Orfeyus Arafta


  ORFEYUS ARAF'TA

I. BÖLÜM

        Adam uzunca sayılan bir yürüyüşten sonra, genişçe bir tünelden geçip, sonunda ışığa kavuşmuştu ama gözlerini bir süre açamadı..  Alıştığında ise bir kıyamet kalabalığının ortasında kaldığını gördü. Işık ta ne ışıktı doğrusu; sarımtırak boz bulanık bir yarı aydınlıktı, hiçbir şeyi net göremiyordu.  Zaten son yıllarda artan katarakt ile görüşü iyice zayıflamışken o kaza vuku bulmuştu. “Keşke geçen hafta o randevuya gidip göz ameliyatını halletseydim” diye içinden geçirdi. Aklına göz doktoru kadın geldi lambır, lumbur. Ayağında plastik alçak topuklu terlikler, uzun ojeli tırnaklar vs. midesi kalktı. “Boş ver” dedi, “Zaten burada da görülecek fazla bir şey yok” diye mırıldandı kendi kendine. “Yine de iyi görüyorum, sayılır ”.

        Tünelin karanlığından  sonra burası son derece parlak geldi ona. Bir kalabalıktı ki; dünyada iken böyle kalabalıklardan hep oldu olası uzak dururdu ama şimdi burada ne yana dönse insancıklar vardı, sıvışacak bir yer yoktu. Sağı solu adeta insanlardan birer duvardı ve birbirleriyle bir şey konuşmadan sadece homurdanarak onun geldiği tünelden gelmeye devam ediyorlardı. Adam etraftakilerden uzun olduğu için kalabalıkların üzerinden taa ufka kadar rahatça bakabiliyor ve görebiliyordu. Ufukta bulutlara kadar yükselmiş, başı dumanlı bir karaltıyı gördü, ne olabilir diye düşündü. Bazı şeylerin yeni yeni farkına varıyordu Adam. O kazayı, bir anda dünya değiştirdiğini, bir ışıksız tünelden yürüyerek geçtiğini, böyle bir ucsuz bucaksız görünen ovada başkalarıyla birlikte toplanmakta olduğunun yeni farkına varmıştı.

        “İnsan bunun böyle kalabalık olacağını düşünür de daha fazla banko açmaz mı? Hey Tanrım” Arkasından gelmişti ses. Döndü baktı yaşlı kamburca bir adam elindeki bastona sarılmış titreyerek ayakta zor duruyordu. 
        “Baba sen konuşuyorsun, öyle mi? Herkes homurdanıyor sen ise konuşuyorsun” diye sordu ihtiyara Adam. 
        “Öyle oldu evlât. Yetmiş dört sene konuşmadan el kol vücut hareketleriyle anlaşmıştım, ya da anlaşamamıştım, öldüğüm saat dilim çözüldü vesselam. İkramiyeye bak!” dedi. Yaşlı adam arkadakilerin baskısıyla Adamın burnunun dibine girdi biraz daha.

        “Ben Dimitri” dedi. “Santorini’denim, Greece”

        “Ben de Orfeyus” dedi bizimki. Yaşlı adam;

        “Şu bizim Orfeus[1] mu yani?” diye sevindi ihtiyar. Adam omuzlarını silkti: 
        “Ben Havana’dan, Kuba”

        “Ahaa, Tele” dedi ihtiyar.

        “Ne yani sen Yunan'dan,  ben Kuba’dan haa?” dedi Adam yüksek sesle.

         “Peki de Padre[2]Dimitri nasıl anlaşıyoruz şimdi?”

           “Telepati[3] ile arkadaş” diye sırıttı ihtiyarcık. Bizimki “O ne lan?” dedi içinden. Kafası karmaşık iken “ağzını açmadan anlaşmak yerine kullanılıyor herhalde” diye anlaşmaya vardı bizimki. Zaten o kadar ani olmuştu ki kaza. Zaman pat diye kopmuş, almış başını gitmiş,  bizimkinden uzaklaşıvermişti. Kaza olmasaydı da ömrü biter miydi, bu kısmını kimse bilemezdi.
        Bizimki, gözleri pırıl pırıl bakan, yanakları küçük gamzeli sevimli, boylu poslu yakışıklı sayılır bir adamdı. Gençliğinde o derece hızlı yaşamıştı ki iki defa hapis yatıp iki defasında da kaçmıştı. Kaçamadığı tek yer bu adaydı. Yaşamı bu adanın içinde geçmişti.  İçki, kadın, sigara ve hayatını heyecanlandıran, yaşama sevinci veren kumar ve bahis. Ama her türlü bahis vardı bunun içinde. En uzağa tükürmekten, ya da işemekten, Rus ruleti oynamaya kadar her türlü iddia ve bahse girmiş ve de başarıyla çıkmıştı.  Ayakkabı boyacılığından başlayıp, sünger avcılığına, fabrikalar için sigar ve puro denemekten, Instituto de Salud del Estado[4] için ilaç geliştirmekte kobaylığa kadar varan ne iş varsa bu adam tek, tek denemişti.  Yazı, Tura atışmaktan kılıç çekmeye kadar oynamadığı kumar da kalmamıştı Adamın.  Öyle uzun poker hikayeleri, ona göre değildi, ama zar atar, kılıç çeker, yazı tura atışmaya deli olurdu. Güzel de trompet çalar ve düğün ve cenazelerde başı çekerdi. Yaşamı bu adanın içinde geçmişti. Lakin giderek bu kadar sarsıntılı hayatın etkisini de vücudu çekmeye başlamıştı. Giderek yavaşlamış, zayıflamış ve elleri titrer gözleri de az görür olmuştu. Ama adam az gören gözlerine bir gözlük almayı kendine yakıştıramamış, katarakt ameliyatından ise  hep kaçmıştı.. Son derece hareketli bir hayatı vardı ve böylece yaşamayı sürdürmeyi ve bitirmeyi umuyordu.    Bu düşünceyle  son bir kaç aydır basmış olduğu son yaşını bile kabullenemiyordu.  Bu arada  mahalle komşularına gönül rızalarıyla sarkmaya devam ediyorken, Hastaneye yeni gelen bir hemşireyle tanışmıştı ki bu trafik kazası kaza meydan geldi. 

***        
         
        Adam mahşeri kalabalıkta etrafına merakla bakmaya devam ediyordu. Kalabalıkta biraz  ileride sarı saçlı bir kafa fark etti. Aralarında “sadece bir kaç yüz kişi olmalı” diye düşündü adam. O sırada ihtiyar adamın sesini işitti yanından. 
        “Sırayı bozma” diye seslendi ihtiyar. Bizimki merakla baktı yüzüne, 
        “Nerden çıkardın?” dedi kaşlarını çatarak. Tekrar başını kaldırıp çevreye bakarken ne kadar çok altmışını, yetmişini geçkin kadın ve erkeklerle çevrili olduğunu hayretle ve can sıkıntısıyla seyretti. Hepsi sarkmış, erimiş vücutlarıyla zavallı bir manzara sergiliyorlardı. Tekrar gözü sarışına takıldı. Ama yaşı anlaşılmıyordu buradan baktığında. Ona doğru hamle etti ve insan denizinde kendine yol açarak dalgalanmanın da etkisiyle sarışının yanına vardı. Bir anda geriye dönen kadınla burun buruna geldi. Genç sayılabilecek yaşta bir kadın. 
          “Merhaba” dedi bizimki alışkanlıkla. 
          “Aaa siz konuşuyorsunuz” dedi kadın gözleri parlayarak, 
      “Ben de Dimitri” dedi hemen arkasındaki yaşlı adam. Orfeyus can sıkıntısıyla ihtiyara döndü; 
         “Babacım sen benim peşimi bıraksana”.
         “Maalesef numara sırasına göre ben senin arkandayım, ilahi adalet” derken alnını gösteriyordu Adama. İhtiyarın alnında mor bir dövme numara belirmişti ve tam on üç haneden oluşmuştu.

        “Nee! Nerden çıktı bu numara? Bende de var mı?” Kadın buz gibi soğuk parmağıyla alnına dokundu Orfeyus’un. Endişeyle adamın yüzüne baktı bir süre sonra geri dönüp sabırla beklemeye devam etti. Burada en bol şey zamandı, saat durmuştu anlaşılan.

            “Allah kahretsin, bu on üçlü rakam bana uğur getirmez. Hayatım boyunca ben bu onüç uğursuzundan kaçtım. Burada da buldu beni” dedi kendi kendine. 
       “Söyler misin kaç yazıyor padre Dimitri?” İhtiyar adam Orfeyus’un alnındaki numaraları tek tek saydı. “3 445 643 534 993” Orfeyus tek tek numaraları tekrarladı ve bu şimdi tam olarak üçe de bölünmez dedi ve ihtiyara döndü; 
            “Var mısın, benim numaram seninkinden daha büyük” dedi. İhtiyar güldü.                        “Biliyorum, hem de senden kısayım” dedi.   “ Ayrıca sırada senden de sonrayım. Demin o yüzden takip ettim ya seni” Orfeyus bu Belediye Otobüsü misali sıkıştıkları yerde gene bir şey buldu bahis için. Dimitri’ye döndü
           “Bu hanımın numarası benden küçük. Var mısın bahse?” İhtiyar “Böyle bir bahiste neyin üzerine oynayacağız?” Hiç birimizde oynayabileceğimiz benim diyebileceğimiz bir şey yok üstümüzde.” “Senin bastonun var ya baba. Onun üstüne bahse var mısın?”

              “Benim mi? Yoo. Tünelin başında halime acıyan birileri üzerime zimmetlediler, sonra geri vereceksin” dediler” dedi Dimitri. “Tünelin başında ayrıca yüz binlerce protezler konmuş verilecekleri talihsizleri bekliyorlardı. Fark etmedin mi?” 
            Tam o sırada bunların üstlerinde kara, kara  yağmur bulutları toplandı ve küçük şimşekler bunların yüzlerine doğru şakladı ve ardında kısa bir sağanak boşaldı ki sadece bunlara geldi başka kimseye değmedi o damlalar. Bu serin sular Orfeyus’u kendine getirdi. “Pardon” dedi içinden.  Kadın adama dönüp gülümsedi, 
        “Damlalar üstünüzde çok güzel duruyor” dedi.
        “Ne hoş! Çok güzel bir esmersiniz. Bu ışıkta seçememiştim”.  
         Orfeyus kısaca “Ben adalıyım, Küba’dan” dedi. 
        “Ya, ben de adalıyım. Burgaz’dan”. Ufukta kararan bulutları görünce seslerini kestiler. Orfeyus'un gözleri  uzaktaki başı dumanlı karaltının ötelere açılan bir kapının yani Bab-ı Aliye takıldı. Başındaki bulutların içinde zaman zaman kararıp şimşekler çaktığını hatta yıldırımlar düştüğünü dehşetle gördü.. "Bu iş ciddileşiyor” diye düşündü. “Nasıl düştüm ben buraya, bu kadar sefilin arasına?” Kazayı düşündü Orfeyus. Akşam koyu siyahtı, öyle ki elektrik direklerinin lambaları sadece kendilerini aydınlatıyordu. Burnunda kalan son koku Okyanusun sıcak yapışkan yosun kokusu,  bir far yerine iki fardı en son gördüğü ve “Bu yanlış oldu galiba” idi en son hatırladığı cümle.


***

         Plaj yolunda belediye otobüsü son seferini yapıp depoya dönerken yolun ortasına atlayıp tam ortada duran bir manyağı son anda gördü şoför.  Fren yaptı ama o kadar! Belediyenin tasarruf tedbirlerine takılmıştı yeni fren balatası isteği. Hepsi bu! Şoför frenden sonra adamın havada uçtuğunu görmüş ve düştüğü yerde başını taşa çarpmışmış. Kaldırımda bekleyenlerle beraber yanına gittiğinde adamın ruhunun çoktan  göğe yükselmiş olduğunu gördüğünü gelen polise anlattı. Polis de bıkkınlık içinde şoföre döndü, elektrik direği aydınlığında sarma sigarasından içine çektiği  dumanı  yüzüne doğru üfledi:

        “Ulan böyle hızlı gidilir mi? Bir ‘hafifçe vurarak adamı yaralamak var, bir de böyle adam öldürmek.”

        “Beyefendi ben yirmi üç yıldır Belediye de şoförlük yaparım, hiç de böyle bir kazaya karışmadım. Size tekrar söylüyorum ki bu adam ya da manyak her neyse, kendini otobüsün önüne kasten attı. Kutsal anamız üzerine yemin ederim. Bizim araçlar tırdan bozmadır ve yerinde ve zamanında durması her seferinde mucizedir, ama ben elimden geleni yaptım. İşte bunlara da sorunuz memur bey” diye kaldırımda elektrik direği civarında bekleşenleri gösterdi. Polis göbeğine kadar açık gömleğinin cebinden adamın üzerinden aldığı kimliği şoförün yüzüne doğru salladı, “Bu ne biliyor musun?” Ses yok. “Bu kart Küba Devlet Üniversitesinden alınmış, bu adamın farmakoloji dalında gönüllü denek olduğunu ve son hafta içinde bilmem ne ilacının üzerinde denendiği yazılı. Bu ilaç da adamda aşırı hareketlilik ve de güven etkisi yarattığını söylüyor, özetle sen alelade bir insanı değil, devlet malı bir kobayı öldürdün, oğlum” dedi ve kartı cebine koydu, tekrar cesedin başına döndü.

           O sırada elektrik direği altında bekleşenlerden biri alçak bir sesle; “Polis bey.. şey... bu adam Orfeyus’dur. Hani şu efsanedeki adam.” Polis gene bıkkın ama bu sefer biraz daha ilgiyle bekleyenlere yanaştı. 
        ”Kim söylüyor bunları?” dedi. “Ben José Marujani. İşte bu, O Orfeyus. Havana’da herkes tanır, kendinin ölümsüz olduğuna inanırdı”

        “Yani adam manyak” dedi polis memuru falan filan. José başını salladı:

        “Başka nasıl izah edilir, bilmiyorum. Bizlerle  bu gece bahse girmişti, ‘bana motosiklet çarpsa bir şey olmaz’ diye iddiaya girmiş idi. Plaj bölgesinde gece saat 2 den sonra trafik boş olur diye burayı ayarlamıştık.”

        Adam bekleyenlerin arasında birini aradı ve işaret etti. “Bu da Miguel motosikleti bu kullanacak ve bu salağa hafifçe çarpacaktı. Ama bu salak  gözleri zayıf olduğundan motor yerine koca otobüsün farlarının önüne çıktı. Üstelik ısrarımıza rağmen başına kask almadan” diye anlatırken, elindeki eski bir kaskı sallıyordu polise doğru.

        “Şimdi vaziyet değişti” dedi polis memuru falan filan. Şoför de  umutlandı. “Hepinizi toplayıp götürmem lazım, bu sohbeti bizim karakolda tamamlarız.”

            
            O sırada Orfeyus nasıl olduğunu anlayamadan kendini kalabalığın en önünde, beyaz uzun bir masanın karşısında buldu. Masanın arkasında apartman büyüklüğünde sancaklar ve flamalar dizi dizi dizilmiş vaziyette duruyor altında ve gölgesinde kalabalık guruplar bekleşiyorlardı. Arkasından gelen Dimitri bu sancaklara şaşkınlıkla bakan Orfeyus’a sufle verdi. “Evlât, her dinin başları, evliya ve azizleri sancaklarını açacaklar ve de kendi yoldaşlarını, inananlarını  bir sancak altında toparlayıp, taksiratlarının  affı için şefaat dileyecekler”. Orfeyus ciddiyetle dinledi bunları. Acele karar vermesi gerekiyordu ama bilemedi nereye ait olduğunu.  

            “Ulan ben hangisine dahilim acaba? Biz de aziz olarak Che’den başkası yok” dedi içinden ama herkes duydu...

            ”O da açsa, açsa Küba bayrağı açardı burada.” Bakındı kaldı Adam. “Ona karşı da ABD kendi bayrağını açardı, hadi al sana kavga” 

            "Padre Dimitri sen seçtin mi hangi bayrak altında olacağını?” diye seslendi ihtiyara.

            “Ben Hristiyanın. Onun sancağı altına girerim derken, ama şimdi nah girerim, diyorum” diyerek, malum işareti yapıverdi peştamalın altından. ”Ya hû burada da türlü, çeşitli sancaklar var. Ortodox, Ermeni, Katolik, Süryani, Kaldani, Gürcü, Protestan, Mormon, Kalvenist bir sürü kilisenin bayrağı var. Hadi git de altına gir,  millet bir birine girsin” derken babanın başına aniden bir sağanak yağdı. Dimitri içinden “estağfurullah, sadece el alışkanlığı” dedi. Sakince yağmurun dinmesini bekledi. O kadar şiddetli yağdı ki altındaki peştamal sıyrıldı gitti. Anadan doğma kalıverdi. Aynı anda etrafındakiler hayret ve hayranlıkla ıslık çaldılar. Orfeyus dönüp dedeye şaşkınlıkla baktıktan sonra “Padre neden saklandığını anlayamadım” dedi. 

        “El alem mahcup olmasın diye oğlum” dedi yerden peştamalını alıp tekrar sarınırken.  O sırada Orfeyus masaya çağrıldı, Dimitri'yle beraber yanaştılar. Masanın başındaki meleklerin yüzleri birbirlerinden farksız görünüyorlar ve  kanatları da olmadığı halde masanın arkasında havada süzülerek hareket ediyorlar gibi geldi Orfeyus’a.  

            “Bizimkilerin havada uçan meleklere kanat çizmeleri haybeye imiş” dedi Papa Dimitri. Orfeyus; “Öyle mi yaparlardı?” diye mırıldandı birden hatırlayamadı.

              Beyaz, bembeyaz, uzun, upuzun masanın ta öbür başına da sarışın kadın yanaştı. Orfeyus’un gözleri bir anda onu buldu. Eliyle baş parmağını kaldırıp her şey yolunda işareti yaptı. Ama kadının yüzündeki endişe buradan okunuyordu, değişmedi. “Benim trompet burada olsaydı bak neler olurdu neler”, dedi içinden ve o anda bir trompet peydahlandı ellerinde. Orfeyus sevinçle üfledi içine. Birden “el silencio” nağmeleri borunun içinden çıkıp buradan kilometrelerce uzaklara kadar uzandı gitti. Herkes sus pus olup bu kalbe dokunan notaları içlerine çektiler, gözler nemlendi, meleklerin göz yaşları sel oldu aktı  masanın üstüne, üstü oldu sırılsıklam dediler. Sustuğunda insanlar bir süre nefessiz kaldılar. Birden Orfeyus kendi bestesi, gelin karşılama ve kına yakma havalarına başlayınca ovanın her yanında peydahlanan enstrümanların da katkılarıyla olay konsere ve nerede olduğunu unutup kendilerini ritme kaptıranların sayesinde de Çigan karnavalına döndü her taraf,  insancıklar yoruluncaya kadar sürdü bu hareket...  

        Müzik sustuğunda insancıklar endişeden uzak güvenleri artmış halde sorgu masalarına gelmeye başladılar. “Bahse girerim, bu insanların yarıdan daha fazlası sınıflarını geçmişlerdir” dedi içinden. Karşısındaki melek “Hoop” dedi "O kadar emin olma”. “Var mısın bahse?” Orfeyus serçe parmağını kanca yapıp uzatırken, nazik melek de aynı hareketi yapınca, başlarından aşağı sağanağı yediler, her üçü de. Dimitri neden olduğunu anlamadı ama hep beraber bir “estağfurullah tövbe” çektiler.

        Orfeyus yaptıklarını anlatmaya başlamıştı ki çenesine hakim olamayıp hep doğruları söyler olmuştu: “Ben itiraf ediyorum ki hayatım boyunca hep birilerine  yalan söyledim, yasak olan her türlü pisliği yaptım. İlk sefer yedi yaşımdayken evden tütün aşırıp sigara içtim babamın rom ve sarma sigarlarını çalıp mahalledeki fırlamalarla beraber sarhoş oluncaya kadar içtim, kalanları sattım. On yaşımdayken annemin kumbarasından aşırdığım paralarla barbut oynar kılıç çeker olmuştum. On beşimde komşunun kızını ayartmıştım. Sevgili olduk bir süre ama sonunda o başkasıyla evlendi, evlendiği gece yine beraberdik. Marihuana kullanmaya da o yaşlarda başladım, hırsızlık dolandırıcılık benim olağan işlerimdendi. Mahalledeki evli kadınlarla  ilişkilerim oldu. En son Papazın karısını, kızını sinemaya götürmüştüm diye hatırlıyorum” dedi ve sustu. “Bundan da hicap duyuyorum, pişmanım” derken sesi kısıldı. Dimitri yanından “yuh ulan, affedersiniz” diye bağırdı. “Daha ne günah kalmış geriye yapabileceğin?” diye atıldı..

        “Var ama.. boş ver. Ömrüm yetmedi, belki o otobüs kendiliğinden orada peyda olmadı. Planlanmış bir kaza idi”. Orfeyus derinden bir iç çekti, elinde tuttuğu trompeti masanın üzerine bıraktı. Trompet yavaşça masanın içine gömülerek ortadan kayboldu.

            Melek Papa Dimitri’ye döndü, “Sen bu adamın arkadaşı mısın?” diye sorunca, Dimitri heyecanla, “Yoo, yoo. Burada tanıştık” dedi. “Farklı ülkelerdeniz, ben dünyada iken 74 sene konuşamadım, hiçbir dileğimi ve isteğimi gereği gibi çevremdekilere, kadınlara, erkeklere hiç kimseye anlatamadım. Şimdi dilim çözüldü” diye içini çekti. “Bunda da bir hikmet olmalı” dedi.  Melek sakin, sakin; “Dosyanızı görüyorum tertemiz. Hiç bir kötülük yazılmamış, ibadetlerinizi aksatmamışsınız, kadına kıza sarkmamışsınız. Eveet, dosyanız o kadar parlak ki okumakta güçlük çekiyorum. Görüyorum siz kumar da oynamamış ve son derece ahlâklı bir yaşam sürmüşsünüz” dedikçe Dimitri’nin memnuniyetten ağzı kulaklarına varıyordu.

            “Şimdi size iki beyaz tüy vereceğim. Yoo, kaz tüyü değil. Siz bu tüyleri birbirine sürtünce sesi duyan bir küheylan gelecek sizi alıp size ayrılmış özel dairenize götürecek, orada tek başınıza kalacaksınız kıyamete kadar” diye melek ihtiyara açıkladı. Dimitri “Ee bu kadar ibadetin de bir karşılığı olmalı” dedi içinden.

            “Burası sadece Araf yani inananlarla inanmayanların ayrıldıkları bekleme yeri” diye açıkladı melek. Orfeyus gelen küheylanı görünce: “Ben bu atı bir yerden tanıyorum. Amma... bu benim için altılıda şike yapan beygir değil mi? Evet O.” Meleğe döndü; “Onun ne işi var burada” diye sordu. Melek sakince:

            “Günahsız hizmetçi kadrolarında açık var, arada böyleleri özel izinle görevlendiriliyorlar, hatırlarsanız geçen sene son hileli yarışta ayağını kırınca iğneyle uyutmuşlardı, bu zavallıyı.”

            İhtiyar küheylanı görünce bir hoşça kalın bile demeden devrile, yamula uçarcasına yanına koştu atın. Bastonu atıp,  zorlana, morlana  ata tırmandı ve sürdü gitti. Orfeyus içini çekerek baktı arkalarından.

            “Sizin dosya biraz karışık, bekleyeceksiniz” dedi melek yine telepati  yoluyla. 

             Orfeyus ilk defa endişe duydu. Gergin bir şekilde gülümsemeye çalıştı. Sabırsızlıkla sağa döndü, sola döndü, sağ ayağına yüklendi olmadı bir süre sonra sol ayağına abandı. “Zaman yok ki aksın” diye düşündü Orfeyus. Biraz  sonra Melek Orfeyus’a “Ooo, dosyanızı görüyorum bayım, karanlıklardan aydınlığa doğru geliyor” dedi sonra yüzüne bir memnuniyet ifadesi yayıldı. "İnanılmaz bir şey, siz elinizde olanları hep başkalarıyla paylaşmışsınız, bu... bu en makbul şey, hakkınızda şikayet yok. Yaptığınız  diğer şeyler sizi ve organizmanızı ilgilendiriyor. Baş başa kalınca siz size konuşursunuz. Son karar adalet günündedir” dedi ve durdu, “Şimdi şu takımla beraber geçici kalacağınız koğuşlara gideceksiniz. Cinsiyet ayrımı olmaksızın bir arada kalacaksınız” diye bitirdi sözlerini, yine telepatik yolla, ağzını açmadan.

            Orfeyus ebedi kalacaklarını sandığı Bab-ı Aliye döndü, başını bulutlara doğru kaldırdı, başı döndü. Bir ara geriye diğer insancıklara doğru baktı, ucu bucağı belirsiz ova daha bir aydınlanmış gibi geldi ona. .                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                       

            Gözü sarışın kadında aklı başka yerde bir süre daha bekledi. O da dosyasının bitirilmesini bekliyordu diğer tarafta. İçinden ne geçirdiyse, bulutlar başının üstünde toparlanıp bir sağanak daha boşalttılar üzerine. Orfeyus “Pardon” dedi içinden.  Sağanak sırasında birlikte gideceği takım toparlanmış yola çıkmaya hazır hale gelmişti.  Orfeyus O kadının da dahil olduğu gruba katılmak üzere hızlandı, bunları almaya beyaz bir küheylan gelmeyecekti ama saftirik bir güvercin yol gösterecekti yayan yürüyen bu takıma...

            “Ya hu, ben bu güvercini tanıyorum, bu benim yıllar evvel beslediğim taklacım değil mi?” diye kendi kendine sordu.  “Heey La Paloma Blanca. Give me a kiss” ellerini havaya kaldırdı Orfeyus ve o sırada elinde trompeti beliriverdi.

        Biraz sonra trompetten "Bessame mucho" melodisi yükselmeye başladı önce hafiften sonra yer gök inliyordu, ufukta küçülen Orfeyus ve kafilesinin ardından...

           

I. Bölümün sonu...

 

el silencio  Video seyretmek ve dinlemek için tıklayınız...
  




[1] Antik çağda Trakya’lı  ozan ve müzisyen. Mitolojik kahraman

[2] Baba.

[3] “uzak” anlamına gelen tele (τηλε) sözcüğü ile “etkilenme, tesir almış olma, hissetme” anlamlarına gelen patheia (πάθεια) sözcüğünün birleştirilmesiyle elde edilmiş olup önceden kullanılan “düşünce aktarımı” teriminin yerini almak üzere SPR'nin kurucularından Fredric W. H. Myers tarafından 1882'de ortaya atılmıştır. Birçok Doğu Bloğu ülkesinde telepati yerine "bio enformasyon" terimi kullanılmıştır.

[4] Devlet sağlık enstitüsü, yakıştırma bir ad yani..

 

 

 

 

II. Bölüm

 

            Adam takımın içinde kendini yalnız hissetti. Kalabalıktı ama yine de yalnızdı. Canı sıkıldı. Güneş tepede parlamaya ve yakmaya başladı enselerini, etrafında yüzler karanlık, düşünceli, sıkkın. Kiminde bir parça kefen var kiminde o da yok. Pejmürde perişan. Kara derisi güneşten fazla etkilenmiyordu ama yüreği ilk defa bu kadar daralıyordu, geldiğinden bu tarafa. Döndü sarışın kadına bakmaya çalıştı ama ilk hamlede göremedi. Arandı tarandı yine göremedi. "Hadi ama!” Yine de göremedi. “Hay Tanrım yanlış grupta mıyım?” Başını yukarı kaldırdı, güneş gözlerine doldu hemen. “Şu anda bir Ray Ban olsaydı gözümde, her yere rahatça bakardım. Bütün insanlar bu günü bekliyor ama ne görüyoruz, hemen hemen hiç” diye mırıldandı, “Eski Ahit, yeni Ahit anlatır da anlatır, şimdiye kadar ne gördük, daha da görür müyüz? Öyle mi mama?” O sırada beyaz bir güvercin başlarının üzerine daldı ve Adamın tepesindeki saçlara değecek kadar alçaldı. Ona bile takılmak içinden gelmiyordu ama gerilerden müzik duyulmaya devam ediyordu.

        Ufukta kara kanatları kapalı başı bulutlu, Bab-ı Ali  ısınan havadan olmalı dalgalanıyordu, hafif hafif. Net değildi, ama bulanık da değildi gördüğü kapılar. Baktıkça gördüklerini anlıyor gibi oluyor ama daha anında unutuyordu.  “Anlamam için görmem lazımmış, unutmam için görmemem. Peki sonra anlatabilmem için ne yapmalıyım? “ diye içini çekti Adam, “Gelecek var mı ki!?” Beyaz güvercin yine daldı üstlerine. Yine derinden gelen sesleri duydu Orfeyus. Onun müzik olduğunu bildi, kapının kapı olduğunu bildiği gibi. Bu yeknesaklık içinde varlıkların varlığını, ayırt etmeyi, rengi, sayıyı hatırlayamamaya başladı.

         Gözünü açıyor biliyor, kapatıyor, unutuyor. Sadece yanındakilerin yürürken çıkardığı tekdüze sesi ve mızıldanmaları var, ses diye kulağında.. Başka bir ses yok, konuşma yok. Adam “Konuşmalıyım” dedi kendi kendine. “yoksa kaybolup, yok olacağım” diye seslendi “kulaklarım mı bana ihanet ediyor yoksa gözlerim mi? Kalabalıkla yürüyorum, çünkü görüyorum., yapa yalnızım, bir şey duymuyorum.  duyamıyorum. Kapatıyorum gözlerimi” Adam gözlerini kapattı ” aynı ses  aynı ahenk, hareketin sesi yok, yürüyor muyum yoksa aynı yerde miyim? Yerimizde mi sayıyoruz bütün buradakiler? Ne zaman varacağız şu kapıya? Biz yaklaştıkça o bizden uzaklaşıyor gibi.” Gözlerini açtı, ileride bir yerde kapıyı gördü. “Sanki hiç yürümemişler de kapı aynı  uzaklıkta duruyor gibi” dedi içinden. Birden aklına  ama hiç ama hiç erişemeyecekleri düşüncesi geldi Adama, ürperdi. Tekrar baktı kapıya “Evet, evet.” Aynı anda ileride bir yerde kadını gördü başı yere eğik, yürüyor ya da yürür gibi yapıyor. Bizimkine bir gayret geldi, olanca kuvvetiyle önündekilere abandı; “Pardon baylar, müsaade ediniz” diye bağırarak bir gayretle daldı aralarına, kimi döndü baktı ona doğru, kimi yol verdi yüzüne bakmadan. Ne kadar zaman uğraştı ne kadar debelendi hatırlamadı ama sona doğru Onu bir sıra önünde gördü. Tekrar önündekileri zorladı, yanına varır gibi olduğunu hissetti, durakladı ve tekrar sel sularına kapılmışçasına bir kaç sıra geride kaldığını fark etti. Çabalamaya devam ederken seslendi kadına “Hey adalı, bekle biraz!” ama sadece kendi duydu. Bir daha, bir daha seslendi. Kadın başını kaldırıp etraftakilerin yüzlerine doğru bakındı. “Ben buradayım arkana bak!” diye bağırdı bizimki. Kadın başını çevirdi ama yürümeye devam ediyordu tek düze. Görmez gözlerle bakındı. O sırada Adam öndeki birinin kolunu yakalayıp çekti; “Affedersiniz bayım, Pardon bayan, sizinle yer değişebilir miyim? Lütfen?” Saçları yapağı benzeri soluk bir Çinli yüzü ona doğru döndü. Gözleri buruşuk göz kapakları altında seçilmiyordu bile. Anlamadı Adamı önce, sonra sarı buruşuk yüzü gerildi bir an için, küfredecekmiş gibi. Ama yer açar gibi yaptı, Adam da neredeyse yapışmış olduğu insanlardan sıyrılmak için ileri doğru bütün gücüyle atıldı. Biraz sonra yanındaydı kadının, ki başı yere dönük kadın onun yanına geldiğini bildiğini başını sallayarak anlattı.

          “Hey Adalı ben de adalıyım, hatırladın mı beni?” gayet alışık bir ifadeyle konuştu; “Nasıl gidiyor yürüyüş?” Bunu sanki parkta bir akşam üstü yürüyüştelermiş gibi rahat söyledi. Kadın tasmasının ucundaki köpeği gösterir gibi yaptı: “Ben onu değil o beni gezdiriyor sanki” dedi. Adam yani Orfeyus kadının işaret ettiği yere baktı, perişan bir bez parçasının arasından görünen sivilceli bir kıçtan başka bir şey göremedi.

        “Buraya köpeklerin girmesi yasak demişlerdi bana!” diye yüksek sesle bağırdı. Kadın yüz hatlarını gerdirerek güler gibi yaptı, önündeki kıçı gösterdi. Orfeyus sustu, ne diyebilirdi ki..

        “Sen nereden geliyorsun ve nereye gittiğini sanıyorsun bayım?” Orfeyus kadının yüzüne bakmaya çalıştı..

        “Bahse girerim ölü değil uykuda olduğunuzu sanıyorsunuz. Öyle mi?” Orfeyus sessizce durmaya devam etti. "Bakınız, etrafınıza bakınız. Herkes size yarın uykudan uyanacak gibi mi geliyor? Bir hayatın muhasebesini vermeye gidiyoruz.” Şaşkınlıktan çabuk kurtulan, adam sırıttı pişkin pişkin. “Bahse girerim siz zaten buna hazırsınız.” Durdu cevap vermesini bekledi. Yüzüne baktı, solgun yüzünü ilk defa bu kadar yakından görüyordu.. Acınacak kadar soluk teninde, pütür, pütür bir görünüş gözlerinin etrafında koyu kırmızı halkalar, fersiz bakışlar gördü..

         Adam dayanamadı daha fazla bakmaya, gözlerini kaçırdı. “Benim kendi halim nasıl acaba?” diye aklına geldi. “Nasıl görebilirim?” Kadına döndü. “Bana bakar mısınız?” Yürümeye ara vermeden kadın başını yerden kaldırıp adama döndü. Adam durdurdu onu, gözlerine bakmaya çalıştı kadının. Göz bebeklerinde ışıklar içinden biri bakıyordu. Gördüğü adam onu ürpertti. Korkunç biri bakıyor gibi geldi. Kadın sarsak adımlarla yürümeye devam etti. “Kazadan olmalı” dedi.” Arkasından açıklama gereği duydu; “Ben trafik kazası geçirdim, otobüs çarptı bana, son hatırladığım hızla gelen sarımtırak farlar, “yanlış oldu” dediğimi hatırlıyorum ama neyi yanlış yaptığımı hatırlayamıyorum.” dedi zayıf bir sesle sanki etraftan duyulmasını istemezmiş gibi. Kadın “Bu durumda ne diyebilirim” diye düşündü bir süre. “Ya? Öyleyse geçmiş olsun” dedi ama anında söylediği sözlerin saçmalığını anladı. Orfeyus, uzun bir zaman güldü bu sözlere.

             “Öyleyse geçmiş olsun ha?” bu sefer kadın da dayanmadı O da katıldı bu gülüşe, gülüşleri daha da yükseldi, çınlamaya başlarken çevreden gelen bakışları hissettiler. Sustular. Her taraftan sesiz ama tehditkâr bakışlar üzerlerine çevrilmişti. Orfeyus parmağını dudaklarına koydu evrensel “sus” işaretini yaptı. Sustular, ama halâ içlerinde bir dürtü, kâh ileri kâh geri. Ama illâ dışarı fışkırmak üzere boğazlarına takılmıştı hıçkırıklar.. Yaşadıkları son günün bitmeyen 24 saati, içlerini yakıyordu. Onlar için zaman o saatte durmuştu. Onun için nasıl tekrar başlayacağı meçhul, o an bu an sürüp gider olmuştu elan ama bir sürü olayları da yaşıyorlardı şimdi. “Bu da yaşamak mı? Doğrusu yaşamamak mı? Başka ne denebilir?”

          Orfeyus’un gülmekten gözlerinden yaş geldi. Bunlar biraz sonra başlayacak ağlama sağanağının habercileriydi. Gülerken, gülerken ağlamak bu olmalıydı. Kadın da gözlerini ona çevirdi, esmer adamın içten içten ağlayışına şahit oluyordu. Üstlerinde bir karartı peydahlandı aniden ve gök boşaldı birden.  Adeta kırbaç gibi inen damlalar, sicim olup başlarından omuzlarına, oradan göğüslerine ve oradan ayaklarına iniyorlardı. Her ikisinin içinde düğüm, düğüm kaskatı olan duyguları bu sularla birlikte eriyip gittiğini hissettiler  Akıllı damlalar sadece bunlara yapışmışlar, başka kimseye dokunmuyorlar kimseleri ıslatmıyorlardı. Ne kadar sürdü hiçbir fikirleri yoktu. Başladığı gibi bitti birden. İkisi de hafiflemiş hissetiler kendilerini. İkisi de son günün sonunu hatırlamıyorlar, halâ yaşadıkları anı bitmek bilmeyen son yirmi dördün devamı sanıyorlardı.

            “Nasıl bitecek diye beklerken” diye ağzını açmadan konuşmaya başladı kadın. “Hastane de tam altı ay geçti. Her yanımda serum ve elektrotlar takılıyken; her saniye tekleyen kalbinin sesini, 'işte şimdi, galiba bu son' diyerekten kalp atışlarını duya duya yaşamanın, ya da yaşayamamanın kahrediciliği, yarım kalan her şeyin özlemiyle sadece kendini dinleyerek beklemenin çaresizliği ve  ziyarete gelenlerin acıyan bakışları karşısında yük olduğunu bilmenin utancı ölümden beter oluyordu. Her yirmi dört saatte bitsin artık diye dua ederken bir yanım; öte yanım hele biraz daha uzasa, diye bir umut beklentisi içindeydi. Daha da uzardı hayatım belki ben sabretseydim ama.. ağrıdan ve ilaçların hücrelerinizde yarattığı sızıdan...” yutkundu, daha anlatacaktı kadın ama onun üzüldüğünü gören Orfeyus başlamasına fırsat vermeden, söze balıklama daldı. ”Ben senin kadar tahammüllü değildim, kaldırıma doğru uçtum ve düştüğüm o yerde anında teslim oldum galiba” dedi ve gülümsedi.                                                                                   Kafile biraz daha kapıya yanaşmıştı. Beyaz güvercinler bir daha adamın saçlarına daldı. “Ona bunu ben öğretmiştim benimle yaşarken” dedi. “Her akşam üstü evin terasından kalkarlar eşiyle, göğe yükselirler, giderler kendinden geçene kadar taklalar atar sonra kendini bir taş gibi başımın üstüne, saçlarımın arasına bırakırlardı.” Başını kaldırıp kuşu takip etmek istedi, ama parlak gök gözlerini kamaştırdı. “Sonra yollarımız ayrıldı, o buraya geldi, bense orada kaldım” dedi Orfeyus.

             “O zamanlar ben küçük bir ayakkabı boyacısıydım. Sabah bir rüyadan uyanır gibi uyanır, başucumdaki annemi ışıklar içinde görünce kutsal bakire Meryem sanırdım.  Sanırım O da gerçekten O idi... “Günaydın” der demez,  bir taze taco[1] kapar ardından  önce terasa çıkar, la paloma’yı görür, sonra boya sandığımı omuzuma alıp, Plaza Vieja'ya yollanırdım. Gelenin geçenin bol olduğu yere.  Bizim evde her zaman paraya ihtiyaç vardı, yani benden başka herkesin, ama benim değil. Akşam eve bir neşeyle gelirdim ağzımda gazeteden sarma sigara, ellerim arkada, babamı taklit ederdim. Evdekileri güldürürdüm, ben de gözlerimden yaşlar gelene kadar gülerdim.  Evin en küçüğüydüm, son numara, tekne kazıntısı, ne dersen o.  Evde benden büyük  kız kardeşlerim vardı, onlar beni babamın gazabından, kollarlardı para getiremediğim akşamlar. Bir süre sonra beni çocuk yurduna aldılar ama orada da kurallara uymazdım, birkaç defa firar ettim ”  dedi ve sustu. Etrafına bakındı Orfeyus.  İnsan seli yine suskun ve endişeli, bir lav akıntısı gibi ağır ağır hareket halindeydi kapıya doğru. “O da buralarda mı acaba? Annem diyorum. Mutlaka beyaz bir küheylanla gitmiştir gideceği yere” diye içini çekti. “Haketmiştir O. Ama orada yanlız kalmaktan hiç hoşlanmayacaktır, canı sıkılır, geceleri ürkebilir annem, bilirim” Gözünün önüne günahsız Dimitri’nin gidişi geldi. “Hele bu heriflerle bir arada?! Zavallı"

            Yerden bir sis yükselmeye başladı ağır, ağır. Sarımtırak ama yer yer pembemsi bir sis. Yürüyenlerin ayakları görünmez oldu başlangıçta. İnsanlar kendilerini bulutların üzerinde yürüyor sandılar tüy kadar hafif. Bu sisle beraber insancıklar üzerlerindeki gam yükünün  de artmaya  başladığını hissettiler yavaş yavaş. Kapıya yaklaştıkça herkesin yükleri taşınamayacak kadar ağırlaştı. Orfeyus   terler içindeyken, kadının başı hafif dik, rahat yürüyüşü Adamın aklına takılı kaldı.  "Nasıl başarıyor bunu?”

 ***

              Orfeyus başını kaldırıp kapıya doğru baktı, önce ne olduğunu kavrayamadı, kapı kanatlarını göremedi. O koca kapının, o ulu kapının kanatları yoktu ya da açılmış olabilirdi. Ama gerisi koyu gece mavisi ile siyah arasında değişen bir renkteydi. Adam gözlerni oğuşturdu bir kaç defa, “Yoo, kapının gerisinde gece var diye mırıldandı. Etrafına baktı kimseler kapıya bakmıyor, istinasız herkes, yaşlısı genci, dualar mırıldanıyorlarken oluşan uğultu, homurdanmaya dönüyor gibi geldi Adama.

            İçi bulandı, bunca insanın iki yüzlü davranışı karşısında. Oldum olası bu türlü iki yüzlü davranışları olmamıştı. Tanrının da bunları bağışlamayacağını düşünürdü hep. Zaman zaman gerçekleri kendi lehine kullanmak için bilmezden geldiği ya da gerçeği sakladığı zamanlar olmuş olduğunu, bunu saklamak için küçük, minicik yalanlar söylediğini itraf ediyordu içinden. Derken üstünde bir gürültülü sağnak patladı ve  serin suları başından aşağı yemeğe başladığında “Affedersiniz Tanrım, pardon” dedi yine içinden ama herkes duydu. “Doğru, itiraf etmeliyim ki, ben yalanlar söylerdim. İnsanları kandırırdım, ama... Ama bunu başkasının üstüne atmazdım. Senin de bunu anlaman lazım değil mi yüce Tanrım. Hayat gerçekten çok zor, yaşayabilmek,  daha iyi yaşayabilmek için başkalarının hakkını yemek gerekiyordu. Bilirsin, bizlerin ne kadar bencilce hareket ettiğimizi, her zaman “önce ben” dediğimizi. Bir gök gürültüsü ve bir sağanak daha.. “Pardon, saygısızlık yapmak istemedim” dedi Orfeyus. Yanındaki bayandan utandı bir anda. Kadın dönmüş ona bakıyordu. Sular esmer omuzlarından aşağı iplik, iplik akarken. Gülümsediğini sezdi Orfeyus. “İçimden geçirdiğim her şeyi siz duydunuz mu?” diye sordu kadına. Kadın başını salladı.

         “Ama bu haksızlık” dedi Orfeyus “ama bu harbiden haksızlık. Ben diğerlerinin söylediklerini duymazken, benim söylediklerimi onların duymasının haksızlık olduğunu sanıyorum, yüce Tanrım. Sizce de öyle değil mi?” Tekrar gök gürültüsü başladı. Orfeyus elini yukarı kaldırıp "Hoop ama durun” dedi. “Ben bunu kabul etmiyorum” der demez gök gürültüsü yarım kaldı. Kara bulutlar dağılmadı ama gök gürültüsü yarım kaldı, sustu. Orfeyus “Beni anladılar, bana yapılanın adil olmadığını anladılar” derken;  şiddetli bir gök gürlemesi patladı yukarıda, kulaklar bir an için sağırlaştı, etraftaki insancıklar oldukları yerde sindiler. Dua sesleri daha da yükseldi. Adam daha bir korktu ama geri çekilemedi.

            ”Yüce Tanrım sizce de haksızlık değil mi?” diye özür dilercesine mırıldandı.

           Kadın sindiği yerden birden ayağa dikildi, gözlerini Adama dikti: “sen nasıl böyle bir şeyi söylersin  be zavallı adam?” dedi Adama, gözleri çakmak çakmak bakıyordu ve adamın içine işliyordu bakışları. Orfeyus önünde, nerdeyse çırıl çıplak dikilen, bu sinirli, gergin kadın vücuduna şöyle bir baktı.

            “Benim düşündüklerimi duyan sendin değil mi? Ben neden senin düşündüklerimi duymuyorum?” Yutkundu; “İlahi adalet dediğimiz şey bu mu oluyor şimdi?” Orfeyus adeta sızlandı. Kadının ölmeden önce de güzel olduğu söylenebilirdi, “Halen de öyle” diye içinden geçirdi Orfeyus, sonra duyacaklarından korkarak sustu. Kadın gözlerini iri iri açarak baktı bir süre; “Bak gördün mü bu son söylediklerini kimse duymadı” dedi: “Benden başka” Hayretle baktı adama yeniden, “Mikrofonunu açmazsan kimse seni duymaz” diyecekti ki: “Ağzını açarak konuşmazsan kimse seni duyamaz be adam” dedi kadın.      

            Orfeyus “Aman Tanrım, beni bağışla, benim aklım bu kadar, biliyorsun. Sizden de bayan özür dilerim” diye yüksek sesle söylendi. Yukarı döndü baktı, bulut, mulut kalmamıştı, başının üstünde  Ama gökyüzü uçuk bir menekşeye dönmüş olduğunu fark etti ve güneşlerin o kadar tesiri kalmadığını da hissetti omuzlarında. Yerdeki sis neredeyse dizlerine gelmişti insancıkların. Bu gidişle daha da yükselecek ve boylarını geçecekti. Sis bütün ovaya yayılmış gibi geldi adama. Önlerinde koca kapı bütün haşmetiyle yükseliyordu, kanatları ardına kadar açık. Sis ona kadar geliyordu.. Bulundukları kısım ne kadar aydınlıksa kapının arkası da o derece karanlık görünüyordu Orfeyus’a. Dikkatle bakmasına rağmen kapının arkasını seçemiyordu. Kadına döndü ama kadının çoktan başını öne eğmiş sisin içinde bata çıka adımlarını atarak ilerlediğini  gördü. “Ne kadar asil bir duruşu var” diye içinden geçirdi. Orfeyus “duyabilir” dedi ama aldırmadı. “Duysun” der gibi omuzlarını silkti. Demin onun gözlerinde kendi hayalini gördüğünde  korktuğu geldi aklına. Kafasının sol yanı ve burnu kafasının içine doğru göçmüş ve gözünün biri, dayak yemiş boksörler de olduğu gibi kapakları şişmiş ve gözü kapanmış olduğunu da hatırladı Adam.

“Bu halde ben bile kendi görünüşümden ürkmüştüm, O ise doğrudan yüzüme bakabilme cesaret ve olgunluğunu gösteriyor” dedi.  "Duyacak lan... Duysun!” dedi kendi kendine.

Etraftaki insancıkların arada sırada kendine merakla baktıklarını yakaladı Orfeyus. “Ne var?” derken omuzlarını silkti. Ellerini ağır ağır göge doğru adeta ağaçtan bir şey toplayacakmış gibi kaldırdı.ıslık çalmak istedi ama kurumuş dudaklarından bir zayıf tıslama çıkabildi. Havada grubun üzerinde uçan beyaz güvercinlerden biri hızla ellerine doğru daldı adamın. Eline konan güvercini sevgiyle gagasından öptü ve gözlerine bakarak konuştu Orfeyus; “Benim gelin kızım, seni çoktandır görmemiştim, özlemişim. Nasılsın? İyi görünüyorsun, buralar bambaşka yerler iyi olman doğal olmalı”. Boynuna dikkatle tekrar, tekrar baktı Orfeyus. Bembeyaz tüylerin arasında boynunu boydan boya çeviren kan pıhtısının kararmış kırmızısını gördü ve yüreği sızladı bir anda, parmağıyla boynundaki tüylerini sıvazladı. Gözleri nemlendi adamın. Yanındaki kadın ona sezdirmeden, göz ucuyla güvercine bakarken sakin sakin yürümeye devam ediyordu. Adam gözleri iyice yaşarmiş bir halde;  “Affet beni. Lütfen affet" diye mırıldandı. Burnunu çekti. Silecek bir şeyler aradı. Boşuna. Eliyle kuruladı, olduğu kadar. Elindeki kuş kafasını sağa sola eğerek doğrudan Orfeyus’a bakarak en ufak hareketini takip ediyordu. Bir ara adamın gözlerini yakaladı, oradan taa yüreğinin içine kadar indi bakışları kuşun. Orfeyus ne yapacağını bilmez bir halde, sağa sola kaçırdı bakışlarını, o sırada kuşun kalbinin atışlarını kulaklarında duyar gibi oldu. Halbuki elinde tuttuğu kuşun yüreği atmıyordu. Hiç ama hiç atmıyordu. Bembeyaz bir güvercin. Boynunda koyu kırmızıdan bir halka ona ayrı bir güzellik katıyordu. Gururla başını kaldırdı kuş. Adamın avucundan hamle yapmak isterken, Orfeyus,. “Sana ıslıkla çaldığım melodiyi hatırlıyor musun? La paloma bianco. Trompetim olsaydı sana saatlerce çalardım, gelin kızım benim. Beni affetmen için ne yapmam gerekiyor, bilmiyorum. Ama affetmezsen de haklısın sen. N’olur bağışla beni beyaz kızım”.

Kadın adamın her hareketini her cümlesini o ana kadar belli etmeden ama dikkatle takip etmişti. Son sözlerini de duydu ve sislerin arasında kalan elindeki ağırlığı görmek için elini kaldırdı. “Bu senin trompetin, değil mi?” kadın elindeki eski, hafif kararmış boruyu  Orfeyus’a doğru uzatıyordu. Adam elindeki güvercini kaldırıp gözünden öptü, vedalaştı yeniden ve gökyüzüne doğru hızla fırlattı. Hayvan denge için bir iki kanat vuruşundan sonra boynundaki kırmızı gerdanlığıyla iyice yükseklere doğru kanat çırptı, gitti.

“Bu nasıl olmuş da size gelmiş, teşekkür ederim” dedi ve trompetini sevinçle aldı. Başını yukarı kaldırıp “Teşekkür ederim” dedi yüksek sesle.  “Alışkanlık işte, yüksek sesle söylemek zorunda değildim, Ona herşey malûm zaten” diye düşündü adam. Biraz utandı, biraz sıkıldı ama sonunda boruya üfledi. Harika bir lâ sesi çınladı çevrede...Kadın adama dönüp “O güzel güvercinin boynundaki kırmızı halka nedir?” diye sordu. Aynı anda pişman oldu. Adam daha ağzını açmadan “Kumar borcu karşılığında rehin olarak bir caniye teslim etmiş ve parayı toplayacak bir süre istemişti o caniden” dediğini yüreğinde hissetti Kadın. O cani de Orfeyus’un gözü önünde ne olduğunu bilmeden elden ele geçen beyaz güvercinin kafasını, tuttuğu gibi hayvanın çırpınışlarına ve Orfeyus’un yalvarmalarına aldırmadan, yavaş yavaş bükerek koparıp hayvanı onun ayakları dibine attığı sahnesi kadının zihninde beliriverdi. Orfeyus zavallı bir bakışla kadına bakıyor çaresiz bir şekilde trompetinin tuşlarıyla oynuyorken gözlerinde yaşların belirdiğini gördü kadın.

“Affedersin, bu kadar acıklı bir hikayesi olduğunu bilemezdim” dedi. “Ama kendini fazla üzme kader denen şey bu olmalı. Üzülme O seni çoktan affetmiş görünüyor” dedi ve sustu kadın. Orfeyus bir müddet daha sesiz kalıp göz yaşlarını çevreden saklamaya devam etti. Elleriyle gözlerini oğuşturdu, trompetine baktı ve dudaklarına götürüp nemli gözleriyle üflemeye başladı boruya.  Biraz sonra bütün ovada kıvrak bir melodinin neşeli ritmi yankılanıyordu. Gökyüzünde nereden peydahlandığı belli olmayan yüzlerce güvercin muazzam büyüklükte bir koreografiyi sahneye koymaya ve ritmik uçuşlarıyla gökyüzünde bir dans gösterisi sunmaya başlamışlardı. Adam kafasını havaya dikmiş, bir gözüyle güvercinleri takip ederken, trompetiyle onlara işaretler veriyor ve kuşlar kitle halinde onun gösterdiği yere uçuyor sonra geri dönüyorlardı. Havadaki güvercinlere sığırcıklar da katıldılar, güvercinler nereye uçarlarsa onlar da onların ters yönüne uçuyorlardı. Ovadaki insancıklar da katıldı bu gösteriye; göktekiler, yerdekiler hep beraberce sanki tek bir koreografiyi uyguluyorlardı.

 

Yerden yükselen sis yarı bellerini geçmişti. Bazıları şimdiden bu sise gömülmek üzereyken, Orfeyus esmer ve yarı morarmış torsosu ile, köpüklü bir deniz üstünde sisin üzerinden bakan Neptün misali dikkatle yeryüzündeki sislere ardından gökyüzüne bakıyor ve kuşları takip ediyordu. “La paloma Bianco” Ne kadar çaldığının farkında değildi, kendini bir vecde kaptırmışçasına, durmaksızın tekrarlıyorken gözlerini açıp bir de insancıkların doldurduğu vadiye baktı. Sınırlarını bilemediği vadinin bir ahenkle dans içinde hareketlendiğini, gökyüzünde güvercinlerin hareketlerine benzer şekilde dalgalandıklarını şaşkınlıkla seyretti. Ağzından boruyu çekti, sustu ama hareketler halâ devam ediyordu. Yükselen sis her şeyi herkesi yutmaya başlamıştı. Ama hareketleri kolayca takip edebiliyordu adam. Bir süre sonra sis her şeyi, herkesi adeta hazmetti. Orfeyus “Bunun bir anlamı olmalı” dedi. Aklına  Habana’da sineklere karşı yapılan ilaçlamalar geldi. Bir anda sarı bir kamyonetin arkasındaki ilaçlama makinasından çıkan beyaz tütsü etrafı sarar ve keskin bir koku yani zehir genizlerini yakardı. “İnsanların sadece genizlerini yakarken, zavallı sineklerin hayatlarını söndürüyordu” diye düşündüğünü fark etti. “Ama sadece birkaç dakika sürerdi ve kaybolurdu bu tütsü.. Burada onun binlerce kez daha yoğun ve daha büyüğü sardı her yanı” Herkes bu sis içinde kayboldu  gitti. Orfeyus yanındakileri göremiyordu artık. Kadın yanından sanki uçmuş gibiydi. Kapıya doğru döndü, Onu da göremedi. Kendini o koca kalabalık içinde kaybolmuş gibi hissedip, sisler içinde şaşkın şaşkın bakındı.

 

“Muazzam bir ilaçlama” diye düşündü Orfeyus. Aradan ne kadar zaman geçtiğini anlayamadı. Zaten zaman tükenmişti onlar için. Sessiz bir beyazlık içinde sarmalanmış vaziyette, belki de bir koza içinde bekliyorlardı hareketsiz. Durmuş olan kalbinin ve solumadığı halde soluğunun sesini kulaklarında duyduğunu sanıyordu, yüreği sıkışıyor, sıkışıyor bu sıkıntıdan öleceğini sanıyordu. Orfeyus saatlerce yerine bir kaç dakika durduklarını hayal etti. Ne düşünürsen nasıl düşünüyorsan onu kabulleniyordu insanların buradaki vücutları. “İçinizden ne geçirirseniz onu hissediyorsunuz sanıyorum” dedi kendi kendine ve aynı anda bir parça ferahladığını hissetti..


O sırada birden bütün yaşadıklarını; kare, kare son hızla tekrar yaşadığının farkına vardı adam.  Değişimi o kadar süratle yaşadı ki “bu kadar çok şeyi, bu kadar çok ayrıntıyı  nasıl olmuş da hafızamda saklamışım şimdi nasıl hatırladım?” dedi içinden, her şey bittikten sonra. Yanlız başıma bebekliğini, çocukluğunu, gençliğini, olgunluğunu nasıl yaşadığını, çevrede olan biteni nasıl hatırladığını bir an sonra hatırlayamaz oldu adam. “Bir şeyler oldu ama neydi çıkaramıyorum” diye aklından geçirdi. Biraz sonra sis ağır ağır kaybolmaya ve insanlar, insancıklar birer ikişer görünmeye başladılar. Başını yukarı çevirdi, yine pembeli bir akşamüstü  mavisi ile boyanmış, tül gibi ince beyaz bulutlarla süslü bir gökyüzü ve halâ üstlerinde uçuşan beyaz güvercinleri gördü.  “herşey biraz önceki gibi ama benim bakışlarım daha parlak zihnim daha bir duru gibi” diye mırıldandı.  "Yani bomboş”.

"Biz bir metamorfoza uğradık, arkadaşım” Sesin bu kadar net ve anlaşılabilir olması bir anda ürküttü Orfeyus’u. Yanındaki kadın sesleniyordu. “Merhaba arkadaşım” dedi kadın. Orfeyus zorlandı hatırlamakta ama, “yakın biri olmalı” diye düşündü, “böyle omuz omuza durduğumuza göre” dedi içinden. Kadın, uzun boylu Orfeyus’un yanında aynı uzunlukta gibi duruyordu. Orfeyus kendi adını bile hatırlayamıyorken, onun kim olduğunu nasıl bilecekti? Biraz önce  ne oldu, yok, biraz sonra ne olacak yok. Sadece bu an var. Yanında biri var, hatta elinden tutmuş: “Ben adalıyım, Burgaz’lı” diyor ısrarla. “Sen de Adalısın” ama nafile bir çaba adam için. "Burgaz neresi lan?" diye aklından geçirdi. O sırada kalabalıktan çığlıklar yükseldi, her ikisi de etraflarına bakındılar, herkes önlerinde yükselen koca kapının ardındaki uzay boşluğunu bir birine gösterip çığlıklar içinde konuşmaya çalışıyorlar gibi geldi Orfeyus’a. Yanındaki  de Ona orayı gösterip ağzını açıp kapatıyordu, ama adam gürültüden başka hiç bir şey duyamaz olmuştu. Koca kapının kanatları ardına kadar açık, ortadaki boşluktan lacivertle mavi karışık bir uzay boşluğu ve irili ufaklı binlerce yıldız görünüyordu. Adamın kalmış olan dikkatini yerden uzaya doğru yükselen yüzlerce ışıkların gösterisi  çekti, yüzlercesi aynı anda yükseliyor ve belli bir yere geldikten sonra patlayıp sönüyor gibiydiler. “Yo, sönmüyorlar ama yarı sönük bir şekilde yollarına devam ediyorlar gibi geldi  bana” dedi içinden.” Ne oluyor bana? Neredeyim ben? Bunlar da kim?” zihninin bu kadar boş olması adamı yavaş yavaş çıldırtıyordu ki yanındaki kadın ellerini tutup yardımına yetişti aniden.

“Bak arkadaşım, sen de Adalısın. Küba’dan. Çok güzel bir yer diye biliyorum orayı, harika yeşillikler içinde kendi kendine yeten bir memleket. Latin dans ve müziğinin yurdu diye hatırlıyorum. Biraz önce trompetinle çok güzel bir Latin Amerika melodisi çaldın, La paloma bianco. Hatırladın mı?” Ümitle adamın gözlerine bakıyordu ama adamın gözlerindeki şaşkınlık halâ gitmemişti. Çaresizce bir birlerine bakıyorlardı.

“Ben buradan gitmek istiyorum. Bana yardım edin” dedi kadına, kadın üzüntüyle baktı yüzüne. “Buraya nasıl gelinir biliyorum da buradan nasıl çıkarız bilmiyorum.  Hepimiz burada kendimize geldik öldükten sonra” diye mırıldandı. Adam söylenenlerin son kısmını duyamadı, sevinç çığlıklarından. Yeni bir grup ışık daha göğe yükselmişti o sırada. Adam halâ kendinin ismini bilmiyor, neler yaşadığını hatırlamıyor, neden burada olduğunu hiç tasavvur bile edemiyordu ama yükselen ışıkların gösterisi onun da ilgisini çekmeye başlamıştı. Görebildiği hem de katarakt ameliyatı olmuşçasına canlı ve keskin gözleriyle, karınca sürüsü gibi gördüğü kafilenin öncü grupları kapının önlerine yaklaşmışlardı. En öndekiler sevinç içinde ellerini yukarıya doğru kaldırıp dua eder gibi hareketler yapıyorlardı. O kocaman kapının, kapı demek ne kadar doğruysa, o azametin arkası koyu bir gece olmalıydı. Yıldızlar kıpır, kıpır. Gezegenlerin flaş gibi patlayan ışıkları, yerden yükselen maytaplar, bu koyu lacivert gecede  bir panayır havası yaratmışlardı. Adam bu seyre dalıp gitti bir süre, ağzı açık, salyalarını toplamayı unutarak..

“Orfeyus, senin adının Orfeyus olduğunu sen söylemiştin bize”

“Ne demek? Nasıl bir isim bu”

“Mitolojik bir isim”

İçinden tekrar etti; “Orfeyus, Orfeyus... Kulağıma hoş geldi” dedi. Kadın halâ yüzüne bakıyordu. “Orfeyus, nasıl hatırladın, değil mi?”

Tam o sırada gök gürültüleri kulaklarını sağır edecek şiddette ovayı inletmeye başladı ve ardından kırbaç gibi yağan bir yağmur geldi. Ovanın üzeri tamamen karardı birden. Kadın; “Burada yağmurlar aniden başlıyor ve aniden bitiyor, biz ne olduğunu bile anlayamıyoruz” diye bağırdı. Yanındaki adam duydu mu, duymadı mı anlayamadı. Yağmurun sesi her şeyi bastırıyorken, insancıklar oldukları yerde sindiler, ürkek ürkek birbirlerine sokuldular. Bu yağmurun ilaçlamadan sonra bir arındırma yıkaması olduğu aklına geldi kadının. “Evet, şu anda arındırma işleminin tam ortasındayız” diye mırıldandı. Etrafına bakmaya çalıştı ama hiçbir yeri göremiyordu. Adam yanında ürkmüş, korkmuş bir halde sessizce beklerken, aslında içinden halâ kendi ismini sayıklıyordu Orfeyus...


Yağmur başladığı gibi aniden bitiverdi. İnsancıklar büzülüp sindikleri yerden yavaş, yavaş doğruldular. Bütün ovayı bir sessizlik kapladı, tepelerindeki güneşler parlamaya başlarken. Isıyla beraber usul, usul bir buğu kapladı ovayı, yerden göğe doğru yükseliyordu bir tül gibi. Adam etrafına bakarken bütün ovanın bir ilkbahar doğumuna hazırlanır gibi kımıl kımıl kıpırdandığını, sanki çiçeklendiğini görür gibi oldu.

“İnanılmaz bir değişim. Bu bir.. bir. ilahi değişim olmalı” ovaya bakarken kadın: “Sanki ilkbahar geldi buraya” dedi.

Havada dalgalar halinde uçan sığırcıkları gösteri yaparken bir süre seyrettiler. Sonra kadın adamı elinden tutarak yürümesi için çekiştirdi. Fakat Orfeyus’un ayakları ağırlaşmıştı nedense, yürümek istediği halde ayaklarına söz geçiremez olmuştu. Kendini yorgun hissediyordu adam: “Biraz dinlensek?” dedi. Durdular, yanlarındaki ve arkadakiler biraz tereddüt ettiler, ardından da bunları iterek, sürmeye başladılar. Kalabalığın baskısı çok kuvvetliydi, istemeseler de yürümek zorundaydılar. Ağır ağır yürümeye çalıştı adam. “N’oluyorum? Kendimi yorgun hissediyorum ama neden? “    başını gök yüzüne kaldırdı yeniden, nefes almakta zorlandığını hissetti. Kulakları çınlamaya başlamışken Orfeyus ismini başının içinde duymaya başladı gibi geldi. Kadına dönerek; “Bana mı seslendin” dedi. Kadın omuzlarını silkti. “Başımın içinde birileri bana sesleniyor, bu benim ismimse eğer. Beni çağırıyorlar” kadın ciddi bir ifadeyle adama döndü neler olduğunu anlamaya çalıştı.

“Biliyor musun, bu yürüyüş sırasında sınandık, ilaçlandık, yıkanıp arındırıldık gibi geldi bana La Habana’lı. Şimdi şu başı bulutlara ulaşan kapıdan geçmeye hak kazandık, Sana da öyle gelmiyor mu? Eski Ahit’te yazdığı Exodus gibi Tanrı kendine kulluk edenleri ve edecekleri kırk yıl çölde dolaştırarak, eskileri tasfiye edip, yeni nesle vaat dilen toprakları hediye etmişti, bu ona benziyor.  Doğal ayıklama yaptı, şimdi bizi de yanına alacak” dedi ve sustu. Orfeyus şaşkın, suskun, durdu biraz:
“Böyle çırılçıplak nereye gidiyoruz, bu kadınla; gerçi hiç şikayetim yok ama manasız bir hareket halindeyiz gibi geliyor bana, ismim neydi? Haa evet, Orfeyus. Neredesin sen oğlum?” Geriye döndü bir akşam üstü pembeliğine doğru giden gökyüzünde akşam olacak mı diye düşündü. “Bu işte bir manasızlık daha ulan”. Bu zaman diliminde gelmeye devam eden bu insancıkları ve de ortaya çıkan bu kalabalık içinde son derece zayıf hissetti. Adam başını kaldırıp önünde gururla duran o muazzam  kanatları ardına kadar açılmış, kapıya tekrar ürpererek baktı. Gerisinde devam eden gecenin ürkütücü güzelliğini hayranlıkla seyretti. Gayrete gelerek ağrılar içinde tekrar yürümeye çalıştı ama bir kaç adımdan sonra başaramadı.

 

İçinden “Benimle her anımda, iyi anımda, kötü anımda, mahrem anımda, aleni anımda birlikte olan bir varlık, değil benim kötülük yapmamı, böyle bir şey aklıma düştüğü anda mani olabilecek iken, kenardan, kenardan seyretmesine bakılırsa hiçte bizden yana değil” diye içinden geçirdi. Daha fazla günaha girmek istemediğinden “Muhakkak ki bir bildiği vardır” dedi ve sustu. Kadın dönüp sertçe yüzüne baktı.

“Ne? Niye öyle bakıyorsun? Bir bildiği olmalı, bizim akıl sır erdiremediğimiz. Öyle değil mi? Ben de öyle söyledim, değil mi?” Kadın başını çevirdi. Orfeyus saf, saf; “Şimdi de kendine kulluk eden meleklerden ve hizmetlerinden memnun olmadığından mı, bizlerin arasından seçme yaparak kendine kullar seçecek, dersin?” Cümlesini zor tamamlayabildi, ağrıları daha da arttı adamın.”Ne oluyor bana?” dedi. Kulağındaki çağırışların da biraz daha arttığını fark etti. Onu çağırıyorlardı ama Orfeyus’un bu çağrılara cevap verecek durumu yoktu.

*** 

Cankurtaran sahil yolundaki olay mahalline vardığında, adam yerde neredeyse 10 dakikadır yatıyordu. Doktor ve hemşire koşarak gelip yaralının yanına çöktüklerinde başında duran, göğsü neredeyse göbeğine kadar açık o polis memuru “Maalesef yaralıyı kaybettik galiba” dedi. Biraz sonra doktor sert bir şekilde kalp masajına başladı, “Bir, iki, üç” deyip iki eliyle iman tahtasına yükleniyor ve sonra adamı dinliyordu. Etrafta toplanan meraklıları hemşire susturdu. Endişe ve heyecanlı bekleyiş başlamıştı. Kalp masajı uzun bir süre devam etti, doktor içinden “bu son olsun, umudum kalmadı” dediği bir anda adamdan yüksek sesle bir soluk çıktı. Doktor  daha hafif bir darbeyle işini bitirdi. Kalbin üstüne yerleştirdiği  stetoskopundan hafif, hafif gürültüler geliyordu kulağına. Genç adam terlerini sildi, çömeldiği yerden  aceleyle kalktı.

“Hemen gidelim! Bir an önce!” dedi diğerlerine.

Adamı sedyenin iki yanından sarkan kayışlarla bağladılar,  cankurtarana  taşıdılar, alkış ve siren sesleri arasında cankurtaran La Habana II. Bölge hastanesine aciline doğru siren çalarak, hızla yola çıktı. Arkadaşları  umutla, belki yaşar temennisi içinde birbirlerine sarılırlarken, geldikleri 53 Chevy’e doluştular. Ona motoruyla çarpacak adam da elektrik direği dibinde duran motoruna doğru yürüdü,  bindi. Bağıra, çağıra motoru çalıştırmak için epey uğraştı. Motosikletin motoru  sonunda bir patlama ve arkasından da ortalığı dumana boğan öksürüklerle çalıştı, sonra bir ahenge kavuştu. Adam Orfeyus’un en yakın arkadaşlarından biriydi. Bugün onu kaybettiklerini düşündüğünden epey bir gözyaşı dökmüştü kimseye sezdirmeden. 

“Onun da kalbi benim Padre Harley gibi, tekler, mekler, stop eder, ama çalışır.  Zor çalışır ama çalışır, daha nice yıllar çalışacağı gibi” diye mırıldandı. Yumruklarıyla göz pınarlarında birikmiş yaşları alıp pantolonuna sildi. “Dayan Orfe mio”.  

Onu nereye götüreceklerini  tahmin ettiğinden, gece boyunca yaşadıkları gözünün önünde, dudaklarını arasına bir sigara,  motora biraz gaz verdi ve gidenlerin arkalarından acele etmeden hastaneye doğru yola koyuldu.  

O sırada kalabalık suratları bir karış, bizimkilerin yanlarından ite kaka geçmeye çalışıyordu, kapıya doğru. Kadın onun yanına biraz daha yanaştı, elleriyle elini yakaladı; “Orfeyus, sakin ol. Biraz dinlenirsen hiç bir şeyin kalmaz, bak kapıya az kaldı, ondan sonra ne yorgunluğumuz kalacak ne de ağrılarımız. Acele etmeyelim, nasıl olsa sona geldik. Dinlen biraz” Orfeyus’un gözleri göğe takılı, iki beyaz güvercinin yükseklerdeki danslarını izliyordu çocukluğundaki gibi. Ağrı ve sızıları artık tavana çıkmıştı. Gözlerinden yaşlar geliyordu koca adamın. Önlerinde kocaman mağrur kapı, duygusuz, gelenleri seyrederken, arkasından görünen manzara aynı şekilde devam ediyordu. Karıncalar gibi insancıklar, pembeleşen gökyüzü altında kapıya doğru koşturuyorlardı. Kadın onun yüzüne endişeyle bakarken elleri arasından adamın ellerinin kaybolmakta olduğunu görüyordu.

 

Son hatırladıkları gökyüzünde dans eden güvercinler ve bir kadının mırıl mırıl sesi. Orfeyus cankurtaranda giderken, gözlerini zar zor aralayabildi, daha doğrusu sadece sağ gözünü, diğerinde bir gelişme yoktu şimdilik.

“Gözlerini açtı” dedi hemşire. Doktor aceleyle yanına yanaştı adamın. Orfeyus gözünün içinde parlak ve yakıcı bir ışık gördü. Adamın göz bebeği küçüldü yavaşça.

“Nabız ve tansiyon halâ zayıf ama, gözü oldukça diri ve canlı bakıyor, reaksiyon var” dedi genç doktor. Cankurtaranın sireni çığlık çığlığa karanlık sokak ve caddelerde   yankılanırken hastanenin bahçesine girdiler. Orfeyus kasisten geçen arabanın sarsıntısıyla yerinden sıçradığında acıyla inledi. Hemşire oksijen maskesini yüzünden aldı adamın. Orfeyus altındaki sedyenin çekildiğini hissetti, cankurtaranın  tavanını seyretti bir süre sonra karanlık gökyüzü ve göz kırpan yıldızları gördü, bu ona bir şeyleri hatırlattı ama sadece “Hayaller” diyebildi. Koridordaki koşuşturma bir yatakta sona erdi Orfeyus’un yarışı. Şimdi karmaşık aletlerin ortasında, kolunda serum şişesi, yüzünde aspirasyon maskesi, kalp takviyesi iğnesi enjekte edilirken kendini tekrar kaybetti Orfeyus.

"Acele edin...Ameliyathane hazır mı?" Koşarcasına gidiyorlardı.

***

Kadın Orfeyus’un elleri arasından kaybolup gidişini yüreği burkularak sonuna kadar seyretti. Bir süre sonra Onu hiç göremez oldu. İki  Çinli kadın ve bir ak saçlı zenci adam ve de küçük bir çingene kopil bütün bu geri dönüş seremonisine, ne olduğunu bilmeden şahit oldular. Biraz sonra birer, birer kapıya doğru yürüyüşlerine, isteksizce, tekrar başladılar.. Onlardan sonra sarı saçlı kadın da toparlandı ve hüzünle geniş kanatları boşlukta açılan ve arkasında güneş olmayan o muazzam kapıya doğru yürüyenlerin arasına katıldı.

 ***

 Orfeyus son defa gözlerini açtığında bir hastane koğuşuna alındığını yani yoğun bakımda olduğunun farkına varabildi. Ağrıları nispeten hafiflemiş gibi geldi. Neden sonra sesini çıkarabildi ki kendisi bile bu kadar bet bir sesi olduğunu bilmiyordu. Kafası sargılar içinde yatağında yatarken, yanına gelen hemşireye, ne kadar güzel olduğunu söyleyip, buraya bir Esmeralda[1]’nın tayin edildiğini duyduğunu, onu kendi gözleriyle görmek  için geldiğini söylediğini sandı, nefes, nefese.  Kadın bir anda nerede olduğunu unutup kahkahasını patlattı. Orfe sargılarının arasından zar zor seçilen gözleriyle işaret edip, arkadaşlarının burada olup olmadığını sormak istedi. Aslında o söyleme gayretindeyken tecrübeli hemşire kendiliğinden  salonun hole bakan camını gösterdi. Orada bir sürü sırıtan suratı hayal meyal seçebildi Orfeyus o tek gözüyle.

Zorlukla sağ elinin sağlam kalan parmaklarıyla onlara zafer işareti yaptı. Hemşire onlara gülümserken, Orfeyus kadının elini dokunarak bekledi. Kadın üzerine eğilip kulağını ağzına yaklaştırdı.  Orfeyus ona bir şeyler fısıldayabildi.  Pencerenin dışından merakla bakan arkadaşları arasında ne söylediğine dair tartışma başladı aynı anda. Kimi “Hemşireye kur yapıyor, mesaisinin akşam saat kaçta biteceğini" soruyor derken, kimi de “Bize selam söylüyor da olabilir” diyordu. Miguel başını salladı;
“Beyler Orfe mio bizimle iddiaya girdi mi, girmedi mi?” diye sordu.
“Evet” dediler
“Ben ölümsüzüm, bana bir şey olmaz demedi mi?” “Evet” dediler.

“Bahse girerim bize bunu hatırlatıyor bu fırlama! Pezoları hazırlayın” dedi. Hepsi hayretle Orfeyus’a baktılar. “Öyle mi dedi, diyorsun? Yok artık..."

 

O sırada kapıdan çıkan hemşire;  “Miguel kim?” diye sordu, gösterdiler, Miguel’in yanına geldi ve “Orfe mio selamını gönderdi. 'Ben daha ölmedim. Oralarda  gördüğüm melekleri soracaksınız, şimdiden  bahse girerim bana vereceğiniz  pezoları yanınızda getirmişsinizdir' diye haber yolladı” dedi.

Kadın beyaz dişlerini  göstererek kıkırdadı ve Orfeyus’un arkadaşlarının bakışlarını kalçalarıyla peşinden sürükleyerek aralarından geçip koridordaki kat istasyonuna doğru ahenkle yürüdü. Miguel yoğun bakımın penceresinden içeri  baktığında arkadaşının yataktan başını hafifçe kaldırıp, sargılar içindeki kolunu ileri uzatmayı başararak sağ elinin sağlam orta parmağıyla zafer işareti  yaptığını gördü. 


II. Bölümün sonu...







[1] Esmeralda ; ispanyolca zümrüt

     

 

 

 

 

III. Bölüm 

 

 Hastane, 1800 lü yıllardan kalma bir İspanyol  koloni idare binasıydı. Eskinin ihtişamlar içindeki bir adalet sembolü,  o derece de ürpertici bir ismiydi bu bina. Limana yakın ama doğrudan denize bakmayan üç katlı bir yapı ve önündeki meydanda bir San Fransiscan manastırı vardı. Şimdilerde ise ancak bir kaç kişinin katılabildiği törenlerin olduğu bir kalıntıydı. Bu iki yapı İspanya’nın Küba’daki gölgesi, İspanyol ana karasında artık var olmayan gizli engizisyonuydu. Ancak sömürge idaresi merhametsiz yönetimiyle en sonunda bu adalarda patlamaya sebep olur ve İspanyollar bütün bunları kanlı bir şekilde bastırırlarken,  Amerika İspanya savaşının başlaması ve Birleşik devletlerin yardımları Küba’da İspanyol idaresinin devrilmesine yol açar. 1898 den itibaren üç buçuk yıl ABD askeri idaresinde kalır, ve Paris anlaşmasıyla 1902 den itibaren Küba bağımsızlığını ilan eder. O zamandan 1959 yılına kadara yarı militarist politikacı ve idarecilerin kurduğu hükumetlerce idare edilirken Fidel Castro ve arkadaşlarının yaptıkları bir darbe ile yeni bir düzen hakim olur adaya. Bu mücadele sırasında ayaklanmaya katılan yerli ve Afro-Indian halkın, vatansever hainlerin sorgulandığı yer bu binanın bodrumu ve karşısındaki manastırdı. Yüzyıllar önce Azteklere ve Maya’lara yaptıklarının üzerinden bir kaç asır geçtikten sonra aynı yöntemleri, Küba ve civar adalarda yaşayanlara da uygulamışlardı. O zamanlardan beri manastırın duvarlarından kanların sızdığı, şimdi hastane olarak kullanılan bu binanın da bodrumundan çığlıkların geldiği söylenirdi yerli halk arasında.

Aslında buraları ve bu hikâyeleri çok iyi bilirdi Orfeyus. Çocukluğu bu eski şehir meydanına açılan bu sempatik sokaklarda geçmişti.  Annesi de babası da o zamanlar bu binalardan uzak durmasını tembih ederlerdi çocuk Orfeyus’a, ama onun o olağan üstü merakına gem vurmak mümkün olamazdı. Bir kaç defa babasının korkusundan oralara sığınmış ve evdekileri meraktan deli etmişti. Bir defasında manastırın  avlusundaki sarnıca atlamış, ama aradan zaman geçtikten sonra karanlıkta korkmuş, ağlayınca yeri belli olmuş ve babası yerleştirdiği bir ahşap merdivenle sarnıca girip, bu haylaz ve asi çocuğu döve döve çıkarmıştı oradan. Babası gece gündüz yarı sarhoş veya yarı ayık gezen serseri ruhlu biriydi ama annesi bu başı buyruk, pervasız adama aşık olup evlenmişlerdi. Üç kızdan sonra Orfeyus dünyaya geldiği halde, baba içki düşkünlüğünden vaz geçmemiş, bir çok çalıştığı iş yerlerinden kapı dışarı edilmiş, beş parasız eve döndüğü, işsiz güçsüz evde yattığı çok olmuştu. Neyse ki, karısı ve kızları yakındaki puro fabrikalarında çalışıp para getiriyorlardı evlerine. Babaları için getirilen her pezoRom demek, punç demekti. Ama küçük Orfeyus gerçekten küçüktü, ondan para beklemek zalimlikti, buna rağmen bir kaç defa babasından iyi dayak yemişti ufaklık, o zaman Orfeyus beş, altı yaşlarındaydı ve Tanrıya sığınmış idi, gidecek yeri olmadığından. Ama Dayaktan da kurtulamamıştı çaresiz çocuk. O zamandan beri ilahiyattan ve felsefeden uzak duruyordu. Aziz ruh, Kutsal Baba, Kutsal Anne ve felsefenin temel ilkeleri, hepsinden çok uzaktaydı Orfeyus. Hiçbir zaman eline çok para geçmemiş, ama mücadele ve yarışla kazandığını, kazandığı günde babasına kaptırmadan sevdiği kız kardeşleriyle veya insanlarla paylaşma alışkanlığı giderek benliğini şekillendirmişti. Ona göre hayat bir kumardı, kazandığın sürece yaşanır, kaybettiğinde biterdi. 

 

Orfeyus, gözlerini açabildiğinde halâ iyi çalışan kulaklarına coşmuş bir tropik yağmurun uğultuları geliyordu. Zavallı bugün kazadan sonra kaçıncı gün olduğunu düşündü. Kaza dün müydü, bu gün mü, yoksa bugün kazanın ikinci gün müydü? İçinden çıkamadı, ağrı ve sızıları tavan yapmıştı, ilahiyattan uzak durmasına rağmen, bugün ihtiyacı vardı Tanrıya. Vücudundaki 208 kemikten elli sekizi kırık ve diğerleri de incinmiş veya çatlak görünüyordu. Sancısı ve sızısı en üst seviyeden ona “Allah” kelimesini bile söyletiyordu. Bir Müslüman arkadaşından onların ulu tanrısının doksan dokuz adının olduğunu, aslında sıfatlarının olduğunu öğrenmiş şimdi bu gece sabaha kadar; nefes alırken; içindeki kıymıkların birbirlerine takılışının ya da bir yerlerine batışının acılarıyla baş başaydı ve onların Allah’ından da merhamet bekliyordu, aziz ve kutsal Meryem ananın de araya girmesini rica etmişti Orfeyus. Güzel hemşire her yarım saatte bir yokluyordu ama moralle beraber verdiği serum ve ilaçların adama fazla bir faydası olamıyordu. uyuması lazımdı ama inatla direniyordu bütün kırıkları. Arada bir de genç bir doktor, o da bir kere gelmişti, ağzına maskesini takmış Orfeyus’un sarılı olan kafatasına ve gözüne ışıklı kalemle bakmış ve tansiyon ve nabız değerlerini kontrol etmiş ve hemşire istasyonuna geçmişti..

 

 Saatin kaç olduğundan haberi yoktu Orfeyus'un.  Salon kadar büyük odada  yanında yatan iki ameliyat sonrası hastası daha vardı. Ve bir ara koşarak içeriye geldiler, kimler? Hiç bir fikri yoktu. Perdeleri çektikten sonra elektro şok ile kendine getirmeye çalıştıklarını kulaklarıyla şahit oldu. Şak, şak, şakkk... Her şey aslında ses ve görüntü ama adamın sadece kulakları doğru dürüst çalışıyordu ama onlarda da bir uğuldama vardı, gözleri ise kendine dönmüş sadece içine bakıyordu. Tavandaki floresan lambanın cızırtıyla göz kırpmalarını  hayal meyal hissediyordu Adam. Biraz sonra telaş içinde şokladıkları hastayı alıp dışarı çıkarttılar, peşinden de sessizce yatan diğer hastayı aldılar dışarı. Ne kadar süre geçti Orfeyus yine farkında değildi. Tavandaki floresanlar cızırtıyla yanmaya devam ediyorlardı ki açılan kapının gıcırtısını tekrar duyar gibi oldu ağrılarının arasında.

 

Yatağında hafifçe doğrulmaya çabaladı merakla, ya da ona öyle geldi. Başını kapıya doğru çevirdi, ya da ona öyle geldi. Kapı ardına kadar açılmış ama giren çıkan yok gibi duruyordu. Bir ara hayal meyal koridordan elinde kemeriyle geçen babasını görür gibi oldu, tıpkı çocukluğundaki gibi. Yattığı yerde dehşete kapıldı. "Onun ne işi var burda? lütfen O gelmesin" diye bağırdı. Sonrasında kendini sinek gibi tavana yapışmışken buldu. Tavandan yatakta yatan kendini görüyordu: "Lütfen O gelmesin" diye bağırmaya devam ediyordu tavanda. Kapı açık, gelen giden yok, ama içeri giren rüzgârı yüzündeki ve vücudundaki sargılarına rağmen duyuyordu. Soğuktu, son derece soğuk, iliklerinde hissetti soğuğu. Ağrıları hafifler gibi oldu. Kendini yeniden yatakta sargılar içinde yatar buldu. Yatakta yatan Adam içinde beliren merak duygusuna mağlup oldu.  Kalktı oturdu yatağında, ya da Ona öyle geldi. Kapı halâ açık. Yağmurun sesi daha bir yüksek perdeden.  Koridordan içerdeki perdeleri, çarşaf ve pikeleri havalandıracak kadar sert bir esinti içeri doluyordu. Adam seslendi:

“Kim var orada?” koca salonda kendinden başka kimse yoktu.

O sırada gözünde parlak bir ışık, çok parlak göz bebeklerinin içine doğru gözün içini yakarak girdi. Etrafını göremez oldu.

 

Kapıdan içeri siyahlar girmiş biri süzüldü. Siyah saçları dalgalı ama yer yer kırmızılar içinde, “kan olmalı” dedi Adam.  Esmer ve tombulca bir kızdı içeri giren, “Evet bu O ” dedi içinden, Orfeyus. “Maria Celasta!”, kız gözlerini ona dikmiş kapının kenarında pervaza yaslanmış dururken başını kaldırıp Orfeyus’a doğru savurdu saçlarını kanayan alnı ve morarmış ve çürümüş boynu ortaya çıktı. Kaşlarının altından hüzün dolu gözlerle Ona bakmaya başladı. Orfeyus olduğu yerde buz gibi oldu, tüyleri diken, diken dikildiğini hissetti. “Maria” dedi ama sesi çıkamadı gırtlağından.  Kadının bakışları intikam istercesine ona kadar uzandı. Yerde yayılan siyah bir duman yatağın üzerine yavaşça tırmanarak sargılar içindeki adama kadar ulaştı, O anda Orfeyus kendini boğuluyormuş gibi hissetti. Boğazından hırıltılar çıkmaya başladı.

“Tanrı aşkına beni suçlamayı bırak artık. Seni görünce nasıl kahrolduğumun farkında değil misin? Kendimi hep suçladım, seni orada yalnız bıraktığım için.. hep kahroldum. Affet beni lütfen affet beni” Bütün bu söyledikleri gırtlağından anlamsız sesler halinde ve hırıltı olarak çıkıyordu. Giderek ulumaya dönüştü sesi.

 Genç doktor elindeki ışıklı kalemi sargıların arasından görmeye çalıştığı göz bebeğine denk getirmeye, isabet ettirmeye ve göz bebeklerinin vereceği reaksiyonu görmeye çalışıyordu, ama nafile bir çabaydı doktorun çabası, görebildiği  tek şey içeri dönmüş gözlerinin kanlanmış akıydı. Gözler adeta kaybolmuştu. Dışa değil ama içerdeki bir yerlere yoğunlaşmış kalmıştı. Kaskatı kesilen kaslar, zorlukla nefes alırken arada diliyle dişleri arasından anlamsız heceler duyuyordu hemşireyle genç doktor.

“Bu Maria da kim olmalı?”  dedi genç doktor.

“Hayali biri olabilir mi?”

“Eski bir sevgili?”       

Orfeyus halâ içinden çıkamadığı açmazının içinde, kendinden intikam ve merhamet dilenen bir kadının göz hapsindeydi. Kadın halâ başından aşağı kanlar akarken sevdiği adamın kendini neden yüzüstü bıraktığını anlayamadığını inleyerek sorguluyordu kapının önünde.  Sargılar içindeki adam yataktan kalkarak gidip ona sarılmak isterken, Doktor ve bir kaç hemşire adamı yerinde tutabilmek için kollarından ve bacaklarından yattığı karyolaya bağlamak için çabalamaya başladılar. O sırada serum askısı şişeyle birlikte yere yuvarlandı.  Adamın isterik bir şekilde ulur gibi sesler çıkarmasını dinliyorlarken O aslında kadına bakarak kahrından ağlıyordu. Son görebildiği kadının bir gölün içine doğru yavaş yavaş batmakta olduğuydu. Kalkıp yanına gitmeyi Onu oradan kurtarmayı ve de o gece neler olduğunu uzun uzun anlatmayı arzu ediyordu ama kırılmış kemikleri ve perişan iskeleti ona bu şansı vermezken, nöbetçi personel de nereden bulmuşlarsa bulmuşlar, buldukları bağlarla onu yatağına adeta mıhlamışlardı. Bu kargaşa sırasında osiloskop, birden acıklı ve tek düze bir ses vermeye başladı. “Dıııd”. Doktor telaşla bağırdı: “Cihazı tekrar bağlayın, sanırım elektrotlar çıktı.”

 

 Orfeyus kaybolan kadının arkasından hüzünle bakıyordu. Kapı şiddetle çarptı. Tavan lambaları kararır gibi oldu, tekrar yandılar birkaçı hariç. Boğazından hırıltıyla karışık, “Seni sevmiştim Maria, hep de sevdim” sözleri çıktı. Ama kimse anlayamadı. Yatağında biraz gevşedi. Rahatladığı anda kapıdan içeri bir üzerine sıçramış kan damlalarıyla bir zencinin hayali süzüldü elinde bir büyük taşla boşlukta dalgalanıyordu. Adam onu görünce yeniden kasıldı, olduğu yerden doğrulup üstüne atılmak istedi ama yatağa olan bağları onu kıpırdatmadı. Hemşire o sırada sakinleştiriciyi vermişti bile.

Zencinin gözleri yuvalarından uğramış bir halde adama bakıyordu. “Ne istedin ondan, o masumdu, beni sevmek dışında bir suçu yoktu, intikam istiyorduysan beni bulmalıydın. Alçak  herif, katil”  sözleri döküldü ağzından yine kimse anlayamadı.

 

 Yoğun bakım hem üst üste gelen hezeyanların ve hem de içerde patlayan fırtınanın yarattığı kargaşanın sonucu adeta tepetaklak olmuştu. Doktor gittikten sonra iki hemşire çar çabuk darmadağın olan yoğun bakım koğuşunu düzenlediler. Koşar adım dışarı çıktılar ve hemşire istasyonunda da bütün evrakların havalanarak etrafa saçılmış olduğunu şaşkınlıkla gördüler. Bodrum katın bu koridorunda her zaman bir hava cereyanı vardı ama bu kadarı olmazdı. Rüzgar arttı, beraberinde inleme sesleri duyulacak kadar yükseldi. İki hemşire oldukları yerde kalakaldılar. Esmer yüzlerinden kan çekildi ve tüyleri diken, diken bir halde birbirlerine baktılar. Evet gerçekten sesleri algılayabiliyorlardı. Sesler koridorun sonundaki ameliyat salonlarından geliyordu. İnlemeler, yalvarmalar ve acıdan içten koparak gelen çığlıklar, art arda gelmeye başladı.  Ayaklarının bağları çözüldü.  Kadınlar yavaş yavaş bulundukları yere çöktüler.“Duvara baak!” diye çığlık attı birisi. İkisi de bulundukları yerden duvardaki saate ve altındaki haça baktılar. Duvar saatinde rakamlar silinmiş gibi belirsizleşmiş ve akreple yelkovan birbirini yakalamak istercesine hızla dönmeye çalışıyorlardı ki haçın altından kıpkırmızı ince bir kan sızmaya başlamıştı.  Rüzgârın ve seslerin arasında cızırtılı floresanlar bir yanıp bir sönüyorlardı. Kadınlar yerlere oturdular bildikleri duaları okumaya çalışırlarken, tavandaki sarkan floresan lambaların kenarlarından yere kan ve göz yaşı damlıyordu. O anda her ikisi de dünyanın sonuna geldiklerini sandılar, zulüm ve eziyet dünyasının.

 

 Orfeyus kapıda halâ dikilmekte olan katilin yanına gidebilmek için, uğraşa didine bağlarından kurtuldu. Yüzü acıdan gerilmiş vaziyette yatağında doğruldu. Yarı çıplak vaziyette oturup kalbinin üzerindeki elektrotları hızla çekerken acıdan inlediğini fark etti. Ardından üstündeki pikeye tekme savurup karyolanın yanında ayağa kalktı, hafifçe sallanarak dengeledi kendini. Başındaki sargıları hırsla sökmeye çabaladı. İlk hamlede başarılı olamasa da sonunda kurumuş kan pıhtıları içindeki yarı yarıya içeri göçmüş morarmış yüzünü ve ameliyat dikişlerini ortaya çıkartmayı başardı. Tavandaki lambalar halâ bir sönüp bir yanıyorlardı cızırtıyla.  İçeride rüzgar esmeye devam ederken uğultular içindeki sesler adamın kulağına kadar geliyordu ama O kendi kulağındaki uğultulardan başka bir sesi fark edemiyordu. Sendeleyerek kapıya doğru gitmeye çalıştı, yüzü geriliyor, sıkılmış dudakları arasından iniltiler dökülüyordu. Orfeyus gözlerinde beliren yaşların arasından kapıdaki zenciyi görmeye çalışıyordu. Zorlukla kapının yanına vardı ama adam ortadan yok olmuştu. Açık kapıdan koridorda uçuşan, birbirini kovalayan gölgeleri gördü. Durdu, sendeledi, duvara tutunmaya çalıştı, bir eli duvardayken yere yığıldı, kaldı.

 

 İki nöbetçi doktor yoğun bakım servisine girdiklerinde hemşire istasyonun da çalan alarm sesini duydular. Koşarak koğuşa daldılar. Orfeyus yatağında sakin sakin yatıyor, baş ucundaki osiloskop dümdüz bir çizgi çizerken tekdüze bir sesle kalbin durduğunu söylüyordu. Hastanın üzerine adeta çullandılar, hemşire kadınlardan biri kapıda göründü. Şarj cihazıyla beraber, telaşla koştu. Cihazın çalıştırma düğmesine bastı, beş saniye sonra şarj tamam sesi geldi ve genç doktor elindeki elektrotları Orfeyus’un göğsüne dayadı ve şakk, birden adam yatağından sıçradı. Ardından bir daha şakk, bir daha şakk, şakk, şaak. 

 Orfeyus, kulaklarında çocukluğundan beri çok sevdiği babasının mahalle arkadaşı İbrahim[1]’in sesinden "Chan Chan" melodisi ile, gene karanlık tünelden büyük bir hızla geçip kalabalığın üzerinden aşıp ön taraflara bir yere düştüğünü hissetti. Bir grup seksenlerinde vefat etmiş Çinlilerle Çingenelerin arasında kaldığını gördü. Ağır, ağır adeta sürünür gibi o muazzam kapıya doğru hareket halindeydiler. Üstlerinde uçuk menekşe rengi bir gökyüzünde sevinçle uçan taklacı güvercinleri gördü; “Neredeyim ben? Bu kalabalık da ne? Şansa bak, kalabalıktan da korkarım” dedi kendi kendine, olduğu yerde doğruldu. Biraz önce ağrılarından yürüyemediği aklına geldi. Geçirdiği metamorfozu hatırladı. Ayaklandı.

 
 Boyunun uzunluğundan istifade ederek etrafına bakındı. Yine uçsuz bucaksız görünen ova, ovada bir insan sürüsü hareket halinde, kıpır, kıpır. “Akşam yaklaşıyor galiba” derken ön tarafta o muazzam kapıyı ve ardında karanlık boşlukta parlayan yıldızları gördü. Birden hatırladı. İnanılmaz bir boyut olduğu aklından geçti. Bilinçsizce hareket halindeki kalabalığın gitmekte olduğu yönün tersine gitmek istedi ama daha harekete geçemeden kalabalığın gittiği yöne doğru sürüklendiğini fark etti. O sırada ön saflarda gözüne sarışın bir kadın ilişti, başı hafif öne eğik, düşünceler içinde sakin sakin yürüyordu. Etrafta seksen, doksan yaşındaki yaşlılardan sonra onu fark etmek bayağı kolay olmuştu Orfeyus  için. “Hey, kadın bu tarafa bak, lütfen bu tarafa bak” diye seslendi. “Bahse girerim bakacak.” O kargaşa ve homurtular arasında kadın bu gaipten gelen sesi araştırmak için etrafına bakındı, bakındı ve bir an göz göze geldiler. 

“Merhaba ben Orfeyus, La Habana’dan” diye bağırdı.

“Seni hatırlıyorum galiba… Sen evet, Orfeyus! Döndün! Gelmezsiniz sanmıştım” dedi kadın. “Ben Burgaz adalı…Hoş geldiniz”

“Nereye gittim de geldim bilmiyorum ama, acılarımdan, sancılarımdan kurtulduğum için son derece memnunum” diyerek kadına göz kırptı, el salladı. Sonra göğe baktı, iki beyaz güvercin taklalar atarak halâ uçuyorlardı;

 

“Hey la Paloma blanco, give me a kiss”   güvercinlerin ikisi de Orfeyus’un başına doğru süzüldüler. “Biliyor musunuz ben bu güvercinlerin abileriyim, bahse girerim şimdi başıma konacaklar". dedi, Burgaz adalı sarışın kadına gülerekten. Biraz sonra, yani ne kadar olduğunu kimse bilemez, zamanın olmadığı yerdeydi Orfeyus, kafileyle beraber o başı bulutların arasında kaybolan o muazzam kapıdan geçiyorken buldu kendini, eli gayri ihtiyari sarı saçlı kadının elini sıkı sıkıya kavramış bir halde, dışarıdaki ışığın o kapıdan itibaren giremediği ama içeride var olan mehtaplı lacivert bir gecenin içine doğru ilerliyorlardı. Atmayan kalpleri acı duymayan beyinleri ve heyecan ürpertileriyle birlikte bir güruh içinde meçhule doğru akıyorlardı...

Araf'ta Eksodüs devam ediyordu. .                                                                                         

Biraz sonra doktorlar şoklamayı bıraktılar; kan ter içinde kalmışlardı. Ellerinden bir hayat daha kaymaktaydı. Durdular birlerine baktılar, hasta cevap vermiyordu. “Kaybettik” dediler. Orfeyus’la beraber bu gece yoğun bakımdaki  bütün hastalarını kaybetmişlerdi, bu onlar için tam bir mağlubiyetti. "Ne şansızlık! Hatta uğursuzluk bu!" Üstünü örttüler, morga gönderdiler Orfeyus’u. Ortalık biraz sakinleşince doktorlar bodrum kattaki Yoğun Bakım Ünitesinde bu kargaşa ve dağınıklığa bir anlam veremediler, “Müthiş bir hava cereyanı vardı” dediler. Hemşireler de duydukları işkence seslerini ve o sırada yaşadıklarını anlatmadılar, daha doğrusu kendileri de neler yaşadıklarını bilemediler. Betleri benizleri atmış vaziyette kendilerine bir açıklama bekliyorlardı. Eziyetin işkencenin binanın duvarlarında sinmiş izlerinin bir bölümüne şahit olmuşlardı zavallılar.

 


Bugün günlerden 12 Ekim Salıydı. Bugün, bundan beş yüz sene evvel, hastalık ve  ölüm kokan üç yelkenlinin dalgaları yara, yara, sancak iskele sallana sallana  uzun zaman sonra karayla ilk tanışacakları gün olacaktı.

“Kara göründü, beyler kara göründü! Yemin ederim, kaptana haber verin!”

Odasından çıkan kaptan kırışıklık içersindeki derine kaçmış ama cin gibi bakan gözlerini kısarak ufka dikti.  Açık mavi gökyüzüyle ona yakın tondaki denizin birleştiği yerde gerçekten bir koyuluk açıkça seçiliyordu. Yüreği heyecandan göğsünü yırtacak gibi çarparken, sakin durmaya ve soğuk kanlı olmaya çalışıyordu. Adamların ayakta durabilenleri güverteye toplanmış bordoya yığılmışlar, çığlık atıyorlarken, direğin tepesindeki halâ bağırmaya devam ediyordu.

“Yemin ederim, onu görüyorum kaptan! Bu sefer tamam!” 

Görüşleri iyice zayıflamış olan kaptan kararsız bir halde dikiliyor, elinde sıkıca kavradığı haçı göğsüne bastırıyordu. Bu haç ona İspanya Kraliyeti tarafından teslim edilmiş ve bu uzak denizlerde rastlayacağı toprakları Papalık ve İspanya kral ve kraliçesi adına  zapt etmesi istenmişti. İşte bu gün Cristopher Columbus’un bilinmez yeni dünyada karaya ilk ayak bastığı tarihin yıl dönümüydü. Santa Maria, Nina ve Pinta’nın ümitsiz, hasta ve isyan  halinde bulunan  tayfaları ve Kolomb için kurtuluş gününün yıl dönümüydü bugün.

“Burası Batı Hint adaları” dediler saygısızca, üstelik yerli halka buraların adının ne olduğunu sormadan. Yerli halkların, doğu medeniyetinin uhrevi, semavi dinlerinin ulvi yüzüyle bu ilk karşılaşmaları ve yüzyıllar sürecek sömürülerinin ve karabasanlarının başlangıcıydı bugün, şimdiki insancıklarının hatırlamadığı bu gün işte o gündü. Bu binadan ayrılmayan hayaller ise o işkence günlerini yaşayan insanların ruhlarıydı hastanenin koridor duvarlarında dolaşan, ağlaşan.

 

Sadık Mercangöz Ankara 21 Temmuz 2017 / 20:00
  
 

 

 
 Bitti

Sadık Mercangöz Ankara 21 Temmuz 2017 / 20:00

 

 











[1] İbrahim Ferrer, Kübalı  caz şarkıcısı (1927-2005) 

      "Chan, Chan"  https://www.youtube.com/watch?v=SCJBYZoxnzA   

 



a




[1] Taco,  Meksika usûli lavaş ekmeği
 

1 yorum:

  1. Bana göre öykülerinin içinde Orfeyus'un özel bir yeri var. Bir kez daha okudum. Eline, gönlüne sağlık. Kelime dağarcığın gerçekten çok geniş. Bunu sıkmayan anlatımınla birleştirince güzel öyküler ortaya çıkıyor. Öykülerini seviyorum.

    YanıtlaSil