Burası Benim Evim



 

Sirenler çalmadan bir buçuk, iki saat önce en son tırla homo sapiense en yakın hayvan olan şempanzeleri dört büyük kafes içinde yükleyip yola çıkarmayı başarmışlardı.

Savaştan bir ay önceydi, ne düşündüğünü ve endişesini personelle paylaşıyordu. “Çok uzak ihtimal ama bir savaş çıkması halinde hayvanları burada barındıramayız beyler” demişti Müdür o personel toplantısında. Herkes birbirine baktı, savaş çıkar mı diye gülümsediler, kendi aralarında mırıldandılar bir süre. ”Bu bana göre mukadderat” dedi Müdür. Her birinin yüzüne ayrı ayrı baktı.

“Zamanın geçiyor olması kavganın gecikeceğini gösteriyor. Ama bu gecikme bu savaşın olmayacağını göstermez. Şu dünyada onları bizden daha iyi anlayacak kimse olamaz. Bazılarınız gençsiniz, hatırlayamazsınız. Biz onlarla aynı tarihi paylaşan birleşik bir devlettik, aynı rejime ortaklık ettik.” Gözlerini üzerlerinde dolaştırdı yeniden. Bazıları başı önünde dinlerken, biraz daha genç olanlar çevreyi seyrediyordu. Yerinde doğruldu, “Arkadaşlar biz onları başkalarından çok daha iyi anlıyor olmalıyız.” dedi.   

“Eğer olağan dışı bir gelişme olursa bu canlıların güvenceleri biziz” diye düşüncesini açıklamaya başladı.  Anlattıklarının ana fikri, savaş çıkma olasılığı bu kadar yüksekken o zaman geldiğinde bu canlıları nasıl koruyacak, yaşatacaklar ve sonrasında ne olacağı idi. Hepsi kırk hektarlık bir alanda bine yakın hayvan türünün varlığından sorumluydular. Müdür otuz senedir burada çalışmaktaydı, önceleri bir veteriner hekim, son yirmi senedir bir yöneticiydi yani hayatının otuz senesini bu hayvanlarla beraber yaşamıştı. Hayvanların neredeyse hiçbirinin bu kafes dışında başka bir çeşit yaşamdan haberleri yoktu, hayal bile edemezlerdi. Çoğu bu hayvanat bahçesinde hayata başlamışlar, bazıları ellerine doğmuştu Müdürün. Sevgiyi de sevgisizliği de bu hayvanların arasında görmüştü. Her türlü kapris ve kahırlarına katlanmış hem de severek katlanmıştı. Parasızlık, kıtlık çekmişlerdi, hepsini başarıyla idare etmişken ilk defa gelecekten bu kadar endişe ve korku duyuyordu.

Müdür bağlı olduğu Bakanlık müsteşarına korkularını ve alınması gereken tedbirleri aktardığında, adamcağız heyecanla haklı olduğunu söyleyip konuyu Bakan beye aktaracağını söylemişti. Ertesi ziyaretinde Müsteşar, Bakanla konuşmuştu. Ama onda ve diğer onlarda da kesinleşmiş bir düşünce olmadığı belli olmuştu. Kabine şu anda bu tür hareketlerin halkın huzurunu kaçırmak olur ve bu tür karar ve görüntüler karşılarındaki düşmanı kızdırmaktan, düşmanlıklarını artırmaktan başka bir işe yaramaz diyorlardı. Zaten doğu illerinde ayrılıkçıların hareketleri yatıştırılmaya çalışılırken, polisin maksadını aşan baskıları karşı tarafta kin ve intikam duygularını körüklemekte olduğundan bir askeri harekât başlatmak zorunda hissediyorlardı kendilerini.  Kabinedeki bakanların çoğu kırk yaş civarındaydılar. Tarım ve hayvancılık bakanı olacak kişi ise kırk iki yaşlarında genç bir adamdı,  Düşmanları addettikleri toplumla kırk yıl önce bir birleşik devlet olduklarını, onlarla aynı tarihi ve benzer dili kullandıklarını ayını ırktan olduklarını hatırlamaz görünüyorlardı. Oysa ortak ataları steplerdeki mezarlarında ters dönüyor olmalıydılar.

Uykuları kaçmıştı Müdürün. Ellerinde on beş, bilemediniz yirmi günlük yiyecek stokları kalmış olduğunu hesaplamıştı. Öyle her elinize geçeni de veremezsiniz, kedilere et, but vs fillere tonla saman, deve kuşlarına samanla karışık börtü böcek, yılanlara ölmüş tavuk, tavşan vs akvaryumlara kurutulmuş diatome ve diğer deniz kabukluları vs dağıtacaksın ki keyifleri yerlerine gelsin.  Zaten bütün gün ekmek elden su gölden, işsiz güçsüz yan gelip yatıyorlardı. Yemeğini hak edenler sadece “Papa Slon” adlı baba fil ile Zenzibar dedikleri erkek deve idi. İkisi de bakıcıları eşliğinde, para karşılığı sırtlarına meraklıları alıp bahçeyi gezdirerek ekmeklerini kazanıyorlardı.

“Yiyecek konusunda bir ay sonrası karanlık” dedi kendi kendine. “Para durumları, o daha da karanlık”. Aklına koca devletin başkentinde otuz yaşında veterinerken, doksan sekizde yaşadıkları mali kriz kargaşası ve iskambil kâğıtları gibi yıkılan bankalar ile iç edilen zavallı halkın tasarrufları geldi. Üstelik bunlar Kafkaslardaki çatışmaları saymazsak savaş filan yokken olmuştu tabii.  Savaş başlarsa buradaki bankaların durumunun onlardan daha da kötü olacağını düşünüyordu. “Hayvanat bahçesinin tahsisatına biraz daha para eklenilse hayvanları yaşanacak muhtemel krizden sağ salim kurtarabiliriz.”  Bu düşüncesini Bakanlığın Müsteşarıyla paylaştı ertesi gün. Müsteşar sekreterine, kendisine telefon bağlamamasını söyledikten sonra üstü kadifeden kapitone kaplı ses geçirmez kapı kanadını kendi elleriyle itinayla kapattı. Hayvanat Bahçesi Müdürünün karşısına geçip alçak sesle:

“Sevgili Müdür, Perestroyka ve Glasnost ile Sovyetlerin dağıldığını hatırlayan senle benden daha yaşlı birileri yok bu bakanlıkta. Yaklaşık kırk yıllık geçmişi olan Federal Cumhuriyette de olmuşla yıkılmışı bilen vatandaş sayısı çok azdır ve onlar da etkili olamazlar. Tıpkı eski komünistlere yaptıkları gibi, onları görmezden gelirler, biliyorsun.  Birliğin dağıldığı zamanlarda doğan bebekler şimdi kırklarına merdiven dayadılar. Politika da onların düdüğü ötüyor bayım” dedi. Müdür de aklından sık sık geçirdiği şeyi söyleyiverdi.

“Şimdi de o gençler korkarım birbirlerine girecekler.”

O akşam eve gittiğinde müsteşarın dediklerini düşünmekten başına ağrılar girmişken yemek bile yemeden kendini somyanın üzerine attı. Eski bir Sovyet ev bloğunda biraz makyajlanmış bir dairede oturuyordu. Gözleri bir süre hazır plaklardan oluşan tavanın derz çizgilerine takılı halde kaldı. Yıllar önce çok sevdiği karısı “Sen benimle değil sevgili hayvanlarınla evlisin, be adam. Bizim yanımızda değil her an onlarlasın. Bu ortaklığa katlanamam” dedi ve çocuğunu da alıp kendisini terk etti ama zavallı müdür kendini bir türlü düzeltemedi hâlâ gece gündüz o hayvan dostlarıyla yaşıyordu. Her yattığında huzursuz ve sıkıntılı geceler geçirir olmuşken şimdi de çocukları kabul ettiği hayvan dostlarının trajik sonlarıyla dolu rüyalar görür olmuştu. Müdür çok geçmeden uykuya dalıverdi. “Korkuyorum ama bu olacak” diye Bakana çıkışırken gördü kendini rüyasında. O anda hayvanat bahçesinin ortasında bir patlama meydana gelir. Hayvanlar panik içinde parçalanan kafeslerinden kaçmaya başlarlar. Müdür dehşet içindeki hayvanların önüne çıkıp ortaya dikilir. O sırada hayvanat bahçesinin tek zürafası, üstüne doğru koşuyordur. Zürafanın boynundaki yelelerinin tutuşmuş ve yanmakta olduğunu görür. Hayvan koştukça alevler büyüyüp ipek bir fular gibi boynunda dalgalanırken zavallı dehşet içinde gözleri yuvalarından dışarı uğramış, dili de sonuna kadar ağzından sarkmış, halde bağırmaya çalışıyordur.  

Pıt, gözlerini açtı ve hızla somyadan fırladı. Dehşet içinde kâbus gördüğünün farkına vardı. “Bu rüya olacakların bir habercisi” diye düşünürken tekrar uykuya daldı.

Şehir sabahleyin soğuk ve puslu bir güne uyandı. Banyodaki aynada kendi hayaline yüzünü buruşturarak baktı adam, “Ağzımdaki buruk tatla, tatsız bir güne başlıyorum” diye tıraşına başladı. “Koca bir haftayı boşa geçirdik. Hiçbir iş yapamadım ama onlar yığınaklarını tamamladılar” dedi aynadaki Müdüre. Çabucak hazırlanıp Validen aldığı randevusuna telaşla koşup gitti. Özel kalemi sabah erkenden şehir dışına gittiğini bugünkü randevuları iptal ettiğini söyleyince canı fena halde sıkkın karargâhına geri döndü. İlk iş dişi deve Cemile’nin başına gitmek oldu. Evet, diğer veterinerlerin dediğini onayladı, doğum başlamıştı, biraz sonra üzerinden dumanlar tüten, ıslak, yeni yavru samanların üstüne düştü. Bu yavrucuk burada doğan ilk deve yavrusuydu. Cemile ayakları üstüne kalkmağa teşebbüs eden yavruya kıçından iterek yardım ederken bir taraftan da onu yalayarak plasentadan kurtarmaya çalışıyordu.  O gün özel kalemden Valinin dönüp dönmediğini iki sefer daha sordu ama cevap olumsuzdu.   

Akşamüstüne doğru personelinin ekip başlarını yemek salonunda topladı. Onay geldiği anda bir sivil seferberlik içinde hazırlanıp hayvanat bahçesi ekiplerinin neler yapacağını açıklamaya çalıştı ama gelen sorulardan savaş olayının yine fazla ciddiye alınmadığını anladı. “Ne oluyordu bunlara? Gerçi Hükumetin de bir savaş ihtimalini uzak gördüklerini düşününce bir Hayvanat Bahçesi çalışanının da savaşı uzak görmesini normal karşılamak gerekir, ben mi vehme kapılıyorum acaba?” dedi kendi kendine. Tekrar tekrar kimlerin neler yapacağını anlattı. Adamları dinlediler.

“Kapalı alanda sergilediğimiz akvaryum balıkları, kelebekler, böcekler ve sürüngenler haricinde diğer bütün hayvanları büyük çekicilere yükleyeceğiz. Her çekici de birer bakıcı olacak şekilde en az on, on iki çekici hazırlarız. Yeter ki paramız ve iznimiz olsun” dedi.

Ertesi sabah yine dört dörtlük hazırlandı, makam şoförü siyah Volga marka arabasıyla onu alıp ilk olarak Valiliğe getirdi. Hava yine kasvetliydi arada bir kar serpiştiriyordu. Valilik özel kaleminde şaşırtıcı bir kalabalık vardı, ama Vali bey henüz yoktu. Sekreterden öğrendiği kadar belki öğleden sonra gelebilirmiş. Sinirleri keman teli gibi gerildi, midesine sancılar girdi. Bu ikinci günüydü ve adam saklanıyordu. Sabah evden çıkarken karar vermişti, eğer Valilikte bir terslik olursa doğru müsteşara gidecek ve Bakana çıkmanın bir yoluna bakacaktı. Valilikten çıktığında meydana insanlar toplanmışlar ve doğudaki ayırımcıların üzerine özel kuvvetlerin sevk edilmesini protesto etmeye başlamışlardı. Hayvanat Bahçesi Bakanlığı özgürlük meydanına çıkan ana caddelerden birinin üstündeydi. Oraya yayan gitti. sekreterin ilk sorduğu soru “Randevunuz var mı efendim” oldu. Müdür Bey kartvizitini sekreterle içeriye gönderdi. Sekreter hanım, dışarıda önceden gelip de bekleyenler varken, onu içeri davet etti.

Müsteşar Beye kucağında ne var, ne yok bütün kozlarını saydı, döktü. Frankfurt Hayvanat Bahçesinin başındaki sınıf arkadaşından bahsetti. Bir tarihlerde buradaki bahçenin kurulması sırasında birer çift timsah, flamingo ve Tavus kuşu hediye ettiklerini ve şimdi de geçici olarak her türlü hayvanı kabul edebileceklerini söylediklerini Müsteşara aktardı. Şu anda “Frankfurt Hayvanat Bahçesinin, Kardeş Hayvanat Bahçesi” olduğunu söyledi.  Bunları öğrenmek Müsteşarı çok heyecanlandırdı. Müdür “Benim düşünceme göre yarısını Frankfurt’a yarısını da Varşova’ya göndermeliyiz” diye heyecanla gülümsedi. Birlikte Bakanın yanına geçtiler.

Bakan, Hayvanat Bahçesi Müdürünü ilgiyle dinlemeye hazırlandı. “Kısa anlatın lütfen” Müdür anlattı. “Ben den ne istiyorsun Müdür Bey?” Saksafonun si dediği yer. “Para ve gerekli müsaadelere ihtiyaç var Sayın Bakanım” dedi. Müsteşar araya girerek daha samimi bir ortamda, saygıyla konuştu:         

“Saygı değer Bakanım, ben dokümantasyon ve müsaade yazılarını sizin imzanıza hazırlatırım, ayrıca Başbakanın da onayını almalıyız.” Müdüre dönüp sordu: “ Ya sen Müdür?”

“Almanya ve Polonya’ya gidecek kargoların listeleri hazır” diye cevapladı Müdür. Müsteşarla Bakan tahsisatı nereden bulacaklarını tartıştılar, anlaştılar ama çok fazla değildi paraları. “Başbakanlık ya da Maliyeden ek bir tahsisat aktarılmasını isteyebiliriz efendim” dedi Müsteşar. Müdür içinden sevindi. Galiba bu sefer şans yaver gideceğe benziyordu ancak zamanın çok daraldığı ortadaydı.

O sırada Doğudaki ayrılıkçılar kendilerinin bağımsız bir devlet kurduklarını ve bu devlet ülkedeki karışıklar bahanesiyle Büyük Ağabeyi barış gücü olarak ülkeye davet ettiklerini açıkladı. Kimin topraklarıymış orası? Bakan açık duran TVye doğru döndü. “İspati Rua’sını çekeceğiz galiba” dedi dalgın dalgın. Bakanın odasında buz gibi bir hava dolaştı. Bakan Bey de ürperdi, arkasındaki radyatörün vanasına uzandı ama vana sonuna kadar açıktı ve radyatör son derece sıcaktı. Müsteşar oturduğu koltukta geriye yaslandı ve derin bir “of” çekti. Hayvanat Bahçesi Müdürü yerinden kalktı.

“Müsaade ederseniz ben istenen belge ve yazıları tamamlamaya ofisime  gidebilir miyim? Milli Transport ile konuşacağım, fiyatlarını öğrenmek ve plan yapmak lazım” dedi, ayağa kalktı. Bakan başını salladı.

Dışarıda Özgürlük Meydanındaki protesto mitingi, polisle kavgaya dönüşmüştü.  Artık sözler ve konuşma kalmamış, polislerin durmadan çalan sirenleri, inip kalkan coplarıyla insanların acı ve hırs içinde küfürleriyle biber gazı tüfeklerinin patlamaları bir çeşit kıyamete dönüşmüştü. Arabası onu binanın önündeki kaldırımdan aldı, ama arka sokaklardan Hayvanat Bahçesine dönmek birkaç saatlerini aldı. Odasına girince masasının başına geçti, başını ellerinin arasına aldı. İki haftadan sonra hiç olmazsa olumlu sayılacak bir, iki adım attığını hissediyordu.

“İyi yoldayım, aferin bana. Bu zavallıları savaşın insafına terk edemeyiz. Korkak ve çekingen olur, insana yanaşmazlar” diye mırıldandı.

“Kafesteki hayvanların, yani insanların yanında yetişen hayvanların bir zorluğu insanları anlayabilmek, sonra da kendi isteklerini onlara anlatabilmek diye kabul edilir.   İlk nesil vatanlarından koparılıp kafeslere tıkıldıklarında müthiş özlem ve hasret çekerler, sıla hastalığına yakalanırlar. Uykudan ve yemeden içmeden kesilirler, geldikleri ortama uyum sağlayamazlarsa ölebilirler. Bütün normal yaşam koşullarını savaşta olsak bile sağlamamız lazım. Alt yapının aynen çalışmalı. “Mesela elektrikler kesilmemeli. Akvaryumlar üç, dört saat içinde ölüm havuzuna dönerler. Isı santralının elektriği, suyu ve gazı kesilmemeli, normal çalışmalı vs.” durdu.  “Savaşta o şartlar insanlara sağlanamazken bu nasıl olacak?” dedi kendi kendine.

Yardımcısı ile beraber sabahın dördüne kadar çalıştı. Hayvanları kaçırıp kurtarmak amacıyla şapkanın içinden tavşan çıkarmanın peşindeydiler. Sabah saat sekiz buçukta Ulusal Transport Kooperatifini arayıp Başkandan randevu aldı, on beş dakika sonra Kooperatifin İdare binasında, eski bir komünist olan pos bıyıklı başkanla masadaki semaverden votka takviyeli çay içiyorlardı. Babacan başkan arabalarının ve çekicilerin böyle bir iş için memnuniyetle yardıma hazır olduğunu söyleyerek,  Müdüre cesaret verdi.

“Parayı peşin yatırmanıza da gerek yok, bize Bakanlık bir mektup versin, şu iş için, şu sayıda, şuradan şuraya tır nakliyesine ihtiyaç vardır, desin yeter. Ancak araçların yurtdışında akaryakıt alabilmeleri için bir miktar dövize ihtiyaç olacaktır, bunu temin edebilir misiniz? Bu günlerde işte bunu yapmıyorlar” dedi alçak sesle.

Yarım saat sonra Müdür Bey yine Müsteşarın karşısında yorgun argın omuzları düşük oturuyordu. Gece uyumadan çalışmasının yorgunluğu şimdi çıkıyordu. Koltuğunun altındaki gece üzerinde çalıştığı dosyayı Müsteşar beyin önüne koymuş, Milli Transport Kooperatifi Başkanıyla konuştuklarını ona aktarıyordu. Müsteşar Bey bir taraftan onun söylediklerini dinlerken sekreterine Müdürün dosyasından okuduğu evrakın nasıl düzeltileceğini anlatıyordu. Bu yazılar Bakanın imzalayacağı ve Başbakana çıkacak yazılar idi. Kızcağız başını sallayıp kâğıtları topladı gitti. “Son kısmı tekrar anlatır mısın?” dedi Müsteşar, “Kaç avro dediler?” Müdür tereddüt ederek cevapladı: “Şey, yirmi çekici için tır başına 500 Avro, toplam 10 000 Avro lazım dediler.”

“Bir soralım bakalım kasamızda var mıdır?”

“Şimdi için değil, Tırlar hazır olup yurt dışına çıkacakları zaman lazım, Sayın Müsteşarım.”

“Biliyorum, Bakan adına şimdiden olanı rezerve edelim. Ne olur ne olmaz.”

Müdür müsaade istedi ve Bakanlıktan ayrıldı. Yerine döndüğünde hasta anne Şempanzenin biraz önce öldüğünü öğrendi. Kafese girdi, anne şempanze yerde samanların üstünde yatıyordu ve bebek şempanze kadın veterinerin kucağında, boynuna sarılmış halde boncuk gözleriyle etrafına merakla bakınırken buldu. Bakıcılardan biri içine yeni sağılmış inek sütü doldurulmuş biberonu annenin koltuk altına sokarak bir iki dakika tuttu. Biberonu bebeğe koklatarak ağzına değdirdi. Bebek şempanze biberonu iştahla emmeğe başladı. Birkaç dakikada boşalttı. Müdür Bey “Babuşka bunu kabul eder, bakar mı” diye sordu bakıcıya. “Bir denemek lazım Müdür Bey” Müdür içinden “Bir de yetimimiz oldu” dedi.  “Deneyelim haydi” diye bakıcı ve veterinere seslendi. Bebeği alıp revire götürdüler. Müdür odasına dönünce telefonu çaldı. Arayan Bakanlık Müsteşarının Sekreteriydi. Kadın müsteşarı bağladığında adamın sesi üzgün geliyordu ahizede. Bir terslik var dedi içinden. 

“Müdürüm çok üzgünüm. Senin hayvanları başka bir yere gönderemiyoruz bu gidişle… İstediğimiz nakdi bütçe harici diye Hazine ret etmiş. Bakanın dediğine göre, bu günlerde her sente ihtiyacımız var diye bir şeyler yumurtlamışlar. Diğer bütün evrakı Bakan, Başbakan imzalamış vaziyette, hazır.” diye mırıldandı.

“Sayın Müsteşarım şahsi tasarruflarım var. Polonya’ya yola çıkmasını planladığımız ilk beş Tırın parasını yola çıkmadan önce şoförlere ben elden versem, diye düşünüyorum ama takdir sizin” dedi sesi titreyerek.

“Yarın Sabah sizi odamda bekliyorum Müdürüm. İyi akşamlar.”

Kısaca ret mi kabul mü anlaşılmıyordu. Sesi soğuktu ve cevabı beklememişti. Müdür vakit kaybetmeden Ulusal Transit Taşımacılık kooperatif Başkanını aradı. Adam henüz yerindeydi. “Merhaba Başkanım. Dün sizinle hayvanların taşınması üzerine konuşmuştuk Polonya ve Almanya’ya gideceklerin hem akaryakıt, hem de harcırah konusunda nakit ihtiyaçları var demiştiniz” 

Kooperatif Başkanı lafın nereye varacağını adı gibi biliyordu ama sabırla bekledi. “Tahmin ettiğiniz gibi nakit yok dendi. Şimdi ne olacak?”

“Hiiç. Gidemez yoldaşlar.”

“Benim biraz birikimim var, onu ilk gidecek şoförlere elden versek, ne dersiniz? Olmaz mı?” Telefon tık dedi kapandı.

Akşam evinde huzursuz bir gece geçirdi, sabah erkenden uyandı ve başucundaki pilli radyosuna uzandı. Marşlar duyuluyordu derinden derine. Müdür toparlanıp TV nin karşısına geçti. Haberler ağabeyin tanklarının ve helikopterlerinin sınırı geçmiş etrafı yakıp yıkmaya başlamış olduğunu anlatıyordu. Şimdilik başkentten çok uzaktaydılar ama işte dediği çıkmıştı. Bir gün veya bir gece başkente de sıra gelir diye tahmin ediyordu. O zamana kalırsak hayvanları götürebilme şansımız hiç kalmaz diyordu Müdür. Zaman kaybediyoruz, bu hayvancıklar ya gidecekler ya da şanslarına güvenecekler.

Bir zamanlar, 1993 yılı olmalıydı, Sovyetlerin başkentinde görev yaparken Beyaz Evin yani Parlamentonun kendi tankları tarafından top ateşine tutulduğunu, gözleriyle gördüğünden “Onları tanırım” derdi. Olaylar yatıştıktan sonra parlamentoyu ve anayasayı korumak için etrafında barikatlara giren 16 ila 25 yaşındaki sivil halkın daha sonra Parlamento bodrumunda yargısız infaz ile öldürülüp, krematoryumlarda yakıldığını “Radio Liberty” den kulaklarıyla duyduğundan, buralara gelir ve işgal ederlerse nasıl hareket edebileceklerini az çok tahmin ediyordu Müdür. Bu hayvanlara hiç acımazlar” derdi yalnız kalınca. “O zaman gelirse hiçbir şansımız kalmaz.”

Müsteşarın randevusuna gittiğinde bütün bunları ayrıntılarıyla anlattı. Parlamentoya nişan alan tankın numarasını bile hatırlattı, Devlet Başkanı Yeltsin’in tank üzerinde demeç veren resimlerini de hatırlıyordu. İşin güzeli Müsteşar da hatırlıyordu. “Evet, ama bu savaşta sağduyunun galip gelmeyeceğinden nasıl emin olabilirsin” diye soruyordu Hayvanat Bahçesi Müdürüne. O da, ciddi bir tonda:

“Bay Putin’in onun Başbakanı olduğunu ve Yeltsin Devlet Başkanlığından ayrılırken, yerine halefi olarak onu önerdiğini hatırlamıyor musunuz?” demek zorunda hissetti kendini. “Kırk yaşlarındaki kabinenin bunları hatırlamıyor olması normal ama yakın tarihi bilenlerle çalışmıyor ya da danışmıyor olmaları işte bu aptallık. Eski idari rejim ateşlendiğinde ki sistemin zaaflarından faydalanarak ceplerini dolduranların bu servetleri ortaya koyamamanın problemiydi bu” dedi Müdür. “Reformların yapılabileceğini düşünmek yerine Batı’nın teşviki ve baskısıyla halkın gözyaşlarına rağmen acımasız liberalizmi bu birleşik Devlete aşıladılar. Şimdi de dağılmış olan bu devletleri emperyalizmin ağababaları karşı karşıya getirdiler, bir TV dizisi izler gibi seyrediyorlar. Burada sağduyu ne olabilir ki?” dedi ve sustu.

“Şimdi bazı geceler, Hayvanat Bahçesinin bombalandığını, uzun boyunlu zürafanın yelelerinin, baba filin hortumunun tutuştuğunu Sibirya kaplanının korkudan kafesinde saklandığını maymunların ve yetim şempanzenin çaresizlik ve korku içinde kaçıştıklarını ve ağladıklarını, acınası sesler çıkardıklarını, duyuyor, görüyorum. Kan ter içinde yataktan fırlıyorum.”   Müdürün sesi giderek kısılıyordu. Gözleri duvarda bir noktaya takılı konuşmaya devam edip etmemeyi düşünüyordu. “Bayım, aklıma garip bir düşünce gelip oturuyor. Ya diyorum bütün ülke aslında Hayvanat Bahçesinin kendisi ve hayvanlar da bizler isek?”

Sadık Mercangöz    Bağlıca Ankara 26-Mart- 2022

1 yorum:

  1. Sadık Mercangöz’ün üretkenliği sevindiriyor, hep öyleydi. Dizinin bu ikinci yazısı neredeyse George Orwell paralelinde bir metafor.
    Metafor niteliği yazının sonunda ilaveten vurgulanmasa da olur muydu acaba diye sordum kendime. Yanıtlayamadım. Rusya ve SSCB’nin yakın geçmişini, Yeltsin, tanklar, perestroyka-glasnost ve alnına kuş pislemiş Gorbaçev’i bilmeyen kuşaklar bugün olanların böylesine incelikle resimlendirilmesini nasıl algılayacak acaba diye de düşünmeden edemedim.
    Mercangöz’ün tüm diğer yazdıkları gibi bu da virgülüne kadar duyarlı ve güzel işlenmiş. Devamını da okurlar hevesle, merakla bekleyecek. Beklemeye değer, biliyorum.




    YanıtlaSil