Fatih Paşa Mahlesi Anılar 7

 

YA SONRASI?

Bundan bir süre önce “Fatih Paşa Mahlesi,  Şeftali geçidi bütün bu olaylardan sonra bir kentsel dönüşüm kazasına uğramadan bende kalan anılarımı tazeleyip, içimi dökmeye devam ediyorum.” demiştim.  Bir Kayseri deyimi; “Bir dost gelip, bir düşmanlık etmeden, olayı bitirelim” der. Yani dost ile ya da iyi niyetle başlanan bir olayın zaman içinde beklenmeyene dönüşebileceğini anlatır Bende uyanan endişe “Kentsel dönüşüm kazası korkarım şehirlerin görünüş ve karakterleri birbirlerine benzetecek, Şah iken Şahbaz olacak şehirlerimiz”  veya artık var olmayan köylerimiz ve ilçelerimiz..” demişim.

Diyarbakır’dan apar topar İzmir’e gidiş için ayrılmamızın üzerinden elli beş, altmış yıl geçti, tam bir ömür. Ama hâlâ çocukluğumun sadece üç, dört yılımı geçirdiğim bu kentte, bir kadim medeniyetin içinde yaşamış olmakla kendimi  şanslı kabul ederim. O zamanların şehrin de hakim olan hava, çocuk gözüyle, ancak masalımsı hikâyelerde olurdu. Sakin, ağır başlı ve Memleketin diğer yörelerinden farklı. Gerçek Diyarbakırlılar. etnik aidiyetleri ve inanışları nasıl olursa olsun hepsi bu kentin soylu kent insanlarıydılar,  en azından benim yaşadığım çevre öyleydi. Henüz terör yok, köyden kaçarak kente sığınanlar, göçenler yok. İstanbul ve Adana ve daha birkaç büyük şehir dışında kentlere göç tam olarak facia halini almamışken, Örgütün de adı yok. İçten içe Kürtçülük var ama görünürde etkili değil.

İnsanlar daha mutedil bir ortamda iken bir Parti çıkıyor, siyasi yapısını, Cumhuriyetin kuruluşundan beri yapılmaya çalışılan ama ağır bedeller ödemeyi göze alarak, becerilemeyen Toprak reformunu büsbütün rafa kaldırıp, 1950'lerin siyasetini yoksulluk, din siyaseti ve toprak ağalığı üzerine kuruyor. Bu arada II. Dünya Savaşı ertesi Amerikan yayılmacı siyaseti de Rusya’ya karşı cephesini kuvvetlendirmek için Türkiye iç siyasetine karışınca el birliğiyle bu partiyle bir iktidar süresi başlatılıyor. Artık Amerikan saflarındaki yerimizi almışız, bedelini ödemek için, ilk defa Türkiye Cumhuriyeti toprakları dışında, 1950 de Kore de savaşa giriyoruz. Rüştümüzü o zaman ispat etmişiz. 1953 senesinde 721 şehit, ve 175 kayıp ile kendimize demokratik dünyada yer bulmuşuz. Aklımın erdiği zamanlarda Kore gazileri vardı hayatımızda. Hafif yaralarla kurtulmuşlardan biri  başında Amerikan bahriyesinden hediye ya da arak denizci şapkası ve koltuğunun altında gaz ocağı sokakların köşesinde  mısır patlatır onu satardı, gerçek adını kimse bilmez ama kısaca Koreli derdik. Bir neşe içinde gelir bir neşe içinde giderdi.

Benim o günlerden hatırladığım az miktarda zaman zaman parlayan bazen de kaybolan anılarım var. Sene 1956 İzmir’de Kahramanlar ilk okulunda, 3. sınıftayım. Mahallede savrulan  çöplerin değişikliklerine rastlar olmuştuk. O zamana kadar görmediğimiz marka sigara paketlerinin itina ile açılmış kağıtları, Amerikan çiklet kağıtları, ki bunları kafa karış oynarken takas mal olarak, Yeni Harman, Sipahi, Kulüp karton kapakları yanında, Amerikan Pall Mall, Chesterfield  Camel de  sigara paket kağıtları da kullanılırdı,  çöplerde Cola, 7 up tenekeleri vs. görülmeye başlamıştı. Tipik Amerika hayranı 3. Dünya ülkesi manzarasıydı bu. Biz çocukların hoşuna gidiyordu her şey. Alsancak, I. ve II. kordon veya Musta Bey gibi zengin  mahalleler de Amerikan çöpleri ve yeni patronların yanlarında iş bulmuş hizmet işçileri ve coni’lerin çocuklarını okullara taşıyan School bus'ları şehre yayıldı gitti.

Bir sınıf arkadaşımız vardı, annesi Amerikalıların yanında temizlik işlerinde çalışırmış, çocuğun elinde annesinin  oralardan toplayıp getirdiği, açılmamış Kolalar, sigara paketleri ve  yeşil beyaz kağıt ambalajlı “Spearmint” çikletleri, bize göstere göstere çiğnerdi, ambalajını da biz diğer çocuklara birkaç meşe[1] karşılığı takas ederdik. Bir aralar elinde eski okunmuş Amerikan “Comic Strip” dergilerini görmüş ve hayran olmuştum. İlk Süperman ile tanışmam böyle.  Okul harçlığımın bir kısmını verdim ve Süperman’i aldım. Bütün yazıları haliyle İngilizce. Resimli olduğundan kafasını gözünü yararak anlamaya çalışıyorum. Annem görünce öfkelendi:

“Bunlardan çocuk felci hastalığı bulaşıyormuş, derhal geri vereceksin” diye beklemediğim bir tepki göstermişti de istemiye istemiye götürmüştüm. Paramı da geri alamamıştım. Ben de ticaret kafası yok olduğu o zamandan belli işte.

 “Sen de bir başkasına sat ulen!” Zararını çıkart.

İlk defa olarak çocuk felci hastalığını da duymuştuk bu garip patronların gelişiyle diye hatırlarım. İkinci sömestrede Baş öğretmen sınıfa gelerek “saygıdeğer velilerimizin isteği üzerine bir İngilizce öğretim sınıfı açılacağı ve isteyenlere  İngilizce öğretileceği” müjdesini verdi. Ertesi gün evden cebimde kursun ilk taksitiyle çıktım. Fuar bizim eve çok yakın olduğundan arada sırada mahalle hanımları ve biz çocuklar,  evden börekleri ve  zeytin yağlı kumanyaları denkleştirip sadece çay içmeye Fuar’a mesireye (Piknik yapmaya) giderdik. Kollarda sepetler, sırtlarda filelerle sadece giriş bileti parasına içeri girerdik. Sağlık pavyonu önündeki, meşhur doktor ve sağlıkçıların büstleriyle süslü bahçeye kilimleri sererdik. Sonraları göl kenarında yeni misafirlerimiz Coni’lerin zevkine uygun Caz ve Dans  müzikleri dışarıdan duyulan açık hava gazinoları açılmaya başlandı. Şehrin diğer yerlerinde eskiden pavyon olan “Night Club” düzenlemeleri oldu.

Bir ara nereden geldiğini bilemediğim karton üzerine şeffaf plastikten imal edilmiş bir plak dağıtılmıştı Fuar’da. Plağın bir yüzü İstanbul ve  New York manzaralarıyla süslü ve meşhur Celal İnce bir tango söylüyor ve diğer yüzünde ise Amerikan ve Türk büyüklerinin özlü sözleri yer alıyordu.

Cızır, cızır bir sesle, İnce’nin tangosu şu sözlerle başlıyordu:

“Am merika, Am merika

Türkler Dünya durdukça,

Beraberdir seninle,

Hürriyet savaşında.”

---

 

İdareciler yeni dostlarımıza göre yeni düzen ve alt yapı oluşturmaya  var güçleriyle çalışıyorlarken bizim çocuk oyunları bile değişmişti. Artık kovboyculuk oynuyor kötü kalpli Kızılderilileri öldürüyorduk. İmrendiğimiz model buydu. Zavallı Kızılderililer kesinlikle yurtlarını ve av alanlarını korumaya çalışıyorlardı halbuki. Daha sonraki yıllarda girdiğimiz ittifakın ve iki kutuplu dünyanın oyuncağı olacaktık. Ama o zamanlar biz çocuktuk... 

 

Mahallemizde yeni bir sinema yapılmıştı, birkaç sokak ötemize. Adı da Park Sineması, adını yakınımızdaki Kültür Park’tan (Fuar’dan) alıyordu. Alt salonu kışlık, üstte de yazlık açık hava sinema terası vardı. Sinemanın bir kaç defa yazlık kısmına gitmiştik ama sanıyorum açılmasından birkaç ay sonra Amerikalılara sinema olarak kiralandı bina. Önündeki boş arsa ki  bizim oyun alanımızdı, yangınlık da derdik, o yılların Pontiac, Ford, Chevrolet, Plymouth ve Oldsmobil’lerine park alanı oluverdi. Şimdi klasik sayılan modelleri mahallenin çocukları olarak tüm saflık ve hayranlıklarımızla aralarında dolaşarak tanımıştık. Yaz akşamları sinema bitip de Amerikalılar dağılmaya başladıklarında eğer sokakta isek özellikle onları seyre giderdik. Beyaz tenli, sarı, sarı çilli çocuklar ile çikolata renkliler ve aileleri, oburca tuzlu mısır yemekten karınları şişmiş bu insanlar, şişmanlıktan gerilmiş dar pantolonları içinde ahenkle, iki yana sallana sallana yürürler ve o kocaman arabalarına binip, nefis egzoz sesleri arasında yumuşak, yumuşak yaylana, yaylana yola koyulurlardı. Mahallenin veletleri olan bizler  oto park alanında seçtiğimiz arabaların özelliklerini  birbirimize anlatır, sanki onların sahipleriymişiz gibi övünürdük. Tabii bu bilgilerin tamamı kafadan uydurma bilgiler de olabilirdi. Ben bile kaç defa arabaların yan camlarından içeri bakıp otomobilin kadranından en son hızının kaç kilometre olabileceğini görmeye çalıştığımı hatırlamıyorum, ama yaptım yani.


Sonradan öğrendiğime göre kadranlarda görünen rakamlar göstergenin ölçebileceği, birazda afili olsun diye göstergeyi süsleyen son hız rakamlarıymış, oysa arabanın yapabileceklerinin bununla ilgisi olmazmışBizler arabanın sahipleri olarak birbirimize hava atardık. artık kimim hayal gücü kime yeterse.  Bir başka özellikleri ve bizi cezbeden şey  bu araçların ön kaput üzerindeki birer sanat esri olan amblemleriydi, özellikle Pontiac’ın Kızılderili başı bir harikaydı. Çok geçmeden park alanının etrafını baklavalı telle çevirdiler, biz araç sahipleri dışarıda kalıverdik, olay orada bitiverdi.

 

Bu arada okulumuzda süt tozundan yapılma bir cins sütü içme merasimleri başlamıştı. Genelde  Üçüncü ders başında ya da sonunda olurdu galiba. İğrenç bir şey ama koklamadan bir dikişte içerdik, böylece Marshall yardımı, kursaklarımıza da girmiş,  biz de Amerika sempatizanı olmuştuk.                                                                                                                                                                                                                                               

 

                                                       ***

                                                                                                                              

Biz Diyarbakır’a geldiğimizde bu partinin 3. İktidar dönemiydi.. Tabii İzmir’deki Amerikan hareketliliğinin onda biri bile yok Diyarbakır sokaklarında. Ne çikletler, ne kolalar, ne sigara ambalajları, ne de salına salına yürüyen, kasıntı subaylar var, sadece Marshall yardımı olan o süt. Böylece Amerikalıların bölgede 1940 lardan başlayan varlıkları, İngilizlerin ve Fransızların harp öncesi mevcudiyeti, yanlarında bu partiyle birlikte  ABD resmi olarak bu bölgede varlığını tescil ettirmiş oldu. Petrolcülerin kafa karış oynadığı bu bölgede, Mobil, Exxon şirketleri de Shell ve BP’nin aralarına katılmışlardı.

Diyarbakır’dayız, bir cumartesi günü bu petrolcüler, Mobil idi galiba, babamı arayıp, bir sonar cihazlarının arızalandığını, tamir edip edemeyeceğini sormuşlardı. Babam kendi kendini yetiştirmiş bir telsizci ve radyocuydu.  Meydan okunmaya gelemezdi rahmetli, hangi konuda olursa olsun “Bir bilene çağıralım” dendi mi ev de mahallede ne varsa çözmeye çalışır ve sonunda da yapardı. Ayrıca elektrik ve elektronik konularında Hava kuvvetlerinde gerek İzmir gerek Diyarbakır’da branş öğretmenliği yapıyordu o sıralarda. Lakabı “Hoca” idi.

Nereden öğrenmişlerse petrolcüler babama ulaşmışlardı.  Bir Belair arabayla geldiler ve babam beni de yanına aldı, yola çıktık. O zaman gelip gitmek konusunda herhangi bir çekince yoktu. Bir kaç köyden geçtik, Lice’nin köyleriymiş bunlar ama viranelerden başka şey yok, donsuz çocuklardan, duvar dibine çömelmiş sigara veya afyon saran erkeklerden ve de ot arayan keçilerden başka bir şey hatırlamıyorum şimdi. Her yer kızılımsı, sarımtırak toprağa bulanmış yarı taş yarı kerpiç duvarlar, kapıları açık, önlerinde oturan  şalvarlı kadınlar yün ip eğirmekle meşguller. Geçerken havalandırdığımız tozdan tabii rahatsız olup ellerini kaldırıp bir şeyler söylüyorlardı. Belki küfür ediyorlardı.

Şoförün yanındaki  koltuğa ben ve babam yerleştik.  Diğer Amerikalı oturduğu arka koltuktan, babama dertlerinin ne olduğunu anlatırken ben de ilk defa bindiğim bu arabaya merakla bakıyordum. Bir Amerikan arabasının hayran olduğumuz ferahlığına, gücüne, sesine ve konforuna sahip bir Chevrolet Belair 1959, hem yatay hem düşey kanatlanmış bir model. Yol deseniz yol yok, sadece ham bir şose çift tekerlek izi yol ve müthiş toz ve toprak. Dışarıda son derece sıcak ve toz, içeride dehşet bir klima ile temiz, ve filtrelenmiş hava, yaylana, yaylana, çevreye tepeden bakarak gidiyoruz.

Sondaj sahası kampına vardık. Dört veya beş adet tekerlekli konteynerler Apaçi saldırısına karşı kovboyların savunma düzenine benzer şekilde dizilmişler. Alüminyum dış görünüş, ısı izolasyonlu kabinler, kompakt klimalar. Bu arada görmedim ama dağın başında da elektriği elde ettiklerine göre güçlü bir jeneratör grubu da var olmalıydı. Bizimkilerle beraber önce laboratuvara gittik, o zamana kadar görmediğim bir sürü cihaz ve ölçme aletleri ile tepeleme dolu bir baraka. Biraz sonra beni de dinlenme salonu diyeceğimiz bir konteynere postaladılar, işte burada harika kumaş koltuklar ve  bir mütevazi bir kitaplık, o zamana kadar görmediğim bir müzik seti ve LP'ler ile sehpalarda “Comic Strip” dergiler, O İzmir’deki çocuğun annesinin temizliğe gittiği evlerden toparladıklarından, Süperman'ler ve Mad'ler vs. benim için her şey yeni, merakla baktım durdum. Akşama doğru gün batımında, babam işini bitirdikten sonra tekrar arabaya doluştuk, hava karardıktan sonra yollar kuvvetli far ışıkları altında daha da ürkütücü olmuştu. Yine her gittiğimiz yere  arkamızda  aynı toz bulutuyla varıyoruz ama bizler arabada tozdan arınmış bir halde, fakir ve sefalet içindeki bir dünyaya uzaydan inmiş gibiydik.   Yarı uykulu çıktık geldik eve diye hatırlıyorum.  O gördüğüm köylerin görüntülerini hiç unutamadım ve benzer manzaralara Toroslarda da rastladım ki yakın zamana kadar dağ köylerinin kış mevsiminde Antalya merkeziyle yol bağlantısının kesildiğini söylesem şimdi inanmazsınız. Yörede o tepelerde bir sürü Sagalassos (Rakım 1750 m.) Termessos (Rakım 1150 m.) gibi inşa edilmiş nefis antik şehirler mevcutken, onların yanında taş ve çamurdan imal edilen basit dam ve evlerin yapıldığı köylerin varlığı adeta yüz kızartıcı gelirdi bana. Ve o ustaların ve onlara has anlayışın nereye kaybolduklarını sık sık sorduğum olmuştur.

                                              

***

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                             Aslında Güneydoğu o zamanlar öyleydi, bugün de öyle ya, zaman zaman kabuk bağlayan, zaman zaman  kanayan en önemli yarası, kökeni Ortaçağdan kalma derebeyliğe dayanan toprak ağalığı ve aşiret  düzeninin devam ediyor olmasıdır diye düşünürüm ben.  Çocukluğum ağlayan, sızlayan topraksız ve damsız insanların, marabalığın ve Ezo Gelinin zamanı idi, ağlayan türkü ve ağıtlarla geçti. Şimdi de hâlâ öyle.

Bugün vardığım sonuç ise şaşırtıcı. İnsanın insanı sömürmesi, ezmesi, insansı bir davranış! İnsan ruhuna en uygun, en doğal davranış şekli ve aynı zamanda en kolay olanıdır. Şartlar ne olursa olsun  insan insanı sömürür ve bunu kendine doğal bir hak sayar. Ona göre doğal olanı budur. Doğada yaşayabilmenin, tutunabilmenin ortaya çıkardığı acımasız yüzümüzdür bu   bencillik.

 “Ben ve bana ait olan her şey önceliğimdir” kabulü  doğadan gelen bir iç ses, doğal bir  dürtüdür. Bu sert ortamda hayatta kalabilenler doğaya karşı koyanlar değil doğal şartlara en iyi uyum sağlayanlar ve bencil davrananlardır. Toplumun kurumsallaşması, insanın ve insanlığın yüzlerce kavram geliştirmesi yüzyıllar içinde oluşabilmiş olduğunu hepimiz biliriz.


***

Gazetede, “Diyarbakır, Sur ilçesi, son 45 günün olayları sonunda” deniyordu. Olaylar bastırıldıktan sonra alınmasına müsaade edilmiş bir sürü fotoğraf.

 

 Aslında Sur ilçesi, Diyarbakır’ın kendi demekmiş sonradan anladım.

Baka kaldım gazeteye. O gazetedeki resimlere daldım gittim. Ağzımda kenger sakızı sert, tadı buruk ve hüzünlü. Belki yüzlerce kez geçtiğim sokaklar ayaklarımın dibinde, eski canlılığından uzakta, ölü gibi yatarken, yıkılmış evlerin, taşları sökülmüş sokakların hüznü içime işledi. Gerçekten de memleketimizin az bulunur köşelerinden biri daha ortadan yok oluyordu bu resimlerde. Yaşanmışlıkların izleri kayboluyordu ki, Başbakandan “daha iyisini yaparız” mesajı geldi. Tarihin içinden süzülüp gelmiş bu birikimi yerine koyup gerçekten daha iyisini yapabilirler mi dersiniz?                                                           

Bu son olaylardan önce ilk bakışta imar uygulamalarının eski dokuyu kemirdiği bir yer  olmuş, sur içi. Tarihi doku, yetmişli, seksenli yıllarda, köyden kente göçenlerin akınına uğrayınca, bütün bu geleneksel doku, yaprak böceklerinin yaprakları yemesine benzer şekilde oyulmuş durmuş. O özellikli eyvanlı evler, haneler, avlular  alelacele yapılmış briket bölmelerle, ondüle saç damlarla dolmuş, sur içinde nüfus patlaması olmuş ama yerel ve merkezi idareler seyretmişler bu bozulmayı. Öylesine özel bir kent dokusunun kaybının  telafisinin mümkün olamayacağını umursamaksızın seyretmişler. 

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                   ***                                                                                                                            

Derken; bir gün gazetelerde Sur ilçesindeki tarihi dokunun restorasyon olması gereken projelerinin aydınlatıcı temsili resimleri  ortaya çıktı. Gözlerime inanamadım. Tahmin ettiğim gibi, evet beklediğim gibi  bir proje. Sanki bir gazetenin Pazar ekinde yeni bir Tatil Sitesinin tanıtıcı reklamı gibi pırıl pırıl resimler.



  

Dört ayaklı meşhur anıt minarenin yanından bir perspektif almışlar. Şeyh Mutahhar camii ve anıt minare görmeden çizilmiş gibi.  Resimlerde geniş bir yol aşağı doğru inecekken düzlenmiş veya   Balıkçılar başından geçen caddenin devamının açılmasını düşünmüş olabilirler ki, Diyarbakır tarihinde rastlanmayan balık pulu desenli parke taşıyla kaplı bir cadde yapılmış ve cami önüne de bir meydan eklenmiş. Şehrin en büyük özelliği olan dar sokaklar ve gölgeler kaybolmuş. Kaldırımlarda Diyarbakır’lı kardeşlerimiz, Harput’ta bir Amerikalı misali, şehre yabancı…

“I see friends, shaking hands” diye gezerlerken minare ve Cami adeta Amerikalı mimar Louis Khan’ın Chandigar modeli. “İnşallah  bu tarihi eserleri, şurada çatlağı var, patlağı var diye yeniden yapmayı düşünmezler” diye geçti aklımdan, Caminin arkasında biraz uzaktan da Tatil sitesinden alınmış bir kaç evin beyaz badanalı cepheleri gülümsüyor. İşte Diyarbakır Sur ilçesi restorasyonuyla ilgili projenin takdimi buydu! Diyarbakır ne zaman sıvanıp ta beyazlanmış acaba?

 

        Tahminim TOKKİ'nin (Toplu Konut Keyfi İdaresi) eli, ayağı değmiş bu işe. Her yere, her şehre bulaştıkları ve affedersiniz hep yaptıkları gibi yapmışlar bu koca projeyi. 

"Danteli yün şişiyle örecekler" demiştim, kırmamışlar öyle yapmışlar.   

Koca İstanbul’un eski ve çürük yapılarını yenilemek için gerekli finans ihtiyacına buldukları çare; bu işe özel finans kurumu kurmak yerine mevcut  yapı hacmini %15 - 20 artış izni vererek, inşaatçıları iştahlandırmak olmuştur.  Yapı hacmindeki artışın, meskûn nüfusun da artmasına yol açacağını düşünürsek, ileride asıl problemin de yetersiz ulaşım ve alt yapı olacağını tahmin edebilirsiniz. 

Cehalet, bilgiye pas vermeden top çevirip idare ediyor durumu.

Sur'da şimdi ne oluyor? 

Pratisyen hekimin önüne kalp kapakçığı ameliyatı için hasta yatırıyoruz. İşi ehline versinler de hem Sur ilçesi kurtulsun, hem Diyarbakır özelliğini kaybetmiş herhangi bir Anadolu kentine benzemesin. Kendi karakterine ve tarihine sahip, kısaca kendi olsun da Türkiye kazansın demişim. 

“Evvel zaman içinde, Kalbur saman içinde, Develer tellâl iken, pireler berber iken, Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken” diye söze başlanan hoş bir memlekette yaşıyoruz vesselam. Çocukluğum bana göre güzel bir masaldı, bir kısmı Diyarbakır’da geçen. Keyifle ve hızla yaşadım, geldi geçti, şimdi ise ileri yaşta gencim, daha da keyifli olmak istiyorum, bir vergi mükellefi olarak...Pazarda kılı kırk yaran insancıklar, ellerinden çaktırmadan alınan paralarınızın da nereye harcandığına baksanıza. Yahu, yat alırsanız, elmas, pırlanta vs vergileri yok ettiler, “devlete vergiye gerek yok, zaten pahalı fazla uçmasın fiyatları” diye. Bizleri düşünen bir düzen var, sizi düşünüyor, zengin olunuz diye teşvik ediyorlar sağ olsunlar.

 Sadık 17 Eylül 2016 04:41 Burhaniye, Artur. Düzeltme; 19 Eylül 2016 07:30

***


İki yıl  sonra yeni sur içi… Kamulaştırmayla başlayan inşaatlar ilerliyor, böyle bir projeden ortaya Zümrüt'ü Anka kuşu çıktı, damlarda beslenen boyunları alacalı güvercinler yerine. Bu kadim şehir kurulduğundan beri böyle bir makyaj görmemiş iken şahtı şahbaz oldu… Reklamın iyisi kötüsü olmaz derlerse de kulak asmayınız, o artık eski


Diyarbakır değil,  giden ebediyen bizden ayrılıp Kaf dağının arkasında kaybolmuş gitmiştir.

  



[1] Meşe: Cam bilye veya Misketin İzmir’deki yerel ismi


3 yorum:

  1. Sadık, epeydir haber çıkmadı diye düşünürken mükemmel bir bayram tatlısı, bayram kutlaması ile karşılaştım. Diyarbakır sorunu ülkenin her yerleşim biriminde. Sen sadece bunu değil başkaca sosyal olaylara da değinmişsin. Dilerim yakın zamanda yüz yüze konuşur dertleşiriz. Eline, yüreğine, kalemine sağlık.

    YanıtlaSil
  2. Ustasın sen Sadık, Saim'e katılıyorum: eline, aklına, belleğine ve de duyarlılığına sağlık. Senin çocukluğunun Diyarbakır'ını 1970'de ben de bir süre yaşadım. O zaman Karayolları Tarihi Köprüler Şefliği'nde kentin hemen dışındaki (şimdi Üniversite yerleşkesi bitişiği oldu) Dicle Köprüsü ve Silvan'daki o güzelim Malabadi Köprüsünü onarıyordum. Sur aynen senin ilk altı yazında anlattığın gibiydi. Ulucami'nin mezheplere ayrı kısımları çoklukla bakımsızdı. Sınıf arkadaşım rahmetli Oğuz Öztuzcu da orada yedeksubaydı. Evdeki papağan Diyarbakır doğumlu olmalıydı ki adın ne diye sorarsan Şehmuz derdi. Anmama vesile oldun. Sağol.

    Üstünkök

    YanıtlaSil
  3. Diyarbakır'daki anılarımdan derlediğim bu kısa hikâyelerimi peş peşe okuyunca, Cumhuriyetle beraber temelleri atılmış, bu toprakların üstünde birlikte yaşamanın, birer yurttaş olmanın bilincinin yavaş yavaş yitirilişinin, ayrımcılığa doğru yelken açışımızın kısa ama duygusal anlatımı olduğunun farkına varabildim...

    YanıtlaSil