Fatih Paşa Mahlesi anıları 5

 

SOKAKLARDA


 

Diyarbakır’dayız. Süleyman Nazif’ten mezun olduktan sonraki ilk yaz. Sıcak mı sıcak, insanların beyinleri sulanıyor nerdeyse. Evin duvarları taştan ve kalınlık altmış santim var, içerisi harika, annem bizleri pek sokağa salmıyor. O günlerde evde hapis kaldık, sadece kitap okuyorum ya da kardeşlerimle uğraşıyorum. Babam dedemi görmek için İstanbul’a gitmişti o günlerde.

Yavrutürk[1] Ansiklopedisi‘nin ilk cildini ısmarladım babama. 2 ciltlik bir kitap, ama  o sırada henüz 2. Cilt çıkmamıştı galiba. Ya da ben öyle biliyordum. O zamanlar memleketin doğusuyla batısı resmen saat farklarıyla yaşardı, şöyle ki gazetelerin bütün gayretlerine rağmen, İstanbul’da çıkan o günün gazetesi ancak 24 saat sonra ulaşırdı Diyarbakır’a. Çok gayret ederlerse bazen on sekiz saatte gelebilirdi. O gün akşam gece yarısı çıkan gazete ertesi gün öğleden sonra ulaşırsa taze haber sayılırdı.  Diğer il ve ilçeler için bu bir hayaldi.

Onun için belki de o kitap çıkmamış da olabilir, çıkmış da. Sayfaları saman kağıda basılmış aralarına da Münif Fehim’den renkli tablolar serpiştirilmiş, çocuklar için  ansiklopedik kitaplardı. Yakından gördükten sonra bu tablolara yazık olmuş dedim. Tidfruk baskı, renkler öylesine karışmış ki; çamur gibi bir görüntü. Sene 1960’ın Temmuz’u. O zamanlar meşhur “Hayat Ansiklopedisi”nin 1930'lardaki baskısından sonra yeni baskısı fasiküller halinde yayımlanmaya başlamıştı ki onun da baskısı  da Yavrutürk’ten farklı değildi. İlk  cildi bitirilmiş miydi, neydi. Alfabetik şekilde bir düzenlemeye sahipti. Ama ben bu konulara göre tasnif olmuş, küçük 2 ciltlik ansiklopedi benzeri kitabı tercih etmiştim. 4-5 gün sonra babam döndü. Benim siparişi getirdiği gibi, ikinci cildini de almış. Havalara uçtuğumu hatırlıyorum. Haa bir şey daha getirmiş, altılı ambalajlanmış, bir düzüne elektrik kontrol kalemi. Hani ucu tornavida gibi de sap kısmında zar zor görünen küçük bir lambası olan cebe de takılabilen tornavida benzeri elektrik kontrol kalemi... “Bu günlerde boşsun, canın sıkılır biliyoruz. Bunları satacaksın bir, iki haftada. Hem oyalanırsın hem hayatı öğrenirsin” dedi bizimkiler. “Ne?”    

Birkaç gün sonra, elimde Kontrol kalemlerinin takılı olduğu karton yelpaze, adeta yağlı boya paleti tutar gibi sol elimde, sağ elimde bir tane kontrol kalemi “X” marka, onu da güya “Elektrikle şaka olmaz, oynama” vs gibi bazı klişeleri söyliyerek, satacağım. Anam da teşvik ediyordu.

“Ya anacım, benim ne işim var kontrol kalemi satışı ile? Ben yapamam, utanırım.” dedikçe:

“Utanılacak iş mi oğlum? Kendine gel, büyü  biraz, pısırık olma vs.” O bunu söylüyor ama ben zaten orda değilim adeta yerin dibindeyim. Duymuyorum bile. Yarın çarşıya satışa çıkacağım. Acaba? Merakımdan uyuyamadım.

Sabahleyin bana göre erken bir saatte dışarı çıktım, dört ayaklıya doğru değil, yoğurt pazarına doğru yürüyorum.  Bizim daracık Şeftali geçit’inden çıkıp pazara giden sokağa döndüm, dönmemle, gölgeden bir anda genişleyen sokakta güneşi tepemde hissettim. Sokak tenha, civarın çocukları bile daha ortaya dökülmemişler. Sıcak görünmez dalgalar hafif, hafif  taşlardan yükselir gelir yüzünüzü yalar, akabinde gözleriniz kurumaya başlar, ve sonra acı.    Sabah sabah kuru sıcak yeni başlıyordu. İstemsiz bir şekilde gözümü açıyorum.

Yürümeye devam. Gözümü kapayınca  biraz rahatlıyorum.  Gözlerimi aralıyarak bakıyorum çevreme. Gelen bir katırdan zorlukla sıyrıldım. Pazar yerine girmişim, günlerden perşembe olduğundan pazar yarın kurulacak, şimdilik in cin top oynuyor desek yeridir. Birkaç demirci dükkânında çalışanlar var, bu sıcakta ocakta yanan ateşten ve örsün çınlamasından anlaşılıyor. Demircilerin arasında bir semerci dükkânı, kavruk yüzlü, beyaz takkeli bir adam dükkânın önündeki tahta darabanın gölgesinde, yerdeki bir semerin üzerinde oturmuş, ot dolu oturağın son dikişini dikerken arada bir meydana göz atmasından, dikişe ara vermeden benim yüzüme bakışından işinin ehli olduğu belli oluyordu. Yanda yaptığı semerlerinden bir kaç tanesini ortaya çıkarmış üst üste yığılı.  Elindeki oturağa, eliyle en uygun noktayı buluyor, çuvaldızı önce muşambanın içinden geçiyor sonra çuhadan, adam usta manevrayla çuvaldızı iple beraber çekiyor. Bir daha, bir daha.. Ona bakarken yürümeyi unuttum. Pazar yerinin sonu Gazi caddesine açılırdı. Oraya gideceğim ama gözler yarı kapalıyken biraz zor oluyor. Çevremde adamlar dolaşıyorlar yedeklerinde katırlarla nalbanta gelmişler...  o sırada arnavut kaldırımlı sokagın orta deresinden bir sudur akmaya başladı, birden aklıma geldi, bu, bu sokakta nallanan tek toynaklıların sidiği olabilir, olduğum yerden kenara zıpladım.

Aklım başıma geldi, yürüdüm yeniden. Yol kenarında uzun, uzun masalar ve uzun oturaklar, üstlerinde mavi renkli muşambalar, güneşin altında sahne alacakları zamanı bekliyorlardı. Aslında  o masalara oturup masa başı askeri karpuz muhabbeti yapmak isterdim ama hiç şansım olmadı. Biraz hızlandım, Gazi caddesine az kalmıştı. Pideciyle şekerci dükkanlarının arasından seyredilen  caddeden geçen bir iki kamyon gördüm, gürültüyle geçtiler. Yürüyen insanlar bir iki siyah çarşaflı kadın. Birden elimde sıkı sıkı tuttuğumu sandığım kontrol kalemlerini yere düşürmemle ve aynı hızla eğilip almam bir oldu. Dağılmamışlardı, takılı olduğu kartonlardan ama tozlanmışlardı, tozları elimle silmeye ve üstüme başıma sürmeye çabaladım. Bu sakarlığım beni iyice kendime getirdi.

Dün akşam konuştuğum şekilde kartonlara yelpaze gibi takılı “X” marka kontrol kalemlerini elimde tutarak ve bağırarak dolaşacak ve bu kalemleri bana göre şansım varsa satacaktım.

 

Okullar kapanalı ve ben İlkokuldan mezun olalı on beş günü geçmişti. Ben bu seyyar satıcılığı hiç yapmamıştım. Şimdiden utanç ve heyecandan dilim damağım kurumuştu, caddeyi uzaktan görünce. Pideci ile şekercinin arasına yukardan gölgelikler gerilmiş, altında hafif bir gölge. Durmak için uygun bir yer diye düşünürken tentenin altına geldim. Pidecinin köşesinden caddeye çıktım, o sırada köşede dikilen tulumbacıyı fark ettim. Adam alçak bir ayak üstüne koymuş olduğu bir çinko tepsi içindeki yüzen tatlıları satmaya gelmişti. Bayılırım bu tatlıya ama sırası değil. Uzağından geçmeye çalıştım. Çıktım, tatlıcının karşı köşesine de ben dikildim. Gelenin geçenin yüzüne bakmaya çalışıyorum ama başaramıyorum. Hani bağıracaktım. “Onu da yaparım ama biraz sonra” diyorum içimden. 

Tulumbacıdan tarafa hiç bakmamağa çalışıyorum. Bir ara göz ucuyla baktığımda, adam bana bakıyor gibi duruyordu. “Aklına karpuz kabuğu düşmesin şimdi”, çok severim bu lafı. Eskiden mahalle aralarında eşeklere rastlanırdı, her şehirde. Arada bir mahalleyi anırtıları kaplardı, biri bırakır diğeri alırdı. Çok iyi hatırlarım. At olsun, eşek olsun, katır olsun aramızda yaşayan hayvanlardı, şimdi gibi uzaylı muamelesi görmezlerdi.

“Ule puştin ogli ne tikeliysen burda, başka tarafa, s... git.” Bizim tulumbacı bana seslenirmiş, adama dik dik baktım, ama çaresiz isteksizce yavaş yavaş yürümeye başladım, kuzeye, Dağ kapısına doğru. Yolun karşısı yanıyor güneşten, dükkânların gölgelikleri açık ama kaldırımlarda kimseler yok.. Bu taraf gölge, insanlar karıncalar misali gölgeleri takip ediyorlar.                                                                                                                                            

Bir gün önceden komşumuz Halil ağabeyle konuşmuştum. “Sen yürüyerek satamazsan yanıma gelesen.” dediydi. Yürümeye çalışırken aklıma bu geldi. Ama yapamamak da gücüme gidiyor, utandırıyor. Kendimi zorlamaya çalışıyorum. Baştan başlayacaktım. Akşam provada yaptığım gibi sol elime ressamın boya paletini göğsüne doğru tutar gibi  kalemlerin takılı olduğu kartonu aldım, kalemlerden birini de sağ elime alıp gelenin geçenin yüzüne doğru tutarak bağıracaktım. Buraya kadar güzel. Ulu camiye doğru yürüyeceğim. Bu da tamam. Gelen geçenin yüzüne bakmaya başladım. Bir iki beş,  on. Güzel. Bana bakanı da var bakmayanı da. Nasıl bakıyorsam yüzlerine, benim böyle yürüyüşümden kimse bir şey anlamıyor..

“Bağırman gerek” diyorum kendime.

“Haklısın da biraz daha Belediye’ye geleyim de, oralar daha kalabalık olur. O zaman..” diye aklımdan geçiriyorum.

Kasaplar çarşısına kadar gelmişim., O yıllarda orada sadece kasaplar ve baharatçılar bulunurdu.  Ağır demir kapıları vardı bu çarşının, aslında eskiden bu ağır kapıları kapatılırmış, sabaha kadar. Şimdi hiç şahit olmadım. Durdum etraf daha kalabalık güneş de daha da yükselmiş.

“Baaracaksan baar oglim.”

“Her eve lazım, kontrol kalemi, her eve lazım.” Ben duydum da onlar duydular mı emin değilim. İnsanlar aldırmadan geçtiler. Ben sağ elime bir kalem almayı unutmuşum, onu da aldım elime sallıyorum ama tersten tutmuşum. Düzeltip bir daha bağırmayı denedim. Boğazımı temizledim.

“Neydi? Ha, elektrik, elektrik şakaya gelmez... emmi“ dedim diye biliyorum ama kendi sesimi duyamadım. “Ulan sesim nereye gitmiş?” Dört yola doğru devam ettim, o arada benim gastecinin önünden geçmem lazım ama ben de cesaret nerde? Bu gazete bayiinden her hafta çarşamba günü geldiyse Pekos Bill, perşembe günleri çocuk dergisi “Çocuk Haftası” ve büyüklere ait “Tarih Coğrafya Dünyası” diye haftalık dergilerimi alırdım, arada konuşurdum da meselâ eğer dergiler gelmemişse, İstanbul’da basılacak kamyonlara konacak ve Diyarbakır’a gelecek. Geç kaldığı olurdu mesela üç beş günlük gecikmeleri doğal kabul edilirdi. O zamanlar nedenini filan sorardım. Ama şimdi elimdeki malzemelerle onlara görünmek istemiyordum. Seri adımlarla dükkanın önünden geçtim. Burada etrafa da bakınmadım. Ee Hasan Paşa Kervan sarayının köşeye geldim, sonra n’olacak? Halil abinin tezgahı burada olmalıydı. Tezgah kapalı elektrik direğine zincirli kilitli. Kendisi yok...

Ben biraz şaşkın biraz çaresiz, kararsız adımlarla, elimde kontrol kalemleri, bir tanesi elimde havada sallamaya çalışıyorum. Ulan ne zor yolda giderken elini havaya doğru kaldırıp, kalemi ona buna gösterek ilgisini çekebilmek. Nerdeyse kalem bir kilodan fazla olmuş, şöyle havaya kaldırıp havada, acemice sallarken bağırdım, ya da bana öyle geldi. “her eve lazım olur. Elektrikle şaka...olm.. .” Sesim kısıldı gitti. Ha gayret;

”Emmiler, elektrikle şaka olmaz. Elektrik kontrol kalemleri her eve lazım” dedim ama biraz daha gayret etmem lazım, yüksek perdeden olmalı.

“Amcalar her eve lazım bu elektrik kontrol kalemleri...” dedim, sesim biraz daha yüksek çıktı. Kartonlara takılı kontrol kalemleri sol elimde, baktım sağ elim havada bir adama doğru sallıyorum.

“Ula çüşş, gözime sok bariy.”

“Pardon halo.” diye toparlandım ama adam devam ediyor. Esmer kavruk biri başında da bir poşu, terleri şakaklarından aşağı iniyor. ”Ula bu pardon çıkali eşekler de çogaldi haa. De hadi ha” yürüdü gitti. Arkasından sırtındaki hamal yastığına baka kaldım. “Haydi... bu neydi şimdi?”

Baktım dört yola gelmişim, bir kere bile bağıramadan. Caddenin karşı köşesinde mavi gömlekli mavi şapkalı adamlar dikkatimi çekti. Zabıta! iki zabıta konuşarak Belediye'ye doğru yürüyorlardı. Birden durdum elimdekileri arkama sakladım. Onlara değil de başka yere bakar gibi başımı çevirmişken, göz ucuyla aslında onları takip ediyorum. Neyse benden haberleri yok. Bu zabıtalardan uzak durmamı tembihledi Halil ağabey,

“Yakalarlarsa elindekini alırlar üstüne de ceza yazarlar.”,

“İyi de neden?”.

“Alış veriş dükkânda olur oglım. Para kazanacaksan dükkân açacaksan oglım.” Gözleri buğulandı. Halil ağabey bizim evin karşı komşusu Zehra hanım teyzenin büyük oğlu, babası bir kaç sene önce vefat etmiş, evi geçindirme yükü buna kalmışmış, kendinden üç, dört yaş küçük bir oğlan kardeşi vardı, Benden bir, iki yaş büyük, oğlan halâ 4.sınıfta düşe kalka gidiyor. Haşarı, tembel bir çocuk. Annesi söz möz geçiremiyor, Halil ağabey de buna olmadık dayaklar atardı, okuldan kaçtığı zamanlar da. Halil ağabey İmam Hatip Lisesine gidiyordu, ama kaçtaydı bilmem, “işin garanti olur” diye annesinin isteğiyle girmiş, hem okuyor hem de tazgah açıyor, para kazanmaya çabalıyordu. Okula gittiği zamanlarda Mahmut tezgahın başında dursun, kapanmasın derdi ama Mahmut bu, bazen gelir, bazen de gelmez. Ev kira, yiyecek içecek pahalı, tezgâhın kapalı kalması ne demek? O zamanlarda Halil ağabinin gözü bir şeyi görmez olurdu. Bizim Mahmut inanılmaz bir pişkinlikle karşılardı bu dayakları.   

“Tezgah açacaksan bazı yerler serbes, pazar yerleri, Hasan paşa önü, kasapların önü misâl. Başka yerde yakalanırsan yalvaracan bıraksın diye” içimden ucuz kurtuldum diye düşünürken, aynı kaldırımdan geri döndüm tekrar adım adım.

Gölgeden güneşe çıkmadan ikinci tura başladım. Bağırmaya da çalışıyorum. Ağzımı açtıkça bütün insanların soran gözlerle bana baktığını sanıyorum ve ağırlığı altında eziliyorum. Sözcüklerin sonu gelmiyor. “Elektrik kontrol kalemleri, her eve lazım. Elektrikle şaka olmaz...” sesim gidiyor sonunda sadece ben duyabiliyorum. Kısa zamanda gömleğim ter içinde yoğruldu gibi oldu. Uzun pantolonumdan terler paçalara doldu. Bir köşe buldum ayakta duruyorum. Etrafıma birileri gelip soracak sandım ama herkes aldırmadan geçiyorlar, yanımdan. Ne zor şey insanların dikkatini çekmek. Olduğum yerde kızarıyorum. Tekrar, tekrar deniyorum. Netice sıfıra yakın. Sıfır olması için bir sayı olmalı, bundaysa hiç, yani ilginin varlığı yok. Ayaklarımı sürüye sürüye yürürken, ümitsiz bir şekilde bakınıyorum. Arkamdan biri kolumdan çekti. “dur ula, dur. Şuna bakayım.” Benden biraz büyükçe bir çocuk, kirli beyaz bir gömlek, esmer bir surat, ayakta yamalı pantolon. Benim elimdeki kontrol kalemine saldırdı. Ben de vermemek için sıkı sıkıya tuttum.  Havaya kaldırdım kolumu.

“N’oluyor lan? N’oluyo oglım?”

         “Gorkma ya oglum  bakacaaz...” elimi gevşettim. Benim boyumda bir çocuk, eline aldı kalemi. Bir, iki defa prizde elektrik var mı diye yoklama yapar gibi, kalemi hayali bir prize soktu. İmrenerek bakıyordu, gözleri pırıl, pırıl. “Ula kaçadır?” Sokağa çıkalı iki buçuk saat olmuş, ilk defa bir kişi ilgileniyordu. Söylediğimde birden gözündeki gülen parıltı söndü gitti.

“Valla cebimde 1,5 lire vardır,”

Gerisini getiremedi. Ben olmazlandım hemen, çektim aldım elinden. Arkamı dönüp yürüdüm. Sonra döndüm baktım, arkasına basılı plastik ayakkabıların arkasından sarkan kararmış topuklarını sürüye sürüye gidiyordu, kalabalık arasında... Ben de bir hayal kırıklığı oluştu. İlk deneyimde sınıfta kalmıştım. Bir insanla okul ve mahalle dışında ilk temasım olduğu halde doğru dürüst konuşamadan bitti, gitti. Aslında öğrenmem gereken neydi?  Ne yapmalıydım? Bizimkilerin öğrenmemi ve alışmamı istedikleri neydi? Tabii cevabını bulamadan kendime geldim, yine bağıracak ve yine kalemleri gelenlerin gözlerine sokacaktım.

         “Elektrik kontrol kalemleri geldi.. her eve lazım “ Bağırıyorum yine her halükârda. Mevsim yaz ter içinde yürüdüm, meydana geldiğimde karşıya geçip Ulu camii girişine doğru devam ettim ama güneş o kadar parlak ki, gözlerim yarı kapalı, yarı açık etrafa arada kısarak bir göz atıyorum. At arabalarına takılmadan gitmeye çalışırken Ulu caminin girişine sığınmış tezgâhları gördüm bir ara. Nihayet gölgeye ulaşırken gördüm ki yer bulmam mümkün değil, bu kalabalıkta. Herkes birbirine kol mesafesinde, biri birilerini kolluyor. Elimdeki coğrafya bilgilerim bu kadardı. Berbat hissettim kendimi.

Aklıma, geçen sene Balıkçılar başında yeni cadde açılırken, yıkılmış eski yapılardan açılmış alanlar seyyar satıcılarının adeta toplanma yeri olmuştu. Ben de radyocu dükkânına giderken her zaman uğrardım.   Bir genç adam vardı şimdi aklıma geliveren, jilet bıçağı satardı genellikle, ama ne olursa da satabilirdi bana göre. Önce bir kahve sandalyesine çıkar;

“Sevgili beyabiler, Güney doğumuzun bu büyük ve güzel ilimize tekrar uğradık, istesek de İstanbul’a dönemezdik. Sizlere hizmetlerimiz daha bitmedi, onları size sunmadan gidemezdik, bu Şarkın Paris’inden” diye başlar, olayı bir iki illüzyon numarasıyla genişletir; el çabukluğuyla bir şeyleri kaybeder bulur, veee son numara şu olurdu: Koca bir gazete alır, evirir çevirir, külah yapar, içini dışını gösterir,  birilerinden bir  kağıt para ister, alır katlar ve külahın içine atar ve külahın ağzını kapatır. Bu külahı yaktıktan sonra, parayı küllerin arasından sararmamış bir halde çıkarıp aldığı adama verirdi. İşte burada olay zirve yapardı. Sonra yine bir külah hazırlar ve içini gaste kağıtlarıyla doldurur ve ağzını kapar bir yana koyar, üstüne okur üfler, “şimdi bu kağıtlar bildiğimiz kağıt para olacak, ama biraz zamana ihtiyaç var” der ve asıl işine girişirdi. Millet konuşa konuşa dağılırken bazıları yerlerinden kımıldamadan beklerler. Ben birkaç defa seyrettiğim için en küçük ayrıntıya kadar hâkimim. Adam ya Jilet satacak, ya da hemoroit ilacı veya pire, tahta kurusuna karşı ilaç vs. o anda ne isterse satabilirdi. Toplanan halk üzerinde hakimiyeti tam olurdu bu adamın.

“Muhterem zevat, abiler, amcalar hepinizi hürmetle selamlarım. Şimdi sizlere asrın son harikası olan bir ilacı takdim edeceğim.  Bu dünya da Allah hiç kimseye dert verip derman aratmaya kardaşlarım, güzel Allahım, yollara düşürmeye. Çoğumuzun  başına gelmiştir. Bir dert var ki Allah düşmanımın başına vermesin, bu dert adamı ele güne rezil eder. Ne demiş İngiltere başkanı Churchil “Ben bu Dünya da üç şeyden korkarım. “Mayasıl, mayasıl, mayasıl.” demiş, Allah hiçbir müslüman kardeşimin başına vermesin. Adamın ne iştahını kor ne de abdestini. Ama şimdi sizlere göstereceğim bu ilaç asrın son harikası olup, yedi ülkede yapılan araştırma ve testler sonucu ABD atom labratuvarlarında geliştirilmiştir.” Ardından sayar da sayar. Bunları söyledikten sonra kendinden emin, elinde tuttuğu küçük şişeyi ahaliye doğru uzatarak sağdan sola, soldan sağa gösterirdi. “Avrupa’dan bin bir zorlukla getirtiğimiz az sayıdaki şişeyi  Firmamız Cüz-i bir bedelle siz sevgili halkımıza olan borcumuzu eda edebilmemiz için sadece maliyetine, (sesini iyice yükseltirdi) dağıtmaya karar vermiştir. Sizlerden birer şişeden fazla almamanızı istiyoruz ki, herkese yetebilsin.” O sırada sağdan soldan sesler yükselir;

”Kaç şişe kullanak?” Adam çoşarak:

“Sadece bir şişe yeterdir kardaş. Parayı bozuk verin gardaşlar”

“Kardaş şimdi Allah için ben de yok ama almam gerekirse nerden buliram?”

“Başka yerlerde bulaman. Ben senin yerinde olsam alırım bir şişe evde bulunsun. Lâzım olduğunda Allah göstermesin, ama ilacı  ya bulamazsanız.   Benim tavsiyem bir tane alınız.” der ve satışa geçerlerdi, yardımcısıyla. Kısa zamanda bitirirlerdi satışı ve iş bittiğinde eski bir Jawa[2]’ya iki arkadaş biner, eksoz patlatarak giderlerdi. 

Balıkçılar  Başında O cadde benim bildiğim, yapılmış olan yıkımlardan sonra 27 Mayıs ve askeri idare döneminde iki yıl boyunca öyle harap olarak kaldı. Eski Melik Ahmet çarşısının tekrar yeni caddesine kavuşması yıllar almış olmalı, bizler Diyarbakır’dan ayrılırken o halâ yıkık harabe halindeydi.

Ben Ulu Caminin girişinde bunları düşünürken, meyan şerbeti satıcısı toparlanıp, çarşı içine gitmek için, harekete geçmişti, Ben de oraya doğru yanaştım.

 

                                         

***

 

Ertesi gün yine aşağı yukarı aynı saatlerde sokakta idim. Sıcak yeni yeni başlıyor parlamaya.  Bir elimde karton paletler diğerinde bir kontrol kalemi, sarsak sarsak yürüyorum. Yoğurt pazarında pazar kurulmuştu ve ana baba günüydü, Diyarbakır’ın yakın köylerinden sabahın bu saatinde insancıklar ve hayvancıklar ve arabacıklar meydana doluşmuş. Yine şalvarlı Kybeleler, daraba gölgelerine yerleşmişler önlerinde yoğurt ve tereyağı stilleri[3], bir telaş ve endişe ile alıcı beklemekteydiler. Adamlar da öğle namazına kadar işlerini bitirip, namazdan sonra fazla geçe kalmadan gitme telaşı içindeler, satmaya getirdikleri tavukları, kazları, satacak ve yerine şehirden alacakları, sırf tad değişikliği için çarşı ekmeği ya da pidesi, mavi ispirto, gazyağı, kibrit ve patiskaları yüklenecekler giderken. Atların bakımı ve nallanmaları da bugüne ayarlanmıştır, bu kalabalıkta onlarda yapılacak.

 Kalabalığın içinden zorlukla  geçip Ulu Camiye gider gibi yürümeye devam ettim. Belediye meydanına çıkarken karşı kaldırımda Soğuk şerbet satan bir dükkan vardı, onun yanından geçip içeri döndün mü evvela bir mi iki mi kahve sonra birkaç dükkân sonra Terzi Zülküf ustanın dükkânına varırdınız. Şerbetçi derdik bizler o zamanlar bu meşrubat dükkânlarına. O dükkandan şerbet içmeden geçmezdik babamla beraberken. Baktım kepenklerini yarı yarıya açmış, sabah erken olduğundan içeriye evinde hazırlamış olduğu limonata, demirhindi şerbeti Meyan kökü şerbeti, vişne şuruplarını ve elma suyunu büyük cam güğümlerde ve de çuvallara sarılmış büyük kalıplar halindeki buzları at arabasından dükkanın içine taşıyordu. Sırtı buz çuvalından ıslanmış adam yorgun ama bezgin değildi, bugün günlerden Cuma ve haftanın satışını yapacağını ümit ediyordu Memet efendi.. Bu çarşı için Cuma demek her şey demekti.

Elimde Kontrol kalemleri ile gölgeleri takip ederek yürürken, sık sık “Elektrikle şaka olmaz, her eve lazım” şeklinde bağırıyordum. Fazla sesim çıkmıyordu ama anlaşılır hale gelmişti, ağzımdan çıkanlar. Bu sefer de adamların yüzüne yine bakamıyordum. Baktığımda biri bakacak olsa, gözlerimi sıkıntıyla başka yere çeviriyor, ama sözlerimi tekrar ediyordum. Birisi yanıma yaklaşıp, “Halo, hele, hele, nedir o, bakayım..” dedi.

“Elektrik kontrol kalemi efem.” Sesimin sonunda kaybolduğunu hissettim. Uzun boylu, esmer, kıvırcık saçlı terlemiş bir surat eğilmiş elimdeki kalemlere bakıyordu. “kaça dır?” Söyledim, “225 kuruş” Adam güldü: “Hadi lan. Al sana bir iki lira. Oldu?” Bak babam eger çalışmazsa getirir değiştirirem bilesen” bende bir heyecan bir heyecan; “evet mi demeliyim yoksa ne?” Adam o sırada uzaklaşmıştı bile elinde kalemle. “Olabilir” diye düşündüm bu ilk satıştı. Ben satmadım da adam aldı aslında ama şaşkınlıkla ilk paramı kazanmıştım.

Cebime attım, şıngır, şıngır.. Bayağı sevindim, cebimde hiç param yoktu şimdiyse on bardak Demirhindi şerbeti ya da meyan şerbeti içecek kadar param oldu. Şimdi daha bir kendime güven geldi, “Demek olabiliyormuş” diye aklımdan geçiriyordum. Belediye meydanına gelmişim, yarım saat olmuş çıkalı evden. Olacak iş değildi doğrusu.

Ulu Camii giriş kemeri altına yine sığındım, onun üst katı benim kütüphanemdi. Yeni okumaya başladığım Mercan Adası[4] kitabı yukarıda beni beklemekteydi, bense aşağıda kendime sıcaktan sığınacağım bir köşe aramaktaydım. Kemerin gölgesinde satıcılardan başka gelip geçen az, orta da sekiz, on kişilik bir seyyarcı var zaten ama gölgesi çok makbul olduğundan daha da gelen olur diye hesapladım. Bir beş dakika durakladım, neyin ne olduğunu ölçtüm, yok burda bana ekmek olmaz. Aşağıya inip Camiinin avlusuna girdim. kendimi büyük bir boşlukta buldum, geniş mi geniş, parlak  mı parlak bir meydan. Göz açmak mümkün değil, gözlerimi kısarak bakıyorum etrafa, şadırvanın olduğu yerde bir parça gölge var diğer alan tamamen parlak güneş. Avluda da fazla kimse yok, öğle vaktine bir hayli var daha.. Bugün Cuma, birazdan burası ana baba gününe döner, diye aklımdan geçti.

 

Gazi caddesinde gölgeli kaldırıma geçtim yeniden, elimdekileri arkama sakladım, belediyenin önünden süzülürken. Bağırmaya çalışıyorum ama bu sefer susuzluktan yapışmış dudaklarım. Ses yok. Oradan dört yola kadar yürüdüm, elimdekiler yine palet gibi solda, sağ elimde yine bir tane kontrol kalemi.  Bazıları yakından inceler oldu bizim kalemleri,  ve fiyatlarını sordular, aslına bakarsanız  ben de değişiklik var herhalde.

“Elektrikle şaka olmaz, her eve lazımdır. Kontrol kalemi.” Öğlene doğru Hasan paşanın önüne geldim, baktım sokağın köşesinde Halil abinin tezgahı açık, başına da Mahmut gelmiş, beni farkedince yanına çağırdı, otuz iki dişini ve dişetlerini göstererek gülüyordu. Ben de güldüm ona bakarken. “Hare loo, burdan habersiz gidisen hee?” Elimdeki kalemleri gösterdim.

“Valla bunları satacakmışım”  dedim ağzım kulaklarımda. “O ne ki?”

“Benle maytap geçisen. Elektrik kontrol kalemidir. Hiç görmedin?” Maho o zaman düştüğü çukuru anladı.

“Oglım ben bilirem de bakalım sen ne diyeceksen dedim. Biz de sattık lan bundan.”.

“Hee, öledir.”

Mahmud’a ilk satışımı anlattım. Bana benden daha tecrübeli olduğunu anlatacak ya “ Yaa oglım, hemen he demeyesen. Konuşacan, konuşacan ondan sonra bırakacan.” dedi ciddi ciddi. “Ne diyecem peki? Adam beni dinlemedi bile Maho”,

“Ulan acemi keko, böleyken, böle diyecen, olmaz sermayesi kurtarmıy diyecen. Patron kızar diyecen diyecen, de diyecen, çaylak” O haklı da.

“Adam almaktan vazgeçerse n’olcak?” Maho döküldü.

“Oglım baktın adam olmazlaniy bırakacan adami gitmesine, eger giderse, “Daha siftah yapmadım emmi gel siftahı senden bereketi Cüda’dan olsun.” diyesen, “Onun fiyetinden veriysen oglım.”  övünerekten bitirdi. Evet o anda inanamadım, bunları Mamut mu söylüyor, abisnden hergün çalışmadığından kaytardığından, tezgahı bırakıp gittiğinden dayak yiyen Mahmut.                                                                                                                            “Bak, ben adamı ilk gördüğümde anlarım alıcdır değildir. Ona göre şerbet verirem.” dedi kasılarak.

“Hee bilirsen.” O sırada biri yaklaştı, çakmak taşı istedi. Mahmut Çakmağı istedi, eski bir muhtar çakmağı, yandan açtı içini, tezgâhtan aldığı çakmak taşı paketinden çıkardığı kızılımsı küçük taşı yerleştirdi yayın üstüne, bir kaç defa çaktı çakmağın kıvılcımlarını gündüzün aydınlığına rağmen görmeğe çalıştı.

“Babam 40 kuruştur.” Adam sıkı pazarlıkçı çıktı, 30 kuruşa razı oldu bizim Maho. Adam elimdeki kalemlere takıldı.

“Bu nedir loo?”,

“Elektrik kontrol kalemi emmi” dedi Maho hemen. “Biliysen?” Adam kalemi eline aldı baktı, baktı. Maho anlatmaya devam ediyordu.  “Bakiysen evde elektrik vardır, yoktur.” “Ula açıysen lambayı görüysen vardır, yoktur, öyle degil? Ne için yapmışlar bunu?” Maho ne diyeceğini şaşırdı. Ben de kafamı başka yöne çevirdim. Adam başını salladı parasını verdi gitti.

“Ula adam haklıdır. Ula oglım, açarsan lambayı anlarsan vardır, yohtur”

“Lan tabii ki haklı. Bu kontrol kalemi elektrikli aletlerle  çalışırken lazım babo. De ki bozuldu. Beybabam der ki; ne zaman ütü, ocak bozuk, veya tavana lamba bağlarken lazımdır. De ki ütü kablosu kopuk, yani içinde kopuktur. Senin ütü yanmiy nasıl anlayasan hata ütüdedir,  ya da kabloda?” Maho omuz silkti.

”Ulan oglım bu kaddar elektrikçi vardır degil?”  kaçamak cevap veriyordu.

        “Öyle değil. Baktın ütü ısınmiy,  kablonun fişini takarsın prize sonra diger ucuna kontrol kalemiyle bakarsan, elektrik geldi, gelmedi. Gelmezse kablo kopuktur, degildir?” Maho sırıttı.

“Bu kaddar şeyi nerden bilisen? Helâl saa..."                                             

”Valla babay dükkânına gide gele ögrenmişem oglım.”

“Yarın sinemaya gidak? Dicle’de Hüseyin Peyda vardır, Mezarımı daştan oyun.”,

“Olur herhal..” dedim içimden sevinerek.

Tezgahın yanından ayrıldım, dört yola doğru... Sol elimde karton Palet, üstünde kontrol kalemleri dizili, sağ elimde bir kalem ve dilimde “Her eve lazım, elektrik şakaya gelmez, oyun oynanmaz.” Sesim biraz çıkar olmuş. Çevremdekiler yanımdan bakmadan geçerlerse ben de sesimi daha da yükseltiyordum. Bir ara bir lise talebesi genç kalemı eline aldı, inceledi.

“Kaçadır bu?” Söyledim; “kardeş 225 kuruş.” Oğlan yüzünü buruşturdu. “Bu 225 n’oliy? Sankim eczanadan ilaç alıyik. 2 lira desene şuna ulen.”  Maho’nun anlattıkları aklıma geliverdi:

“Yoo kardaş olamaz. Sermayesi kurtarmaz”.

 Toparlanmaya başladım, çocuk benim kolumdan asıldı;

“Dur la dur. Vallah başka param yok. Bak peygamber hakkı için cebimden son ne çıkarsa o da senin.. Tamam?”

“Valla o iş cebinden çıkana bağlı” dedim. Cebinden bir 10 kuruş daha çıktı, bu arada yeminle anlatıyor, Sanat Okuluna gidermiş de böyle bir kaleme ihtiyacı varmış.

“Sen bu on kuruşun yanına bir on beş daha bul, bu kalemi al. Tamam?”

Oğlan somurtarak  arkasını dönerken, kafama dank etti, gerçekten de ceplerini boşaltmıştı. “Dur la dur. Tamam, ver onları al kalemi.” dedim.                        

 

***

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                    

Aradan bir saat filan geçmiş olmalı. Baktım Cuma salâsı veriliyor. Namaza bir saat kaldı, kalmadı. Dört yoldaki tatlıcı Şehmuz’ların oradaki yerimden ayrıldım. Halil ağabeyin tezgahına geldim. Başında Mahmut arazi olmuş yine. Baktım, Halil abi peydahlandı. Bana bakıp sırıttı.

 “Nasıl gidiyo keko, satış eyidir? Haa?” Ben de ağzım kulaklarımda yaptıklarımı anlattım. Dinledi. “Bu kalemleri Arif amca kaça almıştı?” “Nasıl? Ne yani? Adedini mi?” Güldü.” Oglım bu tornavidaları sen 2 liradan veriysin ya, baban buna ne verdi ki, sen üzerinden ne kazanıyorsun? Baban sana kaçtan satacaksın  dedi?” Hiç düşünmediğim aklımdan bile geçmeyen konu. “Babam bana bunları satacak mı? Haydaa” Halil kahkahayla güldü benim bu şaşkınlığıma. Ben de ona katıldım.

“Maho yoktur?”

“Biraz önce onu eve göndermişem yemege. Ben geldim akşama kadar burdayım.”

“Cuma namazı birazdan gideceksen? İstersen ben beklerem.” Halil abinin gözleri parladı.

“Helâl sana İzmir’li. Ben kapatıp gitmeyi düşüniydim. Tezgah kapatılmaz biliysen? Şimdi rahatlamışam. Bak sana göstereyim” dedi ve cam kapaklı tezgahın üstündeki malları göstererek: “Bak bunlar bir lira, burdakiler iki buçuk lira ne yap et 2 liradan aşağı bırakma..” Dikkatle bakıyorum atlamadan tekrarladım içimden. “ Şunlar da 5 lira ama dört buçuğa da verebilirsin.” Yassı cep fenerlerini gösteriyordu, hani içine 4,5 Voltluk yassı piller konurdu, yanında Traş sabunlarını, Cep Aynalarını, Ağızlıkları, Nacet Traş Bıçaklarını vesaire saydı. Dikkatle tekrarladım içimden. Buna göre en pahalısı beş Lira, el fenerleri, ağızlıklar vs. En ucuzu da elli kuruşa Jiletler bir de kırk kuruşa çakmak taşları.

Biraz sonra, tezgahla baş başaydım. Elimdeki malzemeleri tezgahın camının üstüne  koydum. Yerden bitme seyyar bir tabure var, ona çöktüm. Sabahtan beri cadde boyunca bir aşağı bir yukarı dolaşmaktan öyle yorulmuşum ki oturunca hem yandığımı hemde yorulduğumu anladım. Güneş başıma geçti sandım. Hafiften başım dönmeye başladı ama uyanık kalmak zorundayım. Güğümle ayran satan bir çocuktan bir tas ayran içtim. Buzu doldurmuş içine, soğuk mu soğuk. Burnumun direği sızlayaraktan başıma diktim tası. Ama kendime geldiğimi hissettim. Ulu Camii'den  hutbenin okunuşu geliyordu, yankılarla karışık. Hayat birden duruldu, sakinledi. Çarşıda bir kaç kişi dışında hiç kimse kalmamış, kimsenin de gelip tezgahtan bir şey soracağı yok ama Halil abi neden tezgahının başında beklememi istedi, diyorum içimden. Filmin koptuğu anlar vardır ya, bir an perdede sahne donar gibi olur sonradan da beyaza keserdi de hani biz de “Makinist” diye bağırırdık. Aklıma o anlar geldi, birden “Makiniiist” diye bağırırken buldum kendimi. Gerçekten  sahne donmuş, ardından sarımsı beyazımsı bir aydınlık gözlerimi kör etmişti.   Yani ben öyle sandım.

         “Hoo, lan oğlum, uyan lo. Ayranın parasın ver de gidah.” Ayran satıcısı karşımda avcunu açmış beni bekliyordu. Kendimden geçmişim herhalde cebimden bir onluk çıkarttım. Çocuk sahneden çıktı gitti. Vay canına, ne kadar içim geçti acaba   derken, biri peydahlandı önümde. “Nacet vardır?” Esmer  kara kuru, sakalları ve sivilceleri azmış bir yüz ve bir çift parlak göz, üzerime eğilmiş “Nacet var mı?” diyordu. Ne istediğini anladım. “Elli kuruş” dedim. Camekânı açtım, bir paket Nacet marka timsahlı traş bıçağını adama uzattım. “Ugur be.“ dedi. Adam da sahneden çıktı gitti. Halâ oturuyorum o taburecikte. Ayağa kalkmayı denedim.  Ayaktayken etrafın iyice canlanmış olduğunun farkına vardım. Namaz sona ermiş olmalı, Halil abi şimdi gelir derken, Adamın biri, saçları briyantinli, pırıl pırıl simsiyah saçlı biri geçerken bana döndü, hafiften “Selamün Aleykûm” ben de “Ve aleyküm es selam” ı yapıştırdım, şimdiye kadar çok duyduğum ama kullanmadığım bir kelime.  Ağızlık ararmış, açtım vitrini bir iki model var, biri kemik rengi biri parlak siyah. Çıkarıp camın üzerine koydum her ikisini de. Adam  eline aldı ağzına koyar gibi yapıp, yine elde tutmalar, ağza almalar falan. Bir mana veremiyorum ama şaşkın bakıyorum. Adam ısrarla birini çıkarıyor ağzından öbürünü alıyor. Hemen bir cep aynası çıkardım, “Vallah bu sana çok yakışır” dedim cep aynasını yüzüne uzatırken. Zavallı adam keyifle baktı kendine, önden, yandan. Bu arada ben adamı seyrediyorum. O sırada saçını neyle boyamışsa, başı terlediğinden ensesine doğru boyalı ter damlaları beyaz mintanının yakasına resmen damlıyor ve birinci çinko! Siyah noktalar çiçek açtı adeta.

“Bu kaçadır?” Siyah ağızlığı göstererek sordu.

“Yedi buçuk liradır.” Salladım bir fiyat, hoşuna gitmedi adamın. Onun dediğine de ben olmazlandım. Elimi uzattım ağızlıkları almak için, vermemek için bir sağa bir sola çekiyor elini.

“Beş verirem” dedi. Korkmaya başladım, her iki ağızlıkta adamda, ya kurtaramazsam.

“De get babam bana dayak mı attıracan, bırak kalsın.”

”Beş lira veriyem diyerem oglum.”

“Olmaz babo, yedi liradan aşağı olmaz, o da Cuma pazarıdır.” Ben yine elindeki ağızlığı almak  için hamle yaparken, Halil abi yanında bitiverdi adamın.

“N’oluyor lo burda?” diye üst perdeden konuya girdi. Ben açıklamadan, adam birden; 

“Kardeş bu kaç liradır? Onun için çekişirik” dedi.

“Sen kaç lira dedin?” diye bana baktı.

“Yedi buçuk, yediye bırakıram dedim.” Adama döndü; “Eee? Demiş ya çocuk.”  Elleriyle adamın ellerini tuttu ve ağızlıkları elinden itirazsız aldı. Adam “Kardaş beş lira veriim, olur?” diye alttan aldı. Ben o sırada camekânı açıp aynayı ve ağızlıkları yerleştiriyordum ki “Olmaz babo.” yu yapıştırdım. Halil abi yüzüme bakıyor, ben başımı eğdim bakmadım ondan yana. Adam bir iki adım uzaklaştı. Ben başka tarafa çevirdim başımı. Adam döndü geldi. Yedi lirayı camın üzerine koydu. Ben camekânı yavaşça açtım, ağırdan alıyorum.

“Sarayım?” dedim. Adam “Lâzım deel.” dedi ve aklına gelmiş gibi şalvarın cebinden bir tabaka çıkardı, gümüş, siyah işi güzel bir süsleme var kapağında. Kapağını açtığında içi altın rengi bir parlaklıkla ışıldadı. Ortasında bir keten dokuma bez parçası iki çubuk arasına gerilmiş vaziyette ve altta da bal rengi ince kıyım tütün. Adam kutunun içinde kapağın ortasındaki maşaya sıkıştırlmış desteyle duran kar beyazı, incecik, ipek gibi kağıdı zarif parmaklarıyla özenle tutup ketenin ortasına koymadan önce tükürüğüyle kenarını ıslattı. Tabakanın altında toplanmış  tel tel tütünden alışkın bir hareketle bir tutam  aldı ve kağıdın üstüne yerleştirdi ki kar gibi kağıdın üstünde kıyılmış tütünün bal rengi telleri bir natürmort tablo oluşturdu adeta. O haldeyken tabakanın kapağını kapattı, açtı, kağıt tütüne evladına sarılır gibi sarılmış bir halde cigara ketenin üstünde zıpladı, sarılmışın biraz kenarını dilinin ucuyla biraz daha ıslatırken, sararmış parmaklarıyla sıvazladı dikkatle. Tabakayı kapatıp şalvarın cebine kaydırıverdi. Sarmayı ağızlığa taktı. Adam kafasında terler yakasında siyah çiçekler, altında koyu renk şalvar, üstünde bembeyaz yıkanmış mintan, tam bir keyif içinde Halil abiye baktı. O da ceinden çıkardığı muhtar çakmağıyla sigarayı yaktı. Adam şalvarının ağını kıvıra, kıvıra, arkasına bastığı ayakkabılarını tırrık, tırrık sürüye, sürüye yürüdü gitti sahneden.    

“Kıbrak, Cuma bitti işe gidiy. “ diye söylendi. Ben bir şey anlamadım ama herhalde kötü birşey olmalı. “Bu p... kerhanada çalışıy. Ben üstüne gelmeseydim senden o ağızlıkları yürütür giderdi kıbrak.” diye patladı.

“Eyi demişsen yedi lire diye. Aferin saa İzmirli.” aklıma takılanı sordum: “Kerhana da ne iş yaparki bu?” Halil abi, cevap vermekte bir an tereddüt etti.“Karılara hizmet ediy loo. Sen şimdi kerhanayı da sorasın?”, “ Yoo biliyem, kuafför gibi bir şey, değildir?” dedim.

“O ne oglım? Kuafför muafför?” diye alayla yüzüme baktı. Aklıma sattığım tıraş bıçağı geldi; “Abi bir de Nacet sattım şu elli de ondandır..”

Tam o sırada koluna taklığı camlı dolap içinde lahmacun satan lahmacuncu geldi. Kokusu kendinden önce gelmişti zaten. Halil abi, bizim için iki adet lahmacun aldı. Para vermek için davrandığımda, mani oldu. Bol soğanlı, acılı, bol maydanozlu ama nerdeyse kıymasız lahmacunları ayranla beraber kaydırarak beş dakikada bitirdik. Kalaylı tasların içindeki ayranları da. Bu yemek  beni kendime getirdi.

 

 

***

 

 

Biraz sonra elimde benim kontrol kalemleri, Mardin kapıya doğru yola çıktım ama bu sefer, güneş bu kaldırımda tepemizde.. Balıkçılar başına geldim, Yolda yine mıyır, mıyır “Kontrol kalemi geldi” diyorum ama kendim söylüyor, kendim dinliyor gibiyim. Ağzımı açacak halim yok.

Sola baktığımda, sokağın aşağısında O bildik kuleyi gördüm. Siyah beyaz kesme taştan yapılmış, kare planlı bir yapı, dört adet bazalt kolon üzerine oturtulmuş; Dört ayaklı minare. Yolun ortasında, gelenle geçenle değil de  gök yüzüyle, akıp giden zamanla ilgilenir bir rasat kulesi sanki, hem de yaklaşık 500 senedir. Sokağa girdim gölge bulmak için, minareye kadar gittim. Her zaman merakla seyrederdim bu garibi[5]. Ayaklar üzerinde değil de, adeta yerden uzanan eller üzerinde taşınırmış gibi gelirdi bana.  Sanki yapan Usta, bir iddia üzerine “O zamana kadar denenmemiş bir şeyi inşa etmek ve adından söz ettirmek” uğruna  inşaa etmiş gibi. Her türlü yıkılma riskini alaraktan. Ama O kim bilinmiyor. Bende de bir merak, acaba içi nasıl? Yanda bir küçük kapısı var minarenin içine açılan ama devamlı kapalı dururdu. Ama bir gün nasıl olduysa oldu, kapı açıkken içini görebildim. Daracık taş basamaklar karanlığa doğru yükselip, kıvrılarak semaya doğru kayboluyordu, nihayet görmüştüm, bir süre seyrettim, o zamanki çocuk heyecanıyla.

Minarenin her tarafı kesme taştan, ama tabanı ahşap diye hatırlıyorum, yüzyıllardan gelen ağaçlardan yapılı. Batı cephesinde içine girebilmek için bir ahşap kapısı var hani içine baktığım, var da utanılacak kadar basit ve basık.  Başka utanılacak şeylerse, şerefeye bağlanmış avaz kutuları, hoparlörler. Parazit ve gürültü makinası adeta.

Muttahhar Caminin duvarına yaslandım bir süre. Vakit geçmek bilmiyordu, benim malzemelerle ilgilenen de yoktu. Bir iki kere bağırdım mı bilmiyorum, sokaktan geri çıktım. Yeniden Ulu Camiye doğru yola çıktım. Şerbetçinin önüne gelince, caddeden sokağa saptım, geçerken şerbetçinin önündeki tentenin gölgesinde cam güğümlerdeki şerbetlere imrenerek baktım, önünde de bir kaç adam ve çocuklu bir kadın birer limonata almışlar, ayakta ama elleri başlarının üstünde içmeye çalışıyorlardı. Ama buzdan ve keskin soğuktan öyle lıkır lıkır içmek ne mümkün. Gözüm kocaman kocaman yan yana dizili şerbet şişelere takılı kaldı ama çabuk toparlandım.

                                          

Acele yanından geçip sokak arasındaki kahvelere doğru yürüdüm. Sokaktaki tenteler arada bir hafif bir esintiyle kıpırdamaya başlamıştı. Kürsülere oturmuş ve şalvarlarına gömülmüş birkaç adam dama kurmuşlar oynuyorlardı. Biraz önlerinde eylendim. Adamlardan biri başını kaldırıp bana ters, ters baktı. “Mıgoş al şunu loo.” İstemeye, istemeye yavaş, yavaş ilerledim ama gözüm orda. Ben de severim damayı iyi de oynarım sanırdım, ta ki birgün dersimi alıncaya kadar.

Babamın, Abdurrahman adında bir arkadaşıyla ortaklaşa çalıştırdıkları radyo tamirhanesine bir gün halktan bir adam geldi. Ben okul zamanları dışında dükkana gider temizlik ve getir götür işlerine yadım ederdim. Genelde diğer radyocu dükkânlarından yedek para alır getirirdim. Adam,  Abdurrahman amca ile biraz kürtçe sohbetten sonra durup dururken bana:

 “Dama biliysen? Hele gel bakalım bir iki oyun oynıyak” dedi. Dükkânda duran dama tablasının başına çöktü. Ben ustaya baktım, “Korkiysen? Hele hele otur” Abdurrahman usta aklı ve gözü işinde bana başıyla işaret etti, “Önce bize iki çay söliyesen” dedi. Fırladım, koşaraktan hanın çay ocağına gidip geldim, kerli ferli adamın karşısına oturdum. Taş tutuştuk ben başlayacağım. Önceleri kendime güvenim vardı. Damayı bilr misiniz? Acemice savunma karışık bir hamleyle başladım.  Kenardan bir taşı sürdüm. Adam ortadan bir hamle yaptı, ben arkadan taşımı destekledim O ise yine başka bir taraftan açıldı. Anlamam mümkün değildi, birbiriyle alâkasız görünen taşları oynuyordu. Ben bu sefer sol kenardan O yine başka bir yerden, derken ben ona bir taş verdim,  aldı ben arka arkaya 3 taş yiyerek damaya çıktım, en muktedir taş olarak ortalığı kasıp kavuracaktım. Ama O sakin sakin başka bir yerden bir taş ikram etti, aldım. Sonra bir daha, bir daha ve bir daha. Ben hiç kendi inisiyatifimi kullanamıyordum ki damadaki taşımı oynayarak ortalığı kavurayım. Benim taşlarım ve Onun taşları bütün sahaya birer kare aralıklarla dağıldı gitti. Sıra ona geldiğinde benim taşlarımı biçer döğer girmiş ekin tarlası misali biçti koydu, ortada benim damaya giden bir taşımla üç değişik yerde üç taşım kaldı adam yine onun kalan taşlarından birini bana vererek, tahtada kalan taşlarımın hepsini ortadan kaldırdı. Bakakalmıştım. Birkaç defa daha oynadık hepsinde benzer taktikle size ne oynayacağınızı o kararlaştırıyor ve sizi istediği şekilde tahtaya yaydıktan sonra taşlarınızı toptan ortadan kaldırıyordu. Cin gibiydi. Bütün güvenimi silip süpürdü gitti. Anlamaya çalıştım ama daha çok fırın ekmek yemem gerektiğini öğrendim.

Burada kahvelerde dama oynamak yaygın bir alışkanlıktı o zamanlar, onun için dama oynayanları görünce şaşırmadım. Biraz seyrettim, süratli oynuyorlardı. Sanki düşünmeden oynuyorlar gibiydi. İkisi de bana ders veren adam gibi, rakibi hiç kendi inisiyatifine bırakmıyorlar, oyunun idaresini kuvvetli olan ele geçirince tırpan girmiş ekin tarlası misali rakibin bütün taşlarını kırıp geçiriyorlar. Damanın yanında Domino da çok yaygın oynanırdı o zamanlar, buralarda. Sarı pirinç taşların üzerinde siyah benekler, masaya vura vura, bağrış çağrış, türkçe, kürtçe, sürer giderdi. Ben halâ ayak sürüyorum.  

“Elektrikle şaka olmaz emmiler, Kontrol Kalemlerini ayağınıza getirdik, hadi gelin loo.” Nasıl söyledim bilmiyorum ama söyledim kahvenin karşısında. O anda kahveci çırağı Mıgırdıç bana “Yürü lan” diye bir zılgıt çekti. Söylemese de gidiyordum zaten lâkin adam beni sürdü attı.. Ama kazandığım güveni bir daha denemek istedim. “Halo, Elektrikle şaka olmaz, evinize bir tane lazım.” Oturup da kürsü üzerinde uyuklayanlardan biri bana işaret etti, Oraya doğru hamle edince demin beni kovalayan Mıgırdıç, döndü beni çağıran adamı görünce arkasını döndü gitti.

“Ne satıyon lan?”  

“Elektrik kontrol kalemi halo.” diye cevapladım. O günkü üçüncü satışım oldu bu.

Biraz ilerde köşede, Terzi Zülküf’ün dükkânı vardı. Şişmanca hoş sohbet bir adamdı, en azından ben severdim bu adamı. Diyarbakır’a taşındığımızda bana ilk uzun pantolonumu O dikmişti. Sonradan da bir de ceket.  Kapıdan gelen bağrışlarını duydum. Oğluna kızıyordu. Başka çalışanı var mıydı şimdi hatırlamıyorum ama oğlu eli ayağıydı onun.

”Merhaba, Zülküf emmi” nasıl seslenebildiğimi hatırlamıyorum ama başka zaman olsa bu kadar yüksek sesle söyleyemezdim. Bende de bazı şeyler değişiyordu galiba.

”Vay, hocanın oglu. Hoş gelmişsen. Sefa getirmişsen, bilesen gömlegin hazır değildir.” Geçen hafta yeni bir gömlek sipariş etmiştik Ona.

“Yoo, onun için gelmemişem, geçiyordum sokaktan...”diye gülünsedim. Dükkânın ortasında koca bir tezgâh var, üstü toplar halinde astar, kumaş kaplı. Duvarda bir kaç raf, raflarda da yarı kesilmiş bir kaç adet top kumaş. Girişin karşısındaki duvarda Milli Birlik Komitesi[6]nin, Cemâl[7] aga ve şürekâ[8]sının bir derginin ortasından alınmış ve mukavvaya yapıştırılmış resmi, ufuktan da Atatürk’ün yüzü görünüyor. Zülküf usta öyle cama çerçeveye para vermez, kendi yapmıştır onu. İçeri girdim. Solda bir, iki sandalya, birinde Mecit oturuyor, oğlu. O da kendi gibi şişmanca, kucağında yeni teğellenmiş bir ceket, başı eğik çalışıyor, babasıyla sık sık dalaşırlar, ama bu sefer ciddi bir şeyler geçmiş gibi geldi bana. Yerde demir dökümden bir kömür ütüsü. Bir ızgara üzerinde ağzı açık bekliyor, içinde biraz kül gördüm. Babası Mecit’e ütünün külünü döküp, kömür alıp, getirmesini söyledi. Başını kaldırmadan dükkandan dışarı çıktı. İçerisi son derece havasız ve sıcak. Baktım duvara asılı eski bir vantilatör hareketsiz duruyor.

“Hayırdır Zülküf emmi neden çalışmıyor bu pervana.” Elimle gösterdim. Adamın siniri henüz geçmemiş

“Ulan bu heyvan, ütüyü çalıştıracakken birden dükkanın elektriği bomba gibi patladı. Merkep oğlu merkep”, adam artık ağzına geleni sayıyor.

“Sigorta atmıştır Zülküf emmi, baktınız mı? “

“Ben ne anlaram oglım, elektrikçi Fiko’yu çağırdık da işi varmış keko, gelecekmiş işi bitince. Lakin bana şimdi lazımdır bu elektrik”. Ağlar gibi söylendi.

“Ben bi bakayım? Müsaade edirsen” Tezgâhın ardında birden canlandıı bedava işleri severdi, bana baktı.

“Ulen anlarsan bu işten?” diye şüpheyle baktı bir an.

“Evde de arada sırada ben yaparım, sigortalar nerde?” diye sordum, bendeki bu güvene ben bile inanmıyordum. Eliyle raflarda bir yeri gösterdi. Bir kürsünün üstüne çıkıp, babamın yaptıkları aklımda, titreyen ellerimle yanaştım mermer üstünde 3 adet sigortaya, el bombası gibi duruyorlardı. Lakin boyum tam olarak yetmiyordu. Baştan bir kofrayı[9] gözüme kestirdim, zorlayarak çevireceğim ama gücüm yetmedi. Zülküf geldi yanıma, benim yerime O geçti. Bir asılışta kofrayı aldı yerinden. O zamanlar onun içinde porselenden yapılma mermi benzeri sigortalar olurdu. Bu sağlam çıktı, şansımdan. Öbür baştaki kofrayı işaret ettim, Zülküf “Babasının oğlu” dedi yanımda.  Kofrayı avucumu altına tutup ters çevirdim, içinden yarısı kararmış sigorta çıktı. Elimdeki sigortayı baş aşağı çevirince içinden erimiş, dağılmış sigorta telinin külleri döküldü avucuma.

 “Aha budur. Yenisi lazımdır he?” diye adama gösterdim. Zülküf amca Bitlis’ten gelmedir ve oradaki hemşerilerinin pintiliğiyle ünlü olduklarını babama anlatırken sık sık duymuştum. Gelen Tanrı misafirlerine verdikleri cevabı dörtlükle gülerek anlatırdı.

“Aha Bura Bitlis dere,

 Ekmek istirsen Allah vere,

 Su istirsen işte dere,

 Yatak istirsen geldigin yere”

“Benim söylediklerim kalbine inecek garibin şimdi” dedim içimden. Durdu, düşündü, çaresiz “hee” diyecekti.

 

“Bi yol daha var emmi. Bir parça elektrik kablosu var mı?”,

“N’apacan?” Gitti bir yerleri açtı tezgahın altından beyaz bir çiftli kablo çıkardı. Bıçak makas vs ile kablonun plastiğini kesip içinden ince bakır tellerden üçünü alıp sigortaya dıştan baştan başlayıp alt kutupuna kadar sardım ve deliğinden içeriye tek, tek sokuşturdum telleri. Olacak mı ben de merak ediyorum. Yerine takmadan önce

“Zülküf emmi, prizlerde takılı şeyleri çıkar.” diye uyardım. Babam öyle yapardı çünkü. O da telaşla bakındı etrafa. Tekrar kürsiye çıktı. Son dişi kıvırdığında, pıt diye bir sesle, vantilatör dönmeye başladı, onu kapatmamışız. Hafif bir rüzgâr yüzüme çarptı.

Cebinden para çıkmadan başardığım için Zülküf emmi çok sevindi, ağzı kulaklarında. “Belli ki hata ütüde” dedim.

“Ütüyü kullanmayasan, tamiri gerek.” dedim. Adamcağızı aldı bir düşünce.

”Sen bi baksan” dedi yalvarırcasına.  Babamın yaptıkları aklımda, rahmetli böyle küçük tamiratlarda beni çağırır, hem anlatır hem gösterirdi, ama benim aklım başka yerlerde olurdu genellikle. Bu sefer geri dönemezdim. Babamın anlattıkları farkında olmadan beynime yazılmış sanki.

 

Ağır ütüyü aldım karşıma, tezgahın üstüne. Bir müddet bakıştık. Bu ağır ütüler ısı kontrolü olmadan fişe takılınca çalışırlar bazılarında da kabloya bağlandığı yerde bir duyu ve açma kapama düğmeleri olurdu. Bunda da böyle bir düğme vardı ama ütü fazla kullanılmaktan o açma kapama düğmesi kaynamış durumdaydı, yani hep açık. Kablosunu duyundan çektim çıkardım. Kablo üstü siyah beyaz örgü kumaştan. Bükülmekten burgu makarnaya dönmüş, çekip bıraktığında yay gibi toparlanıyor. Bir kopukluk varsa bunda olması fikri aklıma yattı.

 

”Kontrol kalemi var mı emmi?”

“O ne loo?” sonra çekmecelerini karıştırdı. Tornavida, makas filan var ya O yoktu. İstemediğim halde, benim kontrol kalemlerimden birini aldım elime, söktüm dişi fişi. Üst bakalit kapağı açarken kavrulmuş bakalit ve plastik parçaları elimden aşağı döküldü, kokusu da cabaydı. Tombala! Bu sırada bizim Mecit elinde bir kesekağıdı odun kömürü ile döndü. Babası “Gerek yoktur, geri götür” dedi. Oğlan homurdanarak çıktı gitti. Ben yine makasla, ama ne makastı ya kabloyu bir parmak kesip, attım. Bir küçük çakıyla sıyırdım bakır telleri çıktı açığa ve yeni bağlantıyı da yaptım. Bakalit kapağı da yerine takınca, “haydi bakalım, şimdi göreceğiz, sigorta atacak mı?” dedim.

Korkarak, elim titreyerek ütüyü prize taktım. Hiçbir şey olmadı. Gözlerim ütüde, sabırla bekliyorum. Hayatımda ilk ütü tamirim buydu. Annemden gördüğüm gibi pamaklarımın uçlarına tükürüp koca ütünün altına sürüp çektim. Evet, bir daha elimi tekrar sürdüm ki ısınmaya başlamış. Benim için bir koca sınavdı aslında bu, ama Terzi Bitlisli Zülküf bunu bilmiyordu. Kontrol kalemini yerine takmaya çalışırken Zülküf emmi davrandı.

Dördüncü Kontrol Kalemimi de Zülküf ustaya satmış oldum, bu işte nasıl kullandığımı gördükten sonra.

 

Akşam eve giderken dünyaya daha bir başka gözle övünerek bakmaya başladığımı fark ettim. Pazarın oradan geçerken pazardan iz kalmamış ama bir sergi vardı, oradan orta büyüklükte bir karpuz aldım beş kilo, bu sefer  kilosu  50 yerine 40 kuruştan. Evde kız kardeşlerime de o şımarıklıkla sataştım. Laf aramızda en küçüğümüz erkek kardeşim Hayrettin hariç ki  ona bayılırdım, ikiz kız kardeşlerimi kıskanırdım herhalde her zaman sataşır, oyunlarına musallat olur ağlatırdım. Onlar da artık kanıksamışlardı, benim yaklaştığımı görünce çığlık atarlardı, diye aklımda kalmış. Acaba başka evlerde de böyle olur muydu? Hayrettin, gerçekten Kaptanı Derya  Hayrettin paşa idi, kimseye müdanası olmaz kendi istediklerini yapar, bildiğince oynar ya da kavga ederdi. Öylece de yetişti gitti, hep kendi göbeğini kendi kesti, kimseye danışmadan. O yüzden hayranım halâ bu öz güvenine ya.

 

Akşam yemekteyiz, yer sofrasında. Babama  o gün sattıklarımı ve de terzide neler olduğunu anlattım. Önce aferini aldım sonra ciddileşip, kaşının birini kaldırarak. “Bak bu gibi durumlarda elindeki imkânları fazla zorlama. Ana sigortaların biraz daha kalın telli olması gerekir. Doğru olanı yeni bir sigortayla değiştirmektir. Anladın mı? Teli fazla kalınlaştırırsan, sigorta atmaz ama çok ısınır, yangın çıkarabilir, ya da direkteki sigorta atar, o zaman da sokaktaki diğer dükkânların da elektriği kesilir.” Beni aldı bir düşünce, ya dediği gibi olursa.

“Ben yarın uğrarım oraya, bakarım nasıl olmuş diye. Zaten senin sardığın üç tel ise muhtemel senden sonra hem vantilatör hem ütü hem tavan lambası açıldıysa  asfalyalar[10] atmıştır nasıl olsa.” dedi.

                                                                                                         

Benim bu seyyar satıcılığım böylece devam etti sanıyorsanız size yanıldığınızı söyleyebilirim. Cumartesi günü on matinesine Maho ve Feho ki benim ermeni arkadaşımdı mahalleden, birlikte Mardin kapıdaki Dicle sinemasına kaçtık. Ben ısmarladım, beş on kuruş kazandım ya. Hüseyin Peyda’nın filmini en ön sıradan yirmi beş kuruşluk biletlerle izledik. Birinci mevki bir harikadır, deneyenler bilir,  filmin içinde gibi olursunuz. Bağrış çağırış hatta boğuşma, filimde kavga mı başladı? Birden yandakinin boynuna doğru atılırsınız, boğuşma başlar ve filimdeki repliklerle devam eder gider. Aynı şeyler oldu yine. Film alışıldık idi, üzüntüden kahrolduk,  yine ne kadar kötü herifler varsa bastık hepsine kalayı, şimdi burada söylenmez. Kısaca bütün çocuklar deşarj olduk, çıktığımızda ortalığı pislik götürüyor olurdu, yerleri, duvarları, çıkış kapılarındaki perdeleri vs.. Bizden sonraki seans, asker seansı olurdu genellikle. Bir güruh halinde, aynı anda koşarak çıkardık diye hatırımda kalmış, Salondan yerdeki ıslaklıklara basmadan çıkmaya çalışırdık Ne yâni filim arasında tuvalete mi gidecekti bu kadar çocuk? Zaten gitseniz giremezdiniz ki.

 

Tabii saat on iki de Mahoyla ben koşa koşa Halil abinin yanına gittik, ters ters baktı Maho’ya ama benim yanımda bir şey yapmadı. Ben yine Kalemler elimde orda dikilirken, Halil abi bana dönüp, “bak lan İzmirli senin şu kalemleri ben alim veriysen? Tanesini 175 kuruştan. Tezgaha koyup satacam. He? Yalnız paranı sattıkça verirem, gelecek hafta  sonunda. Olur?” diye sordu.  Düşünce aldı beni ama benim yapacağım bir iş gibi görünmüyor seyyarcılık. Kazanmaktan ziyade yemektir içmektir bende para. Ürkekliğim halâ devam eder. Biriktireceğime paranın üstünü ben yiyorum. Kafamdan hesap yaptım, aslında bana gelişi yüz elli, kalem başına 25 kuruş bana kalacak, bu sekiz kalemde iki iira eder.  Bence iyi, üstüde onun olacak, “olsun” dedim, içimden. 

 

“Halil abi” dedim tereddütle,” Lâkin bu kalemlerin gelişi 175 kuruş olmuşmuş, dün öğrendim. Diyem ki şunu 2 lira yap sen de iki buçuktan satarsan. Hee mi?” Halil abi boşa konuşmaz, hayat mücadelesi onu bir bilemiş, bir bilemiş ki. Hesabını yapmıştır o çoktan da, benim yalan söyleyip söylemediğime baktı gözlerime. Ben de güldüm, hatta sırıttım dişlerimi göstererek, anladı ne olduğunu. Durdu:

 

“Ulen bu işi ögrendin oglım. De hadi, ossun lan. Şimdi şerbetler senden ha, tamam?”

 

“Tamam” dedim. Şerbetçi zaten direğin dibindeydi, elindeki kalaylı bakır kapları zincirlerini parmaklarıyla oynatarak şakırdatıp duruyordu. Belindeki metal bardaklıktan bir bardak çıkardı, yan tarafında asılı olan teneke ibrikteki suyla bardağı şöyle bir çalkaladı. Üçümüze de sırtındaki süslü güğümden adeta burnumuzun direğini donduran bir şerbet verdi, hayatımda içtiğim en güzel meyandı. Siz hiç meyan şerbeti içtiniz mi bilmiyorum ama bilesiniz ki Ab-ı Hayattır.

 

“Elektrikle şaka olmaz, her eve lazım. Elektrik Kontrol Kalemleri... hadee.” diye bağırdım bu sefer herkes duydu.   O sırada, Maho abisinden aldığı kontrol kalemlerini mukavvalarından ayırıp camekânın içine yan yana diziyordu.

 

Bu olayların Diyarbakır'da olduğu doğru, kişiler doğru, o yaz  Elektrik Kontrol Kalemleri sattığım da doğru, diğerlerinin bazı yerleri de gerçek ama bazı yerleri benim böyle olsa iyi olurdu dediğim kısımlardan oluşur...

 

Sadık

Artur Burhaniye 16 Ağustos 2016   17:00 

Düzeltme, Ankara 18 Ağustos 2016 17:05  9 Haziran 2017 

 



[1] Türkiye Yayınevinin 1960 yılında çıkardığı orta okul seviyesinde bir ansiklopedi benzeri kitap

[2] Jawa CZ; Çekoslavak malı motorsiklet markası

[3] Kulplu bakraç

[4] R.T: Ballantyne  nın çocuk romanıı, sonradan öğrendim Nurullah Ataç çevirisi. 1858 de yazılan bu romanı ben 1958-58 okudum.

[5] Garip; Yabancı, buraya ait değil, yanlız kalmış, zavallı.

[6] Milli Birlik Komitesi, MBK, 27 Mayıs 1960 Askeri İhtilâlini yapan grup.

[7] Cemâl Aga, MBK’nın başı, Org. Cemâl Gürsel

[8] Şürekâsı; Cemal Gürsel le beraber darbeyi yapan 38 kişilik askeri grup

[9] Kofra, içinde sigortayı barındıran üstü camlıi porselenden yapılmış silindır kap.

[10] Porselen elektrik sigortası

4 yorum:

  1. Yukarıda "Yorum Gönderme" yazıyor.
    Ben de yorum göndermiyorum.

    Aferin. Eline, aklına sağlık.
    AY

    YanıtlaSil
  2. Daha önce yayınladığın 4 hikaye gibi,bunu da keyifle okudum,eline,kalemine sağlık.
    Hayatın içinden,sıradan günlük olayları böylesine akıcı,samimi bir anlatım dili yakalayarak,çok uzun yıllar sonra okuyucuya aktarmak büyük ustalık....Tebrik ediyorum.
    Can Aynagöz

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sağ ol sevgili Can. Hepimiz böyle anılarla doluyuzdur, kafanızı yoklayın neler çıkacak, neler... Bir gün al makinanı karşına yavaş yavaş düşüne düşüne yazmaya başla...
      inanılmaz keyif veriyor, inan... selam ve sevgiler.
      Sadık

      Sil
  3. Bundan önce Murat'ın da gülü solduğunu haberleyen yazını okudum. Çok üzüldüm. Delikanlıyken bile beyefendiydi. Huzur içinde uyusun.
    Geçen gün evde kontrol kalemi gerekti. Yok oğlu yok, ne cehenneme koymuşsam. Okuyunca bir an için sanki Sadık kapının önünden geçiyor sandım. O kadar gerçek yazılmış. İki lira da para bile değil bu zamanda. Meğer öyküymüş.
    Eline sağlık. Çok güzel.
    O

    YanıtlaSil