Fatih Paşa Mahlesi anıları 4

 

OKUL YOLUNDA

I

Diyarbakır’da mahallemizde bir ilk okul vardı, Süleyman Nazif [1]ilkokulu. Kurşunlu cami karşısında. İki  katlı fazla büyük olmayan gri boyalı olağan bir bina. Tuvaletleri dışarıda. Ben İzmir, Kahramanlar İlk okulunun (Tuvaletler orada da  dışarıdaydı) 3. sınıf yılı sonunda, ayrılarak, Diyarbakır, Süleyman Nazif ilk okuluna geldim. 1958 – 59 sezonu…sınıfım IV A mıydı neydi?. Üst katta arkaya bakan cephede bir sınıfta derse başladım. Ertesi sene kız kardeşlerim o zamanlar Diyarbakır’ın en iyisi diye, Ziya Gökalp ilk okulunda başlayacaklardı, benim tavsiyeme uyarak.

IV A sınıfında başladım demiştim, Perihan!? hanım diye bir öğretmen bizimle tanıştı, ve bir aya yakın galiba bizim öğretmenimiz oldu. Bir gün geldi ayrılacağını söyledi, raporlu muydu neydi, o zaman için bize yabancı bir  terminoloji, gidiyorum dedi ve gitti kadıncağız. Olamaz diye ağladık, bağırdık, çağırdık, sıralara vurduk, başöğretmen gelip bizi bir güzel azarladı tabii, ve Mehmet öğretmeni yanında getirdi  ve tanıştırdı diye hatırlıyorum. Öğretmenimiz Mehmet Canik iki sene bize öğretmenlik yaptı, sağ ise daha uzun yaşasın, öldüyse nur içinde yatsın, epey kahrımızı çekti.

Okul nispeten fakir bir mahalledeydi yanlış hatırlamıyorsam. Öyle olmasa bile bizim sınıfta kızlar oğlanlar, bir kaç kişi hariç zayıf ve çelimsizdik. Sınıfta genelde bir beslenme sorunu vardı… Amerikan yardımı, kazan kazan, süt tozundan mamûl süt içirirler, balık yağı hapı yuttururlardı. Ha bir de birkaç kere ekmek üzerine kaşık kaşık sürülmüş beyaz üzüm pekmezi ağdası yediğimizi hatırlıyorum. Ne yaparsanız yapın, sınıfımız genelde fakirlerden oluşuyordu ve kimse yeterince beslenemiyordu. Okulun bulunduğu mahal şehrin en yoksul kesiminin yaşamaya çalıştığı bir yer idi. Tevfik vardı mesela anlattığına göre mahalle arasında simit satarmış okul saatleri dışında. Bir kaç defa ben de gördüm boyu kadar simit sepetinin etrafına astığı simitleri satarken.  Yaz kış, sabah erkenden uyanıp fırında simit kuyruğuna gider, sabah okula gelmeden önce bir fasıl satar, evinin geçimini o sağlarmış babası evde hasta yatarken. Mehmet vardı benim sıra arkadaşım, yanımda otururdu. Zavallının kafası büyükçe, kolları birer çöp gibiydi. Siyah lastik giyerdi ayaklarına, yere basmasa da yeri ciğerlerinde hissederdi. Esmer sarı benizli, bilmem kaç kardeşten biriydi. Bütün aile bir   odada kalırlarmış, yatacağı köşesi bile yoktu ki değil ders yapacak bir köşesi olsun çocuğun. Okumaya hevesliydi ama imkânı yoktu, ilk okulu bitirince gideceği yer belliydi sanırım. Çocuk açtı, okulda dağıtılanı bazen iğrenerek bazen isteyerek yutuyordu ama yetmezdi ki. Gerçekten de yanımda otururken açlıktan nefesinin koktuğunu acıyarak, biraz da iğrenerek duyardım, o da bunu fark edince  zavallı biraz geri dururdu.

Sınıfta hatırladığım kadarıyla kızlar ayrı biz erkekler ayrı sıralarda oturuyorduk. Adet öyleymiş. İzmir’dekinin tersine, bir mahremiyet kavramı doğmuş ama yalnız bizde değil, bütün okulda. Okulun açıldığı daha ilk gün, ben de kısa pantolon giyiyorum diye alay konusu olmuştum. “Gız gibi bacakların gösteriy” diye alay etmişlerdi. Anladım ki böyle devam edersem benim kızların kategorisine konma riskim doğmuş olmuştu.

Benim için ilk ders bu oldu, asla kısa pantolonla okula gitme, kızlardan uzak ol. Yeni uzun pantolonlar istedim annemlerden.. Ben memur çocuğu ve sınıfta yeniydim ya bütün hareketlerim sınıftakiler tarafından rasat altında idi artık. Yapacağım falsolara, mesela kızlara yaklaşmam veya onlarla konuşmam  durumlarında,  kesin bir racon keseceklerdi. Ondan dolayı çok sonraları, müzik öğretmeni 23 Nisan balosu tertibinde benden dans kısmına katılmamı istedi. Canik öğretmen, ardından da baş öğretmen ısrar ettiler ama şiir okuma filan tamam da dans bizi bozardı, hepsini reddettim. Onların baskısından çok daha fazla çevre baskısı oluşmuştu kafamın içinde. Mahremiyet duygusu baktım bizden daha küçük sınıflarda da vardı. Kızlı erkekli gezme tozma ve oynama işi yok.. “Bu şehrin çocuklarında hangi yaşta başlıyordu bu mahremiyet duygusu?” Zaman zaman mesela akşam yatağa girdiğimde gözlerimi sıkı sıkıya kapar İzmir’deki eski mahallemizi ve geride bıraktığım oyunları, arkadaşlıkları hayal eder, kapı önü muhabbetlerini özler, içime bir hüzün çökerdi.

Sınıf mümessili seçimlerinde de ben bir hata yaptım. Aday oldum. Bu sınıftakiler kaç senedir bir arada olmalarına rağmen, sınıf mümessili olarak yeni gelen beni seçtiler, kendilerinden birini değil.

Mümessilim ya, Öğretmenin olmadığı zamanlarda sınıfta güya disiplini ben sağlayacağım ya, öyle beklenir, durdan sustan anlamayanı tahtaya yazıyorum . Başlangıç zamanlarında öğretmen gelirken siliyordum, biraz da sessiz duruyorsak, sınıfca teşekkür bile alırdık. Ama her zaman öyle olmuyor, tahtaya yazdıklarımı iyice azıtınca öğretmene vermeye başladım. Canik öğretmen işi ciddiye aldı, ismi yazılanları derse başlamadan önce herkesin içinde azarlamaya, hatta bazen cetvelle dövmeye başladı. O zamanlar dayak cennetten yeni çıkmıştı çocuklar dayakla eğitilirlerdi. Bu durumda benim de kâbuslar başladı. Okuldan sonra eve giderken hoop öğretmenden dayak yiyenler yolumu kesmeye başladılar. Onlar bunu yaptıkça ben de ertesi gün tahtaya isimlerini yazmaya devam ettim, yine tehdit ettiler, duruma göre bazen sildim bazen  öğretmenin insafına bıraktım. Bazıları pes etti, bazılarıyla bir orta yolda anlaştık vs. O bazıları beni, diğer bazılarına karşı korumaya başladılar, ben de onları kayırdım vs. olayı dengeledim. Böylece hayatta mevkiinin gücüne sahip olmanın ne demek olduğunun farkına vardım ve onu kullanabilmenin bir nevi siyaset olduğunu da öğrendim ve de bu konuda fazla bir yeteneğim olmadığına karar verdim.

Ertesi yıl sınıfta aday olmadım ve hayat boyu siyasetten!? uzak durdum diyeceğimi sanıyorsanız aldanırsınız. Ziya Gökalp lisesi Orta kısmı I. sınıftayken yani bir sene sonra aday olmamama rağmen “Tabiye” öğretmeninin talimatıyla mümessil atandım. 1960 ihtilalinin akabinde emekli askerlerin bazıları okullarda dersler vermeye başlamışlardı, belki de daha önce de vardı da ben bilmiyordum. İşte bu tabiat bilgisi dersine gelen de emekli binbaşı ilk yazılıda en yüksek notu aldığım için herhalde, beni kendi derslerine mahsus sınıf mümessili olarak tayin etti.

 

***

 

Taşrada memur çocuğuysanız temiz, tertipli giyiniyorsanız, ne zaman bir sosyal olay olacak olsa, diğer şubelerdeki başka parlak arkadaşlarla beraber sizi de görevlendirirlerdi. Mesela 29 Ekim, 10 Kasım veya 23 Nisanda şiir mi okunacak, sahneye mi çıkılacak, gelsin şu çocuklar, ailelerin kılık kıyafete para ayırmaya güçleri yeter, ne de olsa memur çocukları diye düşünürlerdi. Gerçi elbiselerimin görünmez yanlarında ve çoraplarımın topuklarında yamalar ve en önemlisi ayakkabımın tabanında gizli pençeler bulunur, zamanla çivileri yerinden çıkar ayaklarımı kanattığı olurdu ama bunlar herkeste olurdu. Benim farkım en azından ayakkabılarımın çamurunu, tozunu annem bana zorla temizletir ve boyatırdı.   Gazete kağıdı üzerine evdeki bütün ayakkabıları dizer, çamurunu tozunu siler, ardından Nuri Leflef ve Fenerli ayakkabı boya ve cilalarıyla fırça sallar, pırıl pırıl yapardım, bir daha ki boya gününe kadar öylece kalırlardı.                               

Okulda ve sınıfta olayları yöneten bizden yaşça bir hayli büyük bebeler vardı. Mesela Ahmet soyadı lazım değil, artık çocuk sesinden uzak yanık bir yetişkin sesi vardı ve Celal Güzelses’den derleme uzun havalar, gazel ve türküler söylerdi. “Ezo gelin”i mesela ilk defa ondan dinlemiştim, ben sözlerini tam anlayamamıştım ama sınıfta kız ve oğlan milleti aralarda içlerini çekiyorlardı, çünkü hepsinin aileden gelen bir yanık, bir ezik tarafları vardı. Çocuğun sesi harikaydı. O zamanlar Nuri Sesigüzel yeni yeni meşhur olmaktaydı, ondan da söylerdi Ahmet, sınıfça keyifle dinlerdik. Bence, Allah tarafından Mezopotamya’ya verilen Petrole karşılık, bu bölgedeki insanlara da teselli ikramiyesi olarak “Yanık ses” indirilmiş olmalı. Ermenisi, Süryanisi, Kürdü, Türkü hepsinde bu ses güzelliği vardı.

Hatırladıklarım içinde bir futbol spikeri meraklısı Tahsin vardı. Oğlan yaz kış başında ucu kırmızı ponponlu sarı kırmızı çizgili beresiyle dolaşırdı. Çocuk o zaman radyoda çok meşhur spor spikeri “Bendeniz, Kemal Deniz” taklidi yapardı ki radyodaki parazitleriyle beraber takımların sahaya çıkan kadrolarından başlar, sanki Kemal Deniz konuşuyor gibi dinletirdi bizlere. Yüzü Altan Erbulak benzeri, başında sarı kırmızı kukuletası ince bıyıklı Sezgin Burak’ın meşhur karakteri Hüdaverdi’ye andırır ama gözlüksüzüydü.

Kızlar siyah önlülerinin altında allı güllü pijama donlarıyla gelirlerdi okula. Aslında bu giyimleriyle her yere giderlerdi. Kızlardan hatırladığım Güler diye bir kız vardı, beyaz tenli, kara kaşlı, kara gözlü güzelce bir kızdı, dikkat çekiciydi. Ailesi Diyarbakır’ın tanınmış ailelerinden biriymiş, uzaktan uzağa herkes kıza hayran, bana  da yaklaşıp konuşmak haram. Onlar bir grup kol kola gezerler, biz erkek çocukları da onları uzaktan seyrederdik.

Sonra sarı saçlı, sarı benizli biri daha vardı da, O da diğer sınıfın Öğretmeninin kız kardeşiymiş. Bir gün bu kızcağızın mantosunun cebine “seni seviyorum” diye bir pusula bırakılmış, kız ağlayarak Canik öğretmenden önce kendi abisine gitmiş, bütün sınıf nereden bu kanıya vardılarsa olayı benden bilmişti. Yerin dibine geçmiştim, Ne söylersen söyle o intibaı yıkamıyorsun. Tam artık ceza alacağım dediğim zamanda, öğretmen olan ağabeyi çıktı geldi, bütün sınıfa aynı sözleri yazdırıp bir yazı karşılaştırması yaptı, yazım benzemiyormuş ben cezadan yırtım.  Allahım şuncağız çocukların uğraştıklarına bakar mısınız?.

 

Ama bu kızcağızın hayatında gerçekten bir travma olmuş olmalı. Bu yörede kızlar 15, 16, yaşlarında çoluk,  çocuk sahibi olurlarmış. Orta okulda okuma falan hikaye.. Giderlerse kız sanat okuluna giderler  ya mezun olurlar ya da olamadan baş göz edilme durumları çıkarmış.. Komşumuz Fatmanımın kızı Yaşar abla da görmüştüm. Kız Sanat’ta okurken görücüsü gelmişti bir akşam da ben de gidip Kadir abiyle beraber seyretmiştim olayı. Bir banka çalışanı, “Ben şu okulu bitireyim, ondan sonra” diyen kızı istemeye gelmişti, kazma. Sonra ne mi oldu? Kız ağlaya ağlaya inatlaştı, en azından okulu bitirdikten sonra evlenmelerinde kavillenildi.

 

Sınftaki bu meşkûk olayı kim yapmıştı o belli olmadı, olsaydı da açıkça söylenmezdi. Yani ben duymadım gerisini. Konu açılmadı bir daha. 

 

Bir de sınıfta bir Seyfo, (Seyfettin) otururdu gerilerde. Çocuk sesiz sedasız, ama derbeder, zaten siyah önlükler içinde pek farklı görünmezdik, sadece beyaz yakalar sahibi ve ailesi hakkında  bilgi verirdi, kolalı kumaş yakalar ve plastikten mamul yakalar, kumaş yakalılar nispeten daha varlıklı ailelerden olurlar ama arada çok fark olmazdı, genelde hepimiz fakirdik, bazıları daha fakirdi sadece. Seyfo derslere pek katılmazdı, zaten dersleri de iyi değildi. Kalabalık bir aile içinde en küçükleri miydi ne? Aklı fikri evden ve abilerinden kaçmak üzerineydi. Anlattığına göre ilk sefer evden kaçınca, soluğu istasyonda almış ve kaçak olarak bindiği trenle taa İstanbul’a kadar gitmiş, Haydarpaşa’da Garda yakayı ele vermiş, paketlemişler, eve geri göndermişler. İkinci sefer bir daha kaçmış, onda da buradaki istasyonda yakalanmış, Bir gün benim yanıma geldi bütün bunları anlattı usul usul. Cebinde falçatayla dolaşırdı, evde kim bilir kaç kişi yaşıyordu da kimse onun ortadan kaybolduğunun farkına varmıyordu belki de. O gün kinayeli bir ifade ile “Fırsat bulursam yine giderim” diyordu. Yapabildi mi bilmiyorum, belki de kafasından uyduruyordu bütün bunları, ondan da emin değilim. On üç bilemediniz on dört yaşlarındaydı.

 

Kızlarla beraber yaptığımız bir dersimiz vardı. Aile Bilgisi. Ciddi, ciddi bizlere o zamanın şartları içinde, toplum içindeki sosyal davranışlardan tutun da pratik sağlık, yiyecek içecek, dikiş nakış başlıkları altında birtakım esasları ve ipuçlarını öğretmeye çalıştıkları bir davranış dersiydi. Ama bu bizim sınıf için trajikomik oluyordu. 

Çocukların çoğunun barındıkları yerler ev ve aile demekten uzak, kıt kanaat yiyecekleri ile  gaz lambası ve mangaldan ibaret konforlarıyla yaşıyorlardı. Onların hayatları bambaşka idi. Ama o çocukların yaşadıkları hayatın bilgisini anlatacak ne bir öğretmen ne de bir ders kitabı vardı okulumuzda.

Babasından aldığı örneğe göre hareket eden, anasını ve kız kardeşlerini aşağılayan bu çocukların, elde şiş haroşa veya iki ters bir düz örgü yapacağını veya ellerine bir parça bez alıp, makina dikişiyle yama,  hristo teyeli yapacağını, düşünebilir misiniz? Müzik dersimize yaşlı bir öğretmen gelirdi, bu çocuklara solfej öğretmeye çalışır sonra da koro halinde Postacı şarkısını söyletirdi,  hayatlarında postacı ve mektup  görmemişlere. Bir gün de metronom getirmiş öğretmen masasına koymuştu, epey eğlenmiştik, o tik tak dedikçe. Öğretmen görevini yapıyordu ama bütün öğrencilerin, ben hariç yaşadıkları ortam, sert ve acımasızdı. Onları tek başlarına kaderlerine terk ediyorlarken sanki boğula, boğula çayda çimmeyi öğrenir gibi, eziyet çeke çeke yaşayan, şansı varsa yaşar ortamında büyümeye zorluyordu. Bu sefiller dünyasında erkek acımasızlığına karşı anaların da fazla yapabileceği bir şeyleri yoktu. Analar da o çayın içinde debeleniyorlardı, erkekler de. Eve dama girmeyen Seyfo’yu bir tek annesi ikna edermiş. O  da kısa bir zaman için, sonra okula kafasında ve yüzünde morluklarla gelirdi zavallı.   Canik öğretmen velisini çağırmış mı idi şimdi hatırlamıyorum ama dayak vuran (Diyarbakır’da döven demezler) anasının babasının yerine, abilerinden biri gelmiştir geldiyse de. O çocukların yaşadığı ortamlarda batı tarzı romantik ve neşe dolu müziğe yer yoktu. Türküler, ağıtlar vardı yaşamlarında. Kara sevdayı imrendiren, kavuşmazsa ölümü çağıran, gurbet illerde çaresiz aramalar, kara tren, ya da kara toprak üzerine ayrılıklar ve ölümüne kavuşmalar üstüne kuruluydu bütün müzikleri.

Bazıları aradıkları sevgi ve güveni ev dışında, okuldaki arkadaşları arasında ararlar da arkadaşlıkları son derece içten, saflık derecesinde güven dolu olurlardı. İşte Seyfo’nun da arayışı taa İstanbul’a kadar sürmüştü. ister kafadan uyduruyor olsun, ister gerçekten İstanbul’a kaçarak gitmiş de olsa o hâlâ evden kaçışı kendi için yeni bir sayfa ve yeni bir başlangıç olarak görüyordu. Hayal de olsa onu yaşıyordu...

Gerçekte de keşke bu kadar basit olabilse idi. Seyfo bu konuda tek değildi, hatırlıyorum ilkokuldan sonra Orta Okuldayken diğerleri ile de tanıştım. Babasının bütün gayretine rağmen İmam Hatipten atılan cebinde sustalı taşıyan, bir kavgada bacağından bıçaklanmış, Din bilgisi öğretmenine “o duayı okuyamam hocam, hamamcı oldum” diyen çocuklar da vardı. Mesela Sami Hazinses diye bilinen oyuncumuzun Ermeni olduğunu ve ilkokuldan sonra olsa olsa 15, 16 yaşlarında, İstanbul’a çalışmak için gittiğini de öğrenmiştim. Sonuç olarak ben o zamanki aklımla Seyfo’nun bu kaçış hikayesini hayret ve dehşetle dinlemiştim.

 

 

***

 

1959 – 60 sezonunda ihtilalden sonra ilk okul diplomamı aldım. Bizim zamanımızda (bu lafı da hiç sevmem, bir nevi övünme gibi söylenir) yıl sonunda bitirme imtihanı yapılırdı mezun olabilmek için. O imtihanlardan yüksek derece ile geçmiştim. Yani sonuçta okul ilkokul, başka ne olabilirdi ki.

Unutamadığım bir anı ise, matematik, geometri sınavında bir bayan öğretmen bana boş bir mektup kağıdı verdi, “bununla bana bir silindir ve bir koni yapabilir misin? Ama bükme, kıvırma yok.” dedi. Öyle yaptım olmadı, böyle yaptım olmadı. Elimden aldı kağıdı, alt ve üst kenarların ortalarından tuttu ve kağıdı 360® çevirdi boşlukta, “işte bu silindir” dedi. Hayalen tabii. Sonra kağıdı köşegeninden düzgünce yırttı, yırtılmamış kenarının alt ve üst kısmından tuttu ve onu da 360® havada çevirdi. “Gördün mü. Bu da bir koni “dedi yüzünü buruşturarak. Oradaki öğretmenler de olayı kavrayamamıştı. Ama bu kolay ama zekice verilebilecek, klasik müfredat harici bir sorunun cevabının benden beklenmesi hoş bir şey di. Canik öğretmen kuruldaki diğerlerine beni nasıl tanıtmışsa, heyettekilerin benden beklentileri standart bir başarıdan daha yüksek değilse de, değişik olduğu belliydi. Eğitim hayatım boyunca bu tür sorularla karşılaştım, bazılarında gerçekten çuvalladım. Bu da bunlardan biriydi. Ne? Ben aslında üstün zekâlı değildim ki, olsa olsa inek tabir edilenlerden olabilirdim. Okurdum bol bol, çalışırdım.

Sıkılmış ve utanmıştım, böyle basit bir soruya cevap veremediğim için. Bu tür düşünceyle daha sonra lisede okurken integral hesaplarında da karşılaştım. Küçük küpcüklerden bir kürenin hacminin formülünün bulunması gibi aşırı uçlarda bir anlayış gerektiriyor, küpcükler o kadar ufalıyor ki sonunda noktasal boyutta bir küreye varıyor, firesiz, boşluksuz, sonunda bunların toplamı kürenin hacmini veriyordu.. Bugün de sorsanız gene açıklamasında çuvallarım...

Nerden nereye? Ama o gün mahcup olmuştum.

Sonunda elimde çıkışım –var mıydı, yok muydu, çıkaramıyorum– okulun bahçesinden koşa koşa çıkarken, her vesileyle okulda koro halinde söylenen bir türkü vardı aklımda, o zamanlar moda olan

 

Mardin Kapısından atlayamadım,

Paralarım döküldü toplayamadım.

O yare mektup yazdım yollayamadım,

Vurmayın arkadaşlar ben yareliyem.

El alem al geymiş ben kareliyem

 

Ne yazık ki, bu son olaylarda Süleyman Nazif ilkokulu, Kurşunlu Camii de çevredeki diğer evler gibi örgüt tarafından polise karşı kullanılmış, tabii yanmış harap olmuş, Gelen İtfaiye çatışma sonuna kadar beklemiş olmalı, okulun resimlerini gazetelerde gördüm. Suriye’den çekilmiş savaş sahneleri gibiydi. Seyfoların, Memetlerin, Perihan ve Canik öğretmenlerin, Sadık ve Tefoların hayalleri de dumanlara karışmış gitmişti. İçim sızladı...

Sadık 23 Ocak 2016



[1] Süleyman Nazif, Yurtsever Gazeteci ve Yazar, İstanbul’un  İngilizler tarafından işgal gününde yazdığı “Kara Gün” adlı makalesiyle işgale karşı ilk kıvılcımları ve infiali başlatmıştır.

2 yorum:

  1. Sevgili Sadık, eline aklına sağlık.
    1959, 1960 yıllarının Diyarbakır sosyal yapısını anlatan en naturalist hikaye!

    YanıtlaSil
  2. Sadık, aklina eline sağlık. 1973 yılında bir kere gitmiştim diyarbakıra. O yöreye ait anım da yok. İmkan olsa da ilkokul arkadaşlarımıza ulaşsak. Bu arada hafızanı ve onun verileriyle oluşturdugun akıcı dilini kutluyorum.

    YanıtlaSil