Anatomi Dersi




KADAVRA


Profesör amfinin kapısını açtı, yavaş adımlarla içeri girerek kürsüye kadar bir kaç adım yürüdü. Peşinden koşar adım  beyaz önlüklü orta yaşlı bir adam da süzüldü içeri. Amfinin sahnesinin üzerinden sarkan floresan armatürler profesörün gözlerini kamaştırdıysa da ihtiyar adam  çabuk alıştı. Eskimiş çantasını kürsünün üzerine koydu. Asistanı olan orta yaşlı adam da kürsünün yanına gelip yerini aldı. O sırada içerinin soğuğu buhar olup ağızlarından, burunlarından tütmeye başlamıştı. Anatomi amfisinin  yer yer kararmış duvarlarının arasına ağır bir formaldehit kokusu yanında içeridekilerin heyecanlı bir bekleyiş sinmişti. Sessizlik havadan ağırdı. Kürsünün yakınında ortalarda paslanmaz çelikten bir kadavra masası duruyordu, üstünde morgdan alınmış bir kadavra, yeşil muşambanın altında  ölü kadar sessiz, kıpırtısız yatıyordu. Profesör sakin bir şekilde başını kaldırıp elini gözlerine siper ederekten içeriye şöyle bir göz gezdirdi. On sekiz öğrenci beyaz önlükleri içinde, ders notları önlerinde kalemleri gögüs ceplerinde, gözleri hocanın gözlerinde, nefes almadan onun hareketlerini takip ediyorlardı. On sekiz çift göz, on sekiz çift el, ayak heyecanlı bir bekleyiş içinde, hafif hafif titriyor, bazı bazı da seyiriyorlardı. On, on iki dakikadır burada beklemedeydiler. Cıvıl cıvıl kantinin neşesi içlerinde kalmış vaziyette oturuyorlardı.


İlk defa anatomi labratuvarına gelmişlerdi ve ağır kokulu labratuvarın amfi görünümündeki sıralarına oturduklarından beri sesleri boğazlarına tıkanmış vaziyette sus pus oturuyor, bekliyorlarken kapı gürültüyle açılmış hocadan önce içeriye yaşlı bir hademenin sürdüğü tekerlekli bir metal masa üzerinde üstü örtülü  bir nesne –ki ceset olmalı-- ve onu takip eden başka bir hademenin eşliğinde diğer bir paslanmaz masayla kesici aletler getirilmişti önlerine. Masaların aksayan şekli bozuk tekerlerinin kulak tırmalayan gıcırtıları  amfinin kocaman duvarlarında ve yüksek tavanında yankılanıyor,  ortamın soğuk sessizliğini bıçak gibi yırtıyordu.  On sekiz çift göz masanın ortaya doğru sürülüşünü dikkatle takip etmişti. Ön sıralardaki oturanlar, üstünden kayan örtünün altından yarısı açığa çıkmış, sararmış ve bazı yerleri morarmış bir organın -ayak olmalıydı- sarsılarak gelişini daha iyi görmüşlerdi. Bazıları hademenin masayı bırakıp gitmelerinden sonra bile gözlerini alamamışlardı bu mumlaşmış ayaktan.  Bazılarıysa gözlerini sıkı sıkıya yummuş etraflarında olan bitenden habersiz duruyor, hiçbir şeyi duymuyorlardı. Oysa o fısılltılı gülüş ve düşük perdeden alaylar bile mekânın ötesinden gelir gibi daha yükselerek yankılanıyordu kulaklara.  


Yaşlı hademeler biraz sonra ayaklarını sürüye sürüye çıkıp gittiler. Kapılar arkalarından gürültüyle kapandığında, herkes kendilerini bu cesetle tekbaşlarına kalmış gibi hissetmeye başlamışlardı. Bir an geldi amfide kesin bir sessizlik hakim oldu. Kimse konuşmuyor, kimse kımıldamıyor, sessizlik içinde donuk bir halde oturuyorlardı. O on sekiz çift göz on dokuzuncuya kuşku ile bakıyordu. Beklemenin sıkıcılığı yanında kendilerine eşlik eden varlığın ölmüş bir insan olması onları tedirgin ediyordu. Biraz sonra masanın başına geçecekler, ona dokunacaklar hatta kese, biçe bu vücudun içine gireceklerdi. Hepsi işin başında modellere, kitaplardaki çizimlere defalarca bakmışlar, incelemişler ve içindeki doku katmanlarını ve organların, özel  adlarını tekrarlaya, tekrarlaya ezberlemişlerdi. Ama bu gerçek bir insan karkasıydı. Gerçek deri, kol, bacak, kafa, göz, kulak,  ciğerdi bunlar. Evet, bütün bunları içinde toplayan bir beden idi bu ölü. Ona dokunmak ise bambaşkaydı. Dakikalar bitmezcesine uzadıkça o onsekiz insan oturdukları yerde sabırsızlanıyor ama yine de çivilenmiş gibi kıpırtısız duruyorlardı yerlerinde. Kimi elindeki kalemle oynuyor, kimi getirmiş olduğu  defterlerine ya da notlarına öylesine bakmaya çalışıyor ama içlerindeki tedirginlik de, uzayıp giden zaman da geçmek bilmiyordu. Gözler de dikkatler de dakikalar ilerledikçe  paslanmaz çelik masanın üsünde yeşil muşambadan örtünün altında yatan cesede  ve özellikle onun örtüden sıyrılan ayağının üstüne takılı kalıyordu. Oksit sarısı yer yer morluğu geçmeyen uzun tırnaklı bir ayak. Bu ayak masanın üstünde sessiz, sakin yatan ölmüş bir insana aitti.  Sona ermiş bir yaşamın geriye kalan son kalıntısıydı. Bu o insanın bu dünyada kalan tek varlığı, onun ayağıydı, hâlâ ona ait kabul edilirse tabii. Bazıları öbür ayağını da görmek için bulundukları yerde sağa sola eğilerek bakıyorlar ama başaramıyorlardı. Bu imkânsızdı. Cesedin öbür ayağı seneler önce diz altından kesilmişti, göremezlerdi.


Beklemek bu on sekiz çift göz için gittikçe zorlaşıyordu. Aralarındaki fısıltılar, gittikçe çoğalıyorken konu değişmeden aynı kalıyordu. O insan ve ayağı. İçlerinden geçeni açık etmeseler dahi, önceleri o ayağı iğrenç,  hatta biraz korkutucu buluyorlarken giderek bu sefil ve iğrenç görünüşe alışıyorlar gibi bakmaya başlamışlardı. O, bir zamanlar yaşayan bir varlığın masum bir parçasıydı, şimdi kendilerinde olanlar gibi.


Ayakların dünya gidişatıyla ilgili bir yargılama ve de sonucunda karar değiştirme gücü ve de sorumluluğu yoktu. Canlıyken sahibi onun neyi yapmasını isterse onu yapma kaderi vardı sadece. Oysa öldükten sonra ayak kendini dışarı doğru atmış, öylece katılaşmış idi. Asi ve yoldan çıkmış duruşuna bakılırsa, bu sefer bir ömür boyu, itaatkâr olmaya inat, kendi istediği gibi hareket etmiş, örtünün dışına çıkarak, amfideki  bu on sekiz çift gözü ürkütmüş, özellikle  bu hareketi üzerinde düşünmeye sevk etmiş olduğu görülüyordu. Acaba canlı olsaydı baş ya da beyin bunu yapmasına izin verir miydi, bilinmez. Ama şimdi o bunu keyfince yapmış, çirkinleşmiş görüntüsüyle görenleri  ürkütmüş durumdaydı.

Dersden önce, içlerinden bazıları bu dersin ana derslerden biri olduğunu, bundan geçemeyenlerin bu okuldan mezun olmayı unutmalarını, ayrıca hocasının azıcık uçuk, kaçık olduğunu duyduklarını gülerek anlatmışlardı. İlk defa bir cesetle tanışacaklarını kantinde çay içerlerken neşeyle konuşmuşlarsa da ceset bu kadar yakınlarına geldiğinde sesleri kesilmiş, yaptıkları şakaları ve kendileriden emin neler konuştukları hatırlarına bile gelmiyordu. Merak ve ürkeklikle cesedin sarkan ayağına bakıyorlarken, bu insanın da bir zamanlar kendileri kadar genç ve canlı olduğunu düşünmeye başlamışlardı. Kimdi bu insan? Yaşarken onun bir adı, soyadı, dünyaya getiren anne ve babası olmalıydı. Ama şimdi masada yapayalnız hareketsiz yatarken.gerçek hayatta da bu denli yalnız mıydı?  Acıyanlar oldu adama. Hatta bazıları onun nasıl öldüğünü merak etmeye başladılar, bazıları ise henüz görmedikleri yüzünü.

Profesör çantasını kürsüye koyduktan sonra arkadaki yeşil tahtaya dersin adını, günün tarihini ve kendi adıyla asistanın adını büyük harflerle yazdı, altına çizgi çektikten sonra dönüp oturan öğrencileri yine teker teker süzdü. Öğrenciler tedirgin bakışlarla onu seyrediyorlardı. Hafifce boğazını temizledi. Sigaradan çatallaşmış sesiyle “Günaydın” dedi.

“Beyler evvela beni ve bu ölmüş kardeşimizi hürmetle karşılamanıza teşekkür ederim. Saniyen her ölü can  hürmetle  selamlanmayı hak eder,” dedi.

Eliyle ayağa kalkmalarını işaret etti. Gürültüyle kalktılar.   Ayakta bir süre durdular.  Amfideki on sekiz artı bir çift göz sonun nereye varacağının merakı içinde ayakta beklerken bugünden uzunca bir zaman önce olan bir ölümün ağırlığını, sanki dün ölmüş gibi içlerinde duymaya başlamışlardı.

“Sağolunuz... ” dedi.  “Evet, ölmüş biriyle bu ilk karşılaşmanız. Ölmüş kedi, köpek vs görmüşsünüzdür de insanın ölüsüyle tanıştınız mı hiç?” Amfide heyecanın yanında merak da  artıyordu. Sakince:

“Ölüm, ölüm zalim ölüm derler. Acaba ölüm gerçekten zalim midir?” dedi. Ellerini arkasına bağladı Hoca, kalın çerçeveli, kalın camlı merceklerin arkasından gözleri son derece küçük görünüyordu. Doğrudan doğruya öndeki bir öğrencinin yüzüne bakarak tekrar konuştu:

“Sizce bir canlıyı cansız olandan ayıran vasıf[1] nedir?” Anfide fısıltılar duyuldu..

“Hareket mi?” diye sordu ve dudak büktü yaşlı adam. Elleri arkada otopsi masasının başına gitti, üstünü açmadan kadavraya baktı:  

“Şimdi bu karkas harekete geçseydi ne tuhaf olurdu, değil mi? Biz biliriz ki hareketsizlik  aslında cansız olmanın bir neticesidir. Peki,  iki hücreyi düşünün, aynı moleküllere sahip, atomları, bağları, iplikcikleri, hücre duvarları, plazması vs bire bir aynı amma, biri canlı biri ölü olsun.” Hoca gözlerini aça aça, dudağını büke büke anlatıyor, soran gözlerle amfideki çocuklara bakıyordu.

“Ölüm insana bir melek gelince vaki olmaaaz,” dedi mırıldanarak. Sonra tekrar kadavranın başına gitti. “Biliyor musunuz sadece siz istediğiniz için kadavra da olamazsınız. Bu işin bir usulü var. Evvela ölmüş olmalısınız! Ölmeniz yetmez kadavra olabilecek kadar tam ve eksiksiz bir karkasınız olmalı.” Başını kaldırdı: “Organlarınız eksiksiz olacak ki üzerinizde çalışanları doğru ve eksiksiz bilgilendireceksiniz,” dedi ve sustu bir süre. İçini çekti ve devam etti: “Sizi arayacak kimseniz olmayacak.” On sekiz çift gözün yüzlerine teker teker baktıktan sonra yavaş yavaş konuştu:

“Ne kadar imzalı vesika bırakmış olursanız olunuz. Uzak, yakın herhangi bir akrabanız itiraz ederek sizi kadavra olmaktan mahrum bırakabilir...” On sekiz çift göz ve onsekiz gögüs rahatça soluk aldı. “Fakat kimsesizseniz işiniz garanti. Ama  yine de altı ay bekliyeceklerdir. Varlığı bilinmeyen bir akrabanız çıkabilir diye.” Yaşlı adam önce zayıf sonra kuvvetli öksürüklerle sözünü zor tamamladı. Çocuklardan özür diledi, artık bu beden bu anatomi derslerine dayanamıyor, diye sözünü sonlandırdı. Kalın cam gözlüklerinin arkasından çocukları tekrar süzdü.

“Canlı hücreyle ölü hücre arasındaki fark, sadece enerji yokluğudur. Un var, şeker var, yağ var ama helva yok, çünkü ateş yok yani enerji eksik!” diye yüksek perdeden konuştu.

“Kutsal din kitaplarında insanların yaradılışında Tanrı Ademi çamurdan yaratır ve sonunda kendi ruhundan Ona üfler ve can verir, derler. Bu ateşleme biyolojik enerjidir. Biyolojik enerjinin hücredeki varlığı candır yokluğu ise ölüm olur çocuklar!” dedi yine sustu. Tekrar öksürdü.

 “Şimdi burada bekleyen arkadaşın da bir zamanlar sizin, benim gibi ağlayan gülen konuşan  ve yürüyen canlı bir insan olduğunu, cansız bedenine işlem yaparken asla unutmayınız.” Amfi ses yapmadan dinliyordu. Profesör yardımcısıyla beraber tekerlekli masayı sahnenin  önüne doğru getirdi. Öndekiler heyecanla kıpırdandılar. Arkadakiler de onlarla beraber. O inanılmaz kokuyu içlerinde duymaya başladı öndekiler. Profesör asistanın yardımıyle önlüğünü giydi. Asistan daha sonra onun yaşlı ellerine  silikon  eldivenlerini giydirdi ve bonesini bağladı.    Ameliyata girecek bir cerrah kadar titizlikle hazırlanıyordu hoca. Bu arada öksürükler arasında çocuklara anlatmaya devam ediyordu. Çocukların gözleri Profesörün giyiminden sonra heyecan içinde bekledikleri kadavraya döndü. Assistan üstündeki örtüyü seri bir şekilde katlayarak aldı ve masanın alt tablasına yerleştirdi. Sararmış yer yer morumsu renk almış, kasılmış bir beden ortaya çıkıverdi. Öğrenciler o anda nefeslerini tuttular. Adamın yüzü müthiş bir panik ve korkuyla kaskatı sıkılmış, gözleri sonuna kadar açık ve dehşet içinde tavana bakıyorken kasılmış parmakları avucunun içinden ziyade bir yerleri kazımak istercesine saldıracak bir duruş sergiliyordu. Göğüs içeri çökük, ve kamburu çıkmış, sola doğru eğriydi Zayıf bacakları adeta biraz önce bir yerleri tekmelemiş de öylece donmuş kalmış gibiydi. Çocuklar karşılarındaki manzaradan ürktüler, içlerinde donup kalanlar, midesi bulananlar olduğu gibi bazıları gözlerini yummuş bu gördüklerinden uzaklaşmak, bazıları konuyu değiştirmek ve de arkadaşlarından cesaret almak ister gibi birbirlerine ürküntüyle bakıyorlardı. Zaman durmuştu adeta. Bir ara amfinin kapısı hızla açıldı, bir kız öğrenci ağzını kapatmış halde koşarcasına dışarı fırlayıp gitti. Arkadan biri daha ve sonra bir kız öğrenci daha öğürerekten kapıdan çıktılar. Profesör arkalarından sakin sakin başını salladı.

“İlk derste olur böyle şeyler, alışacaksınız çocuklar!” Hocanın böyle konuştuğu sırada Asistan da kendini dışarıya attı. Arkasından hayretle baktı. “Sen örnek olacaksın oğlum, bu gençlere... Kendine hakim olamıyor musun?” Sınıfı şöyle bir süzdü. Neredeyse hepsinin dışarı çıkacağını bekliyordu. Kalanlar donuk bir halde yüzüne bakıyorlardı. Döndü kadavranın başına geldi. Bir an başını kaldırıp ölünün yüzüne baktığında donup kaldı. Onu tanıdığını sandı ama yüzü, hele dehşet ve korkuyla açılmış gözleri o kadar korkunç olmuş ve yüzü o kadar kasılmış yamru yumru olmuştu ki kime benzediğini çıkaramadı. Merakla baktı. 

“Merhaba hocam. Epey zamandır görüşememiştik, beni hatırlayabildin mi efendi oğlum?”

“Kim o?” dedi gayri ihtiyari.. Duydular mı diye etrafına bakındı. İçinden söylediğini sandı ama çocukların bazıları duymuştu, onun kim o, dediğini. Profesör kadavranın yüzüne doğru eğildi. Adamın yüzündeki ifadeden etkilenmişti ama sakin davrandı.

“Hafızamın zafiyetime ver, sen kimsin?” diye sordu. Sonra da “Bekir, şey.. Bekir amca. Sen misin? Şimdi çıkardım seni..” diye kendi sorusunu kendi cevapladı hoca. Amfide çıt çıkmıyor hocanın kadavrayla konuşur gibi dudaklarının kıpırdadığına ön sırada oturanlar yakından şahit oluyorlardı. Şaşkınlıkla birbirlerine bakmaya başladılar.

Bekir Usta, ki onun için Bekir amcaydı,  Profesörün eski mahallesindendi. Profesörün ailesi o daha Orta okuldayken taşınmışlardı buraya. O zamandan bu tarafa evvelki yıl kentsel dönüşüm dolayısıyla geçici diye mahalleden taşınıncaya kadar oturmuştu orada hocam. Yaklaşık yarım asır. O zamandan beri tanırdı bu adamcağızı. Ne zaman ölmüş ne zaman buraya gelmişti, ölünün ayak parmağına takılı kaydını aradı.  Şimdi hayret ve merakla bakıyordu yüzüne.  Acı ve sıkıntı içinde hayatını noktalamış olduğunu anlamak için profesör olmaya gerek yoktu.  Onun duyduğu korku ve paniği bir anda kendi içinde hisseti. Kötü bir deneyim yaşamış olmalıydı, Morgda dondurucu  dolapta uyanmak gibi. Yüzünde ki korku ve dehşet buydu. Üzüldü, hem de ağlayacak kadar üzüldü.  

  Kunduracıydı. Ana caddeye çıkmadan bir ara sokakta, eni dar ama derinliği olan bir dükkanı vardı. Dükkanın vitrininde her zaman bir, iki yeni yapılmış kundura teşhirde dururdu. Yazın iki kışın bir yardımcısı olurdu Bekir ustanın. Vitrinin hemen yakınında küçük bir ahşap tezgâh ile koca dikiş makinasının arkasında kendi oturur, yanındaki yerde bir örsün başında da bir kalfa yer alırdı. Yazın okulların tatillerinde çırak olarak gelen öğrenciler de bulunurdu. Ayakkabıları boyayıp parlatan, dükkânı süpüren en büyük yardımcılardı bu küçükler. Çocuklara bildiklerini öğretmeye can atardı zavallı. Kalfası Hasan’ı da kendi yetiştirmişti, son zamanlarda  kendi başına dükkân açacak raddeye gelmişti ki izin alıp yanından ayrıldı ve fabrikasyon ayakkabı yapan bir fabrikaya gitti. Bekir Ustanın işleri son on yıl haricinde her zaman iyiydi. Son on sene onun için bir çöküş yılları olmuş, önce karısını kaybetmiş, o haldeyken babasından kalma evinin yanışını görmüş, son olarak dükkândan atılmıştı.

Devlet memuru olan rahmetli babasının ayağına ısmarlama ayakkabılarını hep Kunduracı Bekir usta yapardı, o da memnuniyetle giyerdi. Bazen siyah bazen kahve renkli, ama hep sivri burunlu, hep aynı model bağcıklı, iki köprülü olurdu.  Babasının ayağına en uygun kalıbın üzerinde ismi yazılmış vaziyette duvarda asılı dururdu. Orta okul ve lise yıllarında Ona da birkaç defa ısmarlama mokasen model yapmışlığı vardı. Annesi kavaf işi diye beğenmez, Beyoğlu’ndaki, şık mağazaları tercih ederdi. Gerçekten de Bekir kunduranın kadınlara yaptıkları eski kalıplardı ve modeli hiç değiştirmezdi. Kalın topuk, alçak, üstten fiyonklu genelde siyah renkli modellerdi. Mahallede takipçileri vardı tabii, ama zamanla azaldı.   Tıp fakültesine asistan olup, Okulda boy göstermeye başladıktan itibaren eski alışkanlığını terk etmeye başladı. Annesinin de tavsiyesi üstüne başına dikkat etmeye, ayakkabılarını şık mağazalardan almaya başladı. Tabii artık bir Hekimdi ve Fakültede saygıdeğer bir öğretim elemanı olma yolundaydı. Annesinin en büyük beklentisi bizim hocanın hayırlı bir kısmetle birlikte bir yuva kurmasıydı ama kısmet bu beklentiye hep soğuk baktı, olmadı. Profesör annesinin babasının ölümünden de sonra mahalleyi terk etmedi, ta ki kentsel dönüşüm sebebiyle apartmanda oturanlarla beraber  bir müteahhit hayatını karıştırıncaya kadar. Adam inşaatı sürdürürken kazada ölünce işler sarpa sarıp nasıl biteceği meçhule dönmüştü. Dolayısıyla profesörün hafızasından eski mahallenin hayalleri yavaş yavaş silinmeye başlamıştı.  

Ama şimdi eski hayalleri canlandı hocanın. Durdu etrafına bakındı. Mahallesi, annesi ve babası geldi gözünün önüne.   Bekir ustanın sokağın ortalarına doğru bir bahçe içinde kararmış ahşaptan iki katlı küçücük evi ve ak saçlı beli bükük karısının her daim kapısının önünü süpürüp çöpleri faraşla toplayıp tenekelere tıkışı, top oynayan çocukları kovalayışı geldi hatırına. Kadıncağız gerçek bir temizlik hastasıydı, mahalleliye göre. Herkesi terbiye etmiş, bir tek evlendikten on yıl sonra buldukları kendi oğlunu yola getirememişti. Oğlan haylazın ve fırlamanın tekiydi. Mahallede kavga etmediği bir kişi kalmamış, kırmadık cam, yarmadık baş bırakmamıştı. Derken bir kaç yıl ortalıkta görülmedi, babasından öğrendiklerine göre adam yaralamaktan hapse girmişti. Adamcağızın keşke çıkmasaydı diye ileniyorken buna şahit olanlar vardı komşulardan. Bir kaç defa da oğlunun sokakta Bekir ustayı elinde bıçakla kovalarken görenler olmuş. Karısının ölümü tam bir yıkım olduydu usta için. Evinden ayrıldı. Dükkânın camlarının bir kısmını beyaz boya ile boyattı ve  arka tarafına perdeden bir bölme yaptı ve evi oğluna bırakıp, döşeği dükkana serdi.

“Dün gece dükkânın kapısı kırılırcasına çalınıyordu, yerimden fırladım. Komşular evimin yandığını söylediler. Koşarak gittim. Evimiz o dede yadigârı ev çıldırmış gibi alev alev, çıtırdayarak yanıyordu. O anda oğlum geldi aklıma, kaç gündür ortalıkta görülmemişti. Yüreğim cız etti birden.  İçeride olabilirdi, ama içeri girmek ne mümkün hocam.  “İçeride oğlum var” diye bağırdım durdum alevler sönene kadar. Sabah ezanından sonraydı ya da tan ağarırken de  olabilir, itfaiye hortumlarını toplamaya başlamışken arama kurtarma ekibinden amir kılıklı birisi yanıma geldi ve içeride kimseye rastlamadıklarını ama alevlerden çatlamış ve kırılmış bir yığın içki şişesi gördüklerini, yarın şubeye gidersem   yangınla ilgili rapordan alabileceğimden bahsettiler, bana vereceklermiş,” diye anlattı adamcağız, yangından daha ertesi gün Profesör okula giderken, dükkanına uğrayıp uzunca bir zaman dinledi adamı.”

“Oğlundan bir haber çıktı mı?” diye sordu profesör yaşlı adama.

“Evin alevleri sönünceye kadar oğlanın bu ateşten kurtulması mı yoksa evle birlikte kül olup gitmesi mi daha iyidir diye düşündüm. Düşünürken kendimden utandım, bir evladın arkasından böyle bir şeyler nasıl düşünüyorum diye...Ama işte öyleydi.”

“Sonra??”

“Ve kararı Allaha bıraktım, en iyisini O bilir dedim,” diye bitirdi gözleri yaşlı. “Ama ortalarda yok işte!”.

“Geçmiş olsun Bekir usta, üzüldüm, hem de çok.”

O gün her şeyini yitirmiş bir Bekir usta karşısında Profesör Doktor ne söyleyeceğini bilmez halde apışıp kaldı. Paraya ihtiyacı olur düşüncesiyle üzerindeki paradan bir miktarını orada tezgahının üzerine bırakıp dükkândan çıktı. Zaten  yolunda gitmeyen  işlerin üstüne bir de bu yangın çıkmış, geride bitmiş tükenmiş bir insan bırakmıştı. Çilesi bitmemiş Bekir usta artık fabrikasyon ayakkabı üretimine teslim olmuş, ödeyemediği dükkân kiralarından mal sahibiyle araları bozulmuştu. Bir gün tahliye kararı elinde gelen mal sahibi adamın yaşama güdüsünü de bitirdi, polis marifetiyle dışarı atıp içindekilere de el koyduğunu bildirdi. O akşam üstü okul dönüşü bu üzücü gelişmeleri Bakkaldan öğrenen Profesör,  dükkanın önünde yere oturmuş, başı ellerinin arasındaki Bekir Ustaya kendi evine gelmesini önermiş ama ne o gün, ne de daha sonra onu ikna edememişti.

Profesör kadavranın başından geri geri çekildi. Yüreğinde bir ağırlık, dayanılmaz bir sızıyla, yüzünü salona dönmeden kürsüye yürüdü. İçindeki sızı göz yaşı olup yavaş yavaş gözlerinden süzüldüğünü yanaklarından yuvarlandığını hissetti. Hoca kaderin bu acımasız rastlantısını yorumlamaya çalıştı bir süre, ama anlamlandıramadı. Neden bu insanın nasıl olup da dönüp dolaşıp okulun hizmetine geldiğini neye yoracağını bir türlü çözemedi.

Amfi eskisinden daha serin, daha sessiz ve daha boşalmış gibiydi. Dışarı gidenler sessizce içeri gelmişler, ama salondaki tuhaflığın farkına varıp içeride kalanların yüzündeki mimik ve duruşlarından neden operasyonun başlamadığını  anlamaya çalışmışlarsa da çözememişlerdi. Kimse ne olup bittiğini anlayamıyordu. Profesör kürsüde arkası salona dönük, başı öne eğik vaziyette ayakta dikiliyor, sık, sık nefes alıyordu. Hatta bir ara hiç biri ihtimal vermediği halde adamın hıçkırdığını duyduklarını sandılar.

Profesör daha sonra onu kendi evinin harabesi içinde son gördüğü günü hatırladı. Ayakları üstünde rahatça dikilemiyordu. Ayağının üzerinden bir hafta önce bir kamyonun arka tekeri geçmiş olmasına rağmen bir acil yardıma gitmemişti. Ayağını zorla muayyene ettiğinde kangrenin ayağını bileğine kadar sardığını gördüğünde son çare olarak kesilmesi gerektiğini ona söylemeden fakülte hastanesine arabasıyla götürmüş bir arkadaşına göstermişti. Şimdi masada yatan adamın olmayan sol ayağı onun eseriydi hatırladığı kadarıyla. Asistan yanına sokuldu:
“Hocam iyi misiniz? Size yardımcı olabilir miyim?” diyerek, hocanın koluna girdi, yardım ederek, sandalyeye oturttu.
Ama Profesör hâlâ geçmiş zamandaydı. Akşam üstü okul dönüşünde “Hocam bunu görüyor musun?” Bekir amca elinde tuttuğu deri kısmı neredeyse tamamen yanmış yarı yarıya kararmış kemer tokasını gösteriyordu Profesöre.
“Bunu alt kattaki küllerin arasında buldum, oğlanın kemeri.  Bunu kemerle beni dövmeye çalıştığında görmüştüm. İyi hatırlıyorum efendi oğlum,” gözleri yaşlı anlatıyordu Bekir amca. Kemerin tokasının burada bulmuş olması oğlanın da evde olması gerektiğine yoruyordu, ama harabeyi alt üst etmesine rağmen bir iz bulamamıştı. Oğlanın serkeşliğinin ve serseriliğinin kendi hatası olduğunu kabullenmiş ve kendi kendini cezalandırma gayreti içine girmişti. Aç bilaç bu hayatta sürünmeye kaydını yaptırmıştı Bekir amca. Profesör dehşetle dinlemişti adamı. Elinden geldiğince ona ulaşmaya maddi manevi yardım yapmaya çalıştı.

“Ben bu insanı tanıyorum biliyor musun?” diyordu asistanına kadavrayı göstererek. Genç adam merakla yüzüne baktı:

“Hocam bu adamı tanıyor musunuz? Nasıl olur? O bir sokakta kıvrılıp kalmış bir kimsesiz, nasıl tanırsınız? Nereden tanırsınız?” diye itiraz etti. Hoca yeniden bir öksürük krizine girdi. Öksürük fırtınasının arasında morgdan kimlikle ilgili bilgileri alıp almadığını sordu.

“Onun bir oğlu vardı, kimsesiz değil O! Nasıl buraya getirebilirler? Allah kahretsin...Bu saygısızlık ama.. Bunu nasıl yaparlar?” dedi ve tekrar öksürmeye başladı yaşlı adam. Oturduğu yerden başını kaldırıp amfide olan on sekiz çift göz on sekiz çift el, ayak ve on sekiz kafa sabırsızlıkla kendisine bakar görünce:

“Sizden özür dilerim... Bu tanıdığım insana karşı  saygısız bir davranışta bulunmak istemedim. Bu insan kimsesiz biri değil. Bu bizim mahallemizin ayakkabıcısı, Bekir usta, bir de oğlu var, Tekin. Nasıl kadavra yapılmış anlamadım,” diye ıslak gözleriyle alçak sesle konuştu hoca.

Amfide bir an için mırıltılar yükseldi arkasından tekrar koyu sessizliğine büründü. Yine bazıları pür dikkat masadaki cesede bakarken, bazıları gözlerini kapatmış, başlarını önlerine eğmiş  çoktan başka bir aleme dalmışlardı. Artık bu isimsiz ceset bir kadavra değil, adıyla sanıyla kunduracı Bekir usta, mahallede her gün “Merhaba veya Günaydın,” diyerek, dükkânın önünden geçtiğimiz, ya da “Ayakkabımın şurası sökülmüş, bir makine geçer misin Bekir amca? Parasını akşam babamdan alırsın,” dediğimiz aramızda yaşayan saygıdeğer biriydi. Şimdi karşımızda bütün çıplaklığıyla, gizlisi saklısı olmadan kusurunu, ayıbını istese de gizleyemeden acz içinde, sere serpe önlerinde yatıyordu.

Bir ömür kadar uzun bir süreden sonra amfinin koca kapısı gürültüyle açıldı. Hocanın asistanı Profesörün yanına geldi. Kulağına doğru eğildi fısıltıyla:

“Hocam, siz haklısınız! Adamın adı, Ömer oğlu Bekir Karabahtlı. Kastamonu ilindenmiş. Geçen Mart ayında morga getirilmiş, nüfusa göre gerçekten de bir oğlu var, ama polis kayıtlarında hapishane firarisi, kayıp... Üzerinden kimliğini ararken bir de mektup çıkmış. Onu da verdiler,” dedi ve sararmış bir defter sayfasını uzattı Hocaya.  Adamcağız eline tutuşturulan kağıda baktı, baktı seçemedi. Evirdi, çevirdi, gözündeki uzak gözlüğünü çıkarıp yakın gözlüğünü aramaya başladı ceplerinde, onu bulup gözüne yerleştirdi. Titreyen elleriyle kağıdı gözlerine yaklaştırdı, gözündeki yaşlardan seçemedi bu sefer de. Kağıda yeniden baktı, elleri belirgin şekilde titriyordu. Kağıdın üstünde kargacık burgacık harflerle Hocaya hitaben yazılmış kısacık bir mektup.

“Hoca efendi oğlum Merhaba

Ağır ve uzun bir ömür yaşadım. Zamanında Karabahtlı soyadımı değiştirmediğim için çok pişmanım. Hayatta iyi şeyler temenni etmek lazımmış, yaşadığım mahallemdekilere ve size gösterdiğiniz anlayış ve yardımlarınıza müteşekkirim efendi. Yaptıklarınıza karşı ölümümden sonra bu bedeni talebelerin eğitimi için Tıp Fakültesine bağışlamak istiyorum, gereğini size bırakıyorum hocam. Allah taksiratımı affetsin. Amin.

Kunduracı Bekir usta”

Profesör yerinden kalktı. Kesik kesik öksürmeye başladı. Mektubu zorlukla çantasına koyup, asistanına el işareti yaptı. Amfidekilerin meraklı bakışların altında süklüm püklüm kapıya doğru yürümeye başladı:

“Zavallı Bekir usta, borçlarını ödemek istemiş,” diye mırıldanırken arada bir başını sallıyordu.

Sadık Mercangöz Antalya, 31 Aralık 2019 11:05

 





[1] özellik

3 yorum:

  1. Sanırım, vurucu hikayeler doruğa ulaştı!

    Eline, aklına sağlık.

    Selam ve sevgiler.

    YanıtlaSil
  2. Kutluyorum!

    Sevgiler,

    Fatih Söyler

    YanıtlaSil
  3. Adsız2 Ocak 2020 13:31

    Hikayeyi okudum Sadık. Güzel ve iyi yazılmış. Dokunaklı, acıklı, dolu dolu bir anlatım. Sağol. Amfide ilk kadavra çalışmasının ürkütücülüğünden ayakkabı yapım teknolojisindeki değişim yoluyla Bekir Ustanın şanssız yaşam dalgalanmalarına geçiş okuyanı sarıveriyor. Hoşlanarak, duygulanarak okunuyor. Bi daa sağol. Devam devam devam...

    Sevgiyle, övgüyle, dostlukla,

    Okan

    YanıtlaSil