HÜZÜN DOLU HAZAN
Üç dört gündür sert esen rüzgâr düşen
sıcaklık bizi eve hapsetti. Yazlıkçıların büyük kısmı çocukların okullarının
açılmasıyla buraları biz gençlere bıraktı, hani var ya ununu elemiş eleğini
duvara asmış, rahata ermiş, şimdi sağlık sorunlarıyla uğraşın insancıklar, işte
onlar kalmışlar geriye. Göçmen kuşlar kış geliyor diye basar giderler güneye de
uçamayacak kadar zayıf olanlar kalırlar geride, işte ona benzer bir duygu
kapladı bugün içimi...
Buradan hiç ayrılmayanlar var, yaz kış bu
eskimiş yerleşkede yaşayanlar var, hatta burada sonsuza dek yatacak olanlar
var, köyde bir parsel almışlar, sıra bekliyorlarmış. Rüzgârın sesi hüzünlü geliyor bu Eylül sonu gününde. Hava
parçalı bulutlu, güneş yüzünü göstermiyor da nazlandıkça nazlanıyor. O
olmayınca insanın içinde bir hazandır başlıyor.. Ayağımızda yazdan kalma şortlar üstümüze ne
bulduysak kat, kat giymişiz, rüzgârdan asude, kuytularda pinekliyoruz saçak
altlarına sığınmış kumrular misali.
Deniz köpük köpük Ayvazovski[1]
tablosu, değişen maviler, mavilikler, cam göbekleri ve derinlerden akseden
neftiler. Rüzgâr müsaade ederse kumsalda
oturup seyredeceğim ama yürürken bile çağanoz misali, istediğiniz yere en kısa
yoldan değil, en uygun yerden gidebilirken, sahilde oturup patlayan, çatlayan
denizi seyretmek biraz cesaret gerektiriyor. Ayrıca sırıl sıklam olmak da
cabası. Fırsat vermiyor bu hırçınlık insana.
Geccenin karanlığındansa gündüzün bu
loşluğu bile favkalade güzel geliyor şimdi bana. Evde çalışan buzdolabının
vınlaması size yanlız olmadığınızı fısıldıyor, hayat devam ediyor diyor
kulağınıza. Elektriğiniz kesik, sular akmıyorsa bir de internet açılmıyorsa işte o zaman zamanın sonuna
geldik sanırsınız. “Yevm-il Ahirin”
Üst kattaki terasa çıkıyorum, deniz
ayaklarımın altında, görüyorum, yorulmadan hareket halinde şapır, şupur,
Sundurmanın direğine el atıyorum, tutunup demir atıyorum, acıması yok bu
rüzgârın. Hakikaten yorulmaz mı bu? Estikçe esiyor mübarek. Karşı sahilin bütün
sularını alıp bu tarafa getiriyor gibi gelip gelip bizim taş iskelede patlıyor
ama deniz hep yerinde kalıyor. Dalgalar kumsala geliyor, geliyor, yosun, mosun
ne bulursa yayıyor olduğu yere ardından nefesi kesilip köpükler içinde kendini
bırakıp yorgun ve bitkin yine yatağına çekiliyor. Bıkmadan usanmadan aynı
hareket, birisi onu zorlayıp duruyor, “işte böyle yapacaksın” diye. Karşı
kıyılar zar zor görülebiliyor, uzaajtaki kara, kara tepeler Kaz dağları,
oksijenin vatanı. Tanrılar Orada toplanmış, eğer halâ oradalarsa çünkü çağlar
önce buraları terk ettikleri de söyleniyor, oradan buralara oksijen gönderiyorlarmış
sanki. İnanılmaz bir duruluk var soluduğumuz havada. Bekliyorum rüzgâr ara
verir de biter mi bu kurşunilik diye bekliyorum. Aradan ne kadar zaman geçti ya
da geçmiş farkında değilim ama bulutların arasındaki bir aralıktan öncü bir
ışık kurşun hızıyla gök yüzünden şak diye iniverdi dalgaların üzerine. Başka
bir aralıktan ikici bir ışık zıpkın gibi daldı aşağıya, bir daha, bir daha. Denizin
üstünde gelen ışıklardan kocaman bir turkuvaz leke oluştu pırıl pırıl. Müthiş
bir renk paletindeyim, sağımı, solumu oldukça
soluk maviler, griler kaplamış ama biraz soluk tonlara razı olursanız
her türlü rengi görmek mümkün bu peyzajda....
Birden aşağıdan köpek ve kedi sesleri
geldi rüzgâr uğultuları arasında. Oldukça kısa sürdü kedi kovalamacaları köpeklerin. Bu köpeklerin bazıları buraya yaz
başlarında sahipleriyle beraber gelmişler, sahipleri tarafından terk edilmişlerdir.
Komşunun beyaz bir golden retrieveri var,
üç sene önce burada aç, bilaç dolaşırken yine bir hazan mevsiminde sokaktan alınmış cins bir köpek. Tasmalı, masmalı. Son derece
terbiyeli, sakin ve bir bebek kadar akıllı, o aklıyla son derece öğrenmeye açık
bir yaratık. Köpeğin önceki ismini bilmediklerinden ona sayfiye sitesinin adını vermişler. “Artur”.
Zavallı hayvan yeni adının neden verildiğinden habersiz alışana kadar içinde ne
fırtınalar kopmuştur kim bilir. Bu zavallı ilk sahiplerinin onu terkettiklerini
anlamamış ki bir hata yaptığını düşünüp kendini suçlamış ve ilk günler yemek dahi
yememiş, eski ailesinden birilerinin onu gelip alacağını beklemiş olmalı. Onun
için sokakta peş peşe gezen sokak köpeklerini görünce aklıma bu hayvanların aç
ve susuz olmalarının yanı sıra, sevgi, merhamet ve şevkat yoksunu olduklarını
da düşünürüm.
Ben aşağıdaki köpekleri takip ederken
terasa pat diye bir kedi atladı. Benim orada olduğumu görünce yüzüme bakıp,
kaçmaya hazır vaziyette durdu bir süre. Beni tanıyınca gevşedi o rüzgârda teras
kapısıının önüne gidip beklemeye başladı. Kafasını çevirdi, o uğultular
arasında bana miyavladı. Bu bizim geçen sene geldiğimizde terastaki fazla
eşyaları kaldırdığımız kapalı sundurmanın içinde halıların arasında bulduğumuz
yeni doğmuş yavrulardan hayatta kalmış tek yavruydu. Diğerleri yaşayamamış ama
bu başarmıştı. Bizim torunlar “Zuzu” demişlerdi ona, ama O hiçbir zaman
öğrenemedi bu ismi. Baktım bu O. Bahçede
bir çam ağacı var dört katlı ev yüksekliğinde, oradan tırmanmış, komşu evin çatısına
çıkıp oradan bizim çatıya sonra da, bizim terasa atlamış bu rüzgârda, inanılır
gibi değil. halbuki geçen sene yavruyken
o çam ağacına annesinin ardından bir kaç metre tırmanmış, ve kalmıştı orada.
Feryatlarını duyunca ben alıp indirmeye çabalarken annesi ona kendisini takip
etmesini söylemiş olmalı ki anesinin hareketlerini taklit ederek geri geri inmeyi,
bu gün ise aç, perişan dolaşan köpeklerden kaçmayı başarmıştı. Onun derdi hayatta kalma kavgası,
Ayvazovski’nin denizinin derdinde değil tabii. Buradan ayrılmayı da istemiyorum
ama zavallı kedi rüzgârda savrulacak nerdeyse, tırnaklarıyla yerdeki seramiklere
tutunamıyor zavallı. Girdik içeri, o önde ben onun peşinde merdivenlerden
aşağı, doğru yemek kabının başına oturdu, benden yemek bekliyor. Ama önce biraz
seviyorum bu sokak kızını. Biraz mama ikram ediyorum bu hanım efendiye,
yiyiyor, suyunu da içiyor, bu sefer arka bahçe kapısına yöneliyor, kapı kapalı
bu kapının önünde yüzü kapıya dönük kapının açılmasını bekliyor. Geriye dönüp
bana bakmadan nazik bir miyavlamayla benden rica ediyor, anlıyorum. Beklemekten
canı sıkılınca, tırnaklarıyla kapıyı açma teşebbüslerine başlıyor, açıyorum kapıyı
arkasına bile bakmadan acele acele bahçelerin arasında kayboluyor. Muhtemeldir
ki bir yerde onu bekleyen yavruları var ondan acele ediyor. Daha dün annesinin
kuyruğunda gezen Zuzu başından gitmesi için annesi tarafından pataklanırken korku
ve şaşkınlıkla bakardı. Oysa O şimdi bir anne, zamanı gelince O da başka
birilerini terbiye edecek.
Hergün aynı hareket, ön kapıdan giriş arka
kapıdan çıkış... Zarif, nazik ve genç
bir kedi. Bir kaç gün sonra biz yazlığı
kapatıp Ankara’ya gideceğiz, O burada kalacak. Kışı ve baharı bir mücadele ile
geçirecek açlıktan ölmemeye çalışacak, Bu arada yavrularını büyütecek.
Göstereceği başarı ile yeni kedileri kedi nüfusuna katacak bir kedicik. Üstelik
bunu tek başına yapacaktır. İşi gerçekten zor ve acımasız. Tabiatta sizi
kayıran yoktur, şanslı ve başarılı olan hayatta kalmayı hak eder, başkaca hiç
bir yolu yoktur yarışı kazanmaktan başka. Yazlığın etrafı çam ormanı ve yer yer
zeytinlik. Faresi, gelinciği, yılanı, çiyanı, domuzu, arısı, sineği ve de
insanı bu vahşi dünyanın fertleri olup, işte bu dünyanın içinde insanın yoldan
çıkardığı kediler köpekler bir yarı yıl onlarla bir yarı yıl diğerleriyle yaşamını
devam ettirecek.
Ben Zuzu’nun arkasından kapattığım kapının
sonrasında bunları düşünürken hava yavaş yavaş kararmaya devam ediyordu,
şiddetli poyrazla birlikte. Akşamla birlikte hava döndü, bir sakinledi ki insanın
inanası gelmiyordu. Ne ses, ne nefes, çıt bile yok. “Şişşt” dense duyulacak hale geldi mahallede.
Fırtına öncesi sessizlik derler ya bu gerçekmiş aslında şimdi biz onu
yaşıyorduk.
Bir haftadan beri yayın yapılmaktaydı Orta
Akdeniz’deki tayfunla ilgili. Televizyonlar söylüyor, radyolar söylüyor
alınacak tedbirler anlatılıyorken internet medyasında işin dalgası geçiliyor. “aman
beyler, bizim ülkemizde ilk defa bir tayfun yavrusu görüleceğinden, neye
benzediğine bakmak için veya hoşgeldin demeye evlerinizden dışarı çıkmayınız” anaonsları
yapılmaktaydı Belediye hoparlörlerinden. Biz de önlemlerimizi aldık tabii. Açıkta
duran bütün sandalye ve masalarımızı toplayıp içeriye tıktık, öyle ki şu sıralarda
evde değil mobilya deposunda oturuyor gibiyiz. Derken akşam üstü her yer süt liman olunca ”işte şimdi geliyor bu” dedik,
kayın biraderlerle birlikte, masamızı kurduk, rakımızı hazır ettik, eldeki
malzemeyle mezeleri hazırladık, ee artık bilgisayar çağındayız ya İnternetten
de Zeki Müren şarkılarını bulduk, “Yaşamak zevki verir, Ruhuma sonsuz kederim”
diyelim de bir hoşgeldin yapalım dedik. Bekledik ama hiçbir esinti gelmedi. Yemekleri
yedik, şarkılara eşlik ettik, gece yarısı zorlu bir yağmur başladı. esinti yok
ama şimşekli yıldırımlı bir sağanağımız vardı. Zar zor kendimizi evimize attık ıslanaraktan.
Tekrar kapıları pencereleri ve
kepenkleri kapattık, yorgun argın yattık.
Yattık ama kulağımız kirişte, “Şimdi bir uğultuyla başlayacak mı bu tayfun?” diye
merak ediyoruz. Uyuduk, uyandık, dinledik, gelmedi bu tayfun bizim körfeze.
Sabah uyandığımız da güneşe günaydın
diyemedik ne yazık ki. Ortalık kasvetli ve puslu. Yağmur dinmiş fırtına da yok,
pencereden bakıyor ne olduğunu anlamaya çalışıyorum, evet tayfun bizim körfezi
teğet geçmiş gibiydi. Düşündüm yaın da böyle puslu, kasvetli olacak olursa
karıma, “Hazır döküntüleri toplamışken, basalım gidelim Ankara’ya, arkadaşlarımızı, kadim dostlarımızı
özledik, öyle değil mi? Doktor hanıma rica etsek Zuzu’ya bakar mı acaba?” diyeceğim...
Sadık Mercangöz Artur, Burhaniye 30 Eylül 2018 23:23
[1] Ivan Aivazoski, (1817 - 1900) Manzara ve deniz resimleriyle meşhur Rus
ressamı, 1845 -46 yıllarında Ege adaları ve Truva’ya ve İstanbula’a da gelmiş
ve çeşitli zamanlarda istanbul’unu tablolarıyla
belgelemiştir.
Eline sağlık.
YanıtlaSilFırtına da adını koyanlara ısındı, gitti öptü.
Havalar soğuyor. Dönün artık.
Hikayelere burada devam edersin.
Öptüm.
Sevgili Sadık,
YanıtlaSilAz daha kal oralarda. Ankara'nin sonbaharı da güzeldir ama Ankara yavandır. Sana oralar daha fazla yazma olanağı veriyor gibi geldi de onun icin söylüyorum. Sevgiyle.
Hüzün dolu Hazan ağlatmadı, gülümsetti, içimizi ısıttı, Artur'un ve Zuzu'nun hüzünlü betimlenmesine karşın...
YanıtlaSilGülbende-Feridun Ulusoy