ORFEYUS ARAF'TA
I. BÖLÜM
Adam uzunca sayılan bir yürüyüşten sonra, genişçe bir
tünelden geçip, sonunda ışığa kavuşmuştu ama gözlerini bir süre açamadı..
Alıştığında ise bir kıyamet kalabalığının ortasında kaldığını gördü. Işık
ta ne ışıktı doğrusu; sarımtırak boz bulanık bir yarı aydınlıktı, hiçbir şeyi
net göremiyordu. Zaten son yıllarda artan katarakt ile görüşü iyice
zayıflamışken o kaza vuku bulmuştu. “Keşke geçen hafta o randevuya gidip göz
ameliyatını halletseydim” diye içinden geçirdi. Aklına göz doktoru kadın geldi
lambır, lumbur. Ayağında plastik alçak topuklu terlikler, uzun ojeli tırnaklar
vs. midesi kalktı. “Boş ver” dedi, “Zaten burada da görülecek fazla bir şey yok”
diye mırıldandı kendi kendine. “Yine de iyi görüyorum, sayılır ”.
Tünelin karanlığından sonra burası son derece
parlak geldi ona. Bir kalabalıktı ki; dünyada iken böyle kalabalıklardan hep
oldu olası uzak dururdu ama şimdi burada ne yana dönse insancıklar vardı, sıvışacak bir yer yoktu. Sağı solu adeta insanlardan birer duvardı ve
birbirleriyle bir şey konuşmadan sadece homurdanarak onun geldiği tünelden
gelmeye devam ediyorlardı. Adam etraftakilerden uzun olduğu için kalabalıkların
üzerinden taa ufka kadar rahatça bakabiliyor ve görebiliyordu. Ufukta bulutlara
kadar yükselmiş, başı dumanlı bir karaltıyı gördü, ne olabilir diye düşündü. Bazı
şeylerin yeni yeni farkına varıyordu Adam. O kazayı, bir anda dünya değiştirdiğini, bir ışıksız tünelden
yürüyerek geçtiğini, böyle bir ucsuz bucaksız görünen ovada başkalarıyla
birlikte toplanmakta olduğunun yeni farkına varmıştı.
“İnsan bunun
böyle kalabalık olacağını düşünür de daha fazla banko açmaz mı? Hey Tanrım”
Arkasından gelmişti ses. Döndü baktı yaşlı kamburca bir adam elindeki bastona
sarılmış titreyerek ayakta zor duruyordu.
“Baba sen konuşuyorsun, öyle mi?
Herkes homurdanıyor sen ise konuşuyorsun” diye sordu ihtiyara Adam.
“Öyle oldu
evlât. Yetmiş dört sene konuşmadan el kol vücut hareketleriyle anlaşmıştım, ya
da anlaşamamıştım, öldüğüm saat dilim çözüldü vesselam. İkramiyeye bak!” dedi.
Yaşlı adam arkadakilerin baskısıyla Adamın burnunun dibine girdi biraz daha.
“Ben
Dimitri” dedi. “Santorini’denim, Greece”
“Ben de
Orfeyus” dedi bizimki. Yaşlı adam;
“Şu bizim
Orfeus[1]
mu yani?” diye sevindi ihtiyar. Adam omuzlarını silkti:
“Ben Havana’dan, Kuba”
“Ahaa, Tele” dedi ihtiyar.
“Ne yani sen Yunan'dan, ben Kuba’dan haa?” dedi Adam yüksek sesle.
“Telepati[3] ile arkadaş” diye sırıttı
ihtiyarcık. Bizimki “O ne lan?” dedi içinden. Kafası karmaşık iken “ağzını
açmadan anlaşmak yerine kullanılıyor herhalde” diye anlaşmaya vardı bizimki.
Zaten o kadar ani olmuştu ki kaza. Zaman pat diye kopmuş, almış başını gitmiş,
bizimkinden uzaklaşıvermişti. Kaza olmasaydı da ömrü biter miydi, bu
kısmını kimse bilemezdi.
Bizimki, gözleri pırıl pırıl bakan,
yanakları küçük gamzeli sevimli, boylu poslu yakışıklı sayılır bir adamdı.
Gençliğinde o derece hızlı yaşamıştı ki iki defa hapis yatıp iki defasında da
kaçmıştı. Kaçamadığı tek yer bu adaydı. Yaşamı bu adanın içinde geçmişti.
İçki, kadın, sigara ve hayatını heyecanlandıran, yaşama sevinci veren
kumar ve bahis. Ama her türlü bahis vardı bunun içinde. En uzağa tükürmekten, ya
da işemekten, Rus ruleti oynamaya kadar her türlü iddia ve bahse girmiş ve de
başarıyla çıkmıştı. Ayakkabı boyacılığından başlayıp, sünger avcılığına,
fabrikalar için sigar ve puro denemekten, Instituto de Salud del Estado[4] için ilaç geliştirmekte kobaylığa
kadar varan ne iş varsa bu adam tek, tek denemişti. Yazı, Tura atışmaktan
kılıç çekmeye kadar oynamadığı kumar da kalmamıştı Adamın. Öyle
uzun poker hikayeleri, ona göre değildi, ama zar atar, kılıç çeker, yazı tura
atışmaya deli olurdu. Güzel de trompet çalar ve düğün ve cenazelerde başı
çekerdi. Yaşamı bu adanın içinde geçmişti. Lakin giderek bu kadar sarsıntılı
hayatın etkisini de vücudu çekmeye başlamıştı. Giderek yavaşlamış, zayıflamış
ve elleri titrer gözleri de az görür olmuştu. Ama adam az gören gözlerine bir
gözlük almayı kendine yakıştıramamış, katarakt ameliyatından ise hep
kaçmıştı.. Son derece hareketli bir hayatı vardı ve böylece yaşamayı sürdürmeyi ve bitirmeyi umuyordu. Bu düşünceyle son bir kaç aydır basmış olduğu
son yaşını bile kabullenemiyordu. Bu arada mahalle
komşularına gönül rızalarıyla sarkmaya devam ediyorken, Hastaneye yeni gelen bir hemşireyle tanışmıştı ki bu trafik kazası kaza meydan geldi.
***
Adam mahşeri kalabalıkta etrafına merakla bakmaya devam ediyordu. Kalabalıkta biraz ileride sarı saçlı bir kafa fark etti. Aralarında “sadece bir
kaç yüz kişi olmalı” diye düşündü adam. O sırada ihtiyar adamın sesini
işitti yanından.
“Sırayı bozma” diye seslendi ihtiyar. Bizimki merakla baktı
yüzüne,
“Nerden çıkardın?” dedi kaşlarını çatarak. Tekrar başını kaldırıp
çevreye bakarken ne kadar çok altmışını, yetmişini geçkin kadın ve erkeklerle
çevrili olduğunu hayretle ve can sıkıntısıyla seyretti. Hepsi sarkmış, erimiş
vücutlarıyla zavallı bir manzara sergiliyorlardı. Tekrar gözü sarışına takıldı.
Ama yaşı anlaşılmıyordu buradan baktığında. Ona doğru hamle etti ve insan
denizinde kendine yol açarak dalgalanmanın da etkisiyle sarışının yanına vardı.
Bir anda geriye dönen kadınla burun buruna geldi. Genç sayılabilecek yaşta bir
kadın.
“Merhaba” dedi bizimki alışkanlıkla.
“Aaa siz konuşuyorsunuz” dedi kadın
gözleri parlayarak,
“Ben de Dimitri” dedi hemen arkasındaki yaşlı adam. Orfeyus
can sıkıntısıyla ihtiyara döndü;
“Babacım sen benim peşimi bıraksana”.
“Maalesef numara sırasına göre ben senin arkandayım,
ilahi adalet” derken alnını gösteriyordu Adama. İhtiyarın alnında mor bir dövme
numara belirmişti ve tam on üç haneden oluşmuştu.
“Nee! Nerden çıktı bu numara? Bende de var mı?” Kadın
buz gibi soğuk parmağıyla alnına dokundu Orfeyus’un. Endişeyle adamın yüzüne
baktı bir süre sonra geri dönüp sabırla beklemeye devam etti. Burada en bol şey
zamandı, saat durmuştu anlaşılan.
“Allah kahretsin, bu on üçlü rakam
bana uğur getirmez. Hayatım boyunca ben bu onüç uğursuzundan kaçtım. Burada da
buldu beni” dedi kendi kendine.
“Söyler misin kaç yazıyor padre Dimitri?”
İhtiyar adam Orfeyus’un alnındaki numaraları tek tek saydı. “3 445 643 534 993”
Orfeyus tek tek numaraları tekrarladı ve bu şimdi tam olarak üçe de bölünmez
dedi ve ihtiyara döndü;
“Var mısın, benim numaram seninkinden daha büyük” dedi.
İhtiyar güldü. “Biliyorum, hem de senden kısayım” dedi. “ Ayrıca sırada senden
de sonrayım. Demin o yüzden takip ettim ya seni” Orfeyus bu Belediye Otobüsü
misali sıkıştıkları yerde gene bir şey buldu bahis için. Dimitri’ye döndü
“Bu
hanımın numarası benden küçük. Var mısın bahse?” İhtiyar “Böyle bir bahiste
neyin üzerine oynayacağız?” Hiç birimizde oynayabileceğimiz benim
diyebileceğimiz bir şey yok üstümüzde.” “Senin bastonun var ya baba. Onun
üstüne bahse var mısın?”
“Benim mi? Yoo. Tünelin başında halime acıyan birileri
üzerime zimmetlediler, sonra geri vereceksin” dediler” dedi Dimitri. “Tünelin
başında ayrıca yüz binlerce protezler konmuş verilecekleri talihsizleri
bekliyorlardı. Fark etmedin mi?”
Tam o sırada bunların üstlerinde kara,
kara yağmur bulutları toplandı ve küçük şimşekler bunların yüzlerine
doğru şakladı ve ardında kısa bir sağanak boşaldı ki sadece bunlara geldi başka
kimseye değmedi o damlalar. Bu serin sular Orfeyus’u kendine getirdi. “Pardon”
dedi içinden. Kadın adama dönüp gülümsedi,
“Damlalar üstünüzde çok
güzel duruyor” dedi.
“Ne hoş! Çok güzel bir esmersiniz. Bu ışıkta seçememiştim”.
Orfeyus
kısaca “Ben adalıyım, Küba’dan” dedi.
“Ya, ben de adalıyım. Burgaz’dan”. Ufukta
kararan bulutları görünce seslerini kestiler. Orfeyus'un gözleri uzaktaki başı dumanlı karaltının ötelere açılan bir kapının yani Bab-ı Aliye takıldı. Başındaki bulutların içinde zaman zaman kararıp şimşekler çaktığını hatta yıldırımlar
düştüğünü dehşetle gördü.. "Bu iş ciddileşiyor” diye düşündü. “Nasıl
düştüm ben buraya, bu kadar sefilin arasına?” Kazayı düşündü Orfeyus. Akşam
koyu siyahtı, öyle ki elektrik direklerinin lambaları sadece kendilerini
aydınlatıyordu. Burnunda kalan son koku Okyanusun sıcak yapışkan yosun
kokusu, bir far yerine iki fardı en son gördüğü ve “Bu yanlış oldu
galiba” idi en son hatırladığı cümle.
***
Plaj yolunda belediye otobüsü son seferini yapıp
depoya dönerken yolun ortasına atlayıp tam ortada duran bir manyağı son anda
gördü şoför. Fren yaptı ama o kadar!
Belediyenin tasarruf tedbirlerine takılmıştı yeni fren balatası isteği. Hepsi
bu! Şoför frenden sonra adamın havada uçtuğunu görmüş ve düştüğü yerde başını
taşa çarpmışmış. Kaldırımda bekleyenlerle beraber yanına gittiğinde adamın ruhunun
çoktan göğe yükselmiş olduğunu gördüğünü gelen polise anlattı. Polis de
bıkkınlık içinde şoföre döndü, elektrik direği aydınlığında sarma sigarasından
içine çektiği dumanı yüzüne doğru üfledi:
“Ulan böyle hızlı gidilir mi? Bir ‘hafifçe vurarak
adamı yaralamak var, bir de böyle adam öldürmek.”
“Beyefendi ben yirmi üç yıldır Belediye de şoförlük yaparım,
hiç de böyle bir kazaya karışmadım. Size tekrar söylüyorum ki bu adam
ya da manyak her neyse, kendini otobüsün önüne kasten attı. Kutsal anamız
üzerine yemin ederim. Bizim araçlar tırdan bozmadır ve yerinde ve zamanında
durması her seferinde mucizedir, ama ben elimden geleni yaptım. İşte bunlara da
sorunuz memur bey” diye kaldırımda elektrik direği civarında bekleşenleri
gösterdi. Polis göbeğine kadar açık gömleğinin cebinden adamın üzerinden aldığı
kimliği şoförün yüzüne doğru salladı, “Bu ne biliyor musun?” Ses yok. “Bu kart
Küba Devlet Üniversitesinden alınmış, bu adamın farmakoloji dalında gönüllü
denek olduğunu ve son hafta içinde bilmem ne ilacının üzerinde denendiği
yazılı. Bu ilaç da adamda aşırı hareketlilik ve de güven etkisi yarattığını
söylüyor, özetle sen alelade bir insanı değil, devlet malı bir kobayı öldürdün,
oğlum” dedi ve kartı cebine koydu, tekrar cesedin başına döndü.
O sırada elektrik direği altında bekleşenlerden biri
alçak bir sesle; “Polis bey.. şey... bu adam Orfeyus’dur. Hani şu efsanedeki
adam.” Polis gene bıkkın ama bu sefer biraz daha ilgiyle bekleyenlere yanaştı.
”Kim söylüyor bunları?” dedi. “Ben José Marujani. İşte bu, O Orfeyus. Havana’da
herkes tanır, kendinin ölümsüz olduğuna inanırdı”
“Yani adam manyak” dedi polis memuru
falan filan. José başını salladı:
“Başka nasıl izah edilir, bilmiyorum. Bizlerle
bu gece bahse girmişti, ‘bana motosiklet çarpsa bir şey olmaz’ diye iddiaya
girmiş idi. Plaj bölgesinde gece saat 2 den sonra trafik boş olur diye burayı
ayarlamıştık.”
Adam bekleyenlerin arasında birini
aradı ve işaret etti. “Bu da Miguel motosikleti bu kullanacak ve bu salağa
hafifçe çarpacaktı. Ama bu salak gözleri zayıf olduğundan motor yerine
koca otobüsün farlarının önüne çıktı. Üstelik ısrarımıza rağmen başına kask
almadan” diye anlatırken, elindeki eski bir kaskı sallıyordu polise doğru.
“Şimdi vaziyet değişti” dedi polis
memuru falan filan. Şoför de umutlandı. “Hepinizi toplayıp götürmem lazım, bu
sohbeti bizim karakolda tamamlarız.”
O sırada Orfeyus nasıl olduğunu
anlayamadan kendini kalabalığın en önünde, beyaz uzun bir masanın karşısında
buldu. Masanın arkasında apartman büyüklüğünde sancaklar ve flamalar dizi dizi
dizilmiş vaziyette duruyor altında ve gölgesinde kalabalık guruplar
bekleşiyorlardı. Arkasından gelen Dimitri bu sancaklara şaşkınlıkla bakan
Orfeyus’a sufle verdi. “Evlât, her dinin başları, evliya ve azizleri
sancaklarını açacaklar ve de kendi yoldaşlarını, inananlarını bir sancak
altında toparlayıp, taksiratlarının affı için şefaat dileyecekler”.
Orfeyus ciddiyetle dinledi bunları. Acele karar vermesi gerekiyordu ama
bilemedi nereye ait olduğunu.
“Ulan ben hangisine dahilim acaba?
Biz de aziz olarak Che’den başkası yok” dedi içinden ama herkes duydu...
”O da açsa, açsa Küba bayrağı açardı
burada.” Bakındı kaldı Adam. “Ona karşı da ABD kendi bayrağını açardı, hadi al
sana kavga”
"Padre Dimitri sen seçtin mi hangi
bayrak altında olacağını?” diye seslendi ihtiyara.
“Ben Hristiyanın. Onun sancağı
altına girerim derken, ama şimdi nah girerim, diyorum” diyerek, malum işareti
yapıverdi peştamalın altından. ”Ya hû burada da türlü, çeşitli sancaklar var.
Ortodox, Ermeni, Katolik, Süryani, Kaldani, Gürcü, Protestan, Mormon, Kalvenist
bir sürü kilisenin bayrağı var. Hadi git de altına gir, millet bir birine
girsin” derken babanın başına aniden bir sağanak yağdı. Dimitri içinden
“estağfurullah, sadece el alışkanlığı” dedi. Sakince yağmurun dinmesini
bekledi. O kadar şiddetli yağdı ki altındaki peştamal sıyrıldı gitti. Anadan
doğma kalıverdi. Aynı anda etrafındakiler hayret ve hayranlıkla ıslık çaldılar.
Orfeyus dönüp dedeye şaşkınlıkla baktıktan sonra “Padre neden saklandığını
anlayamadım” dedi.
“El alem mahcup olmasın diye oğlum”
dedi yerden peştamalını alıp tekrar sarınırken. O sırada Orfeyus masaya
çağrıldı, Dimitri'yle beraber yanaştılar. Masanın başındaki meleklerin yüzleri
birbirlerinden farksız görünüyorlar ve kanatları da olmadığı halde
masanın arkasında havada süzülerek hareket ediyorlar gibi geldi
Orfeyus’a.
“Bizimkilerin havada uçan meleklere
kanat çizmeleri haybeye imiş” dedi Papa Dimitri. Orfeyus; “Öyle mi yaparlardı?”
diye mırıldandı birden hatırlayamadı.
Beyaz, bembeyaz, uzun, upuzun
masanın ta öbür başına da sarışın kadın yanaştı. Orfeyus’un gözleri bir anda
onu buldu. Eliyle baş parmağını kaldırıp her şey yolunda işareti yaptı. Ama
kadının yüzündeki endişe buradan okunuyordu, değişmedi. “Benim trompet burada
olsaydı bak neler olurdu neler”, dedi içinden ve o anda bir trompet peydahlandı
ellerinde. Orfeyus sevinçle üfledi içine. Birden “el silencio” nağmeleri
borunun içinden çıkıp buradan kilometrelerce uzaklara kadar uzandı gitti.
Herkes sus pus olup bu kalbe dokunan notaları içlerine çektiler, gözler
nemlendi, meleklerin göz yaşları sel oldu aktı masanın üstüne, üstü
oldu sırılsıklam dediler. Sustuğunda insanlar bir süre nefessiz kaldılar.
Birden Orfeyus kendi bestesi, gelin karşılama ve kına yakma havalarına
başlayınca ovanın her yanında peydahlanan enstrümanların da katkılarıyla olay
konsere ve nerede olduğunu unutup kendilerini ritme kaptıranların sayesinde
de Çigan karnavalına döndü her taraf, insancıklar yoruluncaya kadar
sürdü bu hareket...
Müzik sustuğunda insancıklar
endişeden uzak güvenleri artmış halde sorgu masalarına gelmeye başladılar.
“Bahse girerim, bu insanların yarıdan daha fazlası sınıflarını geçmişlerdir”
dedi içinden. Karşısındaki melek “Hoop” dedi "O kadar emin olma”. “Var mısın
bahse?” Orfeyus serçe parmağını kanca yapıp uzatırken, nazik melek de aynı
hareketi yapınca, başlarından aşağı sağanağı yediler, her üçü de. Dimitri neden
olduğunu anlamadı ama hep beraber bir “estağfurullah tövbe” çektiler.
Orfeyus yaptıklarını anlatmaya
başlamıştı ki çenesine hakim olamayıp hep doğruları söyler olmuştu: “Ben itiraf
ediyorum ki hayatım boyunca hep birilerine yalan söyledim, yasak olan her
türlü pisliği yaptım. İlk sefer yedi yaşımdayken evden tütün aşırıp sigara
içtim babamın rom ve sarma sigarlarını çalıp mahalledeki fırlamalarla beraber
sarhoş oluncaya kadar içtim, kalanları sattım. On yaşımdayken annemin
kumbarasından aşırdığım paralarla barbut oynar kılıç çeker olmuştum.
On beşimde komşunun kızını ayartmıştım. Sevgili olduk bir süre ama sonunda
o başkasıyla evlendi, evlendiği gece yine beraberdik. Marihuana kullanmaya da o
yaşlarda başladım, hırsızlık dolandırıcılık benim olağan işlerimdendi.
Mahalledeki evli kadınlarla ilişkilerim oldu. En son Papazın karısını,
kızını sinemaya götürmüştüm diye hatırlıyorum” dedi ve sustu. “Bundan da hicap
duyuyorum, pişmanım” derken sesi kısıldı. Dimitri yanından “yuh ulan,
affedersiniz” diye bağırdı. “Daha ne günah kalmış geriye yapabileceğin?” diye
atıldı..
“Var ama.. boş ver. Ömrüm yetmedi,
belki o otobüs kendiliğinden orada peyda olmadı. Planlanmış bir kaza idi”.
Orfeyus derinden bir iç çekti, elinde tuttuğu trompeti masanın üzerine bıraktı.
Trompet yavaşça masanın içine gömülerek ortadan kayboldu.
Melek Papa Dimitri’ye döndü, “Sen bu adamın arkadaşı
mısın?” diye sorunca, Dimitri heyecanla, “Yoo, yoo. Burada tanıştık” dedi.
“Farklı ülkelerdeniz, ben dünyada iken 74 sene konuşamadım, hiçbir dileğimi ve
isteğimi gereği gibi çevremdekilere, kadınlara, erkeklere hiç kimseye
anlatamadım. Şimdi dilim çözüldü” diye içini çekti. “Bunda da bir hikmet olmalı”
dedi. Melek sakin, sakin; “Dosyanızı görüyorum tertemiz. Hiç bir kötülük
yazılmamış, ibadetlerinizi aksatmamışsınız, kadına kıza sarkmamışsınız. Eveet,
dosyanız o kadar parlak ki okumakta güçlük çekiyorum. Görüyorum siz kumar da
oynamamış ve son derece ahlâklı bir yaşam sürmüşsünüz” dedikçe Dimitri’nin
memnuniyetten ağzı kulaklarına varıyordu.
“Şimdi size iki beyaz tüy vereceğim. Yoo, kaz tüyü
değil. Siz bu tüyleri birbirine sürtünce sesi duyan bir küheylan gelecek sizi
alıp size ayrılmış özel dairenize götürecek, orada tek başınıza kalacaksınız kıyamete
kadar” diye melek ihtiyara açıkladı. Dimitri “Ee bu kadar ibadetin de bir
karşılığı olmalı” dedi içinden.
“Burası sadece Araf yani inananlarla inanmayanların
ayrıldıkları bekleme yeri” diye açıkladı melek. Orfeyus gelen küheylanı
görünce: “Ben bu atı bir yerden tanıyorum. Amma... bu benim için altılıda şike
yapan beygir değil mi? Evet O.” Meleğe döndü; “Onun ne işi var burada” diye
sordu. Melek sakince:
“Günahsız hizmetçi kadrolarında açık var, arada
böyleleri özel izinle görevlendiriliyorlar, hatırlarsanız geçen sene son hileli
yarışta ayağını kırınca iğneyle uyutmuşlardı, bu zavallıyı.”
İhtiyar küheylanı görünce bir hoşça kalın bile demeden
devrile, yamula uçarcasına yanına koştu atın. Bastonu atıp, zorlana,
morlana ata tırmandı ve sürdü gitti. Orfeyus içini çekerek baktı
arkalarından.
“Sizin dosya biraz karışık, bekleyeceksiniz” dedi
melek yine telepati yoluyla.
Orfeyus ilk defa endişe duydu. Gergin bir
şekilde gülümsemeye çalıştı. Sabırsızlıkla sağa döndü, sola döndü, sağ ayağına
yüklendi olmadı bir süre sonra sol ayağına abandı. “Zaman yok ki aksın” diye
düşündü Orfeyus. Biraz sonra Melek Orfeyus’a “Ooo, dosyanızı görüyorum
bayım, karanlıklardan aydınlığa doğru geliyor” dedi sonra yüzüne bir memnuniyet
ifadesi yayıldı. "İnanılmaz bir şey, siz elinizde olanları hep
başkalarıyla paylaşmışsınız, bu... bu en makbul şey, hakkınızda şikayet yok. Yaptığınız diğer
şeyler sizi ve organizmanızı ilgilendiriyor. Baş başa kalınca siz size
konuşursunuz. Son karar adalet günündedir” dedi ve durdu, “Şimdi şu takımla
beraber geçici kalacağınız koğuşlara gideceksiniz. Cinsiyet ayrımı olmaksızın
bir arada kalacaksınız” diye bitirdi sözlerini, yine telepatik yolla, ağzını
açmadan.
Orfeyus ebedi kalacaklarını sandığı Bab-ı Aliye döndü,
başını bulutlara doğru kaldırdı, başı döndü. Bir ara geriye diğer insancıklara
doğru baktı, ucu bucağı belirsiz ova daha bir aydınlanmış gibi geldi ona.
.
Gözü sarışın kadında aklı başka yerde bir süre daha
bekledi. O da dosyasının bitirilmesini bekliyordu diğer tarafta. İçinden ne
geçirdiyse, bulutlar başının üstünde toparlanıp bir sağanak daha boşalttılar
üzerine. Orfeyus “Pardon” dedi içinden. Sağanak sırasında birlikte
gideceği takım toparlanmış yola çıkmaya hazır hale gelmişti. Orfeyus O
kadının da dahil olduğu gruba katılmak üzere hızlandı, bunları almaya beyaz bir
küheylan gelmeyecekti ama saftirik bir güvercin yol gösterecekti yayan yürüyen
bu takıma...
“Ya hu, ben bu güvercini tanıyorum, bu benim yıllar
evvel beslediğim taklacım değil mi?” diye kendi kendine sordu. “Heey La
Paloma Blanca. Give me a kiss” ellerini havaya kaldırdı Orfeyus ve o sırada
elinde trompeti beliriverdi.
Biraz sonra trompetten "Bessame
mucho" melodisi yükselmeye başladı önce hafiften sonra yer gök inliyordu,
ufukta küçülen Orfeyus ve kafilesinin ardından...
I. Bölümün sonu...
el
silencio Video seyretmek ve dinlemek için
tıklayınız...
[3] “uzak” anlamına gelen tele (τηλε) sözcüğü ile “etkilenme, tesir
almış olma, hissetme” anlamlarına gelen patheia (πάθεια) sözcüğünün
birleştirilmesiyle elde edilmiş olup önceden kullanılan “düşünce aktarımı” teriminin
yerini almak üzere SPR'nin kurucularından Fredric W. H. Myers tarafından
1882'de ortaya atılmıştır. Birçok Doğu Bloğu ülkesinde telepati yerine "bio
enformasyon" terimi kullanılmıştır.
II.
Bölüm
Adam
takımın içinde kendini yalnız hissetti. Kalabalıktı ama yine de yalnızdı. Canı
sıkıldı. Güneş tepede parlamaya ve yakmaya başladı enselerini, etrafında yüzler
karanlık, düşünceli, sıkkın. Kiminde bir parça kefen var kiminde o da yok.
Pejmürde perişan. Kara derisi güneşten fazla etkilenmiyordu ama yüreği ilk defa
bu kadar daralıyordu, geldiğinden bu tarafa. Döndü sarışın kadına bakmaya
çalıştı ama ilk hamlede göremedi. Arandı tarandı yine göremedi. "Hadi
ama!” Yine de göremedi. “Hay Tanrım yanlış grupta mıyım?” Başını yukarı
kaldırdı, güneş gözlerine doldu hemen. “Şu anda bir Ray Ban olsaydı gözümde,
her yere rahatça bakardım. Bütün insanlar bu günü bekliyor ama ne görüyoruz,
hemen hemen hiç” diye mırıldandı, “Eski Ahit, yeni Ahit anlatır da anlatır,
şimdiye kadar ne gördük, daha da görür müyüz? Öyle mi mama?” O sırada beyaz bir
güvercin başlarının üzerine daldı ve Adamın tepesindeki saçlara değecek kadar
alçaldı. Ona bile takılmak içinden gelmiyordu ama gerilerden müzik duyulmaya
devam ediyordu.
Ufukta kara
kanatları kapalı başı bulutlu, Bab-ı Ali ısınan havadan olmalı
dalgalanıyordu, hafif hafif. Net değildi, ama bulanık da değildi gördüğü
kapılar. Baktıkça gördüklerini anlıyor gibi oluyor ama daha anında unutuyordu.
“Anlamam için görmem lazımmış, unutmam için görmemem. Peki sonra
anlatabilmem için ne yapmalıyım? “ diye içini çekti Adam, “Gelecek var mı ki!?”
Beyaz güvercin yine daldı üstlerine. Yine derinden gelen sesleri duydu Orfeyus.
Onun müzik olduğunu bildi, kapının kapı olduğunu bildiği gibi. Bu yeknesaklık
içinde varlıkların varlığını, ayırt etmeyi, rengi, sayıyı hatırlayamamaya
başladı.
“Hey
Adalı ben de adalıyım, hatırladın mı beni?” gayet alışık bir ifadeyle konuştu;
“Nasıl gidiyor yürüyüş?” Bunu sanki parkta bir akşam üstü yürüyüştelermiş gibi
rahat söyledi. Kadın tasmasının ucundaki köpeği gösterir gibi yaptı: “Ben onu
değil o beni gezdiriyor sanki” dedi. Adam yani Orfeyus kadının işaret ettiği
yere baktı, perişan bir bez parçasının arasından görünen sivilceli bir kıçtan
başka bir şey göremedi.
“Buraya
köpeklerin girmesi yasak demişlerdi bana!” diye yüksek sesle bağırdı. Kadın yüz
hatlarını gerdirerek güler gibi yaptı, önündeki kıçı gösterdi. Orfeyus sustu,
ne diyebilirdi ki..
“Sen
nereden geliyorsun ve nereye gittiğini sanıyorsun bayım?” Orfeyus kadının
yüzüne bakmaya çalıştı..
“Bahse
girerim ölü değil uykuda olduğunuzu sanıyorsunuz. Öyle mi?” Orfeyus sessizce
durmaya devam etti. "Bakınız, etrafınıza bakınız. Herkes size yarın
uykudan uyanacak gibi mi geliyor? Bir hayatın muhasebesini vermeye gidiyoruz.”
Şaşkınlıktan çabuk kurtulan, adam sırıttı pişkin pişkin. “Bahse girerim siz
zaten buna hazırsınız.” Durdu cevap vermesini bekledi. Yüzüne baktı, solgun
yüzünü ilk defa bu kadar yakından görüyordu.. Acınacak kadar soluk teninde,
pütür, pütür bir görünüş gözlerinin etrafında koyu kırmızı halkalar, fersiz
bakışlar gördü..
Adam
dayanamadı daha fazla bakmaya, gözlerini kaçırdı. “Benim kendi halim nasıl
acaba?” diye aklına geldi. “Nasıl görebilirim?” Kadına döndü. “Bana bakar mısınız?”
Yürümeye ara vermeden kadın başını yerden kaldırıp adama döndü. Adam durdurdu
onu, gözlerine bakmaya çalıştı kadının. Göz bebeklerinde ışıklar içinden biri
bakıyordu. Gördüğü adam onu ürpertti. Korkunç biri bakıyor gibi geldi. Kadın
sarsak adımlarla yürümeye devam etti. “Kazadan olmalı” dedi.” Arkasından
açıklama gereği duydu; “Ben trafik kazası geçirdim, otobüs çarptı bana, son
hatırladığım hızla gelen sarımtırak farlar, “yanlış oldu” dediğimi hatırlıyorum
ama neyi yanlış yaptığımı hatırlayamıyorum.” dedi zayıf bir sesle sanki
etraftan duyulmasını istemezmiş gibi. Kadın “Bu durumda ne diyebilirim” diye
düşündü bir süre. “Ya? Öyleyse geçmiş olsun” dedi ama anında söylediği sözlerin
saçmalığını anladı. Orfeyus, uzun bir zaman güldü bu sözlere.
Orfeyus’un
gülmekten gözlerinden yaş geldi. Bunlar biraz sonra başlayacak ağlama
sağanağının habercileriydi. Gülerken, gülerken ağlamak bu olmalıydı. Kadın da
gözlerini ona çevirdi, esmer adamın içten içten ağlayışına şahit oluyordu.
Üstlerinde bir karartı peydahlandı aniden ve gök boşaldı birden. Adeta kırbaç
gibi inen damlalar, sicim olup başlarından omuzlarına, oradan göğüslerine ve
oradan ayaklarına iniyorlardı. Her ikisinin içinde düğüm, düğüm kaskatı olan
duyguları bu sularla birlikte eriyip gittiğini hissettiler Akıllı
damlalar sadece bunlara yapışmışlar, başka kimseye dokunmuyorlar kimseleri
ıslatmıyorlardı. Ne kadar sürdü hiçbir fikirleri yoktu. Başladığı gibi bitti
birden. İkisi de hafiflemiş hissetiler kendilerini. İkisi de son günün sonunu
hatırlamıyorlar, halâ yaşadıkları anı bitmek bilmeyen son yirmi dördün devamı
sanıyorlardı.
“Nasıl
bitecek diye beklerken” diye ağzını açmadan konuşmaya başladı kadın. “Hastane
de tam altı ay geçti. Her yanımda serum ve elektrotlar takılıyken; her saniye
tekleyen kalbinin sesini, 'işte şimdi, galiba bu son' diyerekten kalp
atışlarını duya duya yaşamanın, ya da yaşayamamanın kahrediciliği, yarım kalan
her şeyin özlemiyle sadece kendini dinleyerek beklemenin çaresizliği ve
ziyarete gelenlerin acıyan bakışları karşısında yük olduğunu bilmenin utancı ölümden
beter oluyordu. Her yirmi dört saatte bitsin artık diye dua ederken bir yanım;
öte yanım hele biraz daha uzasa, diye bir umut beklentisi içindeydi. Daha
da uzardı hayatım belki ben sabretseydim ama.. ağrıdan ve ilaçların
hücrelerinizde yarattığı sızıdan...” yutkundu, daha anlatacaktı kadın ama onun
üzüldüğünü gören Orfeyus başlamasına fırsat vermeden, söze balıklama daldı.
”Ben senin kadar tahammüllü değildim, kaldırıma doğru uçtum ve düştüğüm o
yerde anında teslim oldum galiba” dedi ve gülümsedi. Kafile biraz daha kapıya
yanaşmıştı. Beyaz güvercinler bir daha adamın saçlarına daldı. “Ona bunu ben
öğretmiştim benimle yaşarken” dedi. “Her akşam üstü evin terasından kalkarlar
eşiyle, göğe yükselirler, giderler kendinden geçene kadar taklalar atar sonra
kendini bir taş gibi başımın üstüne, saçlarımın arasına bırakırlardı.” Başını
kaldırıp kuşu takip etmek istedi, ama parlak gök gözlerini kamaştırdı. “Sonra
yollarımız ayrıldı, o buraya geldi, bense orada kaldım” dedi Orfeyus.
Yerden
bir sis yükselmeye başladı ağır, ağır. Sarımtırak ama yer yer pembemsi bir sis.
Yürüyenlerin ayakları görünmez oldu başlangıçta. İnsanlar kendilerini
bulutların üzerinde yürüyor sandılar tüy kadar hafif. Bu sisle beraber
insancıklar üzerlerindeki gam yükünün de artmaya başladığını
hissettiler yavaş yavaş. Kapıya yaklaştıkça herkesin yükleri taşınamayacak
kadar ağırlaştı. Orfeyus terler içindeyken, kadının başı hafif dik,
rahat yürüyüşü Adamın aklına takılı kaldı. "Nasıl başarıyor bunu?”
Orfeyus
başını kaldırıp kapıya doğru baktı, önce ne olduğunu kavrayamadı, kapı
kanatlarını göremedi. O koca kapının, o ulu kapının kanatları yoktu ya da
açılmış olabilirdi. Ama gerisi koyu gece mavisi ile siyah arasında değişen bir
renkteydi. Adam gözlerni oğuşturdu bir kaç defa, “Yoo, kapının gerisinde gece
var diye mırıldandı. Etrafına baktı kimseler kapıya bakmıyor, istinasız herkes,
yaşlısı genci, dualar mırıldanıyorlarken oluşan uğultu, homurdanmaya dönüyor
gibi geldi Adama.
İçi
bulandı, bunca insanın iki yüzlü davranışı karşısında. Oldum olası bu türlü iki
yüzlü davranışları olmamıştı. Tanrının da bunları bağışlamayacağını düşünürdü
hep. Zaman zaman gerçekleri kendi lehine kullanmak için bilmezden geldiği ya da
gerçeği sakladığı zamanlar olmuş olduğunu, bunu saklamak için küçük, minicik
yalanlar söylediğini itraf ediyordu içinden. Derken üstünde bir gürültülü
sağnak patladı ve serin suları başından aşağı yemeğe başladığında
“Affedersiniz Tanrım, pardon” dedi yine içinden ama herkes duydu. “Doğru,
itiraf etmeliyim ki, ben yalanlar söylerdim. İnsanları kandırırdım, ama... Ama
bunu başkasının üstüne atmazdım. Senin de bunu anlaman lazım değil mi yüce
Tanrım. Hayat gerçekten çok zor, yaşayabilmek, daha iyi yaşayabilmek için
başkalarının hakkını yemek gerekiyordu. Bilirsin, bizlerin ne kadar bencilce
hareket ettiğimizi, her zaman “önce ben” dediğimizi. Bir gök gürültüsü ve bir
sağanak daha.. “Pardon, saygısızlık yapmak istemedim” dedi Orfeyus. Yanındaki
bayandan utandı bir anda. Kadın dönmüş ona bakıyordu. Sular esmer omuzlarından
aşağı iplik, iplik akarken. Gülümsediğini sezdi Orfeyus. “İçimden geçirdiğim
her şeyi siz duydunuz mu?” diye sordu kadına. Kadın başını salladı.
“Ama
bu haksızlık” dedi Orfeyus “ama bu harbiden haksızlık. Ben diğerlerinin
söylediklerini duymazken, benim söylediklerimi onların duymasının haksızlık
olduğunu sanıyorum, yüce Tanrım. Sizce de öyle değil mi?” Tekrar gök gürültüsü
başladı. Orfeyus elini yukarı kaldırıp "Hoop ama durun” dedi. “Ben bunu
kabul etmiyorum” der demez gök gürültüsü yarım kaldı. Kara bulutlar dağılmadı
ama gök gürültüsü yarım kaldı, sustu. Orfeyus “Beni anladılar, bana yapılanın
adil olmadığını anladılar” derken; şiddetli bir gök gürlemesi patladı
yukarıda, kulaklar bir an için sağırlaştı, etraftaki insancıklar oldukları
yerde sindiler. Dua sesleri daha da yükseldi. Adam daha bir korktu ama geri
çekilemedi.
”Yüce
Tanrım sizce de haksızlık değil mi?” diye özür dilercesine mırıldandı.
Kadın
sindiği yerden birden ayağa dikildi, gözlerini Adama dikti: “sen nasıl böyle
bir şeyi söylersin be zavallı adam?” dedi Adama, gözleri çakmak çakmak
bakıyordu ve adamın içine işliyordu bakışları. Orfeyus önünde, nerdeyse çırıl
çıplak dikilen, bu sinirli, gergin kadın vücuduna şöyle bir baktı.
“Benim
düşündüklerimi duyan sendin değil mi? Ben neden senin düşündüklerimi
duymuyorum?” Yutkundu; “İlahi adalet dediğimiz şey bu mu oluyor şimdi?” Orfeyus
adeta sızlandı. Kadının ölmeden önce de güzel olduğu söylenebilirdi, “Halen de
öyle” diye içinden geçirdi Orfeyus, sonra duyacaklarından korkarak sustu. Kadın
gözlerini iri iri açarak baktı bir süre; “Bak gördün mü bu son söylediklerini
kimse duymadı” dedi: “Benden başka” Hayretle baktı adama yeniden, “Mikrofonunu
açmazsan kimse seni duymaz” diyecekti ki: “Ağzını açarak konuşmazsan kimse seni
duyamaz be adam” dedi kadın.
Orfeyus
“Aman Tanrım, beni bağışla, benim aklım bu kadar, biliyorsun. Sizden de bayan
özür dilerim” diye yüksek sesle söylendi. Yukarı döndü baktı, bulut, mulut
kalmamıştı, başının üstünde Ama gökyüzü uçuk bir menekşeye dönmüş
olduğunu fark etti ve güneşlerin o kadar tesiri kalmadığını da hissetti
omuzlarında. Yerdeki sis neredeyse dizlerine gelmişti insancıkların. Bu gidişle
daha da yükselecek ve boylarını geçecekti. Sis bütün ovaya yayılmış gibi geldi
adama. Önlerinde koca kapı bütün haşmetiyle yükseliyordu, kanatları ardına
kadar açık. Sis ona kadar geliyordu.. Bulundukları kısım ne kadar aydınlıksa
kapının arkası da o derece karanlık görünüyordu Orfeyus’a. Dikkatle bakmasına
rağmen kapının arkasını seçemiyordu. Kadına döndü ama kadının çoktan başını öne
eğmiş sisin içinde bata çıka adımlarını atarak ilerlediğini gördü. “Ne
kadar asil bir duruşu var” diye içinden geçirdi. Orfeyus “duyabilir” dedi ama
aldırmadı. “Duysun” der gibi omuzlarını silkti. Demin onun gözlerinde kendi
hayalini gördüğünde korktuğu geldi aklına. Kafasının sol yanı ve burnu
kafasının içine doğru göçmüş ve gözünün biri, dayak yemiş boksörler de olduğu
gibi kapakları şişmiş ve gözü kapanmış olduğunu da hatırladı Adam.
“Bu
halde ben bile kendi görünüşümden ürkmüştüm, O ise doğrudan yüzüme bakabilme
cesaret ve olgunluğunu gösteriyor” dedi. "Duyacak lan... Duysun!”
dedi kendi kendine.
Etraftaki
insancıkların arada sırada kendine merakla baktıklarını yakaladı Orfeyus. “Ne
var?” derken omuzlarını silkti. Ellerini ağır ağır göge doğru adeta ağaçtan bir
şey toplayacakmış gibi kaldırdı.ıslık çalmak istedi ama kurumuş dudaklarından
bir zayıf tıslama çıkabildi. Havada grubun üzerinde uçan beyaz güvercinlerden
biri hızla ellerine doğru daldı adamın. Eline konan güvercini sevgiyle
gagasından öptü ve gözlerine bakarak konuştu Orfeyus; “Benim gelin kızım, seni
çoktandır görmemiştim, özlemişim. Nasılsın? İyi görünüyorsun, buralar bambaşka
yerler iyi olman doğal olmalı”. Boynuna dikkatle tekrar, tekrar baktı Orfeyus.
Bembeyaz tüylerin arasında boynunu boydan boya çeviren kan pıhtısının kararmış
kırmızısını gördü ve yüreği sızladı bir anda, parmağıyla boynundaki tüylerini
sıvazladı. Gözleri nemlendi adamın. Yanındaki kadın ona sezdirmeden, göz ucuyla
güvercine bakarken sakin sakin yürümeye devam ediyordu. Adam gözleri iyice
yaşarmiş bir halde; “Affet beni. Lütfen affet" diye mırıldandı.
Burnunu çekti. Silecek bir şeyler aradı. Boşuna. Eliyle kuruladı, olduğu kadar.
Elindeki kuş kafasını sağa sola eğerek doğrudan Orfeyus’a bakarak en ufak hareketini
takip ediyordu. Bir ara adamın gözlerini yakaladı, oradan taa yüreğinin içine
kadar indi bakışları kuşun. Orfeyus ne yapacağını bilmez bir halde, sağa sola
kaçırdı bakışlarını, o sırada kuşun kalbinin atışlarını kulaklarında duyar gibi
oldu. Halbuki elinde tuttuğu kuşun yüreği atmıyordu. Hiç ama hiç atmıyordu.
Bembeyaz bir güvercin. Boynunda koyu kırmızıdan bir halka ona ayrı bir güzellik
katıyordu. Gururla başını kaldırdı kuş. Adamın avucundan hamle yapmak isterken,
Orfeyus,. “Sana ıslıkla çaldığım melodiyi hatırlıyor musun? La paloma bianco.
Trompetim olsaydı sana saatlerce çalardım, gelin kızım benim. Beni affetmen
için ne yapmam gerekiyor, bilmiyorum. Ama affetmezsen de haklısın sen. N’olur
bağışla beni beyaz kızım”.
Kadın
adamın her hareketini her cümlesini o ana kadar belli etmeden ama dikkatle
takip etmişti. Son sözlerini de duydu ve sislerin arasında kalan elindeki
ağırlığı görmek için elini kaldırdı. “Bu senin trompetin, değil mi?” kadın
elindeki eski, hafif kararmış boruyu Orfeyus’a doğru uzatıyordu. Adam
elindeki güvercini kaldırıp gözünden öptü, vedalaştı yeniden ve gökyüzüne doğru
hızla fırlattı. Hayvan denge için bir iki kanat vuruşundan sonra boynundaki
kırmızı gerdanlığıyla iyice yükseklere doğru kanat çırptı, gitti.
“Bu
nasıl olmuş da size gelmiş, teşekkür ederim” dedi ve trompetini sevinçle aldı.
Başını yukarı kaldırıp “Teşekkür ederim” dedi yüksek sesle. “Alışkanlık
işte, yüksek sesle söylemek zorunda değildim, Ona herşey malûm zaten” diye
düşündü adam. Biraz utandı, biraz sıkıldı ama sonunda boruya üfledi. Harika bir
lâ sesi çınladı çevrede...Kadın adama dönüp “O güzel güvercinin boynundaki
kırmızı halka nedir?” diye sordu. Aynı anda pişman oldu. Adam daha ağzını
açmadan “Kumar borcu karşılığında rehin olarak bir caniye teslim etmiş ve parayı
toplayacak bir süre istemişti o caniden” dediğini yüreğinde hissetti Kadın. O
cani de Orfeyus’un gözü önünde ne olduğunu bilmeden elden ele geçen beyaz
güvercinin kafasını, tuttuğu gibi hayvanın çırpınışlarına ve Orfeyus’un
yalvarmalarına aldırmadan, yavaş yavaş bükerek koparıp hayvanı onun ayakları
dibine attığı sahnesi kadının zihninde beliriverdi. Orfeyus zavallı bir bakışla
kadına bakıyor çaresiz bir şekilde trompetinin tuşlarıyla oynuyorken
gözlerinde yaşların belirdiğini gördü kadın.
“Affedersin,
bu kadar acıklı bir hikayesi olduğunu bilemezdim” dedi. “Ama kendini fazla üzme
kader denen şey bu olmalı. Üzülme O seni çoktan affetmiş görünüyor” dedi ve
sustu kadın. Orfeyus bir müddet daha sesiz kalıp göz yaşlarını çevreden
saklamaya devam etti. Elleriyle gözlerini oğuşturdu, trompetine baktı ve
dudaklarına götürüp nemli gözleriyle üflemeye başladı boruya. Biraz sonra
bütün ovada kıvrak bir melodinin neşeli ritmi yankılanıyordu. Gökyüzünde
nereden peydahlandığı belli olmayan yüzlerce güvercin muazzam büyüklükte bir
koreografiyi sahneye koymaya ve ritmik uçuşlarıyla gökyüzünde bir dans
gösterisi sunmaya başlamışlardı. Adam kafasını havaya dikmiş, bir gözüyle
güvercinleri takip ederken, trompetiyle onlara işaretler veriyor ve kuşlar
kitle halinde onun gösterdiği yere uçuyor sonra geri dönüyorlardı. Havadaki
güvercinlere sığırcıklar da katıldılar, güvercinler nereye uçarlarsa onlar da
onların ters yönüne uçuyorlardı. Ovadaki insancıklar da katıldı bu gösteriye;
göktekiler, yerdekiler hep beraberce sanki tek bir koreografiyi uyguluyorlardı.
Yerden
yükselen sis yarı bellerini geçmişti. Bazıları şimdiden bu sise gömülmek
üzereyken, Orfeyus esmer ve yarı morarmış torsosu ile, köpüklü bir deniz
üstünde sisin üzerinden bakan Neptün misali dikkatle yeryüzündeki sislere
ardından gökyüzüne bakıyor ve kuşları takip ediyordu. “La paloma Bianco” Ne
kadar çaldığının farkında değildi, kendini bir vecde kaptırmışçasına,
durmaksızın tekrarlıyorken gözlerini açıp bir de insancıkların doldurduğu
vadiye baktı. Sınırlarını bilemediği vadinin bir ahenkle dans içinde
hareketlendiğini, gökyüzünde güvercinlerin hareketlerine benzer şekilde
dalgalandıklarını şaşkınlıkla seyretti. Ağzından boruyu çekti, sustu ama
hareketler halâ devam ediyordu. Yükselen sis her şeyi herkesi yutmaya başlamıştı.
Ama hareketleri kolayca takip edebiliyordu adam. Bir süre sonra sis her şeyi,
herkesi adeta hazmetti. Orfeyus “Bunun bir anlamı olmalı” dedi. Aklına
Habana’da sineklere karşı yapılan ilaçlamalar geldi. Bir anda sarı bir
kamyonetin arkasındaki ilaçlama makinasından çıkan beyaz tütsü etrafı sarar ve
keskin bir koku yani zehir genizlerini yakardı. “İnsanların sadece genizlerini
yakarken, zavallı sineklerin hayatlarını söndürüyordu” diye düşündüğünü fark
etti. “Ama sadece birkaç dakika sürerdi ve kaybolurdu bu tütsü.. Burada onun
binlerce kez daha yoğun ve daha büyüğü sardı her yanı” Herkes bu sis içinde
kayboldu gitti. Orfeyus yanındakileri göremiyordu artık. Kadın yanından
sanki uçmuş gibiydi. Kapıya doğru döndü, Onu da göremedi. Kendini o koca kalabalık
içinde kaybolmuş gibi hissedip, sisler içinde şaşkın şaşkın bakındı.
“Muazzam
bir ilaçlama” diye düşündü Orfeyus. Aradan ne kadar zaman geçtiğini anlayamadı.
Zaten zaman tükenmişti onlar için. Sessiz bir beyazlık içinde sarmalanmış
vaziyette, belki de bir koza içinde bekliyorlardı hareketsiz. Durmuş olan
kalbinin ve solumadığı halde soluğunun sesini kulaklarında duyduğunu sanıyordu,
yüreği sıkışıyor, sıkışıyor bu sıkıntıdan öleceğini sanıyordu. Orfeyus
saatlerce yerine bir kaç dakika durduklarını hayal etti. Ne düşünürsen nasıl
düşünüyorsan onu kabulleniyordu insanların buradaki vücutları. “İçinizden ne
geçirirseniz onu hissediyorsunuz sanıyorum” dedi kendi kendine ve aynı anda bir
parça ferahladığını hissetti..
O
sırada birden bütün yaşadıklarını; kare, kare son hızla tekrar yaşadığının
farkına vardı adam. Değişimi o kadar süratle yaşadı ki “bu kadar çok
şeyi, bu kadar çok ayrıntıyı nasıl olmuş da hafızamda saklamışım şimdi
nasıl hatırladım?” dedi içinden, her şey bittikten sonra. Yanlız başıma
bebekliğini, çocukluğunu, gençliğini, olgunluğunu nasıl yaşadığını, çevrede
olan biteni nasıl hatırladığını bir an sonra hatırlayamaz oldu adam. “Bir
şeyler oldu ama neydi çıkaramıyorum” diye aklından geçirdi. Biraz sonra sis
ağır ağır kaybolmaya ve insanlar, insancıklar birer ikişer görünmeye
başladılar. Başını yukarı çevirdi, yine pembeli bir akşamüstü mavisi ile
boyanmış, tül gibi ince beyaz bulutlarla süslü bir gökyüzü ve halâ üstlerinde
uçuşan beyaz güvercinleri gördü. “herşey biraz önceki gibi ama benim
bakışlarım daha parlak zihnim daha bir duru gibi” diye
mırıldandı. "Yani bomboş”.
"Biz
bir metamorfoza uğradık, arkadaşım” Sesin bu kadar net ve anlaşılabilir olması
bir anda ürküttü Orfeyus’u. Yanındaki kadın sesleniyordu. “Merhaba arkadaşım” dedi
kadın. Orfeyus zorlandı hatırlamakta ama, “yakın biri olmalı” diye düşündü,
“böyle omuz omuza durduğumuza göre” dedi içinden. Kadın, uzun boylu Orfeyus’un
yanında aynı uzunlukta gibi duruyordu. Orfeyus kendi adını bile
hatırlayamıyorken, onun kim olduğunu nasıl bilecekti? Biraz önce ne oldu,
yok, biraz sonra ne olacak yok. Sadece bu an var. Yanında biri var, hatta
elinden tutmuş: “Ben adalıyım, Burgaz’lı” diyor ısrarla. “Sen de Adalısın” ama
nafile bir çaba adam için. "Burgaz neresi lan?" diye aklından
geçirdi. O sırada kalabalıktan çığlıklar yükseldi, her ikisi de etraflarına
bakındılar, herkes önlerinde yükselen koca kapının ardındaki uzay boşluğunu bir
birine gösterip çığlıklar içinde konuşmaya çalışıyorlar gibi geldi Orfeyus’a.
Yanındaki de Ona orayı gösterip ağzını açıp kapatıyordu, ama adam
gürültüden başka hiç bir şey duyamaz olmuştu. Koca kapının kanatları ardına
kadar açık, ortadaki boşluktan lacivertle mavi karışık bir uzay boşluğu ve
irili ufaklı binlerce yıldız görünüyordu. Adamın kalmış olan dikkatini yerden
uzaya doğru yükselen yüzlerce ışıkların gösterisi çekti, yüzlercesi aynı
anda yükseliyor ve belli bir yere geldikten sonra patlayıp sönüyor gibiydiler.
“Yo, sönmüyorlar ama yarı sönük bir şekilde yollarına devam ediyorlar gibi geldi
bana” dedi içinden.” Ne oluyor bana? Neredeyim ben? Bunlar da kim?” zihninin bu
kadar boş olması adamı yavaş yavaş çıldırtıyordu ki yanındaki kadın ellerini
tutup yardımına yetişti aniden.
“Bak
arkadaşım, sen de Adalısın. Küba’dan. Çok güzel bir yer diye biliyorum orayı,
harika yeşillikler içinde kendi kendine yeten bir memleket. Latin dans ve
müziğinin yurdu diye hatırlıyorum. Biraz önce trompetinle çok güzel bir Latin
Amerika melodisi çaldın, La paloma bianco. Hatırladın mı?” Ümitle adamın
gözlerine bakıyordu ama adamın gözlerindeki şaşkınlık halâ gitmemişti.
Çaresizce bir birlerine bakıyorlardı.
“Ben
buradan gitmek istiyorum. Bana yardım edin” dedi kadına, kadın üzüntüyle baktı
yüzüne. “Buraya nasıl gelinir biliyorum da buradan nasıl çıkarız bilmiyorum.
Hepimiz burada kendimize geldik öldükten sonra” diye mırıldandı. Adam
söylenenlerin son kısmını duyamadı, sevinç çığlıklarından. Yeni bir grup ışık
daha göğe yükselmişti o sırada. Adam halâ kendinin ismini bilmiyor, neler
yaşadığını hatırlamıyor, neden burada olduğunu hiç tasavvur bile edemiyordu ama
yükselen ışıkların gösterisi onun da ilgisini çekmeye başlamıştı. Görebildiği
hem de katarakt ameliyatı olmuşçasına canlı ve keskin gözleriyle, karınca
sürüsü gibi gördüğü kafilenin öncü grupları kapının önlerine yaklaşmışlardı. En
öndekiler sevinç içinde ellerini yukarıya doğru kaldırıp dua eder gibi
hareketler yapıyorlardı. O kocaman kapının, kapı demek ne kadar doğruysa, o
azametin arkası koyu bir gece olmalıydı. Yıldızlar kıpır, kıpır. Gezegenlerin
flaş gibi patlayan ışıkları, yerden yükselen maytaplar, bu koyu lacivert gecede
bir panayır havası yaratmışlardı. Adam bu seyre dalıp gitti bir süre,
ağzı açık, salyalarını toplamayı unutarak..
“Orfeyus,
senin adının Orfeyus olduğunu sen söylemiştin bize”
“Ne
demek? Nasıl bir isim bu”
“Mitolojik
bir isim”
İçinden
tekrar etti; “Orfeyus, Orfeyus... Kulağıma hoş geldi” dedi. Kadın halâ yüzüne
bakıyordu. “Orfeyus, nasıl hatırladın, değil mi?”
Tam
o sırada gök gürültüleri kulaklarını sağır edecek şiddette ovayı inletmeye
başladı ve ardından kırbaç gibi yağan bir yağmur geldi. Ovanın üzeri tamamen
karardı birden. Kadın; “Burada yağmurlar aniden başlıyor ve aniden bitiyor, biz
ne olduğunu bile anlayamıyoruz” diye bağırdı. Yanındaki adam duydu mu, duymadı
mı anlayamadı. Yağmurun sesi her şeyi bastırıyorken, insancıklar oldukları
yerde sindiler, ürkek ürkek birbirlerine sokuldular. Bu yağmurun ilaçlamadan
sonra bir arındırma yıkaması olduğu aklına geldi kadının. “Evet, şu anda
arındırma işleminin tam ortasındayız” diye mırıldandı. Etrafına bakmaya çalıştı
ama hiçbir yeri göremiyordu. Adam yanında ürkmüş, korkmuş bir halde sessizce
beklerken, aslında içinden halâ kendi ismini sayıklıyordu Orfeyus...
Yağmur başladığı gibi aniden bitiverdi. İnsancıklar büzülüp sindikleri yerden yavaş, yavaş doğruldular. Bütün ovayı bir sessizlik kapladı, tepelerindeki güneşler parlamaya başlarken. Isıyla beraber usul, usul bir buğu kapladı ovayı, yerden göğe doğru yükseliyordu bir tül gibi. Adam etrafına bakarken bütün ovanın bir ilkbahar doğumuna hazırlanır gibi kımıl kımıl kıpırdandığını, sanki çiçeklendiğini görür gibi oldu.
“İnanılmaz
bir değişim. Bu bir.. bir. ilahi değişim olmalı” ovaya bakarken kadın: “Sanki
ilkbahar geldi buraya” dedi.
Havada
dalgalar halinde uçan sığırcıkları gösteri yaparken bir süre seyrettiler. Sonra
kadın adamı elinden tutarak yürümesi için çekiştirdi. Fakat Orfeyus’un ayakları
ağırlaşmıştı nedense, yürümek istediği halde ayaklarına söz geçiremez olmuştu.
Kendini yorgun hissediyordu adam: “Biraz dinlensek?” dedi. Durdular, yanlarındaki
ve arkadakiler biraz tereddüt ettiler, ardından da bunları iterek, sürmeye
başladılar. Kalabalığın baskısı çok kuvvetliydi, istemeseler de yürümek
zorundaydılar. Ağır ağır yürümeye çalıştı adam. “N’oluyorum? Kendimi yorgun
hissediyorum ama neden? “ başını gök yüzüne kaldırdı yeniden,
nefes almakta zorlandığını hissetti. Kulakları çınlamaya başlamışken Orfeyus
ismini başının içinde duymaya başladı gibi geldi. Kadına dönerek; “Bana mı
seslendin” dedi. Kadın omuzlarını silkti. “Başımın içinde birileri bana
sesleniyor, bu benim ismimse eğer. Beni çağırıyorlar” kadın ciddi bir ifadeyle
adama döndü neler olduğunu anlamaya çalıştı.
“Biliyor
musun, bu yürüyüş sırasında sınandık, ilaçlandık, yıkanıp arındırıldık gibi
geldi bana La Habana’lı. Şimdi şu başı bulutlara ulaşan kapıdan geçmeye hak
kazandık, Sana da öyle gelmiyor mu? Eski Ahit’te yazdığı Exodus gibi Tanrı
kendine kulluk edenleri ve edecekleri kırk yıl çölde dolaştırarak, eskileri
tasfiye edip, yeni nesle vaat dilen toprakları hediye etmişti, bu ona benziyor.
Doğal ayıklama yaptı, şimdi bizi de yanına alacak” dedi ve sustu. Orfeyus
şaşkın, suskun, durdu biraz:
“Böyle çırılçıplak nereye gidiyoruz, bu kadınla; gerçi hiç şikayetim yok ama manasız bir hareket halindeyiz gibi geliyor bana, ismim neydi? Haa evet, Orfeyus. Neredesin sen oğlum?” Geriye döndü bir akşam üstü pembeliğine doğru giden gökyüzünde akşam olacak mı diye düşündü. “Bu işte bir manasızlık daha ulan”. Bu zaman diliminde gelmeye devam eden bu insancıkları ve de ortaya çıkan bu kalabalık içinde son derece zayıf hissetti. Adam başını kaldırıp önünde gururla duran o muazzam kanatları ardına kadar açılmış, kapıya tekrar ürpererek baktı. Gerisinde devam eden gecenin ürkütücü güzelliğini hayranlıkla seyretti. Gayrete gelerek ağrılar içinde tekrar yürümeye çalıştı ama bir kaç adımdan sonra başaramadı.
“Böyle çırılçıplak nereye gidiyoruz, bu kadınla; gerçi hiç şikayetim yok ama manasız bir hareket halindeyiz gibi geliyor bana, ismim neydi? Haa evet, Orfeyus. Neredesin sen oğlum?” Geriye döndü bir akşam üstü pembeliğine doğru giden gökyüzünde akşam olacak mı diye düşündü. “Bu işte bir manasızlık daha ulan”. Bu zaman diliminde gelmeye devam eden bu insancıkları ve de ortaya çıkan bu kalabalık içinde son derece zayıf hissetti. Adam başını kaldırıp önünde gururla duran o muazzam kanatları ardına kadar açılmış, kapıya tekrar ürpererek baktı. Gerisinde devam eden gecenin ürkütücü güzelliğini hayranlıkla seyretti. Gayrete gelerek ağrılar içinde tekrar yürümeye çalıştı ama bir kaç adımdan sonra başaramadı.
İçinden
“Benimle her anımda, iyi anımda, kötü anımda, mahrem anımda, aleni anımda
birlikte olan bir varlık, değil benim kötülük yapmamı, böyle bir şey aklıma
düştüğü anda mani olabilecek iken, kenardan, kenardan seyretmesine bakılırsa
hiçte bizden yana değil” diye içinden geçirdi. Daha fazla günaha girmek
istemediğinden “Muhakkak ki bir bildiği vardır” dedi ve sustu. Kadın dönüp
sertçe yüzüne baktı.
“Ne?
Niye öyle bakıyorsun? Bir bildiği olmalı, bizim akıl sır erdiremediğimiz. Öyle
değil mi? Ben de öyle söyledim, değil mi?” Kadın başını çevirdi. Orfeyus saf,
saf; “Şimdi de kendine kulluk eden meleklerden ve hizmetlerinden memnun
olmadığından mı, bizlerin arasından seçme yaparak kendine kullar seçecek,
dersin?” Cümlesini zor tamamlayabildi, ağrıları daha da arttı adamın.”Ne oluyor
bana?” dedi. Kulağındaki çağırışların da biraz daha arttığını fark etti.
Onu çağırıyorlardı ama Orfeyus’un bu çağrılara cevap verecek durumu yoktu.
Cankurtaran
sahil yolundaki olay mahalline vardığında, adam yerde neredeyse 10 dakikadır
yatıyordu. Doktor ve hemşire koşarak gelip yaralının yanına çöktüklerinde
başında duran, göğsü neredeyse göbeğine kadar açık o polis memuru “Maalesef
yaralıyı kaybettik galiba” dedi. Biraz sonra doktor sert bir şekilde kalp
masajına başladı, “Bir, iki, üç” deyip iki eliyle iman tahtasına yükleniyor ve
sonra adamı dinliyordu. Etrafta toplanan meraklıları hemşire susturdu. Endişe
ve heyecanlı bekleyiş başlamıştı. Kalp masajı uzun bir süre devam etti, doktor
içinden “bu son olsun, umudum kalmadı” dediği bir anda adamdan yüksek sesle bir
soluk çıktı. Doktor daha hafif bir darbeyle işini bitirdi. Kalbin üstüne
yerleştirdiği stetoskopundan hafif, hafif gürültüler geliyordu kulağına.
Genç adam terlerini sildi, çömeldiği yerden aceleyle kalktı.
“Hemen
gidelim! Bir an önce!” dedi diğerlerine.
Adamı
sedyenin iki yanından sarkan kayışlarla bağladılar, cankurtarana
taşıdılar, alkış ve siren sesleri arasında cankurtaran La Habana II.
Bölge hastanesine aciline doğru siren çalarak, hızla yola çıktı.
Arkadaşları umutla, belki yaşar temennisi içinde birbirlerine
sarılırlarken, geldikleri 53 Chevy’e doluştular. Ona motoruyla çarpacak adam da
elektrik direği dibinde duran motoruna doğru yürüdü, bindi. Bağıra,
çağıra motoru çalıştırmak için epey uğraştı. Motosikletin motoru sonunda
bir patlama ve arkasından da ortalığı dumana boğan öksürüklerle çalıştı, sonra
bir ahenge kavuştu. Adam Orfeyus’un en yakın arkadaşlarından biriydi. Bugün onu
kaybettiklerini düşündüğünden epey bir gözyaşı dökmüştü kimseye
sezdirmeden.
“Onun
da kalbi benim Padre Harley gibi, tekler, mekler, stop eder, ama çalışır.
Zor çalışır ama çalışır, daha nice yıllar çalışacağı gibi” diye
mırıldandı. Yumruklarıyla göz pınarlarında birikmiş yaşları alıp pantolonuna
sildi. “Dayan Orfe mio”.
Onu
nereye götüreceklerini tahmin ettiğinden, gece boyunca yaşadıkları
gözünün önünde, dudaklarını arasına bir sigara, motora biraz gaz verdi ve
gidenlerin arkalarından acele etmeden hastaneye doğru yola koyuldu.
O
sırada kalabalık suratları bir karış, bizimkilerin yanlarından ite kaka geçmeye
çalışıyordu, kapıya doğru. Kadın onun yanına biraz daha yanaştı, elleriyle
elini yakaladı; “Orfeyus, sakin ol. Biraz dinlenirsen hiç bir şeyin kalmaz, bak
kapıya az kaldı, ondan sonra ne yorgunluğumuz kalacak ne de ağrılarımız. Acele
etmeyelim, nasıl olsa sona geldik. Dinlen biraz” Orfeyus’un gözleri göğe
takılı, iki beyaz güvercinin yükseklerdeki danslarını izliyordu çocukluğundaki
gibi. Ağrı ve sızıları artık tavana çıkmıştı. Gözlerinden yaşlar geliyordu koca
adamın. Önlerinde kocaman mağrur kapı, duygusuz, gelenleri seyrederken,
arkasından görünen manzara aynı şekilde devam ediyordu. Karıncalar gibi
insancıklar, pembeleşen gökyüzü altında kapıya doğru koşturuyorlardı. Kadın
onun yüzüne endişeyle bakarken elleri arasından adamın ellerinin kaybolmakta
olduğunu görüyordu.
Son
hatırladıkları gökyüzünde dans eden güvercinler ve bir kadının mırıl mırıl
sesi. Orfeyus cankurtaranda giderken, gözlerini zar zor aralayabildi, daha
doğrusu sadece sağ gözünü, diğerinde bir gelişme yoktu şimdilik.
“Gözlerini
açtı” dedi hemşire. Doktor aceleyle yanına yanaştı adamın. Orfeyus gözünün
içinde parlak ve yakıcı bir ışık gördü. Adamın göz bebeği küçüldü yavaşça.
“Nabız
ve tansiyon halâ zayıf ama, gözü oldukça diri ve canlı bakıyor, reaksiyon var”
dedi genç doktor. Cankurtaranın sireni çığlık çığlığa karanlık sokak ve
caddelerde yankılanırken hastanenin bahçesine girdiler. Orfeyus
kasisten geçen arabanın sarsıntısıyla yerinden sıçradığında acıyla inledi.
Hemşire oksijen maskesini yüzünden aldı adamın. Orfeyus altındaki sedyenin
çekildiğini hissetti, cankurtaranın tavanını seyretti bir süre sonra
karanlık gökyüzü ve göz kırpan yıldızları gördü, bu ona bir şeyleri hatırlattı
ama sadece “Hayaller” diyebildi. Koridordaki koşuşturma bir yatakta sona erdi
Orfeyus’un yarışı. Şimdi karmaşık aletlerin ortasında, kolunda serum şişesi,
yüzünde aspirasyon maskesi, kalp takviyesi iğnesi enjekte edilirken kendini
tekrar kaybetti Orfeyus.
"Acele
edin...Ameliyathane hazır mı?" Koşarcasına gidiyorlardı.
***
Kadın
Orfeyus’un elleri arasından kaybolup gidişini yüreği burkularak sonuna kadar
seyretti. Bir süre sonra Onu hiç göremez oldu. İki Çinli kadın ve bir ak
saçlı zenci adam ve de küçük bir çingene kopil bütün bu geri dönüş
seremonisine, ne olduğunu bilmeden şahit oldular. Biraz sonra birer, birer
kapıya doğru yürüyüşlerine, isteksizce, tekrar başladılar.. Onlardan sonra sarı
saçlı kadın da toparlandı ve hüzünle geniş kanatları boşlukta açılan ve
arkasında güneş olmayan o muazzam kapıya doğru yürüyenlerin arasına
katıldı.
Orfeyus son defa gözlerini açtığında
bir hastane koğuşuna alındığını yani yoğun bakımda olduğunun farkına varabildi.
Ağrıları nispeten hafiflemiş gibi geldi. Neden sonra sesini çıkarabildi ki
kendisi bile bu kadar bet bir sesi olduğunu bilmiyordu. Kafası sargılar içinde
yatağında yatarken, yanına gelen hemşireye, ne kadar güzel olduğunu söyleyip,
buraya bir Esmeralda[1]’nın tayin edildiğini duyduğunu, onu
kendi gözleriyle görmek için geldiğini söylediğini sandı, nefes,
nefese. Kadın bir anda nerede olduğunu unutup kahkahasını patlattı. Orfe
sargılarının arasından zar zor seçilen gözleriyle işaret edip, arkadaşlarının
burada olup olmadığını sormak istedi. Aslında o söyleme gayretindeyken
tecrübeli hemşire kendiliğinden salonun hole bakan camını
gösterdi. Orada bir sürü sırıtan suratı hayal meyal seçebildi Orfeyus o tek
gözüyle.
Zorlukla sağ
elinin sağlam kalan parmaklarıyla onlara zafer işareti yaptı. Hemşire onlara
gülümserken, Orfeyus kadının elini dokunarak bekledi. Kadın üzerine eğilip
kulağını ağzına yaklaştırdı. Orfeyus ona bir şeyler
fısıldayabildi. Pencerenin dışından merakla bakan arkadaşları
arasında ne söylediğine dair tartışma başladı aynı anda. Kimi “Hemşireye kur
yapıyor, mesaisinin akşam saat kaçta biteceğini" soruyor derken, kimi
de “Bize selam söylüyor da olabilir” diyordu. Miguel başını salladı;
“Beyler Orfe mio bizimle iddiaya girdi mi, girmedi mi?” diye sordu.
“Evet”
dediler “Beyler Orfe mio bizimle iddiaya girdi mi, girmedi mi?” diye sordu.
“Ben ölümsüzüm, bana bir şey olmaz demedi mi?” “Evet” dediler.
“Bahse
girerim bize bunu hatırlatıyor bu fırlama! Pezoları hazırlayın” dedi. Hepsi
hayretle Orfeyus’a baktılar. “Öyle mi dedi, diyorsun? Yok artık..."
O sırada
kapıdan çıkan hemşire; “Miguel kim?” diye sordu, gösterdiler, Miguel’in
yanına geldi ve “Orfe mio selamını gönderdi. 'Ben daha ölmedim. Oralarda
gördüğüm melekleri soracaksınız, şimdiden bahse girerim bana
vereceğiniz pezoları yanınızda getirmişsinizdir' diye haber yolladı”
dedi.
Kadın beyaz
dişlerini göstererek kıkırdadı ve Orfeyus’un arkadaşlarının bakışlarını
kalçalarıyla peşinden sürükleyerek aralarından geçip koridordaki kat
istasyonuna doğru ahenkle yürüdü. Miguel yoğun bakımın penceresinden
içeri baktığında arkadaşının yataktan başını hafifçe kaldırıp, sargılar
içindeki kolunu ileri uzatmayı başararak sağ elinin sağlam orta parmağıyla
zafer işareti yaptığını gördü.
II. Bölümün sonu...
III.
Bölüm
Hastane,
1800 lü yıllardan kalma bir İspanyol koloni idare binasıydı. Eskinin
ihtişamlar içindeki bir adalet sembolü, o derece de ürpertici bir ismiydi
bu bina. Limana yakın ama doğrudan denize bakmayan üç katlı bir yapı ve
önündeki meydanda bir San Fransiscan manastırı vardı. Şimdilerde ise ancak bir
kaç kişinin katılabildiği törenlerin olduğu bir kalıntıydı. Bu iki yapı İspanya’nın
Küba’daki gölgesi, İspanyol ana karasında artık var olmayan gizli
engizisyonuydu. Ancak sömürge idaresi merhametsiz yönetimiyle en sonunda bu
adalarda patlamaya sebep olur ve İspanyollar bütün bunları kanlı bir şekilde
bastırırlarken, Amerika İspanya savaşının başlaması ve Birleşik
devletlerin yardımları Küba’da İspanyol idaresinin devrilmesine yol açar. 1898
den itibaren üç buçuk yıl ABD askeri idaresinde kalır, ve Paris anlaşmasıyla
1902 den itibaren Küba bağımsızlığını ilan eder. O zamandan 1959 yılına kadara
yarı militarist politikacı ve idarecilerin kurduğu hükumetlerce idare edilirken
Fidel Castro ve arkadaşlarının yaptıkları bir darbe ile yeni bir düzen hakim
olur adaya. Bu mücadele sırasında ayaklanmaya katılan yerli ve Afro-Indian halkın,
vatansever hainlerin sorgulandığı yer bu binanın bodrumu ve karşısındaki
manastırdı. Yüzyıllar önce Azteklere ve Maya’lara yaptıklarının üzerinden bir
kaç asır geçtikten sonra aynı yöntemleri, Küba ve civar adalarda yaşayanlara da
uygulamışlardı. O zamanlardan beri manastırın duvarlarından kanların sızdığı,
şimdi hastane olarak kullanılan bu binanın da bodrumundan çığlıkların geldiği
söylenirdi yerli halk arasında.
Aslında
buraları ve bu hikâyeleri çok iyi bilirdi Orfeyus. Çocukluğu bu eski şehir meydanına
açılan bu sempatik sokaklarda geçmişti. Annesi de babası da o zamanlar bu
binalardan uzak durmasını tembih ederlerdi çocuk Orfeyus’a, ama onun o olağan
üstü merakına gem vurmak mümkün olamazdı. Bir kaç defa babasının korkusundan
oralara sığınmış ve evdekileri meraktan deli etmişti. Bir defasında manastırın
avlusundaki sarnıca atlamış, ama aradan zaman geçtikten sonra karanlıkta
korkmuş, ağlayınca yeri belli olmuş ve babası yerleştirdiği bir ahşap
merdivenle sarnıca girip, bu haylaz ve asi çocuğu döve döve çıkarmıştı oradan.
Babası gece gündüz yarı sarhoş veya yarı ayık gezen serseri ruhlu biriydi ama
annesi bu başı buyruk, pervasız adama aşık olup evlenmişlerdi. Üç kızdan sonra
Orfeyus dünyaya geldiği halde, baba içki düşkünlüğünden vaz geçmemiş, bir çok
çalıştığı iş yerlerinden kapı dışarı edilmiş, beş parasız eve döndüğü, işsiz güçsüz evde yattığı çok
olmuştu. Neyse ki, karısı ve kızları yakındaki puro fabrikalarında çalışıp para
getiriyorlardı evlerine. Babaları için getirilen her pezoRom demek, punç demekti. Ama
küçük Orfeyus gerçekten küçüktü, ondan para beklemek zalimlikti, buna rağmen
bir kaç defa babasından iyi dayak yemişti ufaklık, o zaman Orfeyus beş, altı
yaşlarındaydı ve Tanrıya sığınmış idi, gidecek yeri olmadığından. Ama Dayaktan
da kurtulamamıştı çaresiz çocuk. O zamandan beri ilahiyattan ve felsefeden uzak duruyordu.
Aziz ruh, Kutsal Baba, Kutsal Anne ve felsefenin temel ilkeleri, hepsinden çok
uzaktaydı Orfeyus. Hiçbir zaman eline çok para geçmemiş, ama mücadele ve yarışla kazandığını,
kazandığı günde babasına kaptırmadan sevdiği kız kardeşleriyle veya insanlarla paylaşma alışkanlığı giderek benliğini şekillendirmişti. Ona göre hayat bir kumardı, kazandığın sürece yaşanır, kaybettiğinde biterdi.
Orfeyus,
gözlerini açabildiğinde halâ iyi çalışan kulaklarına coşmuş bir tropik yağmurun
uğultuları geliyordu. Zavallı bugün kazadan sonra kaçıncı gün olduğunu düşündü. Kaza
dün müydü, bu gün mü, yoksa bugün kazanın ikinci gün müydü? İçinden çıkamadı,
ağrı ve sızıları tavan yapmıştı, ilahiyattan uzak durmasına rağmen, bugün
ihtiyacı vardı Tanrıya. Vücudundaki 208 kemikten elli sekizi kırık ve diğerleri
de incinmiş veya çatlak görünüyordu. Sancısı ve sızısı en üst seviyeden ona
“Allah” kelimesini bile söyletiyordu. Bir Müslüman arkadaşından onların ulu
tanrısının doksan dokuz adının olduğunu, aslında sıfatlarının olduğunu öğrenmiş
şimdi bu gece sabaha kadar; nefes alırken; içindeki kıymıkların
birbirlerine takılışının ya da bir yerlerine batışının acılarıyla baş başaydı
ve onların Allah’ından da merhamet bekliyordu, aziz ve kutsal Meryem ananın de
araya girmesini rica etmişti Orfeyus. Güzel hemşire her yarım saatte
bir yokluyordu ama moralle beraber verdiği serum ve ilaçların adama fazla
bir faydası olamıyordu. uyuması lazımdı ama inatla direniyordu bütün
kırıkları. Arada bir de genç bir doktor, o da bir kere gelmişti, ağzına
maskesini takmış Orfeyus’un sarılı olan kafatasına ve gözüne ışıklı kalemle
bakmış ve tansiyon ve nabız değerlerini kontrol etmiş ve hemşire istasyonuna
geçmişti..
Saatin kaç olduğundan haberi
yoktu Orfeyus'un. Salon kadar büyük odada yanında yatan iki ameliyat sonrası hastası daha vardı. Ve bir ara
koşarak içeriye geldiler, kimler? Hiç bir fikri yoktu. Perdeleri çektikten sonra
elektro şok ile kendine getirmeye çalıştıklarını kulaklarıyla şahit oldu. Şak,
şak, şakkk... Her şey aslında ses ve görüntü ama adamın sadece kulakları doğru
dürüst çalışıyordu ama onlarda da bir uğuldama vardı, gözleri ise kendine
dönmüş sadece içine bakıyordu. Tavandaki floresan lambanın cızırtıyla göz
kırpmalarını hayal meyal hissediyordu Adam. Biraz sonra telaş içinde
şokladıkları hastayı alıp dışarı çıkarttılar, peşinden de sessizce yatan diğer
hastayı aldılar dışarı. Ne kadar süre geçti Orfeyus yine farkında değildi.
Tavandaki floresanlar cızırtıyla yanmaya devam ediyorlardı ki açılan kapının
gıcırtısını tekrar duyar gibi oldu ağrılarının arasında.
Yatağında hafifçe doğrulmaya
çabaladı merakla, ya da ona öyle geldi. Başını kapıya doğru çevirdi, ya da ona
öyle geldi. Kapı ardına kadar açılmış ama giren çıkan yok gibi duruyordu. Bir ara
hayal meyal koridordan elinde kemeriyle geçen babasını görür gibi oldu, tıpkı
çocukluğundaki gibi. Yattığı yerde dehşete kapıldı. "Onun ne işi var
burda? lütfen O gelmesin" diye bağırdı. Sonrasında kendini sinek gibi tavana yapışmışken
buldu. Tavandan yatakta yatan kendini görüyordu: "Lütfen O gelmesin" diye
bağırmaya devam ediyordu tavanda. Kapı açık, gelen giden yok, ama içeri giren
rüzgârı yüzündeki ve vücudundaki sargılarına rağmen duyuyordu. Soğuktu, son
derece soğuk, iliklerinde hissetti soğuğu. Ağrıları hafifler gibi oldu. Kendini
yeniden yatakta sargılar içinde yatar buldu. Yatakta yatan Adam içinde
beliren merak duygusuna mağlup oldu. Kalktı oturdu yatağında, ya da Ona öyle geldi. Kapı
halâ açık. Yağmurun sesi daha bir yüksek perdeden. Koridordan içerdeki
perdeleri, çarşaf ve pikeleri havalandıracak kadar sert bir esinti içeri doluyordu.
Adam seslendi:
“Kim var orada?” koca salonda
kendinden başka kimse yoktu.
O sırada
gözünde parlak bir ışık, çok parlak göz bebeklerinin içine doğru gözün içini
yakarak girdi. Etrafını göremez oldu.
Kapıdan içeri siyahlar girmiş biri
süzüldü. Siyah saçları dalgalı ama yer yer kırmızılar içinde, “kan olmalı” dedi Adam.
Esmer ve tombulca bir kızdı içeri giren, “Evet bu O ” dedi içinden,
Orfeyus. “Maria Celasta!”, kız gözlerini ona dikmiş kapının kenarında pervaza
yaslanmış dururken başını kaldırıp Orfeyus’a doğru savurdu saçlarını kanayan
alnı ve morarmış ve çürümüş boynu ortaya çıktı. Kaşlarının altından hüzün dolu
gözlerle Ona bakmaya başladı. Orfeyus olduğu yerde buz gibi oldu, tüyleri
diken, diken dikildiğini hissetti. “Maria” dedi ama sesi çıkamadı
gırtlağından. Kadının bakışları intikam istercesine ona kadar uzandı.
Yerde yayılan siyah bir duman yatağın üzerine yavaşça tırmanarak sargılar içindeki
adama kadar ulaştı, O anda Orfeyus kendini boğuluyormuş gibi hissetti.
Boğazından hırıltılar çıkmaya başladı.
“Tanrı
aşkına beni suçlamayı bırak artık. Seni görünce nasıl kahrolduğumun farkında
değil misin? Kendimi hep suçladım, seni orada yalnız bıraktığım için.. hep
kahroldum. Affet beni lütfen affet beni” Bütün bu söyledikleri gırtlağından
anlamsız sesler halinde ve hırıltı olarak çıkıyordu. Giderek ulumaya dönüştü
sesi.
Genç
doktor elindeki ışıklı kalemi sargıların arasından görmeye çalıştığı göz bebeğine
denk getirmeye, isabet ettirmeye ve göz bebeklerinin vereceği reaksiyonu
görmeye çalışıyordu, ama nafile bir çabaydı doktorun çabası, görebildiği
tek şey içeri dönmüş gözlerinin kanlanmış akıydı. Gözler adeta kaybolmuştu.
Dışa değil ama içerdeki bir yerlere yoğunlaşmış kalmıştı. Kaskatı kesilen
kaslar, zorlukla nefes alırken arada diliyle dişleri arasından anlamsız heceler
duyuyordu hemşireyle genç doktor.
“Bu Maria da kim olmalı?” dedi genç doktor.
“Bu Maria da kim olmalı?” dedi genç doktor.
“Hayali biri olabilir mi?”
“Eski bir
sevgili?”
Orfeyus halâ
içinden çıkamadığı açmazının içinde, kendinden intikam ve merhamet dilenen bir
kadının göz hapsindeydi. Kadın halâ başından aşağı kanlar akarken sevdiği
adamın kendini neden yüzüstü bıraktığını anlayamadığını inleyerek sorguluyordu
kapının önünde. Sargılar içindeki adam yataktan kalkarak gidip ona
sarılmak isterken, Doktor ve bir kaç hemşire adamı yerinde tutabilmek için
kollarından ve bacaklarından yattığı karyolaya bağlamak için çabalamaya
başladılar. O sırada serum askısı şişeyle birlikte yere yuvarlandı.
Adamın isterik bir şekilde ulur gibi sesler çıkarmasını dinliyorlarken O
aslında kadına bakarak kahrından ağlıyordu. Son görebildiği kadının bir gölün
içine doğru yavaş yavaş batmakta olduğuydu. Kalkıp yanına gitmeyi Onu oradan
kurtarmayı ve de o gece neler olduğunu uzun uzun anlatmayı arzu ediyordu ama
kırılmış kemikleri ve perişan iskeleti ona bu şansı vermezken, nöbetçi personel
de nereden bulmuşlarsa bulmuşlar, buldukları bağlarla onu yatağına adeta
mıhlamışlardı. Bu kargaşa sırasında osiloskop, birden acıklı ve tek düze bir
ses vermeye başladı. “Dıııd”. Doktor telaşla bağırdı: “Cihazı tekrar bağlayın,
sanırım elektrotlar çıktı.”
Orfeyus kaybolan kadının
arkasından hüzünle bakıyordu. Kapı şiddetle çarptı. Tavan lambaları kararır gibi
oldu, tekrar yandılar birkaçı hariç. Boğazından hırıltıyla karışık, “Seni
sevmiştim Maria, hep de sevdim” sözleri çıktı. Ama kimse anlayamadı. Yatağında
biraz gevşedi. Rahatladığı anda kapıdan içeri bir üzerine sıçramış kan
damlalarıyla bir zencinin hayali süzüldü elinde bir büyük taşla boşlukta
dalgalanıyordu. Adam onu görünce yeniden kasıldı, olduğu yerden doğrulup üstüne
atılmak istedi ama yatağa olan bağları onu kıpırdatmadı. Hemşire o sırada
sakinleştiriciyi vermişti bile.
Zencinin
gözleri yuvalarından uğramış bir halde adama bakıyordu. “Ne istedin ondan, o
masumdu, beni sevmek dışında bir suçu yoktu, intikam istiyorduysan beni
bulmalıydın. Alçak herif, katil” sözleri döküldü ağzından yine
kimse anlayamadı.
Yoğun bakım hem üst üste gelen
hezeyanların ve hem de içerde patlayan fırtınanın yarattığı kargaşanın sonucu
adeta tepetaklak olmuştu. Doktor gittikten sonra iki hemşire çar çabuk
darmadağın olan yoğun bakım koğuşunu düzenlediler. Koşar adım dışarı çıktılar
ve hemşire istasyonunda da bütün evrakların havalanarak etrafa saçılmış
olduğunu şaşkınlıkla gördüler. Bodrum katın bu koridorunda her zaman bir hava
cereyanı vardı ama bu kadarı olmazdı. Rüzgar arttı, beraberinde inleme sesleri
duyulacak kadar yükseldi. İki hemşire oldukları yerde kalakaldılar. Esmer
yüzlerinden kan çekildi ve tüyleri diken, diken bir halde birbirlerine
baktılar. Evet gerçekten sesleri algılayabiliyorlardı. Sesler koridorun
sonundaki ameliyat salonlarından geliyordu. İnlemeler, yalvarmalar ve acıdan
içten koparak gelen çığlıklar, art arda gelmeye başladı. Ayaklarının bağları çözüldü. Kadınlar yavaş yavaş bulundukları yere çöktüler.“Duvara baak!”
diye çığlık attı birisi. İkisi de bulundukları yerden duvardaki saate ve
altındaki haça baktılar. Duvar saatinde rakamlar silinmiş gibi belirsizleşmiş
ve akreple yelkovan birbirini yakalamak istercesine hızla dönmeye
çalışıyorlardı ki haçın altından kıpkırmızı ince bir kan sızmaya
başlamıştı. Rüzgârın ve seslerin arasında cızırtılı floresanlar bir yanıp
bir sönüyorlardı. Kadınlar yerlere oturdular bildikleri duaları okumaya
çalışırlarken, tavandaki sarkan floresan lambaların kenarlarından yere kan ve
göz yaşı damlıyordu. O anda her ikisi de dünyanın sonuna geldiklerini sandılar,
zulüm ve eziyet dünyasının.
Orfeyus kapıda halâ dikilmekte
olan katilin yanına gidebilmek için, uğraşa didine bağlarından kurtuldu. Yüzü
acıdan gerilmiş vaziyette yatağında doğruldu. Yarı çıplak vaziyette oturup
kalbinin üzerindeki elektrotları hızla çekerken acıdan inlediğini fark etti.
Ardından üstündeki pikeye tekme savurup karyolanın yanında ayağa kalktı,
hafifçe sallanarak dengeledi kendini. Başındaki sargıları hırsla sökmeye
çabaladı. İlk hamlede başarılı olamasa da sonunda kurumuş kan pıhtıları
içindeki yarı yarıya içeri göçmüş morarmış yüzünü ve ameliyat dikişlerini
ortaya çıkartmayı başardı. Tavandaki lambalar halâ bir sönüp bir yanıyorlardı
cızırtıyla. İçeride rüzgar esmeye devam ederken uğultular içindeki sesler
adamın kulağına kadar geliyordu ama O kendi kulağındaki uğultulardan başka bir
sesi fark edemiyordu. Sendeleyerek kapıya doğru gitmeye çalıştı, yüzü
geriliyor, sıkılmış dudakları arasından iniltiler dökülüyordu. Orfeyus
gözlerinde beliren yaşların arasından kapıdaki zenciyi görmeye çalışıyordu.
Zorlukla kapının yanına vardı ama adam ortadan yok olmuştu. Açık kapıdan
koridorda uçuşan, birbirini kovalayan gölgeleri gördü. Durdu, sendeledi, duvara
tutunmaya çalıştı, bir eli duvardayken yere yığıldı, kaldı.
İki nöbetçi doktor yoğun bakım
servisine girdiklerinde hemşire istasyonun da çalan alarm sesini duydular.
Koşarak koğuşa daldılar. Orfeyus yatağında sakin sakin yatıyor, baş ucundaki
osiloskop dümdüz bir çizgi çizerken tekdüze bir sesle kalbin durduğunu
söylüyordu. Hastanın üzerine adeta çullandılar, hemşire kadınlardan biri kapıda
göründü. Şarj cihazıyla beraber, telaşla koştu. Cihazın çalıştırma düğmesine
bastı, beş saniye sonra şarj tamam sesi geldi ve genç doktor elindeki
elektrotları Orfeyus’un göğsüne dayadı ve şakk, birden adam yatağından sıçradı.
Ardından bir daha şakk, bir daha şakk, şakk, şaak.
Orfeyus, kulaklarında
çocukluğundan beri çok sevdiği babasının mahalle arkadaşı İbrahim[1]’in sesinden "Chan Chan"
melodisi ile, gene karanlık tünelden büyük bir hızla geçip kalabalığın
üzerinden aşıp ön taraflara bir yere düştüğünü hissetti. Bir grup seksenlerinde
vefat etmiş Çinlilerle Çingenelerin arasında kaldığını gördü. Ağır, ağır adeta
sürünür gibi o muazzam kapıya doğru hareket halindeydiler. Üstlerinde uçuk
menekşe rengi bir gökyüzünde sevinçle uçan taklacı güvercinleri gördü;
“Neredeyim ben? Bu kalabalık da ne? Şansa bak, kalabalıktan da korkarım” dedi
kendi kendine, olduğu yerde doğruldu. Biraz önce ağrılarından yürüyemediği
aklına geldi. Geçirdiği metamorfozu hatırladı. Ayaklandı.
Boyunun
uzunluğundan istifade ederek etrafına bakındı. Yine uçsuz bucaksız görünen ova,
ovada bir insan sürüsü hareket halinde, kıpır, kıpır. “Akşam yaklaşıyor galiba”
derken ön tarafta o muazzam kapıyı ve ardında karanlık boşlukta parlayan
yıldızları gördü. Birden hatırladı. İnanılmaz bir boyut olduğu aklından geçti.
Bilinçsizce hareket halindeki kalabalığın gitmekte olduğu yönün tersine gitmek
istedi ama daha harekete geçemeden kalabalığın gittiği yöne doğru
sürüklendiğini fark etti. O sırada ön saflarda gözüne sarışın bir kadın ilişti,
başı hafif öne eğik, düşünceler içinde sakin sakin yürüyordu. Etrafta seksen,
doksan yaşındaki yaşlılardan sonra onu fark etmek bayağı kolay olmuştu Orfeyus
için. “Hey, kadın bu tarafa bak, lütfen bu tarafa bak” diye seslendi. “Bahse
girerim bakacak.” O kargaşa ve homurtular arasında kadın bu gaipten gelen sesi
araştırmak için etrafına bakındı, bakındı ve bir an göz göze geldiler.
“Merhaba ben Orfeyus, La Habana’dan”
diye bağırdı.
“Seni hatırlıyorum galiba… Sen evet,
Orfeyus! Döndün! Gelmezsiniz sanmıştım” dedi kadın. “Ben Burgaz adalı…Hoş
geldiniz”
“Nereye gittim de geldim bilmiyorum
ama, acılarımdan, sancılarımdan kurtulduğum için son derece memnunum” diyerek
kadına göz kırptı, el salladı. Sonra göğe baktı, iki beyaz güvercin taklalar
atarak halâ uçuyorlardı;
“Hey la Paloma blanco, give me a
kiss” güvercinlerin ikisi de Orfeyus’un başına doğru süzüldüler.
“Biliyor musunuz ben bu güvercinlerin abileriyim, bahse girerim şimdi başıma
konacaklar". dedi, Burgaz adalı sarışın kadına gülerekten. Biraz sonra,
yani ne kadar olduğunu kimse bilemez, zamanın olmadığı yerdeydi Orfeyus,
kafileyle beraber o başı bulutların arasında kaybolan o muazzam kapıdan geçiyorken
buldu kendini, eli gayri ihtiyari sarı saçlı kadının elini sıkı sıkıya kavramış
bir halde, dışarıdaki ışığın o kapıdan itibaren giremediği ama içeride var olan
mehtaplı lacivert bir gecenin içine doğru ilerliyorlardı. Atmayan kalpleri acı
duymayan beyinleri ve heyecan ürpertileriyle birlikte bir güruh içinde
meçhule doğru akıyorlardı...
Araf'ta Eksodüs devam ediyordu. .
Biraz sonra doktorlar şoklamayı
bıraktılar; kan ter içinde kalmışlardı. Ellerinden bir hayat daha kaymaktaydı.
Durdular birlerine baktılar, hasta cevap vermiyordu. “Kaybettik” dediler.
Orfeyus’la beraber bu gece yoğun bakımdaki bütün hastalarını
kaybetmişlerdi, bu onlar için tam bir mağlubiyetti. "Ne şansızlık!
Hatta uğursuzluk bu!" Üstünü örttüler, morga gönderdiler Orfeyus’u.
Ortalık biraz sakinleşince doktorlar bodrum kattaki Yoğun Bakım
Ünitesinde bu kargaşa ve dağınıklığa bir anlam veremediler, “Müthiş bir
hava cereyanı vardı” dediler. Hemşireler de duydukları işkence seslerini ve o
sırada yaşadıklarını anlatmadılar, daha doğrusu kendileri de neler
yaşadıklarını bilemediler. Betleri benizleri atmış vaziyette kendilerine bir
açıklama bekliyorlardı. Eziyetin işkencenin binanın duvarlarında sinmiş
izlerinin bir bölümüne şahit olmuşlardı zavallılar.
Bugün
günlerden 12 Ekim Salıydı. Bugün, bundan beş yüz sene evvel, hastalık ve ölüm kokan üç yelkenlinin dalgaları yara,
yara, sancak iskele sallana sallana uzun
zaman sonra karayla ilk tanışacakları gün olacaktı.
“Kara
göründü, beyler kara göründü! Yemin ederim, kaptana haber verin!”
Odasından
çıkan kaptan kırışıklık içersindeki derine kaçmış ama cin gibi bakan gözlerini
kısarak ufka dikti. Açık mavi gökyüzüyle
ona yakın tondaki denizin birleştiği yerde gerçekten bir koyuluk açıkça
seçiliyordu. Yüreği heyecandan göğsünü yırtacak gibi çarparken, sakin durmaya ve
soğuk kanlı olmaya çalışıyordu. Adamların ayakta durabilenleri güverteye toplanmış
bordoya yığılmışlar, çığlık atıyorlarken, direğin tepesindeki halâ bağırmaya
devam ediyordu.
“Yemin
ederim, onu görüyorum kaptan! Bu sefer tamam!”
Görüşleri
iyice zayıflamış olan kaptan kararsız bir halde dikiliyor, elinde sıkıca
kavradığı haçı göğsüne bastırıyordu. Bu haç ona İspanya Kraliyeti tarafından
teslim edilmiş ve bu uzak denizlerde rastlayacağı toprakları Papalık ve İspanya
kral ve kraliçesi adına zapt etmesi
istenmişti. İşte bu gün Cristopher Columbus’un bilinmez yeni dünyada karaya ilk
ayak bastığı tarihin yıl dönümüydü. Santa Maria, Nina ve Pinta’nın ümitsiz,
hasta ve isyan halinde bulunan tayfaları ve Kolomb için kurtuluş gününün yıl
dönümüydü bugün.
“Burası
Batı Hint adaları” dediler saygısızca, üstelik yerli halka buraların adının ne
olduğunu sormadan. Yerli halkların, doğu medeniyetinin uhrevi, semavi
dinlerinin ulvi yüzüyle bu ilk karşılaşmaları ve yüzyıllar sürecek sömürülerinin
ve karabasanlarının başlangıcıydı bugün, şimdiki insancıklarının hatırlamadığı bu
gün işte o gündü. Bu binadan ayrılmayan hayaller ise o işkence günlerini
yaşayan insanların ruhlarıydı hastanenin koridor duvarlarında dolaşan, ağlaşan.
Sadık
Mercangöz Ankara 21 Temmuz 2017 / 20:00
Bitti
Sadık Mercangöz Ankara 21 Temmuz
2017 / 20:00
[1] İbrahim Ferrer, Kübalı caz şarkıcısı (1927-2005)
"Chan, Chan" https://www.youtube.com/watch?v=SCJBYZoxnzA
a
Bana göre öykülerinin içinde Orfeyus'un özel bir yeri var. Bir kez daha okudum. Eline, gönlüne sağlık. Kelime dağarcığın gerçekten çok geniş. Bunu sıkmayan anlatımınla birleştirince güzel öyküler ortaya çıkıyor. Öykülerini seviyorum.
YanıtlaSil