Boşluğa açılan Pencere

BOŞLUĞA AÇILAN PENCERE



Ben daktiloya bakıyorum O da bana. 
Mandolinin acı sonu / O. Üstünkök

Silindirde beyaz bi sayfa takılı,  daktilo, beyaz sayfayla birlikte seyrediyorlar beni. Masamda dağılmış dosyalarla beraber mermer isimliğim, çok severim, Çarşı Karakolundayken yardımcı olduğum evkaftan emekli Şefik bey amca hediye etmişti. Mermer üzerine altın yaldızla ismim yazılmış, kocaman anıtsal bir  şey. Nereye tayin olsam taşıdım onu.

            

 “Nereye? Kaç nereye gittin ki. Çarşıdan buraya” dedi  içimdeki  ukala ses. 

İşte bu Şefik beyin evlerinin altındaki kiracısı altı aydır kirasını vermiyor hem de  “Ödemeye gücün yetmiyorsa size uygun bir yere çıkmalısınız efendi, bizi zora sokuyorsunuz” deyince de,

              “Çıkmam ulan! Feriştahın gelse çıkaramaz beni buradan, s.... git!” demeye başlamış terbiyesiz herif. Zavallılar kimi kimseleri de yok. Bir evlatları var imiş ama o da hayırsız, yeri, izi belirsiz. Şefik bey amcalar düşünmüşler, taşınmışlar, güvenebildikleri bir tek polis kalmışmış ama bu belalıdan nasıl kurtulacaklarını çözememişlermiş. benim orada bulunduğum bir saatte gelip anlattı Şefik bey amca. Düşünmüş bu tontonlar, benim onların yeğeni olmama karar vermişler. Mahalleye de bu  izlenimini vermek için bir gün karakoldan resmi üniformam üzerimde Şefik bey amcayla kol kola çıktık ve evlerine gittik. Allah için o zamanlar üniformamın üzerime yakışırdı, çakı gibiydim şimdi biraz kilo aldım. Odada  biraz laflarken  tomruğun geldiğini Şefik  bey amca perdenin arkasından görünce. konuştuğumuz  gibi daha fazla oyalanmadan sokak kapısının arkasında sotalandık  öyle ki tam kapıyı açıp çıkarken bu herifle yüz yüze geldik. Şefik bey amca onun yüzüne bakmadan bana doğru döndü vedalaşmaya başladı.

“Bak bu ziyaretini  saymayız yeğenim. Gelecek hafta Çarşamba’ya Neriman’la birlikte, akşam yemeğine bekliyoruz, unutmazsın değil mi? Bir iki kadeh de parlatırız senin sayende, arslan yiğenim” Göz kırparak “Ama yengen duymasın” diyerek omuzlarıma pat patladı.

 “Sağ ol Dayıcım, artık daha sık görüşürüz. Senin de  bir müşkülün olursa, lütfen çekinme söyle. Artık daha yakındayım, bana anlat yeter. Karakola da uğra ara sıra. Karakoldaki arkadaşlarla da tanışırsın, çok iyi çocuklardır,  çözeriz hepsini evvel Allah“ dedim, ya da buna benzer bir şeyler geveledim, boynuna sarıldım ardından ellerine yumuldum samimi bir şekilde.  Nasıl oynadıysam rolümü, adam Çarşambaya kalmadan bir gece at arabasına yükledikleri eşyalarını toparlayıp anahtarı kapının üstünde bırakıp sırra kadem basmışlar tabii birkaç aylık kirayla beraber. Şefik bey amcam buna razıydı. Ertesi gün almış gelmiş amcam benim, paketi açtım muhteşem bir mermer isimlik getirmiş.  Elimle tartım, bayağı ağırdı. Masamın ortasına, sağına soluna yerleştirip her yönden baktım, masaya da çok yakıştı. Başka kişilerde görüp imrenirdim. şimdi benim de olmuştu.  İşte hikâyesi bu.

Her neyse. Birkaç yıl sonra komiserliğe terfi ettim. İsimliğimden ayrılmamak için  Yüksek Kaldırıma gidip mermer isimliğimin üzerine ismimin altına “Komiser” diye yazdırdım. Baş komiser olduğumda altına “Baş” yazabilmek için yer de bıraktırdım elbette. Ne kaldı şunun şurasında.

 

 

***

Bir zaman sonra Cibali’ye gönderildim, sürgün değil, terfiyen. Öyle ya, Muammer Karaca’nın baş komiser olduğu karakola terfiyen değil de nasıl gelirdiniz? Yamru yumru olan ilk karakol binası  geldiğimde terk edilmek üzereydi. Bayağı bayağı korkutucu binaydı. Kararan badanaları, kalın parmaklıklı pencereleri nice kahkaha ve çığlık ve inlemeleri gizliyordu ama bir duvarın karşısına geçip te gözünüzü dikkatle diktiğinizde makyaj bozuluyor, akıyor, insanı tedirgin eden eski karakoldan kalan sesleri duyuyordunuz... ilk baktığınızda karşımızda yaşayan bir hayalet gibi görünüyordu zavallı bina. Bodrumdaki kuranglezler tevkifhaneleri ve yanındaki kara sac kapak ise kömürlüğü  gösteriyordu. Kömürlük dediysem de basılan randevu evlerinden topladıkları madamalar kalabalık olursa eğer, geçici olarak boş kömürlüğe de kapattıkları oluyormuş. Onun için dünyanın en hoş, en latif ve dahi janjanlı kömürlüğüydü burası. Gözlerimin önüne, rimelleri akmış beyaz jüponları  kömürden kararmış ama yine de makyajlarını tazeleyen madamalar gelince  halâ gülerim.

Bu karakolun aslında tiyatro oyunuyla alakası yok, yazarları yabancı. İlk oyunu  1900 lerde Fransa’da oynanmış ama bizde Muammer beyin oyunu “Cibali Karakolu” olarak aslından daha fazla tanınmış derler. Bu semt karakolunda yaşanan olaylar için de “Aslın da Tiyatroyu geçmiş” olduğunu söylerler. Bir randevu evi baskınında Karakol amiri de Ahlâk zabıtasına yakalanmışmış. Eskiden böyle namus, ahlâk mahlâk çok önemliydi. Cemiyet Ahlâkı denince bir durur düşünülürdü. Ahlak zabıtası vardı. O zamanlar, kabahat değil suçtu bu tür olaylar. Mahallenin namusu diye bir kavram vardı derler. Baskınlara sırf basılanların yüzüne tükürmek için mahalleli de katılırmış, İyice eski zamanlarda başta mahalle imamı ardında zabıtan ve mahalleli, “Acaba erkek kim veya kadın kimlerden?” derler ve yürekleri kabarırmış.

 “Ahh hanım ahh! Son günlerde benim ki eve geç gelir oldu, o çıkmasın şimdi? Kör olasıca, eğer o olursa şart olsun ki boşarım.”  

“Caaart boşarsın. Çocukların var nereye bırakıp da gidiyorsun? Kuma gelmesine bile razı olursun sen. Otur oturduğun yerde. Erkektir yapar, eder asıl  öbürüdür, kuyruk sallamıştır.”

Evden çıkan evli erkeklerin yüzüne en balgamlı tükürüklerini gönderirler, döve döve götürürlermiş karakola.  Yakalanan  kadınlardan hak edenlere vesika verirlermiş, erkekler ne de olsa erkektir, yapabilir kabulüyle erkekler arasında şöhret bile olurlarmış. Uçanı kaçanı kapı aralığında becerir diye  anılanlar olurmuş. Ama kadınlar ondan sonra "vesikalı yarim" olurlarmış diye duymuştum..

Polis telsizim yarı genizden yarı kovanın içinden konuşur gibi seslendi. O çaladursun, nerde kalmıştım? Şimdiyse gazetelerde seviyeli beraberlik haberleri, babası belli olmayan bebelerin haberleri sayfa sayfa. Nerde kaldı mahallenin namusu hikâyesi?  Ben neler saçmalıyorum böyle len? Eskiden böyle mi olurmuş yoksa ben böyle olmasını istediğim için mi böyle anlatıyorum? Bilemedim şimdi...

İşte böyle bir semt karakolunda yüksek lisansımı tamamladım desem yeridir. Ama artık semt karakollarımızın şekli değişti. Birkaç kişi haricinde  herkes sivil giyimli gezinirler, girerler  çıkarlar bu kapıdan. Saç  sakal birbirine karışık alelade simitçi, ayakkabı boyacısı gibi. Toplumun sıtma nöbetleri geçirdiği zamanlardan kalma...

Haydaa masamdaki telsizim cızırtıyla tekrar konuştu.… Şimdilerde  herkesi iyi vatandaş olduğu savıyla ee neydi?? Şimdilerde... Telsiz cızırdamaya  devam etti yeniden...

“Bi müsaade edin be, bi müsaade ulan... O zamanlar Resmi elbiseyle işe gidemez olmuş bizimkiler.” Hırsla telsizin üstüne atladım.

“Ne var len, n’oldu şimdi?” diye bağırdım. Halbuki  bu ufaklığında bir konuşma şekli ve adabı var. Toparlandım tabii. Cızırtılardan sonra mandala bastım.

“... dinlemede.” Dinledim, bir adres verdi. “Adres anlaşılamadı, tamam”.

Dışarıda yağmur var, sağanak. Son yıllarda yağdı mı akıllı uslu yağmaz oldu. Bastır bi sağanak. İçme suyu gölleri kururken, barajlar boşalırken anlaşılır gibi değil, şehirleri seller basıyor, insanlar, arabalar çamurlara batıyor, kayboluyor, boğuluyorlar. Evler dükkânlar boklu çamurlu sulara teslim oluyor vs. vs. 

 

Daktilo ve kağıt bana, ben onlara gözlerimi diktim, bakışıyoruz dedim ya demin, hayır öyle değil. Bir kaç yıldan beri artık masadaki beyaz ekranlara bakıyoruz hepimiz. Her memurun masasına birer bilgisayar yerleştirdiler, işlerimiz azaldı mı? Yoo. Kursa gittik ama yine de iki parmak otomasyonu hakim karakollarda, her memurun kendi stili var, anlayacağınız.   Yerimden kalktım. Şöyle biraz gerindim. Gömleğimi pantalonumun içine yerleştirdim.

“Araç hazır amirim.”

“Lan niye ben gidiyorum acaba? Söyler misiniz?” 

“Oturduğun yerde kurbanlık danaya dönmüşsün de ondan”  Kapıda baş komiserim, sırıta sırıta içeri girerken cevabı yetiştirdi bana.

“Tecrübenden istifade etmeyelim mi yiğenim?” diye sözünü bağladı. “Senin şu isimliğe hayranım anam avradım olsun başına bir şey gelirse benden bilinsin. Benimkiyle değişelim mi, ne dersin? Bi vermedin ki kucağımda isimliği tutarken bir vesikalık çektireyim...” Bu da takılacak beni buldu, bekliyor ki “Amirim sizden ileri mi?” diyeceğim, “Buyurun sizin olsun, filan”diyeceğim vs. Çok bekler.

 

***

Söylenen adrese gittik. Ben varım, yanımda  yardımcım var ekip bu kadar.   Çocukluğumun geçtiği bizim eski semt ve bir garip yapı. Bakıyorum çok az şey değişmiş, ama bazıları çok yıpranmış. Bu yapı da değişmeyenlerden. Ben diyeyim elli, sen dersin yüz yıllık. Madamalar mı oturuyordu acaba? Beynimi zorluyorum.

“Yüz yıl önce de böyle bina var mıymış?” Yardımcım elinde çok akıllı telefonundan araştırma yapıyor buralarıyla ilgili.

Bir yaşlı kadın apartmanın kapısında karşıladı bizi. Apartman denir mi bilmem bu azmana. Üç katlı ama beş kata bedel. Yüksek mi yüksek pencereler çift çift dizilmiş, ama doğramaların kimi var kimi yok, camlarda öyle.  Şimdi sığınmacılardan çocuk kalabalığı olmalıydı buralarda ama bu kadıncağızdan başka kimse görünmüyor ortalıkta. Bu da tuhaf. Kadıncağız  tam bir İstanbul hanımefendisini andırıyor, fakir görünümlü ama asil bir havası var, havadan hafif, rüzgâr esse kadının ayakları yerden kesilecek uçup gidecek gibi geliyor insana. Hatta şimdi bile havada yürüyor gibi. “Havada  mı yürüyor ne?” diye aklımdan geçti. Yaklaştı Şoför penceresinden eğilip seslendi.

“Evet polisi ben aradım.  Ahh sizleri de meşgul ediyorum ama yardımınıza ihtiyacımız var efenim.” Yardımcım halâ cep telefonuyla meşgul.

“Bırak ulan şunu artık. Geldik işte. Buraları benim eski mahallem.”

“Baş komiserim, her zaman köşedeki ayakkabı boyacısını bile gösteren bu casus pezevenk, ne sokağı ne binayı bulabildi, iyi mi? Yuh ulen. Caddeden döndük izi kaybetti bu çok bilmiş alet!” diye söylenerek inmeye çalışırken şoför tarafının penceresinde gülümseyerek içeri bakan gümüşi renk saçlı kadını gördü, afalladı, bu terk edilmiş mahallede yaşayan birini görmek şaşırttı onu. Genelde perişan çocuklar neşe içinde arabanın etrafına toplanıp içine bakarlar ya da duvar diplerinde, tiner soluyanlar resmi üniforma görünce birer birer ortadan kaybolurlar.

“Bana hiç yabancı gelmiyor amirim” dedi karşı tarafa gülümserken dişlerinin arasından konuştu yardımcım, Amerikan artistleri  gibiydi.

“İnanmazsın ama bana da. Çocukken biz bu ev azmanında  oturduk muyduk, çok net hatırlamıyorum. Ama bu hanımefendi gibi bir komşumuz  vardı, Mualla hanım teyzeydi galiba. Ona acayip benziyor ha!”   Arabadan inince bu nazik hanımın önüne geçtim. Yağmurun altından kurtarmak için , hafifçe koluna girip metruk apartman girişine doğru sürüklercesine yürüdük. Yol verdim o önde ben arkada içeriye girdik. Kadıncağızın omuzunda şal olmasına rağmen pembe renkli ince taftadan giysilerinin altında titriyor gibi geldi bana. Elbisenin gögüs kısmında el büyüklüğünde bir leke, galiba pas lekesi vardı. Ama asıl tuhafıma gelen şey kadının böyle bir lekeyle doğal bir şey gibi dolaşmasıydı.

Ona Kendimi tanıttım. Kadıncağız ıslanmaya başlayan ince elbiselerinin altında iyice titremeye başlamıştı. Ona bakarken aklıma “Kafiye keyfiyenin altında mıdır ki bir garip tuhafiye olsundu” diye anlamsız tuhaf bir cümle kafama takıldı. Yağmur yağıyor ben  mırıldanıyordum. Kadına, bu güzel yaşlı İstanbul hamfendisine olayın ne olduğunu sordum. Heyecanla kekeleyerek,

“Hüseyin Avni bey iki gündür ortada görünmüyorlar, bakınız kedileri ortada aç, bilaç kalıverdiler efendim. Hiç ihmal etmezdi bunları. Kapısını çaldım ama cevap yok. Mutlaka başına bir şey gelmiş olmalı. Yaşlı ne de olsa. Sizden yardım istirham ediyorum efendim.”

“O da kim hanfendi?”

“Hüseyin Avni efendim. Eski Darülbedayi oyuncularından. Hatta Yeşilçam filmlerinde de seslendirme yapardı” dedi usulca. Şimdi bu kadının kim olduğunu çıkarmıştım. Evet, O da oyuncuydu, diye biliyorum. Şazimet hanım teyze derdim ona. Mahallede Yıldız diye anılırdı diye hatırlar gibi oldum ama yine de adını söylemedim, Onun yıllar önce öldüğünü sanıyordum. İşte şimdi   bu boktan yerde, gerçekten de bir yerlerden lağım kokuları geliyordu, karşı karşıyaydık. Ama en azından etraf kuruydu yağmur yoktu.

”Burası daha iyi. Şimdi rahatça konuşabiliriz. Siz teferruatlı anlatacaksınız ki biz de anlayabilelim. Şimdi baştan alalım. Hüseyin Avni bey kimdir? Ne işle meşgul? Ailesi veya yakınları yok mu?  Ne oldu ona?” Bu ardı arkasına gelen sorulardan şaşırdı kısa bir süre. Etrafına bakındı kadın ,çaresizce. Yardımcım da içeri girip bu garip ev azmanının giriş kapısını kapattı. Antredeyiz..  Kadının suskunluğu devam ediyorken ben sabırsızlandım.

“Hadi ama bayan, buraya gelmek için elimdeki dosyayı bıraktım” dedim. Kadıncağız titremeye devam ediyor gibi geldi bana. Görünüşü gerçek olamayacak kadar uçuk benizli beyazımsı hafifçe buruşmuş  derisi, ve  beyaz  ipeksi saçlarıyla halâ güzeldi. Aniden  renk değiştiren gözlerini üzerime dikti  tane tane konuştu.

“Memur bey bu Hüseyin Avni benim tek dostum ve en yakın arkadaşım aynı zamanda komşumdu efendim. Ona bir şey olmasından korktum, sizi aradım. Lütfen bana yardım ediniz.”

“Başka?”

“Eşini yıllar önce kaybetmişti, benden başka kimsesi yok zavallının. Birbirimizin tek yaşayan dostlarıydık. O sokakta yaşayan sokak kedilerine bakardı ben ise zavallı köpeklere.” Melül melül yüzüme bakarken araya girdim. Toparlandı.

“Haklısınız hangi ev de oturduğunu söylemedim değil mi? Affedersiniz. Üçüncü katta altı numero efendim. Lütfen acele edelim.”

“Kafiye keyfiyenin altında mıdır ki bir garip tuhafiye olsundu.” Gençken ikircikli işler geldi mi önüme, heyheylerle birlikte bu satır da gelirdi aklıma.

“Kafiye keyfiyenin altında mıdır ki bir garip tuhafiye olsundu”, ne demekse.

“Sizde de anahtarı var mı o evin?” Çıkardı verdi. Ekip arkadaşım elimden anahtarı kapmasıyla eski ama temiz görünen merdivenlere doğru atıldı, biz de peşinden seyirttik Kadıncağızın önünü kestim.

“İsterseniz siz gelmeyin. Biz yukarı çıkar eve bakarız. Siz yorulmayın. Anahtarı sizde de varken  eve uğramamışsın değil mi? Şimdi sizi üzmeyelim. Daha sonra konuşuruz” dedim yarı alaycı yarı kızgın bir ifadeyle. Merdivenlere doğru yürüdüm.

“Üzücü bir manzarayla karşılaşmaktan korktuğum için tereddüt etmiştim efendim” diye seslendi merdiven başından. “Ben onu çok üzmüştüm epeyi bir zaman önce onun da bana aynıcığını yapacağından korktum efendim.”

Onu epey zaman önce üzmüş, ne bu şimdi? Merdiveni yavaş yavaş çıkarken.ne olabilir bu şimdi diye bir düşünce belirdi kafamda.

“Ne işim var lan benim burada? Emekliliğime bir seneden az varken, benim ne işim var bu merdivenlerde?” dedi içimdeki fesat ses. “Adam buraya tayin olduğundan beri seninle uğraşıyor farkında mısın? Gıcık hıyar oğlu hıyar. Hıyara da ayıp oluyor ama bir gün karşılaşırsam ondan özür dilerim. Bütün mahlukattan özür dilerim ama ondan değil.

”Bu herif bunu hakkediyordu. Taşrada doğmuş büyümüş, İstanbul’da caka satıyor herif.

Merdivendeyim, tırmanıyorum, tırmanıyorum ama bir arpa boyu yol gidiyorum gibi geliyordu bana. Hangi kattayım lan? Baktım kat mat değil  dört veya beşinci basamaktayım, kadıncağız da merdiven başında beyaz ince elbisesi içinde halâ titremekte. Hızlandım. Loşluk karanlığa dönüyordu tırmandıkça. Elektrikler kesikmiş apartmanda. Merdiven boşluğu karanlık.

“Nasıl yaşıyorlar burada?”  Sanki ne bekliyorsam, affedersiniz bir mezbele içinde insanlar neden yaşarlar? Yokluktan mı, Yoksulluktan mı? Ancak bunlar yetmez, ilgisizlikten, bir kenarda unutulmaktan, sevgisizlikten, insancıklar terkedilmekten bu dünyaya küserler ve elde var mı, yok mu fark etmez, kendilerini bir mezbeleye hapsederler ki, parası olsa da olmasa da, onlar için her şey artık bir mezbeledir. Burada otomatlar yanmıyormuş, ne gam! İnsancıklar adeta yarasalaşır ve senin benim gibi gelir giderler. Ben ne vakalar gördüm, aklım durdu ama zaman içinde her şeyi kanıksıyorsunuz. Karanlıkta görmem mi gerekir, görürüm. Girmem mi gerekir, girerim. Merdiven mi çıkmam lazım karanlıkta, onu da yaparım.

“Ahh, ulan ağzına... kaldırımı, incitti şu baldırımı. Nerde ulan şu çakmağım?” dedim ve ceplerimi karıştırıyorum. “Yok, Yok, yok...” Karanlıkta güldüm. “İhtiyar sen sigarayı bırakalı iki sene oluyor. Ne çakmağı ne kibriti! Bana onu hatırlatıyor diye karakoldaki cümlesini çöp sepetine atmadın mı? Çaycı da sonra onları oradan alıp cebine atmadı mı?” Bir iç çektim derin ki ne derin. Hala içimde özlemi var, o dumanın.

Aslında cebinde bir paketin ve çakmağın olması işe de yarıyordu kuşkusuz. Zanlılarla ilşki kurarken ya da yumuşatırken önce ikramla başlarsın, sonra duruma göre şamar veya sumsukla devam edersin. Ne kadar hoş olmasa da dayak cennetten çıkmadır lafına, ben hak veririm doğrusu. Her ne kadar ceket, gömlek lekelense de bir çok olayları anında aydınlatır. “Konuş bakalım canım”, ciğerim,  evladım, oğlum, koçumdan “Konuş  ulan eşşoğlusu”na geçsen de başına gelenleri ya da yaptıklarını hatırlamıyorsa, ya da  unutmuşluğa yatıyorsa haliyle şapka ceket fora edilir, acele bir senaryo yazılır, ona bu varsayım hatırlatılmaya çalışılır.  İşte bu arada samimi bir sohbet kurmanın en iyi yolu sigara ikramıdır. Daha da samimisi verdiğiniz sigarayı sizin yanan sigaranızla tutuşturmaktır.

“Aahh. Ulan gene ayağıma basamak çarptı. E yuh yani.  küfretmeyecem ulan” dedim yüksek sesle. “El insaf ayaklarım morardı be birader.”

Aklıma benim ortak geldi. O ne yaptı acaba? Varmış mıdır kapısına adamın? diye karanlıkta kendi kendime konuşuyorum.   

“Nerdesin lan Koçhisarlı, sesini, soluğunu duyamıyorum. Neredesin?” diye bir nara patlattım. O sırada basamaklar tükenir gibi oldu. Ayağımı karanlıkta uzatıyorum basamak, masamak yok. İlk katın merdivenini bitirdim çok şükür. Ellerimle yoklayarak sağa sola hamle yapıyorum ama merdiven tırabzanı  olması gereken yeri bir türlü bulamıyorum. Ha şurda ha burda derken orta yerde bir yerlerde   bir basamağa daha takıldı ayağım yine bir küfür.

“Ulan Koçhisarlı nerdesin, vardın mı?” Uzaklardan bir ses geliyor ama o kadar derinden geliyor ki adeta kuyu dibinden. Korktum, çocuk bir yere düştü herhalde diye düşündüm..

Böyle bir karanlık görmemiştim polislik hayatımda. O kadar kara ki üstüme yapışıp kaldı. O karanlık ki nice ayıbı kusuru ve suçları örter, şimdi de onu yapmaya çalışıyor gibiydi. Ellerimi öne arkaya uzatıyorum bir yere takılıp  düşmemek için, bir taraftan da sesleniyorum.

“Seyfo, lan Seyfoo.” İsmi Seyfettin ama herkes Seyfo der ona.”Nerdesin? Ne diyorsun anlamıyorum oğlum, kuyudan mı sesleniyorsun? Yoksa kuyuya mı düştün len?” Ben de biliyorum binanın içinde kuyu olmayacağını. Maksat konuşmak olsun irtibatımızın  kopmasını istemiyorum.

“Bu kapı açık amirim... Anahtara gerek kalmadı, dokununca açılıverdi” diyen sesini seçebildim bir ara.

“Bekle beni Seyfo, geliyorum sakın bensiz girme lan!” diye yukarı seslendim. Yukarıya doğru diyorum ama her taraf kör kütük aynı karanlık, yok birbirinden farkları. Başımı sağa mı çeviriyorum yoksa sola mı gözlerim açık mı yoksa kapalı mı artık fark edemiyordum ama beylik küfürleri sayıyordum herhalde. “Hey güzel Allahım nereye düştüm ben? Lütfen bana acı ve yardım et!”  dedim mi demedim mi duymadım, ne bileyim? Ağzımdan çıkan sesler karanlıkta yutulup gidiyordu, adeta mezar karanlığı içindeydim, kendi sesimi duyamıyordum.   Ayaktayım, sahi öyle miyim yoksa çömeldim mi anlayamıyorum. Kendimi karanlığa kaptırmıştım. O kadar koyu ki karanlık kendimi bıraksam sanki içinde yüzebilirim gibi. Bir yerlerden ışık sızar gibi oldu, ya da bana öyle geldi. Işık mı demeliyim yoksa alaca karanlık mı ama etrafımdaki karanlıktan farklı bir varlık gibi geldi önce. O ışık bana yaklaşıyor gibiydi. Bu bir hayal olabilir karanlık denizde yüzen, ben olabilirim. Halâ ellerimi öne arkaya salladığımdan adeta yüzer gibiyim. Sakinleşmeye çalışıyorum, sakin ol demeye başladım kendime. Kendime mi yoksa yoksa yanımdakine mi? Yoksa yalnız değil miyim? Elimi belime attım, tabancamın kabzasını avucumda hissettim, kendime bir parça güven geldi.

“Yanımdaymış” diye mırıldandım. “Nerede olacaktı?” dedi içimdeki fesat ses.

Anam rahmetlimin  sesini duyar gibiyim, o da derinden geliyor kuyudan bağıran Seyfo gibi. Onu da görür gibi oldum bir ara.

 “İyice hayallere karıştım ben” dediğimi düşündüm ya da bana öyle geldi. Ellerimi öne arkaya sallıyorum galiba ki “pat” diye bir şeye  çarpıyorum. Elimin sızısı kafamda çınladı. “Çınlamaz len” diyorum kendi kendime. “Kafanda çınlamaz, acısını beyninde hissedersin bir süre, sonra geçer” dediğimi hatırlıyorum.  Zaman kavramı kayboldu giderek. Ellerimle elimin çarptığı yeri yokluyorum, bir duvar var. Önümde de olabilir yanımda da. Uzun mu uzun sanki hiç bitmeyecekmiş gibi bir duvar, kapı gibi bir çıkış yok. Yakınımda annemin sesi beni çağırıyor, önümde beliriyor. Sekiz, on yaşlarımdaki halimleyim annem de o senelerdeki simasıyla bana elindeki tabağı uzatıyor.

“Haydi benim aslanım, Çantanı eve bırak,  bu helva tabağını Yıldız teyzene götürüver. Annemin selamı var, dedemin seneyi devriyesiymiş size helva gönderdi, de . Kapıda bekle  tabağı alıp da gel. Yıldız teyzene ne diyeceksin bakayım.?” Sene-i devriyesi derken takıldım, tekrarlattı. Kimse gerçek ismini bilmezdi bu kadının, Şehir tiyatrolarında oynarmış bir zamanlar, “Yıldız hanım” derlerdi, Bizim arka sokağımızda Zengin apartman denen o yerde otururlardı. Apartmanın süslü demirden yapılmış  ağır ve yüksek kapısı ve dışında da, boyumun zar zor yetiştiği yerde, pirinç üzerine takılmış bakalit düğmelere bağlı kapı zilleri dururdu. Bizim müstakil ahşap evlere göre yepyeni gıcır gıcır bir azman binaydı. Aşure ya da helva dağıtırken yılda en az bir defa, mutlaka çalardım o zili. Annem Muharremin onunda aşure ve dedemin ölüm yıldönümünde helva  gönderirdi bu Yıldız teyzeye ama bu apartmanda sadece ona. Annem genç kızken nasıl olduğunu bilmiyorum, bir kere onu çalıştığı sahnede seyretmiş çok etkilenmiş ki bazen anlatır, anlatır onu ve sürmelenmiş, rimellenmiş gözlerini hayranlıkla anlatırdı. O kocaman kapının üstünde elinde top tutan kadın eli biçiminde kapı tokmağı da vardı ama çalsanız da koca demir kapıyı kimse açmazdı. Zil düğmelerine, ayaklarımın üzerinde iyice yükselir, parmak uçlarımla basardım. Sistem basit, merdiven boşluğunda duvarlara asılı bir ip dolaşırdı, kapının kilidinin ipini çekerler  kapı açılırdı. Kapının camından içeri bakardım. İçerdeki loşlukta duvarda kapıya uzanan yer yer sarkmış kapı açma ipinin hareketini görürdüm. Aynı anda demir kapının kilidinin “şırrak” diye açıldığını ve ilk evin kapısında Yıldız hanım teyzeyi gülen yüzüyle görürdüm. Aynen bugün gördüğüm gibi.

“Ne? Nerede gördün? Nasıl?” İçimdeki ses bu sefer iyice heyecanlandı. Taşlar yerlerine oturur gibi oldu. Ayıldım  bugün şimdi aşağıda bekleyen  kadıncağız Yıldız hanım teyzeydi.  

“Hadi canım sen de...” diyordum ki Seyfettin’in  sesi düşüncelerimi yarıda kesti.

“Amirim nerdesin?” Baktım yanımda bir parlak ışık. Bana uzanan karanlık eller.

“Sırıtma len? Amirinin ne durumda olduğunu düşündüğün yok” dedim hırsla ona doğru dönerken. Baktım arkasında Yıldız hanım. “Affedersiniz bayan size aşağıda kalmanızı söylemiştim.  Lütfen siz karışmayın, biz hallederiz” diye çıkışır gibi yaptım. Şefik şaşkınlıkla arkasına baktı.

“Amirim kime dedin?” Omuzlarımı silktim. “Hadi düş önüme de gidelim. Işığı basamaklara doğru tut. Bu yaştan sonra düşüp kalçamı kırmak istemem. Evdekiler perişan olur valla. İçimden “O ne bilsin Yıldız hanım teyzeyi? Annem acırdı kadıncağızın haline herhalde. Bir gün komşuya anlatırken kulaklarımla duymuştum, eee ne de olsa çocuğum ve çocuk kulağı delik olur. Sanıyorum o zaman intihara teşebbüs etmişti Yıldız hanım, mahalleye cankurtaran falan gelmiş hastaneye kaldırmışlardı kadını. O zaman ilk defa duymuştum intihar kelimesini. Biz çocuklar da onun bu evden sedye ile çıkarılışını heyecanla ama sus pus olup seyretmiştik.”

“Amirim bu merdivenler çok çok uzun. Bacaklarımda derman kalmadı. Siz bana beni bekle demeseydiniz geri dönüp gelmez, içeri girerdim amirim. Ama uzun zaman gelmeyince siz aşağı indim. Yoksa biterdi şimdiye kadar. Ama siz haklısınız bu merdivenler ömür törpüsü resmen. Her çıktığın basamağın yerine bir yenisi geliyor gibi” dedi nefes nefese.

“Uzatma Seyfo. Telsizin yanında mı?” karanlıkta fık dedi güldü gibi geldi bana.” Niye bana seslenmedin de şimdi merdiven şöyle , merdiven böyle diye anlatıyorsun oğlum? Üç katlı bu azman binada kaybolacaktım lan. Yılın alıklık ödülünü bize verirlerdi anam avradım olsun Seyfo. Ulan hepi topu üç katlı yer. Duyan da Gök Kafesin merdivenlerine tırmandık sanacak. Geldik mi oğlum?” Ses yok, tekrarladım ama yine ses yok.

“Hey Seyfo. Sana dedim. Son kata geldik mi?” Ama ben nefes nefeseyim. Sözlerimi ben zor duyuyorum soluğumun sesinden. El feneri mi, akıllı telefonun ışığı mı her neyse kesilmeden  önümdeki gölgenin elinde Işık önüm sıra devam ediyor. En yakın zamanda emekli olmalıyım anasını satayım. Bu kilolarla baş etmem mümkün değil. yat uyu, kalk yut, spor yapıyorum diye beş on şnav çek, kendini uyut.   “Aman amirim siz daha bizim gibi nice gençleri cebinizden çıkartırsınız” diyeceğini bekliyorum ama Seyfettin’den ses soluk yok. Be vicdansız, be insafsız, tek kelime etmiyorsun. Halbuki heriften teselli edici bir söz gelmeliydi.  Arkamdaki karanlık, sanki eteğimden, paçamdan yapışmış da aşağı çekiyor gibi geliyordu bana. Ben tırmanmak istedikçe baldırlarıma kramp giriyordu. Hareketlerim iyice ağırlaştı. Seyfo’ya bir iki küfür sallayacağım ama sesim çıkmıyor. Nihayet önümdeki basamaklar biter gibi oldu. Ama karanlık devam ediyordu.

“Ehh vicdansız kadın eğer kayda değer bir şey yoksa ağzıma geleni söyleyeceğim.” Basamaklara çöktüm nefeslenmek için.

“Lütfen memur bey acele ediniz. Kötü bir şey olmadan yetişelim.” Yıldız hanım karşımda arkasına bağladığı gümüş telli saçları ve o beyaz tafta elbisesi ile sahanlıkta duruyor. Avuç içlerini birbirine yapıştırmış dua eder gibi göğsüne gömmüştü kadıncağız. Buraya nasıl tırmandı bu kadın? Seyfettin kulağımın dibinden seslendi.

“Amirim kapıyı açalım mı? Zaten demin baktığımda kapı kendiliğinden açılmış idi. Sizin gelmenizi bekledim.”

“Hanım efendi sizde gelmek ister misiniz? Ama bizim arkamızda bekleyin” dedim Yıldız hanıma. Seyfettin o loşlukta etrafına bakındı.

“Amirim ben kapıyı açıyorum” dedi.

“Ambulans ihtiyacı olabilir Seyfo. Bir anons yap, gelsin.”  Sahanlığın ölü aydınlığında Seyfo elindeki telsizi bir kaç kez mandalladı, çağrıda bulundu ama el telsizinde en ufak bir cızırtı bile olmadı. Görüyorum, onu bırakıp akıllı telefonuna sarıldı, herhelde bataryası bitmiş olmalı ki telefonun yüzü kapkaranlıktı.. İçimden düşüncesizce ve usullere uymadan hareket ettiğim için kendimi kalayladım ama Seyfi’ye  patladım.

“Ulan şu ambulansı önceden çağırsana çaylak! Neyle karşılaşacağımız belli mi ulen?”

Kapıya doğru döndüm, altından hafif ışık sızan kapı gerçekten de açıktı. Yıldız hanıma döndüm ama O ortadan kaybolmuştu, göremedim.

“İçerde görürsen hiç şaşmam” dedi içimdeki ses.

“Kesss!” dedim. Anamın sesini tekrar açık seçik duyuyordum. Çocukluğumdan bir anıyı hatırlatıyordu bana. Hatırladığım kadarıyla, Kadının biri bir adama aşık oluyor ama maalesef adam evli. Karısının adama olan sevgisi o derece büyüktür ki önceleri adamı kıskanan kadın, Adamın gönlünün de ona kaydığını ve onun acı çektiğini hissedince,  giderek bu paylaşılamayan adamı onunla paylaşmaya razı olmuşmuş. Adam iki mihrap arasında kalınca ne tarafa dönse kavga gürültü ve gönül acısı. Çözümü herkesten bulmuş ama bu da konuyu çözmekte yetersiz kalınca yine  karısı erken davranıp  o  zaman yeni yapılmış olan Boğaz köprüsünden kendini denize atarak canına kıydığını okumuştum. Polislikte üçüncü veya beşinci yılım idi, ekiple beraber ben de oradaydım. Sahil Güvenlik cesedi bulamamıştı. Gazeteler günlerce yazmışlardı bu olayı. Bu ölümden kendini sorumlu tutan Adam intihara teşebbüs ederken araya giren sevgilisi onu kurtarmıştı.

“Haydi, içeri girelim Seyfo.” Kapıyı hafifçe ittim, ardına kadar açıldı. Önümüzde taban tahtaları aşınmış kısa bir koridor ve karşıda eski bir askılık alaca karanlıkta belirdi.

“Hüseyin Avni Bey” diye yüksek sesle seslendim, içeriden çıt çıkmadı. Yavaşça sol yanımda aydınlık bir mekana açılan geniş ve yüksek kapıya doğru yürüdüm . O anda yanımdan geçen bir gölge kapının yanına sindi. Elinde beylik silahıyla bizim Seyfo.

“Sok şunu beline Seyfettin.  Baskında değiliz!”

Koca koca pencereleri olan salona yarı açık perdelerinin arasından hava kapalı olmasına rağmen İstanbul’un en güzel manzaralarından biri doluyordu. Karanlığın ardından bu loş ışıktan gözlerim kamaştı. Yanımda yeni bir gölge belirdi, bizim Seyfettin yine. Pencerelerden birinin ispanyoletinin kulpuna yapıştı, bükünce koca pencere kanatları kolayca açıldı. Şimdi sadece manzara değil dışarıda devam eden yağmurun sesi de içerideydi. Ortada bir koltukta bembeyaz gür saçlı bir adam bir eli koltuktan sarkmış, hareketsiz ve sessiz  oturuyordu. Ben bu avurtları içine çökmüş, kırışmış yüzlü hatırlar gibi oldum. Evet, evet, ben bu yüzü tanımıştım sonunda.

“Hüseyin Avni bey,  bizi sizin komşunuz çağırdı. İki gündür sizi göremeyince meraklanmış bizi çağırmış, biz de geldik.” Konuşurken koltuğa yanaştım ama adamda yine bir kımıldama olmadı. “Siz iyi misiniz beyefendi?”  Başı Berger koltuğun yanına yaslanmış, sol elini şakağına dayamış, gözleri kapalıydı. Elimi uzatıp nabzını yokladım. Nabız yok. Başımı salladım.

“Nabız yok ha amirim? Hüseyin bizlere ömür.”  

“Bırak şu zevzekliği. Biraz saygılı ol oğlum. Onun adı Hüseyin Avni. O bir tiyatro sanatçısı ama duayendi. Ömrünün on yılını” sesim aniden kısıldı, “hapishanede geçirmesine rağmen, o büyük oyuncuydu,” diyebildim. Cümlem bitti ama boğazımın düğümü çözülmedi. Gözlerimi salonda dolaştırdım. Sessiz sakin, duygu dolu bir ortam. Duvarların üzerine kitaplar sarmaşık olmuş sarılmış, yer yer renkli ciltler sarmaşık çiçekleri gibiler. Sessiz sakin sahiplerini bekliyorlar. Ortadaki koltukta, Hüseyin Avni bey belki de bir meseleyi düşünürken bu dünyayı bırakmış da öbür dünyayı göçmüş gibiydi. “Merhaba Hüseyin Avni bey” diye mırıldandım.

Babamın hastalığının arttığı günlerde, sıkıntıdayız. Ev kira, üç kardeş okulda masraf diz boyu. O günlerde nereden duydumsa duydum, bir arkadaş ile beraber, Şehir Tiyatrolarının  kapısını çaldık. Figüran olmak için seçme yapacaklarmış.  Böyle seçmeler her zaman olmazmış, genelde tavsiye ile alırlarmış ama herhalde yiyecek simitim varmış, işte gittik. O güne kadar bir ya da iki kere Tiyatro görmüşlüğüm var, onun bile bir avantaj sağlayacağı aklıma gelmezdi ama oldu. Ekip kalabalık. Abiler var ablalar var. Başladık bir, iki prova derken genel provadayız. Oyun hatırımda değil  fakat ben sahne kenarına gelip perde yanında nöbet tutan  bir asker rolündeyim. Perdenin yıpranmış astarını ve her oyunda, sahnenin  yer yer boyası dökülmüş                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          duvarını  görüyordum. Orda bekleyen yangın söndürücü ve kum dolu kovalarla ahbap olmuştum. Sıkılyorum ama her seansta üç beş simit parası kazanıyorum. İyiyim yani.  Sahnenin ortasında Ustalar oyunun çeşitli rollerinde sular seller gibi konuşuyorlar. Zaten şiir ve kafiyelerle örülü bir oyun. Cyrano de Bergerac olabilir.  Tek endişem ben salonu tam göremiyorum, onlar da beni göremeyecekler diye dikildiğim yerden zaman zaman parmak uçlarımda ileri doğru uzanıp, perdenin beni engellemesinden kurtulmak için, usul usul yol alırken bayağı bir ileri çıkmışım. Vasfi bey provayı kesti.

“Ulan söyleyin şu velede, eğer bir adım daha atar da öndeki seyircinin kucağına düşerse, and olsun onu şu perdenin kordonuyla tavana asarım. Mücap şuna bir replik verin de dikkatini oyuna versin” diye gülerek narayı patlattı.

“Sen Baş üstüne kumandanım de. Comprehende?” Ne olduğunu anlamadım ama “Baş üstüne” diye cevap verdim.

“Bağır ulen bağır! Arka sıradaki seyirci de duymalı oğlum” diye bir kaç kere tekrarlattı. Ben de büyük bir ciddiyetle Mücap abiyi talit edierek “Baş üstüne kumandanım” diyorum. O sırada salonun loşluğunda biri hem kahkaha ile gülüyor hem de alkışlıyordu. Mücap abi ona döndü. “Ne o, pabucumun şairi? Senden daha iyi oynuyor Çocuk.”

Baktım,  “Merhaba Hüseyin Avni bey” diye mırıldanmaya devam ediyorum. O gün bana hem gülüp hem de alayla alkışlayan gölgedeki figür oydu. Benim figuranlık işleri aralıklarla bir sene sürdü, günde üç, dört simit parasına tiyatroculuk bu kadar sürerdi. Önüme polis mektebi şansı çıkınca adeta koşarak gittim ama aklım orada kaldı. İşte şimdi burdayız. Yaklaşıp başını  yukarı kaldırmaya çalıştım. Tefekküre dalmış da birazdan uyanacak biri gibi dalmış gitmiş, kapanmıştı gözleri.

“Seyfo, lütfen aşağıya inip acele bir sağlık ekibi almadan gelme!” dedim. Yüzüme baktı:

“Emin misin amirim. Burada mı kalacaksınız? Siz de şu hanımla bir görüşmek istemez misiniz?”

                “Sen fırla ufaklık!” dedim. Koridora çıktığını ve kapıyı ardına kadar açık bırakıp gittiğini görür gibi oldum. Odanın ortasında durup etrafıma bakındım. Merdiven boşluğundan Seyfettin'in ayak sesleri geliyordu.  O uzaklaşan gürültü dışında her şey eski haline geri döndü sessiz sakin ama kafamda yankılanan bir sürü ses kesilmedi bir türlü. Kitaplar, dosyalar ve emektar Remington yazı makinası, ufak tefek ama süslenmiş  görünüşüyle bir sanat eseriydi adeta. Kitaplığın alt gözünde ona da bir yer hazırlanmış itinayla yerleştirilmişti. Masanın üzerinde eski bir Akşam gazetesinin katlanmış ön sayfası üzerinde yarısı yenmiş bir üzümlü kek ve itinayla toparlanmış kırıntılar, yarısı içilmiş bir su bardağı ve içinde tazeliği kaybolmuş, kabarcıklanmış bir su.

                “Hüseyin Avni” diye tekrarlıyorum bildiklerimi. O treni kaçıranlardan, yani hayata tutunamayanlardan biri. Onun nesli çoktan geldikleri gibi ayrılıp gitmişlerdi. O ve onu anlayanlar kalmadı diye biliyorum. Bir ara mahallemizde yaşamalarından olacak çocukluğumdan beri tanıyordum onları. Sonra da tiyatro çalışmalarında baştan itibaren o beni etkiledi.

                “Bir düşün adamıydı” dedi içimdeki ses. ”Fransızcadan oyun tercümeleri yapar, kendi de yazardı ama galiba hangisi oynandı, ya da içlerinden herhangi biri oynandı mı bilmiyorum.

“Her prova günleri karşılaşırdık seninle değil mi hocam? Sizin gelişinizi dört gözle beklerdim. Gelmediğiniz zamanlar o kalabalıkta kendimi yalnız  hissederdim.”

Salonun aydınlığında, Tiyatronun loşluğunu görüyordum şimdi, koltuklar, sahne ve kapalı perde. İşte Vasfi bey ve şimdiki gibi beyazlamaya başlayan yelesiyle ön sırada Rıza Babanın yanındaki yerinde Hüseyin Avni bey etrafınızda Türk Tiyatro dünyasının deve dişleri pardon meşhurları toplanırdı. O kalabalığı görünce usulca aralarına ben de katılırdım. Bayılırdım sizleri dinlemeye. Dünya görüşlerinizi, tiyatro oyunları üzerinden yarıştırırdınız. Bambaşka ve bana tamamen yeni bir dünya betimlemesiydi tüm o anlattıklarınız. Oysa ben gerçek hayatı anlamaya çalışıyordum o zamanlar. Evimizde yaşanan hayatın izlerinin oyunlarınızda olmadığını fark etmiştim.   Yaşadığım çocukluğun o saf, o mutlu, o rüya gibi  hayatından kurtulmanın ipuçlarını sizin sohbetlerinizde bulurdum. Fakat oynanan oyunların anlattığı dünya başkaydı benim dikenli dünyam bambaşka. Hocanın dediği gibi “Reel dünya, sanalının yaşanan kısmıdır. Orada yaşarmış gibi yapar yaşar, ölür gibi yapar ölürdünüz ama gerçek mutluluk hayali hayat ağacının meyvesıdır” derdi diye aklımda kalmış... Polis Okuluna gittim. Ailem de ben de biraz rahata ermiştik ama huzurum öbür yanda kalmıştı. Hoca haklı çıkmıştı. Salonda bir aşağı bir yukarı gidip geliyorum, kafamda karmaşık düşünceler, eski anılar bir de hafif baş ağrısı.

“Her şeyin bir bedeli var, hatta düşünmenin bile...Bu baş ağrısı ondandır” dedi içimdeki ses.

“Hass tir ulan. İnce ince düşünmeyeli yıllar olmuş da ondandır. Paslanmışım.”

Ama Adam sakin, hareketsiz, masum tıpkı uyur gibi oturuyor ortadaki koltukta. Düşünürken onu uyandıracağım diye korkuyorum. Ama sormadan da yapamadım.

“Sahi, beyfendi siz  kendinizi öldürmek mi istediniz, yoksa vadeniz mi sona erdi? Öyle ya herkesin bir vadesi var. Hele sizin geçmişinizi düşününce... ” Önünden geçerken masadan aşağıya düşmüş bir kaç sayfa dikkatimi çekti. Toplanmamış belki de toplayamamış, tam o sırada, o sıkıntı geldiğinde, koltuğa oturmuş, onlar da düştükleri yerde kalmış olabilirlerdi. “Öyleyse Hüseyin Avni bey vadesiyle ölmüş olmalı” diye mırıldandım.

“Yoksa onun için çok kıymeti olan bu yazıların, yerlere saçılmış olmasından rahatsız olur, dayanamaz kendini öldürmeden önce onları toplardı.” Yere çömeldim, sayfanın birinde baştarafına büyük harflerle bir başlık atmış,”Insanın göçü” altına önce iki perde sonra üstünü çizip üç yazmış rakamla. Masanın üzerinde geriye kalan sayfaları karıştırmaya başladım. İnsanın cennetten dünyaya kovuluşunu, sonraki nesillerin atalarından  imrenerek dinledikleri öbür dünyayı ve oraya dönme çabaları anlatıyor gibi anladım ilk bakışta. Şahıslar, ve mekânlar bambaşka bir dünya. “Bunu okumalıyım”, dedim içimden..

“Bak canım. Okuma sana zor gelir, Kitap okumayı sevmez sıkılırsın sen, oğlum” diye saçmalıyor içimdeki ses. Saçmalama sırası bana geliyor.

“Kafiye keyfiyenin altında mıdır ki bir garip tuhafiye olsundu,” diyen manasız sözler tekrar aklıma takıldı. “Ne bu şimdi Hüseyin Avni bey?” diye mırıldandım. Ölüden medet ummak?! O Benim  gençliğimde iz bırakanlardan ilkiydi. Diğeri ise Polis Okulundaki Beden hocası Suat bey. Bu hantal vücudu onun tavsiye ve eğitimine borçluyum. Bu mantalitem ve fiziğimle karım beni buldu, ben de onu.  

“Oğlum sen iyice saçmalıyorsun. Cankurtaran ve Seyfo gelene kadar vaktin var, atış serbest” dedi içimdeki ses.  Zavallı Hüseyin Avni’ye baktım. Onun duygu ve hüzün dolu hayatını sorsam ne der acaba?

“Hocam siz o zamanlar şiir yazardınız ve kuliste zaman zaman oradakilere okurdunuz, çok yıllar geçmesine rağmen bunu hatırlıyorum. Kulis aslında bambaşka bir dünya idi, tabii biz figüranlar orada da figürandık, sizlere yardım ederken o arada hep sizi takip ederdik.

“Burası kulis” derdiniz, “Buraya hem hayal hem gerçek zamanlar sığar,  yaşananla  birlikte mazi de gelir içeriye izinsiz” derdiniz. Hayran hayran ağzınıza bakardım.

O yaştaki genç aklımla sizi yanlış algıladığımı daha sonra anladım. Sizi tanıdığım  zamanlarda ne sıkıntılar içinde olduğunuzu bilemezdim. Eşinizin sizi burada bırakıp öbür dünyayı tercihi, onu rahatlatırken bu garip intikam biçiminin sizi nasıl üzdüğünü bilemezdik, içinizdeki fırtınaları kimse bilemezdi, o zamanlar. Bir Cami avlusunda karısını yolcularken neler hisseder insan?  Geçen aya kadar  anlayabilmem mümkün değildi o hüznü ve acıyı. Tarifi imkansız. Lakin  illa ki zaman yaranıza bir örtü oluyor, yaranızı da sarıyor sizi de, beyefendi. Yoksa dayanılır gibi değil...” Hüseyin Avni beyin yüzüne bakıyorum , beni anlıyor gibi duruyor karşımda.

“İki sevgilinin arasında kalmak nasıl bir şey? Tiyatroda kuliste size hayran kalabalık içindeyken de yalnızdınız ama asıl yalnızlığınız evdeydi.” 

Derin bir nefes aldım. “Eşinizin ardından Yıldız hanım teyzeyi de istemeden de olsa öldürdünüz. Gerçekten sizi bilen, var olan zaaflarınızı çirkinliklerinizi de seven kadınları birer birer yitirdiniz. Ben bu polislikte neler gördüm neler? Bana göre her cinayet bir zaafı örtmek içindir. Ama zavallı siz. Lanetlendiniz, acı ve ıstırap çektiniz ama sonunda istediğiniz yaşama erdiniz. Hayata başlamakta geç kalmıştınız Hüseyin Avni bey, sizi anlayabilecek, sizi takdir edebilecekler size hayran olanlar çoktan gitmişlerdi.

Bir de “İnsan için bu dünya geçici bir yurt” derdiniz. “Kutsal kitaplar öyle derler.  Öyle olmasa bu kadar vurdum duymaz, bu kadar acımasız davranır mı insan yaşadığı bu dünyaya? İnsan doğup büyüdüğü, ekmek yediği, kafa çektiği, sevdiği, seviştiği  bir dünyanın içine eder mi?” derdiniz. “Her şey ebedi alem de yer kapmak için, öyle değil mi? Vallahi biz girersek orayı da mundar ederiz.” Sonrasında herkes gülerdi. Sizin gayet ciddi, “Egomuz bir gezegeni yavaş, yavaş ama kesinlikle öldürüyor” dediğinizi hatırlıyorum hocam.   

Merdiven  sahanlığından sesler geliyordu ya da bana öyle geliyordu.  Salonda koltukta Hüseyin Avni, karşısında ayakta ben, bakışıyoruz gözler kapalı. Aklıma bir soru takıldı birden, iyi de, bundan on beş sene önce Yıldız hanım teyze öldüyse, bugün karakolu kim aradı, bizi burada kim karşıladı? Gün kararıyordu, pencerelerdeki aydınlık azalmağa başladığında. yağmur alabildiğine şiddetlendi. Salonun ortasında durmuş olmayan elektriğin geleceğini bekliyordum, bir taraftan da gözüm sokak kapısında “İşte geliyorlar” diyordum. Masanın üzerindeki yazılı sayfalara takıldı gözüm. Masadaki dağınık yazılı  kağıtları bir araya topladım aceleyle, tam olarak düzeltemeden  ceketimin içine tıkıştırmaya başladım. Bir, üç, beş. Kağıtları buruşturarak tıkıştırıyorum ama dışarıdan belli olmasın diye tekrar tekrar düzeltiyorum. Çalıyordum resmen. Ben ki emekliliğine az kalmış baş komiser ölmüş birine ait bir kağıt tomarını çalıyordum. Aslında bir tiyatro eseriydi yürütmekte olduğum.

Aklımda yine o saçma sapan cümle, mırıldanıyorum.

“Kafiye keyfiyenin altında mıdır ki bir garip tuhafiye olsundu”

Bu tuhaf cümleyi bitirdiğimde arkamda bir hışırtı duydum, kim var diye hızla döndüm ve  gözlerim fal taşı gibi açıldı.

“Sunsaydı meyi Saki, açılsaydı zihnimiz tuhaf niye olsundu”   diyerek doğruldu Hüseyin Avni oturduğu koltuktan. 

Birden sırtımdaki tüyler diken diken oldu, dehşete kapıldım. Olduğum yerde çakıldım kaldım. Uykudan uyanır gibi kalkıyordu adam. “Hocam uyuyor muydunuz? Ama olamaz bu imkânsız!” Gözlerime inanamıyorum. Adam karşımda dipdiri capcanlı. Adam bana soran gözlerle bakıyorken ben de elimde kağıtlarla ona bakıyordum. Yaşlı kırışık yüzü, feri sönmüş gözleri ile, hafifçe titreyerek ve sırtı kamburlaşmış bir halde önümde duruyordu. Açıklama yapmam gerekirdi ama adama ne söyleyebilirdim? Sen ölüydün desem adam ne der? Kimliğimi açıkladım.

“Bakınız Hüseyin Avni bey, iki gündür evinizden çıkmamış, ortalıkta  görünmemişsiniz. Kedileriniz aç vaziyette  ortalıkta geziyorlar sizi arıyorlarmış. Komşunuz olan hanım efendi sizi merak etmiş, bize haber verdi. Birazdan  ambulans da gelecek, doktor sizi muayene edecek.. Durum budur” dedim. Anlamaz gözlerle bakıyorken  içeriye fırtına benzeri esintiyle Yıldız hanımefendi daldı. Bana aldırmadan ona doğru koşar gibi ya da uçar gibi mi demeliydim, gitti ve adamın karşısında durdu. Üzerinde karşılaştığımızdaki ince tafta elbise vardı, elbisenin arkasını ilk defa görüyordum ve elbisenin sırt kısmında da  öndeki gibi koca bir pas lekesi vardı. Üstelik pasın içinde bir delik bariz  bir şekilde görülüyordu.  Dilim tutuldu, ne söyleyeceğimi bilemedim.

            Ellerini adama doğru uzatıp yüzünü avuçlarının arasına aldı, okşar gibi. O şekilde ayakta bir süre gayet yavaşlatılmış hareketlerle konuşmadan ya da konuştular da ben yağmurdan duyamadım, bakıştılar. Adam gevşedi, ayakta sallanmaya başladı, koltuğa düşecek sandım. Biraz daha karşılıklı durdular sonra Yıldız hanım adamın elinden tuttu, o önde, adam arkada yavaş ama uzun adımlarla pencereye doğru yürüdüler. Yürümediler de kayarcasına gittiler. Ben bulunduğum yerde donmuş vaziyette, hiçbir şey yapmadan, gözümü bile kırpmadan, olanları seyrediyordum sadece. Yine yavaş hareketlerle kadın önde adam arkada havalandılar, ve açık olan pencereden boşluğa doğru uçtular. O yağmurun uğultusu içinde kalbimin atışlarını duymağa başladım. “Durun ulan!” diye bağırasım geldi.

            “Gidiyorlar be. Nereye giderler bu yağmurda?” Bir an tereddütten sonra heyecan içinde koşarak pencerenin yanına  vardım. Onları görmek umuduyla açık olan pencereden uzanıp aşağıya baktım. Bir şey göremedim. Başımı yukarı çevirdim, Yağmur sicim gibi yağıyordu. Yüzümde bir an  suların serinliğini hissettim, gözlerimi kapatıp, geri çekildim.  Hey Allahım neler oluyor bana? Gözlerimi sıkı sıkı kapattım sonra yavaşça açtım. Bir daha, bir defa daha. Umudum koltuktaki adamın yerinden kalkmamış oturuyor olmasıydı. “Yine Berger koltukta bir eli aşağı sarkmış, diğer eli şakağına dayalı, gözleri kapalı uyur gibi, oturuyor olsun” diyordum içimden. Biraz önce olanları hatırladım. Kadın adamı resmen buradan kaçırdı. Ölmüş birinin cesedini götürmüştü. Yasalara aykırı, bu bir suç.  

              “Bu yağmurda bu garipler nereye giderler?” diye mırıldandım.

 

***

 

“Kim nereye gider amirim? Siz iyi misiniz?” Seyfettin bana söylüyordu bunları. 

Gelmişlerdi. Baktım, elimde buruşmuş bir kaç sayfa kağıt, yine adamın koltuğunun karşısındayım. Doktor olması muhtemel beyaz önlüklü biri, beni kenara doğru nazikçe itti. Zorlukla hareket ettim.  Biraz sonra sağlıkçılar Hüseyin Avni’yi paketlemişler, götürmek üzere ayaklanmışlardı.                                                                                          

              “Amirim kalp sektesinden ölmüş olmalı” diyordu Seyfo.

              “Yaklaşık yirmi dört  saat önce olmuş olması çok kuvvetle muhtemel. Kesin sonuç otopside çıkar” dedi Doktor olacak genç çocuk. Seyfo’ya şaşkınlıkla bakıyordum.

“Nerede kaldınız?” dedim.

              “Valla on dakka da geldik amirim? Bu trafikte çok iyi. Siz iyi misiniz?” diye şaşkın gözlerle bana bakıyordu.

            “İhbarı yapan komşu nerde Seyfo? Onun da ifadesi lazım biliyorsun” diye mırıldandım. O sırada gözlerim kapalı pencerelerden birinin önünde yerdeki ıslaklığa takıldı. Başımla i




şaret ettim.

               “Haa o mu? O pencere açık kalmış ben gelince kapattım amirim, içeri yağmur girmiş” dedi Seyfo.

              “Sen öyle zannet!” dedim, içimden.

 

Sadık Mercangöz  Artur Burhaniye, 10 Kasım 2020, 09:30

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                           

3 yorum:

  1. Bir nefeste okudum Sadık. Ne kadar dolu dolu bir öykü.Bence bu öyküde aslında bir roman var, hem de Atılgan ayarında. Baksana içinde kaç tane hayat var, hayat(lar) var. Cibali Karakolu'nu, Karacaları, Zobuları, Bedia Muvahhitleri bilenler iç çekerek okuyacaklardır, eminim.
    Eline sağlık. Sevgiyle ve dostlukla... Okan

    YanıtlaSil
  2. Sadık Hocam. Covit 19 Pandemisini boş geçirmemişsin. Hikaye kitabına bir hikaye daha eklemişsin. Hikayende Cibali Karakolunun gerçek hikayesini öğrendiğim gibi, amirim Komiser ile birlikte kah geçmişte, kah o anda yaşadık. Laptop'umum klavyesine ve seninde parmaklarına sağlık. Hikayenin bizlere gelmesini ve gelir gelmez baştan sona okumamızı sağlayan internet denilen meretinde her daim yanımızda olmasına dileyerek, devamını bekliyoruz.

    YanıtlaSil
  3. Sadık kardeşim
    İçime işledi bu...
    Klavyeye parmaklarınla değil kalbinle dokunarak yazmışsın...
    İyi ki seni tanıyorum... Mehmet Hamuroğlu

    YanıtlaSil