Yaz yazıları 7


HÜZÜN DOLU HAZAN

Üç dört gündür sert esen rüzgâr düşen sıcaklık bizi eve hapsetti. Yazlıkçıların büyük kısmı çocukların okullarının açılmasıyla buraları biz gençlere bıraktı, hani var ya ununu elemiş eleğini duvara asmış, rahata ermiş, şimdi sağlık sorunlarıyla uğraşın insancıklar, işte onlar kalmışlar geriye. Göçmen kuşlar kış geliyor diye basar giderler güneye de uçamayacak kadar zayıf olanlar kalırlar geride, işte ona benzer bir duygu kapladı bugün içimi...

Buradan hiç ayrılmayanlar var, yaz kış bu eskimiş yerleşkede yaşayanlar var, hatta burada sonsuza dek yatacak olanlar var, köyde bir parsel almışlar, sıra bekliyorlarmış. Rüzgârın sesi  hüzünlü geliyor bu Eylül sonu gününde. Hava parçalı bulutlu, güneş yüzünü göstermiyor da nazlandıkça nazlanıyor. O olmayınca insanın içinde bir hazandır başlıyor..  Ayağımızda yazdan kalma şortlar üstümüze ne bulduysak kat, kat giymişiz, rüzgârdan asude, kuytularda pinekliyoruz saçak altlarına sığınmış  kumrular misali.

Deniz köpük köpük Ayvazovski[1] tablosu, değişen maviler, mavilikler, cam göbekleri ve derinlerden akseden neftiler.  Rüzgâr müsaade ederse kumsalda oturup seyredeceğim ama yürürken bile çağanoz misali, istediğiniz yere en kısa yoldan değil, en uygun yerden gidebilirken, sahilde oturup patlayan, çatlayan denizi seyretmek biraz cesaret gerektiriyor. Ayrıca sırıl sıklam olmak da cabası. Fırsat vermiyor bu hırçınlık insana.

Geccenin karanlığındansa gündüzün bu loşluğu bile favkalade güzel geliyor şimdi bana. Evde çalışan buzdolabının vınlaması size yanlız olmadığınızı fısıldıyor, hayat devam ediyor diyor kulağınıza. Elektriğiniz kesik, sular akmıyorsa bir de  internet açılmıyorsa işte o zaman zamanın sonuna geldik sanırsınız. “Yevm-il Ahirin”

Üst kattaki terasa çıkıyorum, deniz ayaklarımın altında, görüyorum, yorulmadan hareket halinde şapır, şupur, Sundurmanın direğine el atıyorum, tutunup demir atıyorum, acıması yok bu rüzgârın. Hakikaten yorulmaz mı bu? Estikçe esiyor mübarek. Karşı sahilin bütün sularını alıp bu tarafa getiriyor gibi gelip gelip bizim taş iskelede patlıyor ama deniz hep yerinde kalıyor. Dalgalar kumsala geliyor, geliyor, yosun, mosun ne bulursa yayıyor olduğu yere ardından nefesi kesilip köpükler içinde kendini bırakıp yorgun ve bitkin yine yatağına çekiliyor. Bıkmadan usanmadan aynı hareket, birisi onu zorlayıp duruyor, “işte böyle yapacaksın” diye. Karşı kıyılar zar zor görülebiliyor, uzaajtaki kara, kara tepeler Kaz dağları, oksijenin vatanı. Tanrılar Orada toplanmış, eğer halâ oradalarsa çünkü çağlar önce buraları terk ettikleri de söyleniyor,  oradan buralara oksijen gönderiyorlarmış sanki. İnanılmaz bir duruluk var soluduğumuz havada. Bekliyorum rüzgâr ara verir de biter mi bu kurşunilik diye bekliyorum. Aradan ne kadar zaman geçti ya da geçmiş farkında değilim ama bulutların arasındaki bir aralıktan öncü bir ışık kurşun hızıyla gök yüzünden şak diye iniverdi dalgaların üzerine. Başka bir aralıktan ikici bir ışık zıpkın gibi daldı aşağıya, bir daha, bir daha. Denizin üstünde gelen ışıklardan kocaman bir turkuvaz leke oluştu pırıl pırıl. Müthiş bir renk paletindeyim, sağımı, solumu oldukça  soluk maviler, griler kaplamış ama biraz soluk tonlara razı olursanız her türlü rengi görmek mümkün bu peyzajda....  

Birden aşağıdan köpek ve kedi sesleri geldi rüzgâr uğultuları arasında. Oldukça kısa sürdü kedi kovalamacaları  köpeklerin. Bu köpeklerin bazıları buraya yaz başlarında sahipleriyle beraber gelmişler, sahipleri tarafından terk edilmişlerdir.  Komşunun beyaz bir golden retrieveri var, üç sene önce burada aç, bilaç dolaşırken yine bir hazan mevsiminde  sokaktan alınmış cins  bir köpek. Tasmalı, masmalı. Son derece terbiyeli, sakin ve bir bebek kadar akıllı, o aklıyla son derece öğrenmeye açık bir yaratık. Köpeğin önceki ismini bilmediklerinden  ona sayfiye sitesinin adını vermişler. “Artur”. Zavallı hayvan yeni adının neden verildiğinden habersiz alışana kadar içinde ne fırtınalar kopmuştur kim bilir. Bu zavallı ilk sahiplerinin onu terkettiklerini anlamamış ki bir hata yaptığını düşünüp kendini suçlamış ve ilk günler yemek dahi yememiş, eski ailesinden birilerinin onu gelip alacağını beklemiş olmalı. Onun için sokakta peş peşe gezen sokak köpeklerini görünce aklıma bu hayvanların aç ve susuz olmalarının yanı sıra, sevgi, merhamet ve şevkat yoksunu olduklarını da düşünürüm.

Ben aşağıdaki köpekleri takip ederken terasa pat diye bir kedi atladı. Benim orada olduğumu görünce yüzüme bakıp, kaçmaya hazır vaziyette durdu bir süre. Beni tanıyınca gevşedi o rüzgârda teras kapısıının önüne gidip beklemeye başladı. Kafasını çevirdi, o uğultular arasında bana miyavladı. Bu bizim geçen sene geldiğimizde terastaki fazla eşyaları kaldırdığımız kapalı sundurmanın içinde halıların arasında bulduğumuz yeni doğmuş yavrulardan hayatta kalmış tek yavruydu. Diğerleri yaşayamamış ama bu başarmıştı. Bizim torunlar “Zuzu” demişlerdi ona, ama O hiçbir zaman öğrenemedi bu ismi.  Baktım bu O. Bahçede bir çam ağacı var dört katlı ev yüksekliğinde, oradan tırmanmış, komşu evin çatısına çıkıp oradan bizim çatıya sonra da, bizim terasa atlamış bu rüzgârda, inanılır gibi değil.  halbuki geçen sene yavruyken o çam ağacına annesinin ardından bir kaç metre tırmanmış, ve kalmıştı orada. Feryatlarını duyunca ben alıp indirmeye çabalarken annesi ona kendisini takip etmesini söylemiş olmalı ki anesinin hareketlerini taklit ederek geri geri inmeyi, bu gün ise aç, perişan dolaşan köpeklerden kaçmayı başarmıştı.  Onun derdi hayatta kalma kavgası, Ayvazovski’nin denizinin derdinde değil tabii. Buradan ayrılmayı da istemiyorum ama zavallı kedi rüzgârda savrulacak nerdeyse, tırnaklarıyla yerdeki seramiklere tutunamıyor zavallı. Girdik içeri, o önde ben onun peşinde merdivenlerden aşağı, doğru yemek kabının başına oturdu, benden yemek bekliyor. Ama önce biraz seviyorum bu sokak kızını. Biraz mama ikram ediyorum bu hanım efendiye, yiyiyor, suyunu da içiyor, bu sefer arka bahçe kapısına yöneliyor, kapı kapalı bu kapının önünde yüzü kapıya dönük kapının açılmasını bekliyor. Geriye dönüp bana bakmadan nazik bir miyavlamayla benden rica ediyor, anlıyorum. Beklemekten canı sıkılınca, tırnaklarıyla kapıyı açma teşebbüslerine başlıyor, açıyorum kapıyı arkasına bile bakmadan acele acele bahçelerin arasında kayboluyor. Muhtemeldir ki bir yerde onu bekleyen yavruları var ondan acele ediyor. Daha dün annesinin kuyruğunda gezen Zuzu başından gitmesi için annesi tarafından pataklanırken korku ve şaşkınlıkla bakardı. Oysa O şimdi bir anne, zamanı gelince O da başka birilerini terbiye edecek.

Hergün aynı hareket, ön kapıdan giriş arka kapıdan çıkış...  Zarif, nazik ve genç bir  kedi. Bir kaç gün sonra biz yazlığı kapatıp Ankara’ya gideceğiz, O burada kalacak. Kışı ve baharı bir mücadele ile geçirecek açlıktan ölmemeye çalışacak, Bu arada yavrularını büyütecek. Göstereceği başarı ile yeni kedileri kedi nüfusuna katacak bir kedicik. Üstelik bunu tek başına yapacaktır. İşi gerçekten zor ve acımasız. Tabiatta sizi kayıran yoktur, şanslı ve başarılı olan hayatta kalmayı hak eder, başkaca hiç bir yolu yoktur yarışı kazanmaktan başka. Yazlığın etrafı çam ormanı ve yer yer zeytinlik. Faresi, gelinciği, yılanı, çiyanı, domuzu, arısı, sineği ve de insanı bu vahşi dünyanın fertleri olup, işte bu dünyanın içinde insanın yoldan çıkardığı kediler köpekler bir yarı yıl onlarla bir yarı yıl diğerleriyle yaşamını devam ettirecek.

Ben Zuzu’nun arkasından kapattığım kapının sonrasında bunları düşünürken hava yavaş yavaş kararmaya devam ediyordu, şiddetli poyrazla birlikte. Akşamla birlikte hava döndü, bir sakinledi ki insanın inanası gelmiyordu. Ne ses, ne nefes, çıt bile yok.  “Şişşt” dense duyulacak hale geldi mahallede. Fırtına öncesi sessizlik derler ya bu gerçekmiş aslında şimdi biz onu yaşıyorduk.

Bir haftadan beri yayın yapılmaktaydı Orta Akdeniz’deki tayfunla ilgili. Televizyonlar söylüyor, radyolar söylüyor alınacak tedbirler anlatılıyorken  internet medyasında işin dalgası geçiliyor. “aman beyler, bizim ülkemizde ilk defa bir tayfun yavrusu görüleceğinden, neye benzediğine bakmak için veya hoşgeldin demeye evlerinizden dışarı çıkmayınız” anaonsları yapılmaktaydı Belediye hoparlörlerinden. Biz de önlemlerimizi aldık tabii. Açıkta duran bütün sandalye ve masalarımızı toplayıp içeriye tıktık, öyle ki şu sıralarda evde değil mobilya deposunda oturuyor gibiyiz. Derken akşam üstü her yer  süt liman olunca ”işte şimdi geliyor bu” dedik, kayın biraderlerle birlikte, masamızı kurduk, rakımızı hazır ettik, eldeki malzemeyle mezeleri hazırladık, ee artık bilgisayar çağındayız ya İnternetten de Zeki Müren şarkılarını bulduk, “Yaşamak zevki verir, Ruhuma sonsuz kederim” diyelim de bir hoşgeldin yapalım dedik. Bekledik ama hiçbir esinti gelmedi. Yemekleri yedik, şarkılara eşlik ettik, gece yarısı zorlu bir yağmur başladı. esinti yok ama şimşekli yıldırımlı bir sağanağımız vardı.   Zar zor kendimizi evimize attık ıslanaraktan.  Tekrar kapıları pencereleri ve kepenkleri kapattık,  yorgun argın yattık. Yattık ama kulağımız kirişte, “Şimdi bir uğultuyla başlayacak mı bu tayfun?” diye merak ediyoruz. Uyuduk, uyandık, dinledik, gelmedi bu tayfun bizim körfeze.

Sabah uyandığımız da güneşe günaydın diyemedik ne yazık ki. Ortalık kasvetli ve puslu. Yağmur dinmiş fırtına da yok, pencereden bakıyor ne olduğunu anlamaya çalışıyorum, evet tayfun bizim körfezi teğet geçmiş gibiydi. Düşündüm yaın da böyle puslu, kasvetli olacak olursa karıma, “Hazır döküntüleri toplamışken, basalım gidelim  Ankara’ya, arkadaşlarımızı, kadim dostlarımızı özledik, öyle değil mi? Doktor hanıma rica etsek Zuzu’ya bakar mı acaba?” diyeceğim...

Sadık Mercangöz Artur, Burhaniye  30 Eylül 2018 23:23                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                         

 

                                                            



[1] Ivan Aivazoski, (1817 - 1900) Manzara ve deniz resimleriyle meşhur Rus ressamı, 1845 -46 yıllarında Ege adaları ve Truva’ya ve İstanbula’a da gelmiş ve çeşitli zamanlarda  istanbul’unu tablolarıyla  belgelemiştir.

3 yorum:

  1. Eline sağlık.
    Fırtına da adını koyanlara ısındı, gitti öptü.
    Havalar soğuyor. Dönün artık.
    Hikayelere burada devam edersin.
    Öptüm.

    YanıtlaSil
  2. Sevgili Sadık,
    Az daha kal oralarda. Ankara'nin sonbaharı da güzeldir ama Ankara yavandır. Sana oralar daha fazla yazma olanağı veriyor gibi geldi de onun icin söylüyorum. Sevgiyle.

    YanıtlaSil
  3. Hüzün dolu Hazan ağlatmadı, gülümsetti, içimizi ısıttı, Artur'un ve Zuzu'nun hüzünlü betimlenmesine karşın...
    Gülbende-Feridun Ulusoy

    YanıtlaSil