MUTSUZ ÖYKÜ

Lambanın kırmızı ışığı
solgun ama titreyerek yanmaya devam ediyordu. Bulutların arkasından güneş bir
görünüp bir kaybolurken genç adamın bulvarın başındaki Yenişehir tren istasyonundan,
yazdan kalma bir havada başladığı gezintisinde, güneşin saklandığı anlarda uzun kollu gömleğinin
altından havanın soğuğunu hissederek yürümüştü. Muntazam bir bahçenin içindeki sarı boyalı
Kızılay binasının önünden geçip kavşağa geldi ve karşıya geçmeye hazırlandı.
Ankara’nın en yüksek binası, gökdelen henüz bitirilmiş kullanıma yeni açılmış,
kentin genel profilinde meydanın ve
bulvarın üstünde bir deve dikeni gibi yükselmişti. Herkes gibi genç adam da
hayrandı bu gördüğüne. Gök yüzüne kadar cam ve beton uzanmış gitmişti, Şimdi trafik lambasının altında yeşil ışığı
beklerken kafasını çevirip bu iri kıyım meydan magandasını uzun uzun seyretti.
“Koca koca apartmanların
arasına sıkışmış bir koca meydan. Aslında meydan değil, dört yol ağızı, meydan
olabilecek alan nerde?” dedi içinden. Araçlar hızla akarken kaldırım
kenarlarında, teker sürüyen damalı taksiler gitmekle gitmemek arası bir hareketle
kaldırımda müşteri kolluyorlardı. Yayalara
yeşil yandı ve taksiler memnuniyetle yerlerinde kaldılar. Genç adam araçların çalışan
motorlarının önlerine kendini ürpererek attı, ortadaki refüje oradan da karşı
kaldırıma koşarcasına geçti. Karşı kaldırımda
dikilirken geldiği kasabanın ana caddesinden geçen trafik geldi aklına.
Gülümseyerek başını salladı. Liseyi okumak için bir rastlantıyla geldiği ve
henüz yeni tanıştığı bu büyük kente hayrandı Genç Adam.
“Bambaşka bir havası, ve
ağırbaşlılığı var buranın. Bir başkent olmanın gururunu hissediyorsun” diye
içinden geçirirdi bu meydana her gelişinde. Bu şehir rüyalarından bile daha büyüktü o
zamanlar. “Şu bulvara bak mesela, kanyon yamacına benzer binaların arasında bir
vadi ve ortasında canlı bir ırmak, köpük,
köpük akan trafik. Aydınlık ve ferah. Kocaman bir tarih sahnesi.” Öğrendiği kadarıyla her miting ya burada başlarmış
ya da gösteri yürüyüşleri burada bitermiş. “En zorlu siyasi kavgalar yine burada
olurmuş. Burada yapılan protesto gösterileriyle hükûmetler değişirmiş, onun
için adı 27 Mayıs 1960 dan sonra Hürriyet meydanı olmuş diye duymuştum."
“Sıhhiye'den bu tarafa yürüyorum.
Kalabalıklar hareket halinde, insanlar suskun, somurtuk, düşünceli. Olsun, seviyorum
ben buraları ellerim cebimde işsiz güçsüz dolaşmayı. Sonlara doğru omuzuma kuş
pislemesine rağmen seviyorum. Akşam vakti acele acele yürürken iki üç ağaca
dikkat edeceksin, o kadar. Yol boyunca bir lüks otel[1]
bir ordu evi, üç sinema[2] üç
meşhur kitapçı[3], bir özel tiyatro[4]
meşhur Piknik denen Restoranı ve Devlet Güzel Sanatlar galerisini[5] geçtim. Birkaç da pasaj var yol üzerinde ama benim en
sevdiğim Koca Beyoğlu’nun havasız bodrumu. Orada da bir kaç sahaf. Eski kitap
tozları burnuma dolarken tütsülenmiş bir aleme dalardım orada. Yerlere atılmış
gibi duran kutularda talihsiz Köy Enstitülerinin ve Halk Evlerinin dergilerinden,
Amerikan dünyasının comics ve Playboy Magazin’lerine kadar çeşitli yayınları
bulabilirdiniz. Ucuzlar yerlerde diğerleri raflarda sergilenirdi. Ders yılı
başında mahalledeki çocuklardan bulamadığım ders kitaplarını oradaki
dükkanlardan tamamlardım. Kenarları yazılı, oklar ve kalpler çizili sayfalarda bir hayali insanın duyguları karışırdı tahsil
hayatıma. Ben Orhan Kemal’in "Bereketli Topraklar Üzerinde" sini, Kemal Tahir’in
"Devlet Ana" sını, Yaşar Kemal’in "İnce Memed" ini orada görüp tanımıştım. Şiirlerle
dolu Ajans Türk takvimiyle[6], Varlık
yayınlarından Dostoyevski’nin "Netoçka Nezvanova" sıyla ve Gorki'nin Ana’sıyla da
öyle. Şarkın da garbın da sararmış eskimiş selüloz dünyası orada son demlerini
yaşarlardı. Adı sanı bilinen, bilinmeyen nice öykü ve romanlar, ümit ve hevesle
yazılmış nice şiir kitapları, yerdeki kutularda okuyucu beklerlerken, üzerlerine
eğildiğinizde kapaklardaki resimler ümitle sizin gözlerinize bakarlardı. Satılmayanlar
için yaşam, ay çekirdeği satıcılarının
külahlarında veya manavların kese kağıtlarında biterdi.
“O zamanlar öyleydi.” diye
içini çekti Genç Adam, gözleri yukarıda asılı örümceğe bakarken.
Şimdi Güven Park’ın önündeydi.
Buraya ilk geldiğinde zar zor fark etmişti buranın bir park olduğunu. Park dediğin, İnsanın içine çekebileceği temiz
bir havası, gürültüden uzak, başını yaslayarak hayallenebileceği oturakları ve
doyurucu bir yeşilliği olmalıydı ona göre.
Bu ismi büyük Güven Park, içinde
büyücek seyirlik bir havuz, iki tarafında bembeyaz som mermerden oyulmuş oturaklarla
düzenlenmiş localar ve de orta yerde bir koca Anıttan
oluşuyordu. Ortada gülkurusu
andezit taşından yapılmış duvara yaslanan, mitolojiden fırlamış gibi duran iki Titan[7], etraflarında
yuvarlanan yaşama, simitçiye, helvacıya, kuş yemi satıcılarına, umutla
koşuşturan insancıklara, hele de başlarının üstüne pervasızca yerleşmiş kumrulara şaşkınlıkla bakıyorlar gibi gelirdi Genç Adama.
Bunun bir benzerini Afyon’da Zafer anıtında
görmüştü. Oradaki Titanlardan biri yerde acı içinde yatarken diğeri üzerine bir
kartal gibi çökmüş, sanki biraz sonra yerdeki Titanın ciğerini sökecek gibiydi.
Anadolu halkının emperyalizme karşı öcünü almakta olduğu anı betimliyordu.
Burada son derece özenle
çalışılmış bronz döküm Titanların kendilerinden emin, pervasız duruşları, el ve
ayaklarındaki kabarmış damarlar, bağımsızlık savaşından zaferle çıkmış bir
milletin başarısının kaynağının irade ve öz güven olduğunu hatırlatmayı
amaçlayan bir anıt olduğunu daha sonra anlayabilmişti.
“Güven” diyordu alttaki yazıda ki figürlerin tavırlarından yazıya gerek olmadığı
açıktı, çalışarak inşa edilecek istikbale “Güven” diyordu ziyaretçilere.
O taş duvarın hemen arkasında
duvardan öne doğru fırlamış Atatürk ve işçi,
köylü, aydın, asker taş kabartma figürler
ve altında alçak duvarlarda yer alan sahnelerin amacı, kurtuluştan sonra yeni bir toplumun doğumunun betimlenmesi, çağdaşlık
merdivenlerinden çıkması beklenen bir ulusun anlatımıydı. Önünde yine başka bir seyirlik havuz ile proje tamamlanıyordu.
O zamanlar için yeni devlet
kurumlarıyla birlikte düzenlenen bu anıtın Meclis binasının ekseniyle aynı
eksende yerleştirilmiş olması, çeşitli devlet kurumlarının bu eksenin etrafına
konmuş olması hatta bu eksenin Zafer
Meydanındaki mareşal üniformalı Atatürk anıtıyla sonlandırılması Güven Parkın anlamlı
bir yerleşimi olduğunu gösterirken; gün gelmiş, devran dönmüş ve parkın içine yerleştirilen
garaj ve de çevresindeki yoğun trafikle Anıtın, ne anlamlı yerleşimi kalmış ne
de anlamı. O devasa anıt adeta kaybolmuş, boynu bükük, ve öksüz kalmış.
“Titanlar buna öfkeli ama umarsızlar, benim gibi,” dedi Genç
Adam.
“Geçmiş 45 yılın sonunda bir anıt bu kadar
yaşlanır mı? Yaşlılık nedir bir anıt için?” Onlar için yaşlılık, aslında ifade ettiği anlamının, yıpranıp,
yitip gitmesi demek olmalı,” diye düşündü.
“Anlamını yitiren Anıt!
Garip ama gerçek.”
Yapılışındaki heyecandır
onları diri ve dinç tutan. Başlangıçtaki heyecan küflendiğinde bir yel esip beşerin aklından onları
silermiş demek. Yılın çeşitli zamanlarında önüne çiçek koymak, yaftalı çelenk
bırakmak ve ardından nutuk söylemek yaşamasına yetmezmiş.
Cumhuriyet genç ve sağlam,
Devlet ağacı ise eski ve soyluydu. Öyle ise; bugün o ağacın dalları çağdaşlığa erişmiş
olmalıydı. Her türlü bağnazlığın çelmelemesine karşın, aklı hür, vicdanı hür, irfanı
hür nesiller olmalıydı çevresinde. Ona böyle öğretmişlerdi. Öyle de olmasını isterdi
Genç Adam. Oysa yaşadıkları; içinde isyanlar, fırtınalar koparıyor, insanlara
olan inancını sarsıyordu. Yeni nesiller köhne zihniyetin uzantısı olmuşlardı adeta.
Cumhuriyet, istediği nesilleri yetiştirememiş, gün gelmiş bu kavgada pes ettirilmişti.
“Duyarsız insancıkların arasında
kendimi bu anıtın Antik Titanları kadar yalnız, inançsız ve bezgin hissediyorum,”
diye isyan etti:
“Bir şehirde ya bir deniz
olmalı, ya da deniz gibi dalgalı ve coşkun bir meydan arkadaş! İnsan kendini
kaybetsindi içinde, bir anıtın gölgesinde ufka dalsındı gözleri, haykırabilsindi
içinden geçenleri: Tıpkı bu anıtın söylediği gibi övünerek güven içinde uzun aydınlık bir yola
çıkacağız, önde bu dev Titanlar arkalarında
herkes,” diye gözleri kapalı dua eder gibi mırıldandı.
Trafiğin hoyrat
gürültüsüne kulaklarını elleriyle kapatarak, derinlere dalıp düşüncelerinin
seslerini duymayı denedi genç adam.
“Kızılay Meydanında
Güven Parktayım. Bir mermer oturakta. Kumru ve güvercinler acele, acele kanat
çırparak saçılmış yemler için ayaklarımın dibine kadar inip, inip çıkıyorlar, kalabalık
içindeyim ama tek başıma etrafı seyrediyorum.
Koşa koşa geçen insancıkları, saçılan yeme kanat çırpan kuşları, sinsice
onlara yaklaşan kediyi, sıçraya sıçraya uzaklaşan serçeleri, sabah fırından
aldığı simitleri hâlâ “Taze simit” diye satan simitçiyi, yere serdiği muşambanın üzerinde bağıra
çağıra çorap satan işportacıyı seyrediyorum. Garip kokulu çakmak gazı
satıcısının da tek seyircisi yine benim.
“Oturuyorum oturaklara,
seyrediyorum alemi, Biliyor musun ilk şiirimi burada yazmış, Fruko[8]dan
ilk tekmemi de burada yemiştim.” diyorum tavandan sarkan örümceğe.
Annesinin elinden tutmuş küçük
bir çocuk seyrediyor beni. Benim kendi kendime konuşmamı sevmiş olmalı. Göz
kırpıyorum. Biraz sonra arkadaşlar peyda oluyorlar, birer birer. “Gece afişe
çıkıyoruz, Ayrancıya gel” diyorlar. Dilimde Nesimi’nin şiiri, hani şu inancı uğruna derisi yüzülen insanın.
“Gah çıkarım gökyüzüne, seyrederim alemi,” der ya?
Nereden takıldı bu sözler
aklıma, bilmiyorum. Belki simitçinin adı Haydar’dı, olamaz mı? Her gün en az
bir defa gelirim buralara. Bu koca meydanı, üstünü örten gökyüzünü, bu suskun mitolojik
anıtı seyrederim uzun süreler. Bana iyi
geliyor insan içinde olmak.. Birazdan akşamın karanlığı çökecek üzerine Ankara’nın.
Işıklar göz kırpacak her yandan, toparlanacağım yavaş yavaş.
“Ben onlara inat gideceğim
Ayrancı’ya. Şan olsun diye!” Karşımda bir kedi, yüzüme bakıyor, sırıtıyorum tek
dinleyicime, o da olmasa gelip geçenler kafayı yemiş, diyecekler. Hamza titreye
titreye dinliyor benim bu anlattıklarımı.
Bir tangırtı koptu, kapı
çarpılması gibi. Gözlerimi pıt diye açtım. Sırt üstü katlanmış yatıyorum. Her
yanımda bir ağrı. Karşımda demirleri
sıyrılmış, pas lekeli, bir buçuğa, bir boyutunda beton tavan, ölmeden mezarımda gibiyim. Karanlık
benzeri loşluk. Hücremde elimi açsam yanlara değiyor, ayağımı uzatsam kapıya “donk,”
ediyor. Tek ışık koridordan süzülen, köşe dönüp parmaklıklı kapıdan giren sarımtırak
bir aydınlık. Tavan başımı eğdirecek kadar alçak. Ayakta dikilemiyorum, yere uzanamıyorum.
Köşelerinde örümcek ağları var, üstünde cılız bir örümcek, adı Hamza, ben vermiştim
ona o ismi. Arada bir görüyorum onu. Sinsice kurduğu tuzaklarına düşecek böcecikleri
bekliyordu, ben geldim onların yerine. Bu mahlûk nereden gelmiş, nasıl gelmiş
bilmem ama ben geldiğimde o yarı aç, yarı tok burada yaşıyordu. Gönüllü hapsetmiş
kendini buraya. Arkadaş oldum onunla. Hücremde konuştuğum tek varlık. Bazı anlarda kafadan izin alıp, kaçıp gezmeye
gidiyorum dışarıya, geldiğimde gezdiğim yerleri anlatırım, o da dinler beni.
Kirli battaniyenin
üzerinde doğruluyorum. Uzaklardan bir yerden sesler geliyor, birisi inzibat
çavuşu Haymanalı’ya sayıyor küfürleri ardı ardına O da çakıyor yumruğu, gelen
sesten öyle anlıyorum.
“Bugün günlerden ne?” diye
yırtınıyor o... Benim hiçbir fikrim yok!
“Gündüz mü yoksa gece mi
şimdi?” Bilmem ki....
“Zamanı paketledim, hep
aynı zamanda, aynı yerde, aynı saatteyim komutanım!” dedim bir gün, çıldırdı
Haymanalı. Sesler hücreye yaklaşıyor. Vücudumu bir titremedir aldı korku ve heyecandan,
dişlerim tabii sağlam kalanlar, birbirine vuruyor, elimde değil, soğuktan da
olabilir...
“Sorguya mı alacaklar beni
yine? Sorgucu denen herif benim her gün Ankara’ya gezmeye gittiğimi öğrenmiş olmalı,” dedim
içimden.
“Örümcek dışında kimse
bilmiyor ki O bilsin.”
“Tamam da bu ayak sesleri
ne şimdi?” Bu dar alanda, bu dar anda kafam
şimşek hızıyla çalışıyor. Karnıma bir buru saplandı, avuçlarım terliyor. “Ben şimdi
evci çıkayım en iyisi...” diyorum. Geç kalmışım.
“İşte kapının önündeler!”
“Zaralı! Hade kalk bakalım,
cezan doldu, Koğuşa çıkıyorsun efendi...” dediler. Tereddüt ediyorum.
“Yürüsene lan, sen ne bekliyon!” Seslenen
İskilipli onbaşı, iyi çocuk. Kapı şakırtıyla
ardına kadar açılıyor. Karabasanlarımın mekanından kaçar gibi, arkadaşım titrek
örümceğe veda edemeden, adeta emekleyerek çıkıyorum. Titreyerekten dikiliyorum
koridorda. Vücudum sessiz isyanlarını
haykırıyorken gayri ihtiyari ellerimi birleştirip İskilipli onbaşıya doğru uzatıyorum.
Biraz sonra ben ve diğerleri, onun peşi sıra loş koridorda ışığa doğru yürüyoruz.
Arkamda garip sesler duyuyorum. Endişeyle
bakıyorum, o loşlukta Güven Park’taki umarsız Titanları seçebiliyorum.
Koridorda iki büklümler. Oradaki yerlerinden kalkmışlar, başları önde, süklüm
püklüm, iki yana sallanarak bir lokomotif gibi puflayarak peşimden geliyorlardı.
Sadık Mercangöz Artur Burhaniye, 12 Ekim 2019, 10:15
[1] Barıkan Oteli Sıhhiye’de
[2] Ankara, Büyük ve Ulus sinemaları
[3] Zeki Mumcu ve Tarhan ve Bilge kitap evleri
[4] Arena Tiyatrosu
[5] Yenişehir postanesinin üstündeydi, sonra
Zafer Meydanındaki yeraltı çarşısına taşındı.
[6] Necdet Evliyagil’in editörlüğünü yaptığı
şiir antolojisi şeklinde duvar takvimi.
[7] Mitolojik zamanlarda Zeus öncesi dünyaya hakim
olan dev yaratıklar
[8]
Toplum polisi manasında, Beyaz başlıklı toplum polisi
Varol Sadık,
YanıtlaSilGene dolu dolu bir öykü. Tam bir ''Zeitgeist'' denemesi. Hem zamanı, hem mekânları ustaca yoğurarak bilenleri anımsamaya, bilmeyenleri akıllarında canlandırmaya davet ediyor, zorlamadan. Duygusallığı ise olağanüstü. Bence Atılgan ve Abasıyanık ayarında. Alkışlıyor, şapka çıkarıyorum.
Okan