YA
SONRASI?
Bundan
bir süre önce “Fatih Paşa Mahlesi,
Şeftali geçidi bütün bu olaylardan sonra bir kentsel dönüşüm kazasına
uğramadan bende kalan anılarımı tazeleyip, içimi dökmeye devam ediyorum.”
demiştim. Bir Kayseri deyimi; “Bir dost
gelip, bir düşmanlık etmeden, olayı bitirelim” der. Yani dost ile ya da iyi
niyetle başlanan bir olayın zaman içinde beklenmeyene dönüşebileceğini anlatır Bende
uyanan endişe “Kentsel dönüşüm kazası korkarım şehirlerin görünüş ve
karakterleri birbirlerine benzetecek, Şah iken Şahbaz olacak
şehirlerimiz” veya artık var olmayan
köylerimiz ve ilçelerimiz..” demişim.
Diyarbakır’dan apar topar
İzmir’e gidiş için ayrılmamızın üzerinden elli beş, altmış yıl geçti, tam bir
ömür. Ama hâlâ çocukluğumun sadece üç, dört yılımı geçirdiğim bu kentte, bir
kadim medeniyetin içinde yaşamış olmakla kendimi şanslı kabul ederim. O zamanların şehrin de
hakim olan hava, çocuk gözüyle, ancak masalımsı hikâyelerde olurdu. Sakin, ağır
başlı ve Memleketin diğer yörelerinden farklı. Gerçek Diyarbakırlılar. etnik
aidiyetleri ve inanışları nasıl olursa olsun hepsi bu kentin soylu kent
insanlarıydılar, en azından benim
yaşadığım çevre öyleydi. Henüz terör yok, köyden kaçarak kente sığınanlar,
göçenler yok. İstanbul ve Adana ve daha birkaç büyük şehir dışında kentlere göç
tam olarak facia halini almamışken, Örgütün de adı yok. İçten içe Kürtçülük var
ama görünürde etkili değil.
İnsanlar daha mutedil bir
ortamda iken bir Parti çıkıyor, siyasi yapısını, Cumhuriyetin kuruluşundan beri
yapılmaya çalışılan ama ağır bedeller ödemeyi göze alarak, becerilemeyen Toprak
reformunu büsbütün rafa kaldırıp, 1950'lerin siyasetini yoksulluk, din siyaseti
ve toprak ağalığı üzerine kuruyor. Bu arada II. Dünya Savaşı ertesi Amerikan
yayılmacı siyaseti de Rusya’ya karşı cephesini kuvvetlendirmek için Türkiye iç
siyasetine karışınca el birliğiyle bu partiyle bir iktidar süresi başlatılıyor.
Artık Amerikan saflarındaki yerimizi almışız, bedelini ödemek için, ilk defa
Türkiye Cumhuriyeti toprakları dışında, 1950 de Kore de savaşa giriyoruz.
Rüştümüzü o zaman ispat etmişiz. 1953 senesinde 721 şehit, ve 175 kayıp ile kendimize
demokratik dünyada yer bulmuşuz. Aklımın erdiği zamanlarda Kore gazileri vardı
hayatımızda. Hafif yaralarla kurtulmuşlardan biri başında Amerikan bahriyesinden hediye ya da
arak denizci şapkası ve koltuğunun altında gaz ocağı sokakların köşesinde mısır patlatır onu satardı, gerçek adını kimse
bilmez ama kısaca Koreli derdik. Bir neşe içinde gelir bir neşe içinde giderdi.
Benim
o günlerden hatırladığım az miktarda zaman zaman parlayan bazen de kaybolan anılarım
var. Sene 1956 İzmir’de Kahramanlar ilk okulunda, 3. sınıftayım. Mahallede
savrulan çöplerin değişikliklerine
rastlar olmuştuk. O zamana kadar görmediğimiz marka sigara paketlerinin itina
ile açılmış kağıtları, Amerikan çiklet kağıtları, ki bunları kafa karış
oynarken takas mal olarak, Yeni Harman, Sipahi, Kulüp karton kapakları yanında,
Amerikan Pall Mall, Chesterfield Camel
de sigara paket kağıtları da kullanılırdı, çöplerde Cola, 7 up tenekeleri vs. görülmeye
başlamıştı. Tipik Amerika hayranı 3. Dünya ülkesi manzarasıydı bu. Biz
çocukların hoşuna gidiyordu her şey. Alsancak, I. ve II. kordon veya Musta Bey
gibi zengin mahalleler de Amerikan
çöpleri ve yeni patronların yanlarında iş bulmuş hizmet işçileri ve coni’lerin çocuklarını
okullara taşıyan School bus'ları şehre yayıldı gitti.
Bir
sınıf arkadaşımız vardı, annesi Amerikalıların yanında temizlik işlerinde çalışırmış,
çocuğun elinde annesinin oralardan toplayıp
getirdiği, açılmamış Kolalar, sigara paketleri ve yeşil beyaz kağıt ambalajlı “Spearmint”
çikletleri, bize göstere göstere çiğnerdi, ambalajını da biz diğer çocuklara birkaç
meşe[1] karşılığı takas ederdik. Bir
aralar elinde eski okunmuş Amerikan “Comic Strip” dergilerini görmüş ve hayran
olmuştum. İlk Süperman ile tanışmam böyle.
Okul harçlığımın bir kısmını verdim ve Süperman’i aldım. Bütün yazıları
haliyle İngilizce. Resimli olduğundan kafasını gözünü yararak anlamaya
çalışıyorum. Annem görünce öfkelendi:
“Bunlardan
çocuk felci hastalığı bulaşıyormuş, derhal geri vereceksin” diye beklemediğim
bir tepki göstermişti de istemiye istemiye götürmüştüm. Paramı da geri
alamamıştım. Ben de ticaret kafası yok olduğu o zamandan belli işte.
“Sen de bir başkasına sat ulen!” Zararını
çıkart.
İlk
defa olarak çocuk felci hastalığını da duymuştuk bu garip patronların gelişiyle
diye hatırlarım. İkinci sömestrede Baş öğretmen sınıfa gelerek “saygıdeğer
velilerimizin isteği üzerine bir İngilizce öğretim sınıfı açılacağı ve
isteyenlere İngilizce öğretileceği”
müjdesini verdi. Ertesi gün evden cebimde kursun ilk taksitiyle çıktım. Fuar
bizim eve çok yakın olduğundan arada sırada mahalle hanımları ve biz çocuklar, evden börekleri ve zeytin yağlı kumanyaları denkleştirip sadece
çay içmeye Fuar’a mesireye (Piknik yapmaya) giderdik. Kollarda sepetler,
sırtlarda filelerle sadece giriş bileti parasına içeri girerdik. Sağlık pavyonu
önündeki, meşhur doktor ve sağlıkçıların büstleriyle süslü bahçeye kilimleri
sererdik. Sonraları göl kenarında yeni misafirlerimiz Coni’lerin zevkine uygun Caz
ve Dans müzikleri dışarıdan duyulan açık
hava gazinoları açılmaya başlandı. Şehrin diğer yerlerinde eskiden pavyon olan
“Night Club” düzenlemeleri oldu.
Bir
ara nereden geldiğini bilemediğim karton üzerine şeffaf plastikten imal edilmiş
bir plak dağıtılmıştı Fuar’da. Plağın bir yüzü İstanbul ve New York manzaralarıyla süslü ve meşhur Celal
İnce bir tango söylüyor ve diğer yüzünde ise Amerikan ve Türk büyüklerinin özlü
sözleri yer alıyordu.
Cızır,
cızır bir sesle, İnce’nin tangosu şu sözlerle başlıyordu:
“Am
merika, Am merika
Türkler
Dünya durdukça,
Beraberdir
seninle,
Hürriyet
savaşında.”
---
İdareciler
yeni dostlarımıza göre yeni düzen ve alt yapı oluşturmaya var güçleriyle çalışıyorlarken bizim çocuk oyunları bile değişmişti. Artık kovboyculuk oynuyor kötü kalpli Kızılderilileri öldürüyorduk.
İmrendiğimiz model buydu. Zavallı Kızılderililer kesinlikle yurtlarını ve av alanlarını korumaya çalışıyorlardı halbuki. Daha sonraki yıllarda girdiğimiz ittifakın ve iki kutuplu dünyanın oyuncağı olacaktık. Ama o zamanlar biz çocuktuk...
Mahallemizde yeni bir sinema yapılmıştı, birkaç sokak ötemize. Adı da Park Sineması, adını yakınımızdaki Kültür Park’tan (Fuar’dan) alıyordu. Alt salonu kışlık, üstte de yazlık açık hava sinema terası vardı. Sinemanın bir kaç defa yazlık kısmına gitmiştik ama sanıyorum açılmasından birkaç ay sonra Amerikalılara sinema olarak kiralandı bina. Önündeki boş arsa ki bizim oyun alanımızdı, yangınlık da derdik, o yılların Pontiac, Ford, Chevrolet, Plymouth ve Oldsmobil’lerine park alanı oluverdi. Şimdi klasik sayılan modelleri mahallenin çocukları olarak tüm saflık ve hayranlıklarımızla aralarında dolaşarak tanımıştık. Yaz akşamları sinema bitip de Amerikalılar dağılmaya başladıklarında eğer sokakta isek özellikle onları seyre giderdik. Beyaz tenli, sarı, sarı çilli çocuklar ile çikolata renkliler ve aileleri, oburca tuzlu mısır yemekten karınları şişmiş bu insanlar, şişmanlıktan gerilmiş dar pantolonları içinde ahenkle, iki yana sallana sallana yürürler ve o kocaman arabalarına binip, nefis egzoz sesleri arasında yumuşak, yumuşak yaylana, yaylana yola koyulurlardı. Mahallenin veletleri olan bizler oto park alanında seçtiğimiz arabaların özelliklerini birbirimize anlatır, sanki onların sahipleriymişiz gibi övünürdük. Tabii bu bilgilerin tamamı kafadan uydurma bilgiler de olabilirdi. Ben bile kaç defa arabaların yan camlarından içeri bakıp otomobilin kadranından en son hızının kaç kilometre olabileceğini görmeye çalıştığımı hatırlamıyorum, ama yaptım yani.

Sonradan öğrendiğime göre kadranlarda görünen rakamlar göstergenin ölçebileceği, birazda afili olsun diye göstergeyi süsleyen son hız rakamlarıymış, oysa arabanın yapabileceklerinin bununla ilgisi olmazmış. Bizler arabanın sahipleri olarak birbirimize hava atardık. artık kimim hayal gücü kime yeterse. Bir başka özellikleri ve bizi cezbeden şey bu araçların ön kaput üzerindeki birer sanat esri olan amblemleriydi, özellikle Pontiac’ın Kızılderili başı bir harikaydı. Çok geçmeden park alanının etrafını baklavalı telle çevirdiler, biz araç sahipleri dışarıda kalıverdik, olay orada bitiverdi.
Bu arada okulumuzda süt tozundan
yapılma bir cins sütü içme merasimleri başlamıştı. Genelde Üçüncü ders başında ya da sonunda olurdu
galiba. İğrenç bir şey ama koklamadan bir dikişte içerdik, böylece Marshall yardımı, kursaklarımıza da girmiş, biz
de Amerika sempatizanı olmuştuk.
***
Biz Diyarbakır’a
geldiğimizde bu partinin 3. İktidar dönemiydi.. Tabii İzmir’deki Amerikan hareketliliğinin
onda biri bile yok Diyarbakır sokaklarında. Ne çikletler, ne kolalar, ne sigara
ambalajları, ne de salına salına yürüyen, kasıntı subaylar var, sadece Marshall
yardımı olan o süt. Böylece Amerikalıların bölgede 1940 lardan başlayan
varlıkları, İngilizlerin ve Fransızların harp öncesi mevcudiyeti, yanlarında bu
partiyle birlikte ABD resmi olarak bu
bölgede varlığını tescil ettirmiş oldu. Petrolcülerin kafa karış oynadığı bu
bölgede, Mobil, Exxon şirketleri de Shell ve BP’nin aralarına katılmışlardı.
Diyarbakır’dayız, bir
cumartesi günü bu petrolcüler, Mobil idi galiba, babamı arayıp, bir sonar cihazlarının
arızalandığını, tamir edip edemeyeceğini sormuşlardı. Babam kendi kendini
yetiştirmiş bir telsizci ve radyocuydu. Meydan
okunmaya gelemezdi rahmetli, hangi konuda olursa olsun “Bir bilene çağıralım”
dendi mi ev de mahallede ne varsa çözmeye çalışır ve sonunda da yapardı. Ayrıca elektrik
ve elektronik konularında Hava kuvvetlerinde gerek İzmir gerek Diyarbakır’da
branş öğretmenliği yapıyordu o sıralarda. Lakabı “Hoca” idi.
Nereden öğrenmişlerse petrolcüler
babama ulaşmışlardı. Bir Belair arabayla
geldiler ve babam beni de yanına aldı, yola çıktık. O zaman gelip gitmek
konusunda herhangi bir çekince yoktu. Bir kaç köyden geçtik, Lice’nin
köyleriymiş bunlar ama viranelerden başka şey yok, donsuz çocuklardan, duvar
dibine çömelmiş sigara veya afyon saran erkeklerden ve de ot arayan keçilerden
başka bir şey hatırlamıyorum şimdi. Her yer kızılımsı, sarımtırak toprağa
bulanmış yarı taş yarı kerpiç duvarlar, kapıları açık, önlerinde oturan şalvarlı kadınlar yün ip eğirmekle meşguller. Geçerken
havalandırdığımız tozdan tabii rahatsız olup ellerini kaldırıp bir şeyler
söylüyorlardı. Belki küfür ediyorlardı.
Şoförün yanındaki koltuğa ben ve babam yerleştik. Diğer Amerikalı oturduğu arka koltuktan, babama
dertlerinin ne olduğunu anlatırken ben de ilk defa bindiğim bu arabaya merakla bakıyordum.
Bir Amerikan arabasının hayran olduğumuz ferahlığına, gücüne, sesine ve
konforuna sahip bir Chevrolet Belair 1959, hem yatay hem düşey kanatlanmış bir
model. Yol deseniz yol yok, sadece ham bir şose çift tekerlek izi yol ve müthiş
toz ve toprak. Dışarıda son derece sıcak ve toz, içeride dehşet bir klima ile
temiz, ve filtrelenmiş hava, yaylana, yaylana, çevreye tepeden bakarak
gidiyoruz.
Sondaj sahası kampına
vardık. Dört veya beş adet tekerlekli konteynerler Apaçi saldırısına karşı
kovboyların savunma düzenine benzer şekilde dizilmişler. Alüminyum dış görünüş,
ısı izolasyonlu kabinler, kompakt klimalar. Bu arada görmedim ama dağın başında
da elektriği elde ettiklerine göre güçlü bir jeneratör grubu da var olmalıydı. Bizimkilerle
beraber önce laboratuvara gittik, o zamana kadar görmediğim bir sürü cihaz ve
ölçme aletleri ile tepeleme dolu bir baraka. Biraz sonra beni de dinlenme
salonu diyeceğimiz bir konteynere postaladılar, işte burada harika kumaş
koltuklar ve bir mütevazi bir kitaplık, o
zamana kadar görmediğim bir müzik seti ve LP'ler ile sehpalarda “Comic Strip”
dergiler, O İzmir’deki çocuğun annesinin temizliğe gittiği evlerden
toparladıklarından, Süperman'ler ve Mad'ler vs. benim için her şey yeni, merakla
baktım durdum. Akşama doğru gün batımında, babam işini bitirdikten sonra tekrar
arabaya doluştuk, hava karardıktan sonra yollar kuvvetli far ışıkları altında
daha da ürkütücü olmuştu. Yine her gittiğimiz yere arkamızda
aynı toz bulutuyla varıyoruz ama bizler arabada tozdan arınmış bir halde,
fakir ve sefalet içindeki bir dünyaya uzaydan inmiş gibiydik. Yarı
uykulu çıktık geldik eve diye hatırlıyorum.
O gördüğüm köylerin görüntülerini hiç unutamadım ve benzer manzaralara
Toroslarda da rastladım ki yakın zamana kadar dağ köylerinin kış mevsiminde Antalya
merkeziyle yol bağlantısının kesildiğini söylesem şimdi inanmazsınız. Yörede o
tepelerde bir sürü Sagalassos (Rakım 1750 m.) Termessos (Rakım 1150 m.) gibi inşa edilmiş nefis antik şehirler mevcutken,
onların yanında taş ve çamurdan imal edilen basit dam ve evlerin yapıldığı köylerin varlığı
adeta yüz kızartıcı gelirdi bana. Ve o ustaların ve onlara has anlayışın nereye
kaybolduklarını sık sık sorduğum olmuştur.
***
Aslında Güneydoğu o zamanlar öyleydi,
bugün de öyle ya, zaman zaman kabuk bağlayan, zaman zaman kanayan en önemli yarası, kökeni Ortaçağdan
kalma derebeyliğe dayanan toprak ağalığı ve aşiret düzeninin devam ediyor olmasıdır diye
düşünürüm ben. Çocukluğum ağlayan,
sızlayan topraksız ve damsız insanların, marabalığın ve Ezo Gelinin zamanı idi,
ağlayan türkü ve ağıtlarla geçti. Şimdi de hâlâ öyle.
Bugün
vardığım sonuç ise şaşırtıcı. İnsanın insanı sömürmesi, ezmesi, insansı bir
davranış! İnsan ruhuna en uygun, en doğal davranış şekli ve aynı zamanda en
kolay olanıdır. Şartlar ne olursa olsun insan insanı sömürür ve bunu kendine doğal bir
hak sayar. Ona göre doğal olanı budur. Doğada yaşayabilmenin, tutunabilmenin ortaya
çıkardığı acımasız yüzümüzdür bu bencillik.
“Ben ve bana ait olan her şey önceliğimdir”
kabulü doğadan gelen bir iç ses, doğal
bir dürtüdür. Bu sert ortamda hayatta
kalabilenler doğaya karşı koyanlar değil doğal şartlara en iyi uyum sağlayanlar
ve bencil davrananlardır. Toplumun kurumsallaşması, insanın ve insanlığın
yüzlerce kavram geliştirmesi yüzyıllar içinde oluşabilmiş olduğunu hepimiz biliriz.
***
Gazetede, “Diyarbakır,
Sur ilçesi, son 45 günün olayları sonunda” deniyordu. Olaylar bastırıldıktan
sonra alınmasına müsaade edilmiş bir sürü fotoğraf.
Baka kaldım gazeteye. O gazetedeki resimlere daldım gittim. Ağzımda kenger sakızı sert, tadı buruk ve hüzünlü. Belki yüzlerce kez geçtiğim sokaklar ayaklarımın dibinde, eski canlılığından uzakta, ölü gibi yatarken, yıkılmış evlerin, taşları sökülmüş sokakların hüznü içime işledi. Gerçekten de memleketimizin az bulunur köşelerinden biri daha ortadan yok oluyordu bu resimlerde. Yaşanmışlıkların izleri kayboluyordu ki, Başbakandan “daha iyisini yaparız” mesajı geldi. Tarihin içinden süzülüp gelmiş bu birikimi yerine koyup gerçekten daha iyisini yapabilirler mi dersiniz?
Bu son olaylardan önce ilk
bakışta imar uygulamalarının eski dokuyu kemirdiği bir yer olmuş, sur içi. Tarihi doku, yetmişli,
seksenli yıllarda, köyden kente göçenlerin akınına uğrayınca, bütün bu
geleneksel doku, yaprak böceklerinin yaprakları yemesine benzer şekilde oyulmuş
durmuş. O özellikli eyvanlı evler, haneler, avlular alelacele
yapılmış briket bölmelerle, ondüle saç damlarla dolmuş, sur içinde nüfus
patlaması olmuş ama yerel ve merkezi idareler seyretmişler bu bozulmayı. Öylesine
özel bir kent dokusunun kaybının telafisinin
mümkün olamayacağını umursamaksızın seyretmişler.
***
Derken; bir gün gazetelerde Sur ilçesindeki tarihi dokunun restorasyon olması gereken projelerinin aydınlatıcı temsili resimleri ortaya çıktı. Gözlerime inanamadım. Tahmin ettiğim gibi, evet beklediğim gibi bir proje. Sanki bir gazetenin Pazar ekinde yeni bir Tatil Sitesinin tanıtıcı reklamı gibi pırıl pırıl resimler.
Dört ayaklı meşhur anıt
minarenin yanından bir perspektif almışlar. Şeyh Mutahhar camii ve anıt
minare görmeden çizilmiş gibi. Resimlerde geniş bir yol aşağı doğru
inecekken düzlenmiş veya Balıkçılar
başından geçen caddenin devamının açılmasını düşünmüş olabilirler ki, Diyarbakır tarihinde rastlanmayan balık pulu desenli parke taşıyla kaplı bir
cadde yapılmış ve cami önüne de bir meydan eklenmiş. Şehrin en büyük özelliği olan dar sokaklar ve gölgeler kaybolmuş. Kaldırımlarda
Diyarbakır’lı kardeşlerimiz, Harput’ta bir Amerikalı misali, şehre yabancı…
“I see friends, shaking
hands” diye gezerlerken minare ve Cami adeta Amerikalı mimar Louis Khan’ın Chandigar
modeli. “İnşallah bu tarihi eserleri, şurada çatlağı var, patlağı var diye yeniden yapmayı düşünmezler” diye geçti
aklımdan, Caminin arkasında biraz uzaktan
da Tatil sitesinden alınmış bir kaç evin beyaz badanalı cepheleri gülümsüyor.
İşte Diyarbakır Sur ilçesi restorasyonuyla ilgili projenin takdimi buydu!
Diyarbakır ne zaman sıvanıp ta beyazlanmış acaba?
"Danteli yün şişiyle örecekler" demiştim, kırmamışlar öyle yapmışlar.
Koca İstanbul’un eski ve çürük yapılarını yenilemek için gerekli finans ihtiyacına buldukları çare; bu işe özel finans kurumu kurmak yerine mevcut yapı hacmini %15 - 20 artış izni vererek, inşaatçıları iştahlandırmak olmuştur. Yapı hacmindeki artışın, meskûn nüfusun da artmasına yol açacağını düşünürsek, ileride asıl problemin de yetersiz ulaşım ve alt yapı olacağını tahmin edebilirsiniz.
Cehalet, bilgiye pas vermeden top çevirip idare
ediyor durumu.
Sur'da şimdi ne oluyor?
Pratisyen hekimin önüne kalp kapakçığı ameliyatı için hasta yatırıyoruz. İşi ehline versinler de hem Sur ilçesi kurtulsun, hem Diyarbakır özelliğini kaybetmiş herhangi bir Anadolu kentine benzemesin. Kendi karakterine ve tarihine sahip, kısaca kendi olsun da Türkiye kazansın demişim.
“Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde, Develer tellâl iken, pireler berber iken, Ben babamın
beşiğini tıngır mıngır sallar iken” diye söze başlanan hoş bir memlekette yaşıyoruz
vesselam. Çocukluğum bana göre güzel bir masaldı, bir kısmı Diyarbakır’da geçen.
Keyifle ve hızla yaşadım, geldi geçti, şimdi ise ileri yaşta gencim, daha da keyifli
olmak istiyorum, bir vergi mükellefi olarak...Pazarda kılı kırk yaran
insancıklar, ellerinden çaktırmadan alınan paralarınızın da nereye harcandığına
baksanıza. Yahu, yat alırsanız, elmas, pırlanta vs vergileri yok
ettiler, “devlete vergiye gerek yok, zaten pahalı fazla uçmasın fiyatları”
diye. Bizleri düşünen bir düzen var, sizi düşünüyor, zengin olunuz diye teşvik
ediyorlar sağ olsunlar.
Sadık 17 Eylül 2016 04:41 Burhaniye, Artur.
Düzeltme; 19 Eylül 2016 07:30
***
İki yıl sonra yeni sur içi… Kamulaştırmayla başlayan inşaatlar ilerliyor, böyle bir projeden ortaya Zümrüt'ü Anka kuşu çıktı, damlarda beslenen boyunları alacalı güvercinler yerine. Bu kadim şehir kurulduğundan beri böyle bir makyaj görmemiş iken şahtı şahbaz oldu… Reklamın iyisi kötüsü olmaz derlerse de kulak asmayınız, o artık eski
Diyarbakır değil, giden ebediyen bizden ayrılıp Kaf dağının arkasında kaybolmuş gitmiştir.
Sadık, epeydir haber çıkmadı diye düşünürken mükemmel bir bayram tatlısı, bayram kutlaması ile karşılaştım. Diyarbakır sorunu ülkenin her yerleşim biriminde. Sen sadece bunu değil başkaca sosyal olaylara da değinmişsin. Dilerim yakın zamanda yüz yüze konuşur dertleşiriz. Eline, yüreğine, kalemine sağlık.
YanıtlaSilUstasın sen Sadık, Saim'e katılıyorum: eline, aklına, belleğine ve de duyarlılığına sağlık. Senin çocukluğunun Diyarbakır'ını 1970'de ben de bir süre yaşadım. O zaman Karayolları Tarihi Köprüler Şefliği'nde kentin hemen dışındaki (şimdi Üniversite yerleşkesi bitişiği oldu) Dicle Köprüsü ve Silvan'daki o güzelim Malabadi Köprüsünü onarıyordum. Sur aynen senin ilk altı yazında anlattığın gibiydi. Ulucami'nin mezheplere ayrı kısımları çoklukla bakımsızdı. Sınıf arkadaşım rahmetli Oğuz Öztuzcu da orada yedeksubaydı. Evdeki papağan Diyarbakır doğumlu olmalıydı ki adın ne diye sorarsan Şehmuz derdi. Anmama vesile oldun. Sağol.
YanıtlaSilÜstünkök
Diyarbakır'daki anılarımdan derlediğim bu kısa hikâyelerimi peş peşe okuyunca, Cumhuriyetle beraber temelleri atılmış, bu toprakların üstünde birlikte yaşamanın, birer yurttaş olmanın bilincinin yavaş yavaş yitirilişinin, ayrımcılığa doğru yelken açışımızın kısa ama duygusal anlatımı olduğunun farkına varabildim...
YanıtlaSil