilmeden açarım da açık kalır korkusunu taşıyordum. Allahtan ben yalnız değilim orada. Sağa sola bakına bakına  koşturanlar var ama benim gibi karamsarlığa düşeni görünmüyordu. Koşturanlara arada bir soruyorum:

“Oğlum ben yeşil B 5 arıyorum, bu yeşiller ne tarafta, hiç gördün mü?”  Kimi omuzlarını kaldırıyor kimi de bir meçhulü anlatır gibi:

“Bak şimdi amca, sen doğru devam et, önüne rampa çıkacak ama sen yukarı tırmanma. Rampanın altına gir, soldan yürümeye devam et oralarda olması lazım. Mavi miydi?”

“Yeşildi oğlum.”

“Yeşil de onu bitirince, başlayacak..”

“Sen burda mı çalışıyorsun canım?”

“Yoo.”

“Çok net anlatıyorsun da.. Acaba dedim yani?”

“Pederi yatırdık da gide gele söktük amca. Yani mavileri geçince yeşiller gelir.”

Çocuk haklıydı, mantıken maviler yeşillerin yanında olmalıydı, yeşilleri bitirince de sarılar gelmeliydi. Kromatik renkler ne de olsa, koskoca mimar oldun, boyum büyüdüğü için koca diyorum, derste mimarinin sanat yönünü vurgulamak için temel tasarım dersinde öğretilen renkleri, şekilleri hatırlamıyorsun. “Siyahla beyaz ne peki? “ diyorum kendi kendime.

“Akromatik renkler ...” Be adam ya arabayı bıraktığın yer hatırında yanlış kaldıysa? Arabayı bıraktığın yer yeşil değil de kırmızıysa, sen yeşil diye hatırlıyorsan, ya da B 5 değil de D 5 ise, ya da 5 değil 15 ise n’olacak ulan o zaman? Papazı çektim demektir”. Üstelik unutma konusunda sabıkalıyımdır. Bir keresinde Esenboğa da park yerinde arabamı kaybetmiş adamım. Burası oradan da dağınık.  Canım sıkıldı. O hırsla bağırdım:

“Ulan senin kafanı...” Baktım bazıları arabalarının bıraktıkları yerde kalçadan resmini ve kolondaki park no'sunu çekiyorlar. “Ulan kafa ve buluş diye ben buna derim, yüce milletimin buluşu da bu işte. Cepte gezdirildiği için mobil yerine cep telefonu demek gerçek bir buluş. Hatta telefonu da telef edip sadece cep demiş bizimkiler. Dünyada hangi ülkede vardır bunu akıl etmek bilmem



.

 Şimdi de park ettiği yeri ezberleyip aklında tutmak yerine onun yerini akıllı telefonlarıyla ölümsüzleştiriyorlar. Rahat uyu Graham Bell ya da adı her neyse.. Şimdiler büyük mucit ve kaşif adları duyuyor muyuz? Hatırlarda mı? Onların yerine ceplerinden dolarlar dökülen şirketler var, buluşun tamamına sahip çıkıyorlar, yersen... Ama artık gerçek anlamda beyin taşıyan insanlara da az rastlanıyor, yerlerine ellerine verilen aletleri büyük ustalıkla kullanan insansılar var.

Adama adres soruyorsun, “Sana konum atarım, gelirsin.” “Anlat hele” diyorsun Adam sabah akşam gidip geldiği evinin hangi sokakta kaç numarada olduğunu biliyor ama kafa çalıştırıp anlatamıyor, ya da üşeniyor. Resmen bizi aptallaştırdılar. Çarpmayı bölmeyi yapamayan bir topluluk olduk, toplum değil. Bütün insanlık bu halde. Biz yalnız değiliz. Eskiden köşe başında Bakkal amca dükkanları olurdu, benim çocukluğumdaki Şükrü amca rahmetli mesela, hesabı kafadan yapar kağıt kalem kullanmazdı. Sonra bizim veresiye defterine sabit kalemle tek tek yazarak geçerdi hesabı. Babam rahmetli de zaman zaman uğrar hesap görürdü. İlginç bir kalemi vardı bakkalın. O zamanlar  taa Çekoslovakya denen ülkeden gelirdi kalemler, onun için kıymetliydi. Öğrencilerin ellerindeki kurşun kalemler tutulmaz hale gelene kadar kullanmaya çalışırlardı. Şükrü amca da kalemi iyice kısaldığı için boyu uzasın, avuç içinden düşmesin diye kamıştan yapılmış kenarları yarık uzatma takar onun da üstüne kalemi kavraması için lastik  sarardı  .  O yazarken ben kalemini ve yumurta kadar büyümüş guatırını seyrederdim. Kapkalın camlı gözlüğünün ardından karanlık birer mağarayı andıran gözlerinin içi daima gülerdi.

“10 yumurta, 1 kg toz şeker, yarım kilo B. Pey.”  diye mırıldanır, karşısına da paralarını hesaplar, “On yumurta 2,5 kuruştan 25 kuruş vs. diye doktor yazısını andıran yazısıyla yazardı. Ben onun hesap yapışına hayran, ağzım açık bakakalırdım. Dükkanların adları da öyleydi. “Bak kal”. Hesap şöyle:

“Peynir kilo 6,5 lira, 600 gram peynir 100 gramı 65 kuruştan 6 kere 65, eder 390 kuruş vs” der peynir tenekesinde duran bıçakla bir parça daha peynir alır, yağlı kağıdın içine atar, “Şimdi 4 lira” der olayı bitirirdi.  Şimdilerde herşeyi makinalar hesaplıyor, kasadakiler canını üzmüyor, üzseler de bir şey yapamazlar, fiyatlar şöyle “Çiceği burnunda hıyar” kilo 4,99 TL, 390 gram gelmiş bir naylon torbada 3 adet hıyar, gel de hesapla. Bakkal Şükrü olsa hemen yuvarlar, “5 lira kilosu, 400 gr olsa 2 lira eder, 10 gramı eksik 5 kuruş düş, 195 eder, ver 190” der çıkardı hesabın  içinden. Sonra da sıcak sempatik gülüşüyle tepemden bakar “Babana selam söyle” derdi.

Sermaye pazardaki mallarını satarken tüketicileri güler yüzlü akıllı insanlar olarak tanıtırken, yiyecek içecek maddelerini bu kahraman tüketicinin önünde sempatik göstermeye uğraşır. Paketlenmiş etlerin üstünde gülen bir inek resmi ya da reklam filminde gülerek kesimhaneye giden şen, şakrak tavuklar, ya da denizden size göz kırparak çıkan balıklar vs. gibi.   Çocuklara masal diye anlatsan yutmaz ama biz büyüklere bunlar olağan geliyor. Tüketici olarak tam kıvamındayız yani.

 “Sen tersi olmaya çalışıyorsun da n’oluyor beyzadem? Şimdi anasını kaybetmiş dana  misali böyle dolaşır durursun” dedim kendime.

Hem yürüyor hem konuşuyor hem de kızgınlıkla  anahtarı avucumda sıkıyordum, Kul sıkışmayınca, otomobil yetişmiyor, o panik içinde arabaların arasından tanıdık bir ses yükseldi. Arabamın kilitlerini açan klik ve aynaları açan guruldama sesi çok yakınlardan geldi de kurtuldum. Baktım arabamız mavide ama ona karşı duran araba yeşilde, yani sınırdayım ben. Yirmikinci dakikada arabamla birlikte muzaffer bir edayla bodrumdaki park yerinden yeryüzüne çıkıyordum. Böyle tecrübelerin içinden gelmişim ben. Bir daha aşağıdaki park yerine bırakır mıyım? Arabamıza binaların etrafında bir tur attıktan sonra dışarıda bir yer bulduk. Bir tur dediğime bakmayın dahili yolun toplam uzunluğu 1,5-2 kilometre. Arabayı açık havaya bırakacağız ki, o canavar virüse karşı da bir önlem olacak. Açık havaya dayanamıyormuş. Baktım bu soğuk ve puslu havada gelip de içeriye giriş sınavını kazanamamış kalabalık da kendilerini dışarı atmış. Dineliyorlar. Çünkü oturakların üzerinde kırmızı beyaz şeritler, yani oturmak yasak kardeşim. Beline güvenen ayakta dinelsin.

 Geldiğimize bin pişmanız. Nereden aklımıza geldi test yaptırmak ya hu? İyi de yaratılmış olan fırtına öyle bir esiyor ki her halde kendimizden şüphe eder hale gelmişiz. Ateşimiz çıksa, ya da düşse, burnumuz aksa ya da kurusa hemen acaba diyoruz, uykularımız kaçıyor.  Her ikimiz de ileri yaşlarda olduğumuzdan Virüs  en büyük intikamını bizlerden alacak diye bizlere Fabergé Yumurtası muamelesi yapıyorlar.

Hastane karşımızda heyhula gibi dinelirken, zararsız ve uslu bir çocuk gibi sakin duruyor. Aciller dışındaki her yeri Corona Virüs pandemisine bağlamışlar, adamlar koca hastanenin girişinde ateşine bakıyorlar, sonrası polisiye sorgulama gibi HES kodunu sorguluyorlar ve son hafta nereydiniz neler yaptınız vs. Sonra ayaküstü bize “Siz gidin hastalık belirtileri çıkarsa gelirsiniz. Ya da bi yakınınız hasta olursa o zaman sizi de teste tabi tutarız”. Onlar da haklı! Malzeme ve zamanlarını çalıyoruz, yolu tıkıyoruz. Arabanın içinde oturuyoruz, içeri alınmayıp test mest yapılmaması bizi biraz incitti, ya da kırdı mı ne? Hareketlerimiz yavaşladı, gideceğiz de sokağa çıkma yasağının başlamasına bir saat var. Acelemiz yok, homurdana homurdana anahtarı kontağa taktım. Önümüzdeki araç yavaşça park yerinden ayrıldı, önümüz açıldı, şimdi rahat çıkarım derken tangur tungur hurda görünümlü bir kamyonet benim yolumu da kapatarak öndeki boşluğa kafadan girdi. Kornaya şiddetle bastım. Aynı anda kapıları açıldı ve bir taraftan deri yelekli, esmer tenli, kaytan bıyıklı şoför, diğer taraftan acı kırmızı tişörtlü, allı güllü şalvarlı, ayaklarında plastik terlik, göbekli bir  kadın, bize doğru geleceklerini beklerken, hastanenin bilmem kaçıncı blok girişine doğru fırladılar. Yolun yarısına gelmişlerdi ki şoför mahallinin kapısının açık olan camından önce ekmek tutan küçük bir el, arkasından kapişonlu bir çocuk başı uzandı. Gidenlere sesini duyuramayınca ağlamaya başladı. Bir taraftan onu da yanlarına almaları için bağırıyordu. Karton kutularla yarı dolu kamyonetin kasasından oniki, onüç yaşlarında iki çocuk yere neşe içinde atladılar, küçük çocuğun bağrışlarına aldırmadan ileride inşaat atıklarının olduğu kocaman atık taşımalığına (konteyner) doğru koşmaya başladılar. Arkadaki küçük olanı bir süre sonra koşmayı bırakıp parketmiş arabaların yan aynalarında  ve camlarında kendini imrenerek seyreder olmuştu. Üstelik otomobillerin kirlerini elleriyle  ve yırtık pırtık giysileriyle bir güzel silip geçiyordu.

“Köpecik gibi sürünme len. Kaç defa derim arabaların içlerine ırsız gibi bakmayasın diye. Koş len buraya. Burda beygir mi ossuruyor?”

O sırada küçük çocuk kamyonetin kapısını kurcalıyor ama kapı açılacak gibi durmuyordu, büyük olasılıkla kapı kolu içeriden çalışmıyordu. Kimbilir daha neleri çalışmıyordu da, yürümesi sanki mucize bir aracı seyrediyorduk. Küçük çocuğun arabadan ayrılmaması onun için daha iyi idi. Kamyonetten ayrılıp ta binaya doğru giderse kaybolması kesindi. Onun her hareketini göz ucuyla takip etmeye başladım. Arabamın çıkabilmesi için iki üç manevra yapmam gerektiğinden ağırdan alıyorum. Adamın gelmesini ve kamyoneti çekmesini bekliyorum.

Çocuklardan biri çöpü bırakıp arabaya döndü. Küçük çocuğun yanına tırmandı. Hava serinden öte soğuktu ama tüm çabalarına rağmen kapının camını kapatamadı. Biraz sonra en büyükleri elinde kağıt torbalarla yanlarına geldi. Elindekileri kamyonetin kasasına attıktan sonra o da ,tiş kakışla şoför mahalline girdi.

“Ulen oğlum şimdi veletlerden biri vites topuzuyla oynar da araç yerinden kayarsa, sen şamatayı gör!” dedi içimdeki fesat ses. “Olur mu olur. Benim kaportanın üstüne çıkar bu araba zombisi”. Bu aklıma gelmesiyle arabayı çalıştırıp gidebildiğim kadar geriye gitmem bir oldu. Arabayı çalıştırınca öne ve arkaya manevra yapmaya başladığım  sırada  kadınla adam yolun kenarında belirdiler ve yanlarında bir gariban ihtiyar adamı daha sürüklüyorlar gibiydiler. Adam bana el salladı bekle manasında. Biraz sonra benim pencerede, zayıf, esmer perişan  bir surat belirdi. Camı biraz indirdim. Pencereden giren hava soğukla beraber adamın ağır  kokusunu da içeriye getirdi.

“Beyağbicim kusura bakma seni (h)apsetmişiz be, bizim peder aniden kriz geçirince, cankurtaranın peşiden kaptırdık ama yetişemedik annadın mı? Affet bizi abicim, bulduğum ilk yere daldım, kusura kalma ” derken elini kalbinin üstüne koydu, başını eğip kenara çekildi.  Kadın kamyonetin kapısını açmış ihtiyar adamı içeri doğru bindirmeye çalışırken adam geriye devrilip kadının kucağına yığıldı. Şoför yanımızdan ayrılıp onlara doğru koştu. Ben de peşinden.

“Bu herif de gendini çuval gibi koyverdi. Beyba eyi misin?” Adam kadına çıkıştı:

“Çeneni dut be gulüm, sakinleş, relaks. (H)emen acile götürem tamam mı?”

“Temin urdan almadık mı be adamı?” Şoför yani kadının kocası, ihtiyarın oğlu, içinden doğru olduğunu kabul etti.  ihtiyar adam biraz sonra kendine gelip, toparlandı.

“Ulen oğlum beni çöplüğe götürün, ölürsem urda ölürüm, ta eyi.” Şoför parlak bir fikir bulmuş gibi:

“Acile gidince Korona oldu desek.. n’olur?.”

“Ulen adam sende kıça sürülecek akıl yok. . Anlamazlar mı diyon! Len adamlar karşıdan bakınca ateşini görüyo ya. Ou zaman ne dicen? Bırak ulen bırak... zerre akıl yook zerre!” İhtiyar yeniden mızıkladı.

“Len babaya yapılan mameleye bakın, çöplüğe dönelim, bi de burda fürüs astası olmayam, dayanamam valla” Küçük çocuk kapının açık kalmasından yararlanıp, kendini aşağıya attı ve doğruca biraz önce ağabeylerinin içine baktıkları çöp taşımalığına doğru koşarken omuzundan yakaladım, şaşırdı. Bağrış çağrış anası olacak şişman kadına  teslim ederken:

“Bakın siz bu arabanın önüne sığamaycaksınız, kasada gitmek de hem tehlikeli hem de hava soğuk kim olursa olsun hasta olur, ölür be ya.” Ailenin reisi şoför sırıttı, sigaradan sararmış dişleri göründü.

“Sen iç merak etme abicim, epsi alışkındır orda gitmeye. Kartonların arasında soğuk moğuk olmaz... Firüs çarpsın ki bi şey olmaz. Sen bi eyilik yaparsan eyer kim, biraz benzin için bi çıkma yap abicim. Alla razı olsun be. Firüs mürüs biz de bi şey bulamaz ki bize yanaşsın. Biz ekmeği de mikrobu da zor buluyoz.”

Koca hastanenin bahçesindeyiz. Virüsün harman olduğu yerde. Ağzımızda maskeler, kaderimize gülüyor muyuz, ağlıyor muyuz belli değil, ama konuşuyoruz.  İlk vakaların Çin de görüldüğü söylendi ama bana göre bunun benzeri virüsler her modern  şehrin çöplüklerinin içini yurt tutmuş olmalılar diye düşünürüm. Kabaran ve artan virüs nufüsu çıkan metan gazlarının yardımıyla kontrol ediliyordur. Arabamızın ön koltuğunda oturan karıma bakıyorum, ön camın parlamasından pek net değil ama gözlerinden ateş püskürdüğünü görebiliyordum, başımı çevirdim . İçimdeki ses bir an önce uzaklaşalım derken, beynimin bir köşesi bu acınası ailenin yardıma ihtiyacı var, diyor. Bana da bu fırsat çıktı, durma diyor da ne yapmalıyım? Fesat ses, onların başka bir dünyadan geldiğini anlatmaya çalıyor. Modern toplumun kurallarından biri hijyen denen aşırı temizlik.

“Şu insanlara bak ulan, suyu içme dışında kullanabildiklerini hayal bile edemiyorum. Elbette temiz olmaya çalışıyorlar ama nasıl? Çöplükte yaşamak nasıl bir duygu, orada çocuk olmak ve de istesen de istemesen de orada büyümek ne menem bir seydir? Daha önceleri Elmadağ’a kayağa çıkarken gördüklerimi gözümün önüne getirdim. Bizim gibi dağa çıkan herkes onları görüyorlardı. Çöplüğe yaklaşınca  önce insanı ağır bir yanık kokusu karşılıyor, sonra karton ve naylon örtülerden kurulu barakacıklar, rüzgâr uçurmasın diye taşlarla takviye edilmişler ama biraz kuvvetli esse  parçalayıp atacak onları. Burada mı barınıyor bu insanlar? Alim diyor ki, isminin Alim olduğunu sonradan öğrendiğim ailenin reisi ve o tombul kadının da kocası:

“Çöplük bizim işliyimiz, işleriz burda annadın mı abicim. Burda naylonları, plastikleri demirleri ayırırız hurdacılara satarız. Abimgillerle çevre yolu üstünde iki göz bir gecekondumuz oldu. İtiyarcık bir kadıncaaz vardı ev sayibesi. Allaam biliyor ya, elimize para geçtikçe verirdik be.  Geçenlerde yaratanına kavuştu. Fukaranın kimsecikleri yokmuş meyerse, ev bize kaldı be ya. Kış olunca, o zaman orda yaşarız be! Suyu elektriği yoktur ama sağlam bir damı var ileride bir köy çeşmesi de var. Allaadan taa ne isterim be... Kurban oldumun goca rabbim ne diyo? Gözleri dalgın başını bükerek, burada burnundan gelen bir ney sesi taklidi yapar gibi oldu. Hüseyni taksim.

“Mal sayibi, mülk sayibi.

Ani bunun ilk sayibi?

Mal da yalan mülk de yalan,

        Var biraz da sen oyalan, demiyo mu? ” Adamın kendini ifade şekli şaşırttı beni. Başımla tasdik ettim.

“Benim neme be ev sayibi olmak. Rabbim bana Alim dedi, dam isterdin işte dam. Var sen de orda oyalan, demiştir (h)erhal. Lakim yufka yürekli abim benim, eyer yalan diyorsam na şu ekmek gözümü kör etsin” diye anasının kucağındaki çocuğun elindeki ekmeği gösterirken.”Çocukluumdan beri gece karanlını ve yıldızları yorgan yapmazsak uyuyamayız biz illa. İşte bu körpecikler de şayittirler. (H)Ani güleşte göbee yıldız gördü derler a, bizde üleyiz” diye sırıttı maskesinin ardından kıkırdadığını görebildim.

“Abe Alim be yene çenen düştü aaa. Kafasını ütüledin, çok pardon beyamca, (h)uyudur bunun” diye karısı kamyonetin yanında kucağındaki çocuğu göbeğine oturtmuş, dinelirken seslendi. Lakin Alim ona da bana da aldırmadan devam etti.

“Gelmişken, abe dedim, şu firüs destini de yaptıralım dedim ama içeride imtiyan ediyolar ya, ne zaman imtiyan olsam çuvallarım ben be.  ”Sıranız gelmedi be” dediler.

“Bize de aynı şeyi dediler” diye başımı salladım.

“Bilir misin, aylardır gırtlaamdan papaz karası geçmedi, anzarotu anca büfelerde görür oldum, halimiz no’laccak belli değil, anasını satiim. Sen de bilirsin kardeşlik,  bizi (h)ep küçük gürürler. Ben küçükken böyleydi, büyüdüm de yine böyleyiz. Yani aşşalık bir durum... amaa  biz ha bu dünyanın ritmiyiz, neşesiyiz avazıyız...” Kadın oradan tekrar hatırlattı kocasına:

“Te aydi be, düş amcabeyin yakasından” diye bağırdı. Bu sefer sinirlenmişti.

“Te gelecem şimdi ora, özür diletecem cümle alemden haa.”

Bizimki alttan aldı. “Tamam be gülloşum, şurada iş konuşuyoz di mi..” Bana döndü:

“Beni ararsan bizim kayfe de bulursun, bir akşam şu firüs belası bitince, bir eğitim geçeriz, anzarotu senden salatalarla kılarineti benden, kopiller de darbuka dümbük eşlik ederler, yaparız işte bir fasıl be” dedi. Ardından  ciddileşti, burnunun üzerindeki kirli maskesinini düzeltti. “Alla(h) seni inandırsın, sekiz on aydır siftamız yoktur. (H)er türlü yeşil, açık yeşil, nefti gartımız var ama (h)erkes bize mesafelidir. Abicim, adımız hırsızdır, dilencidir. Biz dünya malına fazla değer vermeyiz. Bizde dünya malı dünyanındır, burda kalır. Bugün  senindir, yarın başkasının olur, derler.”

Bu kara derili zayıf adam konuşutuça ağzım açık dinliyorum. Bu adamı bir sınıfa koyun hayat üzerine lisans üstü hayat dersi versin bizlere. Bu günlerde çöpteki atılmış yemek artıklarına da yumulur olmuşlar.

“Para elimizin kiridir ama bugünlerde ellerimiz tertemizdir. Ortada dolaşan para yok bizde!” Gülerek bana döndü, yüzünde maskesi var, gözleri pırıl pırıl.  “Bizde bayat para bulunmaz abiciim, gelir ve gider.” Bir tarihte esansçı dayım vardı. Camekanda esans satardı, nedir bilirsin de mi? Çok kazanırdı, sipalileri ütüler öyle saklardı... na bu gözlerimle gördüydüm. Para meselesinden Oolu furdu onu, öldü gitti, oolu da apse girdi. Yengem olacak karı paraları cici babalarla yedi bitirdiydi be. Anacıma sordum, Te sor bakalım dayıcıma şimdi yanında sipalisi var mı, diye. Ekmek sovan yiye yiye biriken sipaliler n’oldu be? İnsan bu dünyaya yalnız ve çulsuz gelir, öylece de gider demi abiciim?” Kamyonete doğru baktı, herkes yerini almış sabırsızlanmaktaydılar.

“Geldim Gülloşum geldim” diye seslendi.

“Bu gördüün benim yuvamın gülleri, firüs mirüs uğramasın diye yaradanıma (h)ep dua ederim. Tek güvencem yaşadığım çöplük. Bizim urda firüs, mikrop falan barınamaz ama biz dayanıyoruz.

Benzin için söz verdiğim paraları kaputun üstüne koydum, bir kuş kadar seri kaptığı gibi sakalına sürdü peçesinin üstünden sonra koştu gitti.

“Yüreğine sağlık be kardeşlik!” diye bağırdı kamyonete vardığında.

Dağ kadar yoklukların arasında, atık tepeleri üstünde, sizler gibi, bizler gibi ama yarı aç, yarı tok yaşamaya çalışıyor  bu insanlar.  Çöp yığınları içinde bir yaşam felsefesi doğmuş, gelişmiş: Var olanla yetinmek ve paylaşmak, açıkca söylenmese de sevgiyle kenetlenmek. Giderken gelirken onları uzaktan görmüşlüğümüz vardı ama yan yana gelmemiştik daha önce. Virüs sayesinde biz onları tanıma fırsatını bulmuştuk, onlarsa bizi zaten tanıyorlardı.

 

Sadık Mercangöz  Bağlıca Ankara 18.12.2020 08:20

 

2 yorum:

  1. Çok güzel. Gene dolu dolu ve vurucu. Karşıtlıklar, günümüzün ek sıkıntıları, fiziksel çevrenin değişimi, şehir hastaneleri karmaşası... Hepsi var öyküde . Aksan da cabası ve çorbanın tuzu biberi. Çok yaşa Sadık. Eline sağlık.

    O

    YanıtlaSil
  2. Eline, aklına sağlık.
    Güzel, güncel, özgün bir hikaye olmuş.
    Sevgiler Aydın

    YanıtlaSil