SOKAKLARDA
Diyarbakır’dayız. Süleyman Nazif’ten mezun olduktan
sonraki ilk yaz. Sıcak mı sıcak, insanların beyinleri sulanıyor nerdeyse. Evin
duvarları taştan ve kalınlık altmış santim var, içerisi harika, annem bizleri
pek sokağa salmıyor. O günlerde evde hapis kaldık, sadece kitap okuyorum ya da
kardeşlerimle uğraşıyorum. Babam dedemi görmek için İstanbul’a gitmişti o
günlerde.
Yavrutürk[1] Ansiklopedisi‘nin
ilk cildini ısmarladım babama. 2 ciltlik bir kitap, ama o sırada henüz 2. Cilt çıkmamıştı galiba. Ya
da ben öyle biliyordum. O zamanlar memleketin doğusuyla batısı resmen saat
farklarıyla yaşardı, şöyle ki gazetelerin bütün gayretlerine rağmen,
İstanbul’da çıkan o günün gazetesi ancak 24 saat sonra ulaşırdı Diyarbakır’a.
Çok gayret ederlerse bazen on sekiz saatte gelebilirdi. O gün akşam gece
yarısı çıkan gazete ertesi gün öğleden sonra ulaşırsa taze haber
sayılırdı. Diğer il ve ilçeler için
bu bir hayaldi.
Onun için belki de o kitap çıkmamış da olabilir, çıkmış
da. Sayfaları saman kağıda basılmış aralarına da Münif Fehim’den renkli
tablolar serpiştirilmiş, çocuklar için ansiklopedik kitaplardı. Yakından gördükten
sonra bu tablolara yazık olmuş dedim. Tidfruk baskı, renkler öylesine karışmış ki;
çamur gibi bir görüntü. Sene 1960’ın Temmuz’u. O zamanlar meşhur “Hayat Ansiklopedisi”nin 1930'lardaki baskısından sonra yeni baskısı fasiküller halinde yayımlanmaya
başlamıştı ki onun da baskısı da Yavrutürk’ten
farklı değildi. İlk cildi bitirilmiş miydi,
neydi. Alfabetik şekilde bir düzenlemeye sahipti. Ama ben bu konulara göre
tasnif olmuş, küçük 2 ciltlik ansiklopedi benzeri kitabı tercih etmiştim. 4-5
gün sonra babam döndü. Benim siparişi getirdiği gibi, ikinci cildini de almış.
Havalara uçtuğumu hatırlıyorum. Haa bir şey daha getirmiş, altılı
ambalajlanmış, bir düzüne elektrik kontrol kalemi. Hani ucu tornavida gibi de
sap kısmında zar zor görünen küçük bir lambası olan cebe de takılabilen tornavida
benzeri elektrik kontrol kalemi... “Bu günlerde boşsun, canın sıkılır biliyoruz.
Bunları satacaksın bir, iki haftada. Hem oyalanırsın hem hayatı öğrenirsin”
dedi bizimkiler. “Ne?”
Birkaç gün sonra, elimde Kontrol kalemlerinin takılı
olduğu karton yelpaze, adeta yağlı boya paleti tutar gibi sol elimde, sağ
elimde bir tane kontrol kalemi “X” marka, onu da güya “Elektrikle şaka olmaz, oynama”
vs gibi bazı klişeleri söyliyerek, satacağım. Anam da teşvik ediyordu.
“Ya anacım, benim ne işim var kontrol kalemi satışı ile? Ben
yapamam, utanırım.” dedikçe:
“Utanılacak iş mi oğlum? Kendine gel, büyü biraz, pısırık olma vs.” O bunu söylüyor ama
ben zaten orda değilim adeta yerin dibindeyim. Duymuyorum bile. Yarın çarşıya satışa
çıkacağım. Acaba? Merakımdan uyuyamadım.
Sabahleyin bana göre erken bir saatte dışarı çıktım, dört
ayaklıya doğru değil, yoğurt pazarına doğru yürüyorum. Bizim daracık Şeftali geçit’inden çıkıp
pazara giden sokağa döndüm, dönmemle, gölgeden bir anda genişleyen sokakta
güneşi tepemde hissettim. Sokak tenha, civarın çocukları bile daha ortaya
dökülmemişler. Sıcak görünmez dalgalar hafif, hafif taşlardan yükselir gelir yüzünüzü yalar,
akabinde gözleriniz kurumaya başlar, ve sonra acı. Sabah sabah kuru sıcak yeni başlıyordu. İstemsiz
bir şekilde gözümü açıyorum.
Yürümeye devam. Gözümü kapayınca biraz rahatlıyorum. Gözlerimi aralıyarak bakıyorum çevreme. Gelen
bir katırdan zorlukla sıyrıldım. Pazar yerine girmişim, günlerden perşembe olduğundan
pazar yarın kurulacak, şimdilik in cin top oynuyor desek yeridir. Birkaç
demirci dükkânında çalışanlar var, bu sıcakta ocakta yanan ateşten ve örsün
çınlamasından anlaşılıyor. Demircilerin arasında bir semerci dükkânı, kavruk yüzlü,
beyaz takkeli bir adam dükkânın önündeki tahta darabanın gölgesinde, yerdeki
bir semerin üzerinde oturmuş, ot dolu oturağın son dikişini dikerken arada bir
meydana göz atmasından, dikişe ara vermeden benim yüzüme bakışından işinin ehli
olduğu belli oluyordu. Yanda yaptığı semerlerinden bir kaç tanesini ortaya
çıkarmış üst üste yığılı. Elindeki
oturağa, eliyle en uygun noktayı buluyor, çuvaldızı önce muşambanın içinden
geçiyor sonra çuhadan, adam usta manevrayla çuvaldızı iple beraber çekiyor. Bir
daha, bir daha.. Ona bakarken yürümeyi unuttum. Pazar yerinin sonu Gazi
caddesine açılırdı. Oraya gideceğim ama gözler yarı kapalıyken biraz zor
oluyor. Çevremde adamlar dolaşıyorlar yedeklerinde katırlarla nalbanta
gelmişler... o sırada arnavut kaldırımlı
sokagın orta deresinden bir sudur akmaya başladı, birden aklıma geldi, bu, bu
sokakta nallanan tek toynaklıların sidiği olabilir, olduğum yerden kenara
zıpladım.
Aklım
başıma geldi, yürüdüm yeniden. Yol kenarında uzun, uzun masalar ve uzun
oturaklar, üstlerinde mavi renkli muşambalar, güneşin altında sahne alacakları
zamanı bekliyorlardı. Aslında o masalara
oturup masa başı askeri karpuz muhabbeti yapmak isterdim ama hiç şansım olmadı. Biraz
hızlandım, Gazi caddesine az kalmıştı. Pideciyle şekerci dükkanlarının arasından
seyredilen caddeden geçen bir iki kamyon
gördüm, gürültüyle geçtiler. Yürüyen insanlar bir iki siyah çarşaflı kadın.
Birden elimde sıkı sıkı tuttuğumu sandığım kontrol kalemlerini yere düşürmemle
ve aynı hızla eğilip almam bir oldu. Dağılmamışlardı, takılı olduğu
kartonlardan ama tozlanmışlardı, tozları elimle silmeye ve üstüme başıma
sürmeye çabaladım. Bu sakarlığım beni iyice kendime getirdi.
Dün akşam konuştuğum şekilde kartonlara yelpaze gibi
takılı “X” marka kontrol kalemlerini elimde tutarak ve bağırarak dolaşacak ve
bu kalemleri bana göre şansım varsa satacaktım.
Okullar kapanalı ve ben İlkokuldan mezun olalı on beş günü
geçmişti. Ben bu seyyar satıcılığı hiç yapmamıştım. Şimdiden utanç ve
heyecandan dilim damağım kurumuştu, caddeyi uzaktan görünce. Pideci ile
şekercinin arasına yukardan gölgelikler gerilmiş, altında hafif bir gölge.
Durmak için uygun bir yer diye düşünürken tentenin altına geldim. Pidecinin köşesinden
caddeye çıktım, o sırada köşede dikilen tulumbacıyı fark ettim. Adam alçak bir ayak
üstüne koymuş olduğu bir çinko tepsi içindeki yüzen tatlıları satmaya gelmişti.
Bayılırım bu tatlıya ama sırası değil. Uzağından geçmeye çalıştım. Çıktım,
tatlıcının karşı köşesine de ben dikildim. Gelenin geçenin yüzüne bakmaya
çalışıyorum ama başaramıyorum. Hani bağıracaktım. “Onu da yaparım ama biraz
sonra” diyorum içimden.
Tulumbacıdan tarafa hiç bakmamağa çalışıyorum. Bir ara
göz ucuyla baktığımda, adam bana bakıyor gibi duruyordu. “Aklına karpuz kabuğu
düşmesin şimdi”, çok severim bu lafı. Eskiden mahalle aralarında eşeklere
rastlanırdı, her şehirde. Arada bir mahalleyi anırtıları kaplardı, biri bırakır
diğeri alırdı. Çok iyi hatırlarım. At olsun, eşek olsun, katır olsun aramızda
yaşayan hayvanlardı, şimdi gibi uzaylı muamelesi görmezlerdi.
“Ule puştin ogli ne tikeliysen burda, başka tarafa, s...
git.” Bizim tulumbacı bana seslenirmiş, adama dik dik baktım, ama çaresiz isteksizce
yavaş yavaş yürümeye başladım, kuzeye, Dağ kapısına doğru. Yolun karşısı
yanıyor güneşten, dükkânların gölgelikleri açık ama kaldırımlarda kimseler
yok.. Bu taraf gölge, insanlar karıncalar misali gölgeleri takip ediyorlar.
Bir gün önceden komşumuz Halil ağabeyle konuşmuştum. “Sen
yürüyerek satamazsan yanıma gelesen.” dediydi. Yürümeye çalışırken aklıma bu
geldi. Ama yapamamak da gücüme gidiyor, utandırıyor. Kendimi zorlamaya
çalışıyorum. Baştan başlayacaktım. Akşam provada yaptığım gibi sol elime
ressamın boya paletini göğsüne doğru tutar gibi
kalemlerin takılı olduğu kartonu aldım, kalemlerden birini de sağ elime
alıp gelenin geçenin yüzüne doğru tutarak bağıracaktım. Buraya kadar güzel. Ulu
camiye doğru yürüyeceğim. Bu da tamam. Gelen geçenin yüzüne bakmaya başladım.
Bir iki beş, on. Güzel. Bana bakanı da
var bakmayanı da. Nasıl bakıyorsam yüzlerine, benim böyle yürüyüşümden kimse
bir şey anlamıyor..
“Bağırman gerek” diyorum kendime.
“Haklısın da biraz daha Belediye’ye geleyim de, oralar
daha kalabalık olur. O zaman..” diye aklımdan geçiriyorum.
Kasaplar çarşısına kadar gelmişim., O yıllarda orada
sadece kasaplar ve baharatçılar bulunurdu.
Ağır demir kapıları vardı bu çarşının, aslında eskiden bu ağır kapıları
kapatılırmış, sabaha kadar. Şimdi hiç şahit olmadım. Durdum etraf daha
kalabalık güneş de daha da yükselmiş.
“Baaracaksan baar oglim.”
“Her eve lazım, kontrol kalemi, her eve lazım.” Ben
duydum da onlar duydular mı emin değilim. İnsanlar aldırmadan geçtiler. Ben sağ
elime bir kalem almayı unutmuşum, onu da aldım elime sallıyorum ama tersten
tutmuşum. Düzeltip bir daha bağırmayı denedim. Boğazımı temizledim.
“Neydi? Ha, elektrik, elektrik şakaya gelmez... emmi“
dedim diye biliyorum ama kendi sesimi duyamadım. “Ulan sesim nereye gitmiş?”
Dört yola doğru devam ettim, o arada benim gastecinin önünden geçmem lazım ama
ben de cesaret nerde? Bu gazete bayiinden her hafta çarşamba günü geldiyse
Pekos Bill, perşembe günleri çocuk dergisi “Çocuk Haftası” ve büyüklere ait “Tarih
Coğrafya Dünyası” diye haftalık dergilerimi alırdım, arada konuşurdum da meselâ
eğer dergiler gelmemişse, İstanbul’da basılacak kamyonlara konacak ve
Diyarbakır’a gelecek. Geç kaldığı olurdu mesela üç beş günlük gecikmeleri doğal
kabul edilirdi. O zamanlar nedenini filan sorardım. Ama şimdi elimdeki
malzemelerle onlara görünmek istemiyordum. Seri adımlarla dükkanın önünden geçtim.
Burada etrafa da bakınmadım. Ee Hasan Paşa Kervan sarayının köşeye geldim,
sonra n’olacak? Halil abinin tezgahı burada olmalıydı. Tezgah kapalı elektrik
direğine zincirli kilitli. Kendisi yok...
Ben
biraz şaşkın biraz çaresiz, kararsız adımlarla, elimde kontrol kalemleri, bir
tanesi elimde havada sallamaya çalışıyorum. Ulan ne zor yolda giderken elini
havaya doğru kaldırıp, kalemi ona buna gösterek ilgisini çekebilmek. Nerdeyse
kalem bir kilodan fazla olmuş, şöyle havaya kaldırıp havada, acemice sallarken
bağırdım, ya da bana öyle geldi. “her eve lazım olur. Elektrikle şaka...olm.. .”
Sesim kısıldı gitti. Ha gayret;
”Emmiler, elektrikle şaka olmaz. Elektrik kontrol
kalemleri her eve lazım” dedim ama biraz daha gayret etmem lazım, yüksek perdeden
olmalı.
“Amcalar her eve lazım bu elektrik kontrol kalemleri...”
dedim, sesim biraz daha yüksek çıktı. Kartonlara takılı kontrol kalemleri sol
elimde, baktım sağ elim havada bir adama doğru sallıyorum.
“Ula çüşş, gözime sok bariy.”
“Pardon halo.” diye toparlandım ama adam devam ediyor.
Esmer kavruk biri başında da bir poşu, terleri şakaklarından aşağı iniyor. ”Ula
bu pardon çıkali eşekler de çogaldi haa. De hadi ha” yürüdü gitti. Arkasından
sırtındaki hamal yastığına baka kaldım. “Haydi... bu neydi şimdi?”
Baktım dört yola gelmişim, bir kere bile bağıramadan.
Caddenin karşı köşesinde mavi gömlekli mavi şapkalı adamlar dikkatimi çekti.
Zabıta! iki zabıta konuşarak Belediye'ye doğru yürüyorlardı. Birden durdum
elimdekileri arkama sakladım. Onlara değil de başka yere bakar gibi başımı
çevirmişken, göz ucuyla aslında onları takip ediyorum. Neyse benden haberleri
yok. Bu zabıtalardan uzak durmamı tembihledi Halil ağabey,
“Yakalarlarsa elindekini alırlar üstüne de ceza
yazarlar.”,
“İyi de neden?”.
“Alış veriş dükkânda olur oglım. Para kazanacaksan dükkân
açacaksan oglım.” Gözleri buğulandı. Halil ağabey bizim evin karşı komşusu Zehra
hanım teyzenin büyük oğlu, babası bir kaç sene önce vefat etmiş, evi geçindirme
yükü buna kalmışmış, kendinden üç, dört yaş küçük bir oğlan kardeşi vardı,
Benden bir, iki yaş büyük, oğlan halâ 4.sınıfta düşe kalka gidiyor. Haşarı,
tembel bir çocuk. Annesi söz möz geçiremiyor, Halil ağabey de buna olmadık
dayaklar atardı, okuldan kaçtığı zamanlar da. Halil ağabey İmam Hatip Lisesine
gidiyordu, ama kaçtaydı bilmem, “işin garanti olur” diye annesinin isteğiyle
girmiş, hem okuyor hem de tazgah açıyor, para kazanmaya çabalıyordu. Okula
gittiği zamanlarda Mahmut tezgahın başında dursun, kapanmasın derdi ama Mahmut
bu, bazen gelir, bazen de gelmez. Ev kira, yiyecek içecek pahalı, tezgâhın
kapalı kalması ne demek? O zamanlarda Halil ağabinin gözü bir şeyi görmez
olurdu. Bizim Mahmut inanılmaz bir pişkinlikle karşılardı bu dayakları.
“Tezgah açacaksan bazı yerler serbes, pazar yerleri,
Hasan paşa önü, kasapların önü misâl. Başka yerde yakalanırsan yalvaracan
bıraksın diye” içimden ucuz kurtuldum diye düşünürken, aynı kaldırımdan geri
döndüm tekrar adım adım.
Gölgeden
güneşe çıkmadan ikinci tura başladım. Bağırmaya da çalışıyorum. Ağzımı açtıkça
bütün insanların soran gözlerle bana baktığını sanıyorum ve ağırlığı altında
eziliyorum. Sözcüklerin sonu gelmiyor. “Elektrik kontrol kalemleri, her eve
lazım. Elektrikle şaka olmaz...” sesim gidiyor sonunda sadece ben
duyabiliyorum. Kısa zamanda gömleğim ter içinde yoğruldu gibi oldu. Uzun pantolonumdan
terler paçalara doldu. Bir köşe buldum ayakta duruyorum. Etrafıma birileri
gelip soracak sandım ama herkes aldırmadan geçiyorlar, yanımdan. Ne zor şey
insanların dikkatini çekmek. Olduğum yerde kızarıyorum. Tekrar, tekrar
deniyorum. Netice sıfıra yakın. Sıfır olması için bir sayı olmalı, bundaysa hiç,
yani ilginin varlığı yok. Ayaklarımı sürüye sürüye yürürken, ümitsiz bir
şekilde bakınıyorum. Arkamdan biri kolumdan çekti. “dur ula, dur. Şuna
bakayım.” Benden biraz büyükçe bir çocuk, kirli beyaz bir gömlek, esmer bir
surat, ayakta yamalı pantolon. Benim elimdeki kontrol kalemine saldırdı. Ben de
vermemek için sıkı sıkıya tuttum. Havaya
kaldırdım kolumu.
“N’oluyor
lan? N’oluyo oglım?”
“Valla cebimde 1,5 lire vardır,”
Gerisini getiremedi. Ben olmazlandım
hemen, çektim aldım elinden. Arkamı dönüp yürüdüm. Sonra döndüm baktım, arkasına
basılı plastik ayakkabıların arkasından sarkan kararmış topuklarını sürüye
sürüye gidiyordu, kalabalık arasında... Ben de bir hayal kırıklığı oluştu. İlk
deneyimde sınıfta kalmıştım. Bir insanla okul ve mahalle dışında ilk temasım
olduğu halde doğru dürüst konuşamadan bitti, gitti. Aslında öğrenmem gereken
neydi? Ne yapmalıydım? Bizimkilerin
öğrenmemi ve alışmamı istedikleri neydi? Tabii cevabını bulamadan kendime
geldim, yine bağıracak ve yine kalemleri gelenlerin gözlerine sokacaktım.
“Elektrik kontrol kalemleri geldi.. her
eve lazım “ Bağırıyorum yine her halükârda. Mevsim yaz ter içinde yürüdüm,
meydana geldiğimde karşıya geçip Ulu camii girişine doğru devam ettim ama güneş
o kadar parlak ki, gözlerim yarı kapalı, yarı açık etrafa arada kısarak bir göz
atıyorum. At arabalarına takılmadan gitmeye çalışırken Ulu caminin girişine
sığınmış tezgâhları gördüm bir ara. Nihayet gölgeye ulaşırken gördüm ki yer
bulmam mümkün değil, bu kalabalıkta. Herkes birbirine kol mesafesinde,
biri birilerini kolluyor. Elimdeki coğrafya bilgilerim bu kadardı. Berbat
hissettim kendimi.
Aklıma, geçen sene Balıkçılar başında
yeni cadde açılırken, yıkılmış eski yapılardan açılmış alanlar seyyar
satıcılarının adeta toplanma yeri olmuştu. Ben de radyocu dükkânına giderken
her zaman uğrardım. Bir genç adam vardı
şimdi aklıma geliveren, jilet bıçağı satardı genellikle, ama ne olursa da satabilirdi
bana göre. Önce bir kahve sandalyesine çıkar;
“Sevgili beyabiler, Güney doğumuzun bu
büyük ve güzel ilimize tekrar uğradık, istesek de İstanbul’a dönemezdik. Sizlere
hizmetlerimiz daha bitmedi, onları size sunmadan gidemezdik, bu Şarkın
Paris’inden” diye başlar, olayı bir iki illüzyon numarasıyla genişletir; el
çabukluğuyla bir şeyleri kaybeder bulur, veee son numara şu olurdu: Koca bir
gazete alır, evirir çevirir, külah yapar, içini dışını gösterir, birilerinden bir kağıt para ister, alır katlar ve külahın
içine atar ve külahın ağzını kapatır. Bu külahı yaktıktan sonra, parayı
küllerin arasından sararmamış bir halde çıkarıp aldığı adama verirdi. İşte
burada olay zirve yapardı. Sonra yine bir külah hazırlar ve içini gaste
kağıtlarıyla doldurur ve ağzını kapar bir yana koyar, üstüne okur üfler, “şimdi
bu kağıtlar bildiğimiz kağıt para olacak, ama biraz zamana ihtiyaç var” der ve
asıl işine girişirdi. Millet konuşa konuşa dağılırken bazıları yerlerinden
kımıldamadan beklerler. Ben birkaç defa seyrettiğim için en küçük ayrıntıya
kadar hâkimim. Adam ya Jilet satacak, ya da hemoroit ilacı veya pire, tahta
kurusuna karşı ilaç vs. o anda ne isterse satabilirdi. Toplanan halk üzerinde
hakimiyeti tam olurdu bu adamın.
“Muhterem zevat, abiler, amcalar hepinizi hürmetle selamlarım.
Şimdi sizlere asrın son harikası olan bir ilacı takdim edeceğim. Bu dünya da Allah hiç kimseye dert verip
derman aratmaya kardaşlarım, güzel Allahım, yollara düşürmeye. Çoğumuzun başına gelmiştir. Bir dert var ki Allah düşmanımın
başına vermesin, bu dert adamı ele güne rezil eder. Ne demiş İngiltere başkanı Churchil
“Ben bu Dünya da üç şeyden korkarım. “Mayasıl, mayasıl, mayasıl.” demiş, Allah
hiçbir müslüman kardeşimin başına vermesin. Adamın ne iştahını kor ne de
abdestini. Ama şimdi sizlere göstereceğim bu ilaç asrın son harikası olup, yedi
ülkede yapılan araştırma ve testler sonucu ABD atom labratuvarlarında geliştirilmiştir.”
Ardından sayar da sayar. Bunları söyledikten sonra kendinden emin, elinde
tuttuğu küçük şişeyi ahaliye doğru uzatarak sağdan sola, soldan sağa
gösterirdi. “Avrupa’dan bin bir zorlukla getirtiğimiz az sayıdaki şişeyi Firmamız Cüz-i bir bedelle siz sevgili
halkımıza olan borcumuzu eda edebilmemiz için sadece maliyetine, (sesini iyice
yükseltirdi) dağıtmaya karar vermiştir. Sizlerden birer şişeden fazla
almamanızı istiyoruz ki, herkese yetebilsin.” O sırada sağdan soldan sesler
yükselir;
”Kaç şişe kullanak?” Adam çoşarak:
“Sadece bir şişe yeterdir kardaş. Parayı bozuk verin
gardaşlar”
“Kardaş şimdi Allah için ben de yok ama almam gerekirse
nerden buliram?”
“Başka yerlerde bulaman. Ben senin yerinde olsam alırım
bir şişe evde bulunsun. Lâzım olduğunda Allah göstermesin, ama ilacı ya bulamazsanız. Benim tavsiyem bir tane alınız.” der ve
satışa geçerlerdi, yardımcısıyla. Kısa zamanda bitirirlerdi satışı ve iş
bittiğinde eski bir Jawa[2]’ya iki
arkadaş biner, eksoz patlatarak giderlerdi.
Balıkçılar Başında O cadde benim bildiğim, yapılmış olan
yıkımlardan sonra 27 Mayıs ve askeri idare döneminde iki yıl boyunca öyle harap
olarak kaldı. Eski Melik Ahmet çarşısının tekrar yeni caddesine kavuşması
yıllar almış olmalı, bizler Diyarbakır’dan ayrılırken o halâ yıkık harabe halindeydi.
Ben Ulu Caminin girişinde bunları düşünürken, meyan
şerbeti satıcısı toparlanıp, çarşı içine gitmek için, harekete geçmişti, Ben de
oraya doğru yanaştım.
***
Ertesi gün yine aşağı yukarı aynı
saatlerde sokakta idim. Sıcak yeni yeni başlıyor parlamaya. Bir elimde karton paletler diğerinde bir
kontrol kalemi, sarsak sarsak yürüyorum. Yoğurt pazarında pazar kurulmuştu ve
ana baba günüydü, Diyarbakır’ın yakın köylerinden sabahın bu saatinde
insancıklar ve hayvancıklar ve arabacıklar meydana doluşmuş. Yine şalvarlı
Kybeleler, daraba gölgelerine yerleşmişler önlerinde yoğurt ve tereyağı stilleri[3], bir
telaş ve endişe ile alıcı beklemekteydiler. Adamlar da öğle namazına kadar
işlerini bitirip, namazdan sonra fazla geçe kalmadan gitme telaşı içindeler,
satmaya getirdikleri tavukları, kazları, satacak ve yerine şehirden alacakları,
sırf tad değişikliği için çarşı ekmeği ya da pidesi, mavi ispirto, gazyağı, kibrit
ve patiskaları yüklenecekler giderken. Atların bakımı ve nallanmaları da bugüne
ayarlanmıştır, bu kalabalıkta onlarda yapılacak.
Kalabalığın içinden zorlukla geçip Ulu Camiye gider gibi yürümeye devam
ettim. Belediye meydanına çıkarken karşı kaldırımda Soğuk şerbet satan bir
dükkan vardı, onun yanından geçip içeri döndün mü evvela bir mi iki mi kahve
sonra birkaç dükkân sonra Terzi Zülküf ustanın dükkânına varırdınız. Şerbetçi
derdik bizler o zamanlar bu meşrubat dükkânlarına. O dükkandan şerbet içmeden geçmezdik
babamla beraberken. Baktım kepenklerini yarı yarıya açmış, sabah erken
olduğundan içeriye evinde hazırlamış olduğu limonata, demirhindi şerbeti Meyan
kökü şerbeti, vişne şuruplarını ve elma suyunu büyük cam güğümlerde ve de
çuvallara sarılmış büyük kalıplar halindeki buzları at arabasından dükkanın
içine taşıyordu. Sırtı buz çuvalından ıslanmış adam yorgun ama bezgin değildi,
bugün günlerden Cuma ve haftanın satışını yapacağını ümit ediyordu Memet efendi..
Bu çarşı için Cuma demek her şey demekti.
Elimde Kontrol kalemleri ile gölgeleri
takip ederek yürürken, sık sık “Elektrikle şaka olmaz, her eve lazım” şeklinde
bağırıyordum. Fazla sesim çıkmıyordu ama anlaşılır hale gelmişti, ağzımdan
çıkanlar. Bu sefer de adamların yüzüne yine bakamıyordum. Baktığımda biri
bakacak olsa, gözlerimi sıkıntıyla başka yere çeviriyor, ama sözlerimi tekrar
ediyordum. Birisi yanıma yaklaşıp, “Halo, hele, hele, nedir o, bakayım..” dedi.
“Elektrik kontrol kalemi efem.” Sesimin
sonunda kaybolduğunu hissettim. Uzun boylu, esmer, kıvırcık saçlı terlemiş bir
surat eğilmiş elimdeki kalemlere bakıyordu. “kaça dır?” Söyledim, “225 kuruş”
Adam güldü: “Hadi lan. Al sana bir iki lira. Oldu?” Bak babam eger çalışmazsa
getirir değiştirirem bilesen” bende bir heyecan bir heyecan; “evet mi demeliyim
yoksa ne?” Adam o sırada uzaklaşmıştı bile elinde kalemle. “Olabilir” diye
düşündüm bu ilk satıştı. Ben satmadım da adam aldı aslında ama şaşkınlıkla ilk
paramı kazanmıştım.
Cebime attım, şıngır, şıngır.. Bayağı
sevindim, cebimde hiç param yoktu şimdiyse on bardak Demirhindi şerbeti ya da
meyan şerbeti içecek kadar param oldu. Şimdi daha bir kendime güven geldi, “Demek
olabiliyormuş” diye aklımdan geçiriyordum. Belediye meydanına gelmişim, yarım
saat olmuş çıkalı evden. Olacak iş değildi doğrusu.
Gazi caddesinde gölgeli kaldırıma
geçtim yeniden, elimdekileri arkama sakladım, belediyenin önünden süzülürken.
Bağırmaya çalışıyorum ama bu sefer susuzluktan yapışmış dudaklarım. Ses yok.
Oradan dört yola kadar yürüdüm, elimdekiler yine palet gibi solda, sağ elimde
yine bir tane kontrol kalemi. Bazıları
yakından inceler oldu bizim kalemleri,
ve fiyatlarını sordular, aslına bakarsanız ben de değişiklik var herhalde.
“Elektrikle şaka olmaz, her eve
lazımdır. Kontrol kalemi.” Öğlene doğru Hasan paşanın önüne geldim, baktım
sokağın köşesinde Halil abinin tezgahı açık, başına da Mahmut gelmiş, beni
farkedince yanına çağırdı, otuz iki dişini ve dişetlerini göstererek gülüyordu.
Ben de güldüm ona bakarken. “Hare loo, burdan habersiz gidisen hee?” Elimdeki
kalemleri gösterdim.
“Valla bunları satacakmışım” dedim ağzım kulaklarımda. “O ne ki?”
“Benle maytap geçisen. Elektrik
kontrol kalemidir. Hiç görmedin?” Maho o zaman düştüğü çukuru anladı.
“Oglım ben bilirem de bakalım sen ne
diyeceksen dedim. Biz de sattık lan bundan.”.
“Hee, öledir.”
Mahmud’a ilk satışımı anlattım. Bana
benden daha tecrübeli olduğunu anlatacak ya “ Yaa oglım, hemen he demeyesen.
Konuşacan, konuşacan ondan sonra bırakacan.” dedi ciddi ciddi. “Ne diyecem
peki? Adam beni dinlemedi bile Maho”,
“Ulan acemi keko, böleyken, böle
diyecen, olmaz sermayesi kurtarmıy diyecen. Patron kızar diyecen diyecen, de
diyecen, çaylak” O haklı da.
“Adam almaktan vazgeçerse n’olcak?”
Maho döküldü.
“Oglım baktın adam olmazlaniy bırakacan adami gitmesine, eger giderse, “Daha siftah yapmadım emmi gel siftahı senden bereketi Cüda’dan olsun.” diyesen, “Onun fiyetinden veriysen oglım.” övünerekten bitirdi. Evet o anda inanamadım, bunları Mamut mu söylüyor, abisnden hergün çalışmadığından kaytardığından, tezgahı bırakıp gittiğinden dayak yiyen Mahmut. “Bak, ben adamı ilk gördüğümde anlarım alıcdır değildir. Ona göre şerbet verirem.” dedi kasılarak.
“Hee bilirsen.” O sırada biri
yaklaştı, çakmak taşı istedi. Mahmut Çakmağı istedi, eski bir muhtar çakmağı,
yandan açtı içini, tezgâhtan aldığı çakmak taşı paketinden çıkardığı kızılımsı
küçük taşı yerleştirdi yayın üstüne, bir kaç defa çaktı çakmağın kıvılcımlarını gündüzün
aydınlığına rağmen görmeğe çalıştı.
“Babam 40 kuruştur.” Adam sıkı
pazarlıkçı çıktı, 30 kuruşa razı oldu bizim Maho. Adam elimdeki kalemlere
takıldı.
“Bu nedir loo?”,
“Elektrik kontrol kalemi emmi” dedi
Maho hemen. “Biliysen?” Adam kalemi eline aldı baktı, baktı. Maho anlatmaya
devam ediyordu. “Bakiysen evde elektrik
vardır, yoktur.” “Ula açıysen lambayı görüysen vardır, yoktur, öyle degil? Ne
için yapmışlar bunu?” Maho ne diyeceğini şaşırdı. Ben de kafamı başka yöne
çevirdim. Adam başını salladı parasını verdi gitti.
“Ula adam haklıdır. Ula oglım, açarsan
lambayı anlarsan vardır, yohtur”
“Lan tabii ki haklı. Bu kontrol kalemi
elektrikli aletlerle çalışırken lazım babo. De ki bozuldu. Beybabam der ki; ne zaman ütü,
ocak bozuk, veya tavana lamba bağlarken lazımdır. De ki ütü kablosu kopuk, yani
içinde kopuktur. Senin ütü yanmiy nasıl anlayasan hata ütüdedir, ya da kabloda?” Maho omuz silkti.
”Ulan oglım bu kaddar elektrikçi
vardır degil?” kaçamak cevap veriyordu.
“Öyle
değil. Baktın ütü ısınmiy, kablonun
fişini takarsın prize sonra diger ucuna kontrol kalemiyle bakarsan, elektrik geldi,
gelmedi. Gelmezse kablo kopuktur, degildir?” Maho sırıttı.
“Bu kaddar şeyi nerden bilisen? Helâl saa..."
”Valla babay dükkânına gide gele ögrenmişem oglım.”
“Yarın sinemaya gidak? Dicle’de Hüseyin Peyda vardır,
Mezarımı daştan oyun.”,
“Olur herhal..” dedim içimden sevinerek.
Tezgahın yanından ayrıldım, dört yola doğru... Sol elimde
karton Palet, üstünde kontrol kalemleri dizili, sağ elimde bir kalem ve dilimde
“Her eve lazım, elektrik şakaya gelmez, oyun oynanmaz.” Sesim biraz çıkar
olmuş. Çevremdekiler yanımdan bakmadan geçerlerse ben de sesimi daha da
yükseltiyordum. Bir ara bir lise talebesi genç kalemı eline aldı, inceledi.
“Kaçadır bu?” Söyledim; “kardeş 225 kuruş.” Oğlan yüzünü
buruşturdu. “Bu 225 n’oliy? Sankim eczanadan ilaç alıyik. 2 lira desene şuna ulen.” Maho’nun anlattıkları aklıma geliverdi:
“Yoo kardaş olamaz. Sermayesi kurtarmaz”.
Toparlanmaya başladım,
çocuk benim kolumdan asıldı;
“Dur la dur. Vallah başka param yok. Bak peygamber hakkı
için cebimden son ne çıkarsa o da senin.. Tamam?”
“Valla o iş cebinden çıkana bağlı” dedim. Cebinden bir 10
kuruş daha çıktı, bu arada yeminle anlatıyor, Sanat Okuluna gidermiş de böyle
bir kaleme ihtiyacı varmış.
“Sen bu on kuruşun yanına bir on beş daha bul, bu kalemi
al. Tamam?”
Oğlan somurtarak
arkasını dönerken, kafama dank etti, gerçekten de ceplerini boşaltmıştı.
“Dur la dur. Tamam, ver onları al kalemi.” dedim.
***
Aradan bir saat filan geçmiş olmalı.
Baktım Cuma salâsı veriliyor. Namaza bir saat kaldı, kalmadı. Dört yoldaki
tatlıcı Şehmuz’ların oradaki yerimden ayrıldım. Halil ağabeyin tezgahına geldim.
Başında Mahmut arazi olmuş yine. Baktım, Halil abi peydahlandı. Bana bakıp
sırıttı.
“Nasıl gidiyo keko, satış eyidir? Haa?” Ben de
ağzım kulaklarımda yaptıklarımı anlattım. Dinledi. “Bu kalemleri Arif amca kaça
almıştı?” “Nasıl? Ne yani? Adedini mi?” Güldü.” Oglım bu tornavidaları sen 2
liradan veriysin ya, baban buna ne verdi ki, sen üzerinden ne kazanıyorsun?
Baban sana kaçtan satacaksın dedi?” Hiç
düşünmediğim aklımdan bile geçmeyen konu. “Babam bana bunları satacak mı?
Haydaa” Halil kahkahayla güldü benim bu şaşkınlığıma. Ben de ona katıldım.
“Maho yoktur?”
“Biraz önce onu eve göndermişem yemege.
Ben geldim akşama kadar burdayım.”
“Cuma namazı birazdan gideceksen? İstersen
ben beklerem.” Halil abinin gözleri parladı.
“Helâl sana İzmir’li. Ben kapatıp
gitmeyi düşüniydim. Tezgah kapatılmaz biliysen? Şimdi rahatlamışam. Bak sana
göstereyim” dedi ve cam kapaklı tezgahın üstündeki malları göstererek: “Bak
bunlar bir lira, burdakiler iki buçuk lira ne yap et 2 liradan aşağı bırakma..”
Dikkatle bakıyorum atlamadan tekrarladım içimden. “ Şunlar da 5 lira ama dört
buçuğa da verebilirsin.” Yassı cep fenerlerini gösteriyordu, hani içine 4,5
Voltluk yassı piller konurdu, yanında Traş sabunlarını, Cep Aynalarını, Ağızlıkları,
Nacet Traş Bıçaklarını vesaire saydı. Dikkatle tekrarladım içimden. Buna göre
en pahalısı beş Lira, el fenerleri, ağızlıklar vs. En ucuzu da elli kuruşa
Jiletler bir de kırk kuruşa çakmak taşları.
Biraz sonra, tezgahla baş başaydım. Elimdeki
malzemeleri tezgahın camının üstüne
koydum. Yerden bitme seyyar bir tabure var, ona çöktüm. Sabahtan beri
cadde boyunca bir aşağı bir yukarı dolaşmaktan öyle yorulmuşum ki oturunca hem
yandığımı hemde yorulduğumu anladım. Güneş başıma geçti sandım. Hafiften başım
dönmeye başladı ama uyanık kalmak zorundayım. Güğümle ayran satan bir çocuktan
bir tas ayran içtim. Buzu doldurmuş içine, soğuk mu soğuk. Burnumun direği
sızlayaraktan başıma diktim tası. Ama kendime geldiğimi hissettim. Ulu Camii'den
hutbenin okunuşu geliyordu, yankılarla
karışık. Hayat birden duruldu, sakinledi. Çarşıda bir kaç kişi dışında hiç kimse
kalmamış, kimsenin de gelip tezgahtan bir şey soracağı yok ama Halil abi neden
tezgahının başında beklememi istedi, diyorum içimden. Filmin koptuğu anlar
vardır ya, bir an perdede sahne donar gibi olur sonradan da beyaza keserdi de
hani biz de “Makinist” diye bağırırdık. Aklıma o anlar geldi, birden
“Makiniiist” diye bağırırken buldum kendimi. Gerçekten sahne donmuş, ardından sarımsı beyazımsı bir
aydınlık gözlerimi kör etmişti. Yani
ben öyle sandım.
“Hoo,
lan oğlum, uyan lo. Ayranın parasın ver de gidah.” Ayran satıcısı karşımda
avcunu açmış beni bekliyordu. Kendimden geçmişim herhalde cebimden bir onluk
çıkarttım. Çocuk sahneden çıktı gitti. Vay canına, ne kadar içim geçti
acaba derken, biri peydahlandı önümde.
“Nacet vardır?” Esmer kara kuru,
sakalları ve sivilceleri azmış bir yüz ve bir çift parlak göz, üzerime eğilmiş
“Nacet var mı?” diyordu. Ne istediğini anladım. “Elli kuruş” dedim. Camekânı
açtım, bir paket Nacet marka timsahlı traş bıçağını adama uzattım. “Ugur be.“
dedi. Adam da sahneden çıktı gitti. Halâ oturuyorum o taburecikte. Ayağa
kalkmayı denedim. Ayaktayken etrafın
iyice canlanmış olduğunun farkına vardım. Namaz sona ermiş olmalı, Halil abi
şimdi gelir derken, Adamın biri, saçları briyantinli, pırıl pırıl simsiyah saçlı
biri geçerken bana döndü, hafiften “Selamün Aleykûm” ben de “Ve aleyküm
es selam” ı yapıştırdım, şimdiye kadar çok duyduğum ama kullanmadığım bir
kelime. Ağızlık ararmış, açtım vitrini
bir iki model var, biri kemik rengi biri parlak siyah. Çıkarıp camın üzerine
koydum her ikisini de. Adam eline aldı
ağzına koyar gibi yapıp, yine elde tutmalar, ağza almalar falan. Bir mana
veremiyorum ama şaşkın bakıyorum. Adam ısrarla birini çıkarıyor ağzından
öbürünü alıyor. Hemen bir cep aynası çıkardım, “Vallah bu sana çok yakışır”
dedim cep aynasını yüzüne uzatırken. Zavallı adam keyifle baktı kendine, önden,
yandan. Bu arada ben adamı seyrediyorum. O sırada saçını neyle boyamışsa, başı
terlediğinden ensesine doğru boyalı ter damlaları beyaz mintanının yakasına
resmen damlıyor ve birinci çinko! Siyah noktalar çiçek açtı adeta.
“Bu kaçadır?” Siyah ağızlığı göstererek sordu.
“Yedi buçuk liradır.” Salladım bir fiyat, hoşuna gitmedi
adamın. Onun dediğine de ben olmazlandım. Elimi uzattım ağızlıkları almak için,
vermemek için bir sağa bir sola çekiyor elini.
“Beş verirem” dedi. Korkmaya başladım, her iki ağızlıkta
adamda, ya kurtaramazsam.
“De get babam bana dayak mı attıracan, bırak kalsın.”
”Beş lira veriyem diyerem oglum.”
“Olmaz babo, yedi liradan aşağı olmaz, o da Cuma pazarıdır.”
Ben yine elindeki ağızlığı almak için
hamle yaparken, Halil abi yanında bitiverdi adamın.
“N’oluyor lo burda?” diye üst perdeden konuya girdi. Ben açıklamadan, adam birden;
“Kardeş bu kaç liradır? Onun için çekişirik” dedi.
“Sen kaç lira dedin?” diye bana baktı.
“Yedi buçuk, yediye bırakıram dedim.” Adama döndü; “Eee?
Demiş ya çocuk.” Elleriyle adamın
ellerini tuttu ve ağızlıkları elinden itirazsız aldı. Adam “Kardaş beş lira veriim,
olur?” diye alttan aldı. Ben o sırada camekânı açıp aynayı ve ağızlıkları
yerleştiriyordum ki “Olmaz babo.” yu yapıştırdım. Halil abi yüzüme bakıyor, ben
başımı eğdim bakmadım ondan yana. Adam bir iki adım uzaklaştı. Ben başka tarafa
çevirdim başımı. Adam döndü geldi. Yedi lirayı camın üzerine koydu. Ben
camekânı yavaşça açtım, ağırdan alıyorum.
“Sarayım?” dedim. Adam “Lâzım deel.” dedi ve aklına
gelmiş gibi şalvarın cebinden bir tabaka çıkardı, gümüş, siyah işi güzel bir
süsleme var kapağında. Kapağını açtığında içi altın rengi bir parlaklıkla
ışıldadı. Ortasında bir keten dokuma bez parçası iki çubuk arasına gerilmiş
vaziyette ve altta da bal rengi ince kıyım tütün. Adam kutunun içinde kapağın
ortasındaki maşaya sıkıştırlmış desteyle duran kar beyazı, incecik, ipek gibi kağıdı
zarif parmaklarıyla özenle tutup ketenin ortasına koymadan önce tükürüğüyle kenarını
ıslattı. Tabakanın altında toplanmış tel
tel tütünden alışkın bir hareketle bir tutam aldı ve kağıdın üstüne yerleştirdi ki kar gibi
kağıdın üstünde kıyılmış tütünün bal rengi telleri bir natürmort tablo oluşturdu
adeta. O haldeyken tabakanın kapağını kapattı, açtı, kağıt tütüne evladına
sarılır gibi sarılmış bir halde cigara ketenin üstünde zıpladı, sarılmışın
biraz kenarını dilinin ucuyla biraz daha ıslatırken, sararmış parmaklarıyla
sıvazladı dikkatle. Tabakayı kapatıp şalvarın cebine kaydırıverdi. Sarmayı
ağızlığa taktı. Adam kafasında terler yakasında siyah çiçekler, altında koyu
renk şalvar, üstünde bembeyaz yıkanmış mintan, tam bir keyif içinde Halil abiye
baktı. O da ceinden çıkardığı muhtar çakmağıyla sigarayı yaktı. Adam şalvarının
ağını kıvıra, kıvıra, arkasına bastığı ayakkabılarını tırrık, tırrık sürüye,
sürüye yürüdü gitti sahneden.
“Kıbrak, Cuma bitti işe gidiy. “ diye
söylendi. Ben bir şey anlamadım ama herhalde kötü birşey olmalı. “Bu p...
kerhanada çalışıy. Ben üstüne gelmeseydim senden o ağızlıkları yürütür giderdi
kıbrak.” diye patladı.
“Eyi demişsen yedi lire diye. Aferin
saa İzmirli.” aklıma takılanı sordum: “Kerhana da ne iş yaparki bu?” Halil abi,
cevap vermekte bir an tereddüt etti.“Karılara hizmet ediy loo. Sen şimdi
kerhanayı da sorasın?”, “ Yoo biliyem, kuafför gibi bir şey, değildir?” dedim.
“O ne oglım? Kuafför muafför?” diye alayla yüzüme baktı. Aklıma
sattığım tıraş bıçağı geldi; “Abi bir de Nacet sattım şu elli de ondandır..”
Tam o
sırada koluna taklığı camlı dolap içinde lahmacun satan lahmacuncu geldi.
Kokusu kendinden önce gelmişti zaten. Halil abi, bizim için iki adet lahmacun
aldı. Para vermek için davrandığımda, mani oldu. Bol soğanlı, acılı, bol
maydanozlu ama nerdeyse kıymasız lahmacunları ayranla beraber kaydırarak beş
dakikada bitirdik. Kalaylı tasların içindeki ayranları da. Bu yemek beni kendime getirdi.
***
Biraz sonra elimde benim kontrol kalemleri, Mardin kapıya
doğru yola çıktım ama bu sefer, güneş bu kaldırımda tepemizde.. Balıkçılar
başına geldim, Yolda yine mıyır, mıyır “Kontrol kalemi geldi” diyorum ama
kendim söylüyor, kendim dinliyor gibiyim. Ağzımı açacak halim yok.
Minarenin her tarafı kesme taştan, ama tabanı ahşap diye
hatırlıyorum, yüzyıllardan gelen ağaçlardan yapılı. Batı cephesinde içine
girebilmek için bir ahşap kapısı var hani içine baktığım, var da utanılacak
kadar basit ve basık. Başka utanılacak
şeylerse, şerefeye bağlanmış avaz kutuları, hoparlörler. Parazit ve gürültü
makinası adeta.
Muttahhar Caminin duvarına yaslandım bir süre. Vakit
geçmek bilmiyordu, benim malzemelerle ilgilenen de yoktu. Bir iki kere bağırdım
mı bilmiyorum, sokaktan geri çıktım. Yeniden Ulu Camiye doğru yola çıktım.
Şerbetçinin önüne gelince, caddeden sokağa saptım, geçerken şerbetçinin
önündeki tentenin gölgesinde cam güğümlerdeki şerbetlere imrenerek baktım,
önünde de bir kaç adam ve çocuklu bir kadın birer limonata almışlar, ayakta ama
elleri başlarının üstünde içmeye çalışıyorlardı. Ama buzdan ve keskin soğuktan
öyle lıkır lıkır içmek ne mümkün. Gözüm kocaman kocaman yan yana dizili şerbet
şişelere takılı kaldı ama çabuk toparlandım.
Acele yanından geçip sokak arasındaki
kahvelere doğru yürüdüm. Sokaktaki tenteler arada bir hafif bir esintiyle
kıpırdamaya başlamıştı. Kürsülere oturmuş ve şalvarlarına gömülmüş birkaç adam
dama kurmuşlar oynuyorlardı. Biraz önlerinde eylendim. Adamlardan biri başını
kaldırıp bana ters, ters baktı. “Mıgoş al şunu loo.” İstemeye, istemeye yavaş,
yavaş ilerledim ama gözüm orda. Ben de severim damayı iyi de oynarım sanırdım, ta
ki birgün dersimi alıncaya kadar.
Babamın, Abdurrahman adında bir arkadaşıyla
ortaklaşa çalıştırdıkları radyo tamirhanesine bir gün halktan bir adam geldi.
Ben okul zamanları dışında dükkana gider temizlik ve getir götür işlerine yadım
ederdim. Genelde diğer radyocu dükkânlarından yedek para alır getirirdim. Adam,
Abdurrahman amca ile biraz kürtçe sohbetten
sonra durup dururken bana:
“Dama biliysen? Hele gel bakalım bir iki oyun oynıyak”
dedi. Dükkânda duran dama tablasının başına çöktü. Ben ustaya baktım,
“Korkiysen? Hele hele otur” Abdurrahman usta aklı ve gözü işinde bana başıyla
işaret etti, “Önce bize iki çay söliyesen” dedi. Fırladım, koşaraktan hanın çay
ocağına gidip geldim, kerli ferli adamın karşısına oturdum. Taş tutuştuk ben
başlayacağım. Önceleri kendime güvenim vardı. Damayı bilr misiniz? Acemice
savunma karışık bir hamleyle başladım.
Kenardan bir taşı sürdüm. Adam ortadan bir hamle yaptı, ben arkadan
taşımı destekledim O ise yine başka bir taraftan açıldı. Anlamam mümkün
değildi, birbiriyle alâkasız görünen taşları oynuyordu. Ben bu sefer sol
kenardan O yine başka bir yerden, derken ben ona bir taş verdim, aldı ben arka arkaya 3 taş yiyerek damaya çıktım,
en muktedir taş olarak ortalığı kasıp kavuracaktım. Ama O sakin sakin başka bir
yerden bir taş ikram etti, aldım. Sonra bir daha, bir daha ve bir daha. Ben hiç
kendi inisiyatifimi kullanamıyordum ki damadaki taşımı oynayarak ortalığı
kavurayım. Benim taşlarım ve Onun taşları bütün sahaya birer kare aralıklarla
dağıldı gitti. Sıra ona geldiğinde benim taşlarımı biçer döğer girmiş ekin
tarlası misali biçti koydu, ortada benim damaya giden bir taşımla üç değişik
yerde üç taşım kaldı adam yine onun kalan taşlarından birini bana vererek,
tahtada kalan taşlarımın hepsini ortadan kaldırdı. Bakakalmıştım. Birkaç defa
daha oynadık hepsinde benzer taktikle size ne oynayacağınızı o kararlaştırıyor
ve sizi istediği şekilde tahtaya yaydıktan sonra taşlarınızı toptan ortadan
kaldırıyordu. Cin gibiydi. Bütün güvenimi silip süpürdü gitti. Anlamaya çalıştım
ama daha çok fırın ekmek yemem gerektiğini öğrendim.
Burada kahvelerde dama oynamak yaygın
bir alışkanlıktı o zamanlar, onun için dama oynayanları görünce şaşırmadım.
Biraz seyrettim, süratli oynuyorlardı. Sanki düşünmeden oynuyorlar gibiydi. İkisi
de bana ders veren adam gibi, rakibi hiç kendi inisiyatifine bırakmıyorlar,
oyunun idaresini kuvvetli olan ele geçirince tırpan girmiş ekin tarlası misali
rakibin bütün taşlarını kırıp geçiriyorlar. Damanın yanında Domino da çok
yaygın oynanırdı o zamanlar, buralarda. Sarı pirinç taşların üzerinde siyah
benekler, masaya vura vura, bağrış çağrış, türkçe, kürtçe, sürer giderdi. Ben
halâ ayak sürüyorum.
“Elektrikle şaka olmaz emmiler, Kontrol Kalemlerini
ayağınıza getirdik, hadi gelin loo.” Nasıl söyledim bilmiyorum ama söyledim
kahvenin karşısında. O anda kahveci çırağı Mıgırdıç bana “Yürü lan” diye bir zılgıt
çekti. Söylemese de gidiyordum zaten lâkin adam beni sürdü attı.. Ama
kazandığım güveni bir daha denemek istedim. “Halo, Elektrikle şaka olmaz,
evinize bir tane lazım.” Oturup da kürsü üzerinde uyuklayanlardan biri bana
işaret etti, Oraya doğru hamle edince demin beni kovalayan Mıgırdıç, döndü beni
çağıran adamı görünce arkasını döndü gitti.
“Ne satıyon lan?”
“Elektrik kontrol kalemi halo.” diye cevapladım. O günkü
üçüncü satışım oldu bu.
Biraz ilerde köşede, Terzi Zülküf’ün dükkânı vardı. Şişmanca
hoş sohbet bir adamdı, en azından ben severdim bu adamı. Diyarbakır’a
taşındığımızda bana ilk uzun pantolonumu O dikmişti. Sonradan da bir de ceket. Kapıdan gelen bağrışlarını duydum. Oğluna
kızıyordu. Başka çalışanı var mıydı şimdi hatırlamıyorum ama oğlu eli ayağıydı
onun.
”Merhaba, Zülküf emmi” nasıl seslenebildiğimi
hatırlamıyorum ama başka zaman olsa bu kadar yüksek sesle söyleyemezdim. Bende
de bazı şeyler değişiyordu galiba.
”Vay, hocanın oglu. Hoş gelmişsen. Sefa getirmişsen,
bilesen gömlegin hazır değildir.” Geçen hafta yeni bir gömlek sipariş etmiştik
Ona.
“Yoo, onun için gelmemişem, geçiyordum sokaktan...”diye
gülünsedim. Dükkânın ortasında koca bir tezgâh var, üstü toplar halinde astar, kumaş
kaplı. Duvarda bir kaç raf, raflarda da yarı kesilmiş bir kaç adet top kumaş. Girişin
karşısındaki duvarda Milli Birlik Komitesi[6]nin,
Cemâl[7] aga ve
şürekâ[8]sının bir
derginin ortasından alınmış ve mukavvaya yapıştırılmış resmi, ufuktan da
Atatürk’ün yüzü görünüyor. Zülküf usta öyle cama çerçeveye para vermez, kendi
yapmıştır onu. İçeri girdim. Solda bir, iki sandalya, birinde Mecit oturuyor,
oğlu. O da kendi gibi şişmanca, kucağında yeni teğellenmiş bir ceket, başı eğik
çalışıyor, babasıyla sık sık dalaşırlar, ama bu sefer ciddi bir şeyler geçmiş
gibi geldi bana. Yerde demir dökümden bir kömür ütüsü. Bir ızgara üzerinde ağzı
açık bekliyor, içinde biraz kül gördüm. Babası Mecit’e ütünün külünü döküp,
kömür alıp, getirmesini söyledi. Başını kaldırmadan dükkandan dışarı çıktı.
İçerisi son derece havasız ve sıcak. Baktım duvara asılı eski bir vantilatör
hareketsiz duruyor.
“Hayırdır Zülküf emmi neden çalışmıyor bu pervana.” Elimle
gösterdim. Adamın siniri henüz geçmemiş
“Ulan bu heyvan, ütüyü çalıştıracakken birden dükkanın
elektriği bomba gibi patladı. Merkep oğlu merkep”, adam artık ağzına geleni
sayıyor.
“Sigorta atmıştır Zülküf emmi, baktınız mı? “
“Ben ne anlaram oglım, elektrikçi Fiko’yu çağırdık da işi
varmış keko, gelecekmiş işi bitince. Lakin bana şimdi lazımdır bu elektrik”. Ağlar
gibi söylendi.
“Ben bi bakayım? Müsaade edirsen” Tezgâhın ardında birden
canlandıı bedava işleri severdi, bana baktı.
“Ulen anlarsan bu işten?” diye şüpheyle baktı bir an.
“Evde de arada sırada ben yaparım, sigortalar nerde?” diye
sordum, bendeki bu güvene ben bile inanmıyordum. Eliyle raflarda bir yeri
gösterdi. Bir kürsünün üstüne çıkıp, babamın yaptıkları aklımda, titreyen
ellerimle yanaştım mermer üstünde 3 adet sigortaya, el bombası gibi
duruyorlardı. Lakin boyum tam olarak yetmiyordu. Baştan bir kofrayı[9] gözüme
kestirdim, zorlayarak çevireceğim ama gücüm yetmedi. Zülküf geldi yanıma, benim
yerime O geçti. Bir asılışta kofrayı aldı yerinden. O zamanlar onun içinde porselenden
yapılma mermi benzeri sigortalar olurdu. Bu sağlam çıktı, şansımdan. Öbür
baştaki kofrayı işaret ettim, Zülküf “Babasının oğlu” dedi yanımda. Kofrayı avucumu altına tutup ters çevirdim, içinden
yarısı kararmış sigorta çıktı. Elimdeki sigortayı baş aşağı çevirince içinden erimiş,
dağılmış sigorta telinin külleri döküldü avucuma.
“Aha budur. Yenisi
lazımdır he?” diye adama gösterdim. Zülküf amca Bitlis’ten gelmedir ve oradaki
hemşerilerinin pintiliğiyle ünlü olduklarını babama anlatırken sık sık duymuştum.
Gelen Tanrı misafirlerine verdikleri cevabı dörtlükle gülerek anlatırdı.
“Aha Bura Bitlis
dere,
Ekmek istirsen Allah vere,
Su istirsen işte dere,
Yatak istirsen geldigin yere”
“Benim
söylediklerim kalbine inecek garibin şimdi” dedim içimden. Durdu, düşündü,
çaresiz “hee” diyecekti.
“Bi yol daha var
emmi. Bir parça elektrik kablosu var mı?”,
“N’apacan?” Gitti
bir yerleri açtı tezgahın altından beyaz bir çiftli kablo çıkardı. Bıçak makas
vs ile kablonun plastiğini kesip içinden ince bakır tellerden üçünü alıp
sigortaya dıştan baştan başlayıp alt kutupuna kadar sardım ve deliğinden
içeriye tek, tek sokuşturdum telleri. Olacak mı ben de merak ediyorum. Yerine
takmadan önce
“Zülküf emmi, prizlerde
takılı şeyleri çıkar.” diye uyardım. Babam öyle yapardı çünkü. O da telaşla bakındı
etrafa. Tekrar kürsiye çıktı. Son dişi kıvırdığında, pıt diye bir sesle,
vantilatör dönmeye başladı, onu kapatmamışız. Hafif bir rüzgâr yüzüme çarptı.
Cebinden para çıkmadan
başardığım için Zülküf emmi çok sevindi, ağzı kulaklarında. “Belli ki hata
ütüde” dedim.
“Ütüyü
kullanmayasan, tamiri gerek.” dedim. Adamcağızı aldı bir düşünce.
”Sen bi baksan”
dedi yalvarırcasına. Babamın yaptıkları
aklımda, rahmetli böyle küçük tamiratlarda beni çağırır, hem anlatır hem
gösterirdi, ama benim aklım başka yerlerde olurdu genellikle. Bu sefer geri
dönemezdim. Babamın anlattıkları farkında olmadan beynime yazılmış sanki.
Ağır ütüyü aldım
karşıma, tezgahın üstüne. Bir müddet bakıştık. Bu ağır ütüler ısı kontrolü
olmadan fişe takılınca çalışırlar bazılarında da kabloya bağlandığı yerde bir
duyu ve açma kapama düğmeleri olurdu. Bunda da böyle bir düğme vardı ama ütü
fazla kullanılmaktan o açma kapama düğmesi kaynamış durumdaydı, yani hep açık. Kablosunu
duyundan çektim çıkardım. Kablo üstü siyah beyaz örgü kumaştan. Bükülmekten
burgu makarnaya dönmüş, çekip bıraktığında yay gibi toparlanıyor. Bir kopukluk
varsa bunda olması fikri aklıma yattı.
”Kontrol kalemi
var mı emmi?”
“O ne loo?” sonra
çekmecelerini karıştırdı. Tornavida, makas filan var ya O yoktu. İstemediğim
halde, benim kontrol kalemlerimden birini aldım elime, söktüm dişi fişi. Üst
bakalit kapağı açarken kavrulmuş bakalit ve plastik parçaları elimden aşağı
döküldü, kokusu da cabaydı. Tombala! Bu sırada bizim Mecit elinde bir kesekağıdı
odun kömürü ile döndü. Babası “Gerek yoktur, geri götür” dedi. Oğlan
homurdanarak çıktı gitti. Ben yine makasla, ama ne makastı ya kabloyu bir
parmak kesip, attım. Bir küçük çakıyla sıyırdım bakır telleri çıktı açığa ve yeni
bağlantıyı da yaptım. Bakalit kapağı da yerine takınca, “haydi bakalım, şimdi
göreceğiz, sigorta atacak mı?” dedim.
Korkarak, elim
titreyerek ütüyü prize taktım. Hiçbir şey olmadı. Gözlerim ütüde, sabırla
bekliyorum. Hayatımda ilk ütü tamirim buydu. Annemden gördüğüm gibi pamaklarımın uçlarına tükürüp koca ütünün altına sürüp çektim. Evet, bir daha elimi tekrar
sürdüm ki ısınmaya başlamış. Benim için bir koca sınavdı aslında bu, ama Terzi
Bitlisli Zülküf bunu bilmiyordu. Kontrol kalemini yerine takmaya çalışırken
Zülküf emmi davrandı.
Dördüncü Kontrol Kalemimi de
Zülküf ustaya satmış oldum, bu işte nasıl kullandığımı gördükten sonra.
Akşam eve giderken dünyaya
daha bir başka gözle övünerek bakmaya başladığımı fark ettim. Pazarın oradan
geçerken pazardan iz kalmamış ama bir sergi vardı, oradan orta büyüklükte bir
karpuz aldım beş kilo, bu sefer kilosu 50 yerine 40 kuruştan. Evde kız kardeşlerime de
o şımarıklıkla sataştım. Laf aramızda en küçüğümüz erkek kardeşim Hayrettin
hariç ki ona bayılırdım, ikiz kız
kardeşlerimi kıskanırdım herhalde her zaman sataşır, oyunlarına musallat olur
ağlatırdım. Onlar da artık kanıksamışlardı, benim yaklaştığımı görünce çığlık
atarlardı, diye aklımda kalmış. Acaba başka evlerde de böyle olur muydu?
Hayrettin, gerçekten Kaptanı Derya Hayrettin paşa idi, kimseye müdanası olmaz
kendi istediklerini yapar, bildiğince oynar ya da kavga ederdi. Öylece de
yetişti gitti, hep kendi göbeğini kendi kesti, kimseye danışmadan. O yüzden
hayranım halâ bu öz güvenine ya.
Akşam yemekteyiz, yer
sofrasında. Babama o gün sattıklarımı ve
de terzide neler olduğunu anlattım. Önce aferini aldım sonra ciddileşip,
kaşının birini kaldırarak. “Bak bu gibi durumlarda elindeki imkânları fazla
zorlama. Ana sigortaların biraz daha kalın telli olması gerekir. Doğru olanı
yeni bir sigortayla değiştirmektir. Anladın mı? Teli fazla kalınlaştırırsan,
sigorta atmaz ama çok ısınır, yangın çıkarabilir, ya da direkteki sigorta atar,
o zaman da sokaktaki diğer dükkânların da elektriği kesilir.” Beni aldı bir düşünce,
ya dediği gibi olursa.
“Ben yarın uğrarım
oraya, bakarım nasıl olmuş diye. Zaten senin sardığın üç tel ise muhtemel
senden sonra hem vantilatör hem ütü hem tavan lambası açıldıysa asfalyalar[10] atmıştır
nasıl olsa.” dedi.
Benim bu seyyar
satıcılığım böylece devam etti sanıyorsanız size yanıldığınızı söyleyebilirim.
Cumartesi günü on matinesine Maho ve Feho ki benim ermeni arkadaşımdı
mahalleden, birlikte Mardin kapıdaki Dicle sinemasına kaçtık. Ben ısmarladım,
beş on kuruş kazandım ya. Hüseyin Peyda’nın filmini en ön sıradan yirmi beş
kuruşluk biletlerle izledik. Birinci mevki bir harikadır, deneyenler bilir, filmin içinde gibi olursunuz. Bağrış çağırış
hatta boğuşma, filimde kavga mı başladı? Birden yandakinin boynuna doğru
atılırsınız, boğuşma başlar ve filimdeki repliklerle devam eder gider. Aynı
şeyler oldu yine. Film alışıldık idi, üzüntüden kahrolduk, yine ne kadar kötü herifler varsa bastık hepsine
kalayı, şimdi burada söylenmez. Kısaca bütün çocuklar deşarj olduk, çıktığımızda
ortalığı pislik götürüyor olurdu, yerleri, duvarları, çıkış kapılarındaki
perdeleri vs.. Bizden sonraki seans, asker seansı olurdu genellikle. Bir güruh
halinde, aynı anda koşarak çıkardık diye hatırımda kalmış, Salondan yerdeki
ıslaklıklara basmadan çıkmaya çalışırdık Ne yâni filim arasında tuvalete mi
gidecekti bu kadar çocuk? Zaten gitseniz giremezdiniz ki.
Tabii saat on iki de Mahoyla
ben koşa koşa Halil abinin yanına gittik, ters ters baktı Maho’ya ama benim
yanımda bir şey yapmadı. Ben yine Kalemler elimde orda dikilirken, Halil abi
bana dönüp, “bak lan İzmirli senin şu kalemleri ben alim veriysen? Tanesini 175
kuruştan. Tezgaha koyup satacam. He? Yalnız paranı sattıkça verirem, gelecek hafta
sonunda. Olur?” diye sordu. Düşünce aldı beni ama benim yapacağım bir iş
gibi görünmüyor seyyarcılık. Kazanmaktan ziyade yemektir içmektir bende para. Ürkekliğim
halâ devam eder. Biriktireceğime paranın üstünü ben yiyorum. Kafamdan hesap
yaptım, aslında bana gelişi yüz elli, kalem başına 25 kuruş bana kalacak, bu
sekiz kalemde iki iira eder. Bence iyi,
üstüde onun olacak, “olsun” dedim, içimden.
“Halil abi” dedim tereddütle,” Lâkin
bu kalemlerin gelişi 175 kuruş olmuşmuş, dün öğrendim. Diyem ki şunu 2 lira yap
sen de iki buçuktan satarsan. Hee mi?” Halil abi boşa konuşmaz, hayat
mücadelesi onu bir bilemiş, bir bilemiş ki. Hesabını yapmıştır o çoktan da,
benim yalan söyleyip söylemediğime baktı gözlerime. Ben de güldüm, hatta
sırıttım dişlerimi göstererek, anladı ne olduğunu. Durdu:
“Ulen bu işi
ögrendin oglım. De hadi, ossun lan. Şimdi şerbetler senden ha, tamam?”
“Tamam” dedim.
Şerbetçi zaten direğin dibindeydi, elindeki kalaylı bakır kapları zincirlerini
parmaklarıyla oynatarak şakırdatıp duruyordu. Belindeki metal bardaklıktan bir
bardak çıkardı, yan tarafında asılı olan teneke ibrikteki suyla bardağı şöyle
bir çalkaladı. Üçümüze de sırtındaki süslü güğümden adeta burnumuzun direğini
donduran bir şerbet verdi, hayatımda içtiğim en güzel meyandı. Siz hiç meyan
şerbeti içtiniz mi bilmiyorum ama bilesiniz ki Ab-ı Hayattır.
“Elektrikle şaka
olmaz, her eve lazım. Elektrik Kontrol Kalemleri... hadee.” diye bağırdım bu
sefer herkes duydu. O sırada, Maho
abisinden aldığı kontrol kalemlerini mukavvalarından ayırıp camekânın içine yan
yana diziyordu.
Bu olayların
Diyarbakır'da olduğu doğru, kişiler doğru, o yaz Elektrik Kontrol Kalemleri sattığım da doğru,
diğerlerinin bazı yerleri de gerçek ama bazı yerleri benim böyle olsa iyi olurdu
dediğim kısımlardan oluşur...
Sadık
Artur Burhaniye 16 Ağustos 2016 17:00
Düzeltme, Ankara 18 Ağustos 2016
17:05 9 Haziran 2017
[1] Türkiye Yayınevinin 1960 yılında çıkardığı orta okul seviyesinde bir
ansiklopedi benzeri kitap
[2] Jawa CZ; Çekoslavak malı motorsiklet markası
[3] Kulplu bakraç
[4] R.T: Ballantyne nın çocuk
romanıı, sonradan öğrendim Nurullah Ataç çevirisi. 1858 de yazılan bu romanı
ben 1958-58 okudum.
[5] Garip; Yabancı, buraya ait değil, yanlız kalmış, zavallı.
[6] Milli Birlik Komitesi, MBK, 27 Mayıs 1960 Askeri İhtilâlini yapan
grup.
[7] Cemâl Aga, MBK’nın başı, Org. Cemâl Gürsel
[8] Şürekâsı; Cemal Gürsel le beraber darbeyi yapan 38 kişilik askeri grup
[9] Kofra, içinde sigortayı barındıran üstü camlıi porselenden yapılmış silindır
kap.
[10] Porselen elektrik sigortası
Yukarıda "Yorum Gönderme" yazıyor.
YanıtlaSilBen de yorum göndermiyorum.
Aferin. Eline, aklına sağlık.
AY
Daha önce yayınladığın 4 hikaye gibi,bunu da keyifle okudum,eline,kalemine sağlık.
YanıtlaSilHayatın içinden,sıradan günlük olayları böylesine akıcı,samimi bir anlatım dili yakalayarak,çok uzun yıllar sonra okuyucuya aktarmak büyük ustalık....Tebrik ediyorum.
Can Aynagöz
Sağ ol sevgili Can. Hepimiz böyle anılarla doluyuzdur, kafanızı yoklayın neler çıkacak, neler... Bir gün al makinanı karşına yavaş yavaş düşüne düşüne yazmaya başla...
Silinanılmaz keyif veriyor, inan... selam ve sevgiler.
Sadık
Bundan önce Murat'ın da gülü solduğunu haberleyen yazını okudum. Çok üzüldüm. Delikanlıyken bile beyefendiydi. Huzur içinde uyusun.
YanıtlaSilGeçen gün evde kontrol kalemi gerekti. Yok oğlu yok, ne cehenneme koymuşsam. Okuyunca bir an için sanki Sadık kapının önünden geçiyor sandım. O kadar gerçek yazılmış. İki lira da para bile değil bu zamanda. Meğer öyküymüş.
Eline sağlık. Çok güzel.
O