Bu okul anısının ardından geçen sene Süleyman ile Fatih'in Okulumuzu ziyaretinden kareleri sunuyorum. Süleyman'ın okuldan çektiği karelere bakınız ve yorumunu okuyunuz hocalar…

Kantinde oturuyoruz, Ergun, Vedat, Yavuz ve ben, tepemizde de Aydın Kılcıoğlu var. Bir benim sırtıma abanıyor bir Yavuz’un. Dışarıdan yayında. Meşhur Mevlüt’ten çay almışız, (meşhurluğu şurdan, İdari, ilimlerden bile tost ve Meyko kola içmeye gelirlerdi, o tarihlerde), o rahatsız alçak masalarda. tabaksız sıcak çay dolu cam bardaklar elimizde, (Şimdilerde kağıt bardaklar var) tek kaşıkla karıştırmışız çaylarımızı hepimiz. Oturuyoruz, Kakara kikiri, çözülen makarada iplik misali; doluya da gülüyoruz, boşa da. Orta holde bütün canlılığıyla bir takoz maçı gidiyor ki çığlıklar okulu sarmış dense yeridir.
Vedat’ın elinde bir kalem, nerden bulmuşsa bir kağıt parçası. (Genelde biz mimarlarda kalem olur da kağıt olmaz, onun için mermer ve formika masalara doğrudan aplikasyon yapılırdı) Bir şeyler çiziyor, biz de onun üzerinde söylenebilecek en olmazı söyleyip, masada kırılıyoruz gülmekten.
Bu sahne hiç
birimize yabancı değil. Biri kumda yürüyen çıplak ayak izleri çizmiş olay
onunla başlamıştı. Biri kağıdı aldı, yanına daha narin çıplak ayak izleri
çizdi, kadın erkek olduğu varsayıldı. Klasik çizgi animasyonuyla karşılarına
bir küçük yuvarlakla çıplak ayak izi çizildi, oldu size bacağını köpek balığı
koparmış korsan önlerine çıkmış.. Nerden bildiniz derseniz. Takmabacağında diş
izleri varmış. Derken takma bacaklı korsan çıplak ayaklı kadını erkeğin
yanından çekip alıyor, çünkü erkek tek
başına kalırken kadınla tek bacaklı korsan yanyana gemiye gidiyor, deniyor. Çünkü
kürek seslerinden anlaşılıyor, derken biri garrç diye bir ses çıkarıyor, “kapı
açıldı” deniyor, Biri bir kuş çiziyor biri, Kaptanın odası olmalı burası, “korsanın
papağanı var” diyor biri. yere dökülmüş tüyler çiziyor başka biri, “geminin
kedisi” diyor birisi,”kuşu yedi” diyor biri ama seksen yaşındaki kuşu kimsenin,
hatta kedilerin bile yemeyeceğine karar veriyoruz, sonra aklımıza kadınla kaptan
geliyor, malum çizgilerle boş bir takma bacak çiziyor birsi, “bu da kaptanın
takma ayağını çıkarıp yatağa girdiğini anlatıyor” diyor biri, kadın yatakta bu
tür çizgi mavraları devam ediyorken, takoz maçı da heyecanla devam
ediyordu.
O sırada Süha hoca
geçiyor elinde bir Tasko Birlik üzüm suyu.bir de maket kartonundan iki kat kalınca
bir kaşarlı tost. Takozculara çalım atarak imtihan pistini başarıyla geçiyordu
ki oralardan fırlayan bir takoz bizim masayı ve bardakları kırarak yanımızdaki
beton duvara çarpıp başlarımıza kadar sıçradı, yaralanan, berelenen yok. Bütün
bunlar bir kaç saniye sürdü. Aynı anda Teoman’la Sinan itişe kakışa takozu
almaya geldiler. Soluk soluğa. Takoz ben de:
“Aga ben de oynarsam
olur” dedim. Adamların umrunda değil, o anda tek düşünce takoza sahip olup
karşı kaleye doğru tepmek. “Tamamdır, kaleye geç. bana at, bana at” nidaları
arasında ayağa kalkıp takozu ortaya
doğru atarken, benim kalktığımı gören Ergun’da toparlandı “Ben de öbür takıma”
diye. Zaten bu oyunun birinci şartı bir adet takozununuz olacak, ikinci şartı
da ayağınızda bit pazarından alınma Roosvelt veya Churchill postal ile sahipleneceğiniz
bir adet kolonunuz olacak, başkaca hiçbir kural yok. Saha çizgisi yok, faul
yok, taç yok, penaltı yok vs. İkimizde
de postal var ve ben bir kolonu aldım O
da diğerine gitti. Ama oyuna girmemin dakikası dolmadan bizim kolonda bir
“taak” sesi. Peşinden bir “Gool” bağrışları, evet, Gol oldu. Takozu görmeniz
mümkün değil, sezgilerinizle savuruyorsunuz ayaklarınızı. Aradan yarım dakika
geçmeden Teoman’la karşı karşıyayım, anında bir çalım yedim, bir “taak” sesi
daha. Ortada dolaşan ve tekme savuran bir çok kişi var ama, bir tek Sinan’la
Teoman it dalaşındalar, soluk soluğa
birbirinin peşinde koşan, yaka paça tutan sürüklenen, düşen kalkan. Diğerleri
figüran. Takoz nerede bunlar ortadalar, pas mas yok vs.
Kaç tane taak sesi oldu
sayamıyorsunuz, ama birileri saymış gibi
ceplerinden uyduruyordular.
Öğleden sonra “System”
dersi var seçmeli. Entropy’ler negentropy’ler, Termodinamik kanunlar vs.
İlgiyle dinliyorum aslında, Süha hocadan
alıyoruz. Hemen büyük hole bakan üst sınıflardan birindeyiz, maçtan sonra zar
zor sınıfa girdik. Terler bir yerlerimizden akıyor. Adeta çöker gibi oturdum
tablalı sandalyeye. Benim şimdiye kadar gördüğüm en kullanışlı sandalyadır bunlar.
Etmediğimiz eziyet kalmazdı da yine de gıkını çıkarmazlardı, tabii “garrrç”
sesi hariç. Siyah metal iskeletli, kolçaklı altında defter kitap koyabileceğiniz
bir rafı olurdu metal ayakların arasında, ama her zaman toz, pislik içinde diye
aklımda kalmış benim. Bazı aslanlar pençelerini koyarlardı oralara.

Süha hoca maçı
yukarıdan seyretmiş, ne kadar dikkatle seyrettiyse, hoca olduğu için bir iki
eleştriden sonra,” içinizde en değişik oynayan” dedi beni gösterdi; “ bu adam bale
yapar gibi futbol oynuyorr” dedi, sevinsem mi üzülsem mi? “hadii ya?!” Aslında
böyle bir oyun dünyada oynanmıyordu. Bu
oyun buraya has bir sportif oyun idi.
Vücudun neresi gelişiyordu diye sual edecek olursanız, her tarafınız gelişirken
Kaval kemikleri darbelere karşı oldukça mukavamet kazanıyordu hata kafalar
bile. Ben bu oyunda hasbel kadar havaya yükselmiş takoza kafa atanını bile
gördüm.

Tuvaletlerde
arabölmeler sacdan mamul olup üzerlerine linolyumdan kareler fayans niyetine yapıştırılmış
idi. Üzerinde de tosun paşa dan nasihatler; Mwşhur Tosun bu helâlarda da
hizmetimizde. Yazılarla promosyonlar; “Sağa bak, sola bak” sen de bakma değil
mi. kafanızı çevirmeseniz de gözlerinizle takip edersiniz, kaçınılmaz olarak. Bir
merak girer içinize sonunda ne çıkacak diye, neyse bu kadar yeter, söylemeyceğim
sonunu. Şimdi de siz merak edin, ne yazılı olduğunu. Kabin karşısında pisuvarlar dizili
ve pisuvar duvarlarında, B2 kurşun kalemiyle konmuş işaretler ve yazılar...
“Ben buraya kadar
işedim”
“Ben de buraya kadar”
“Yuuh ulan. Sen git de
itfaiyeye katıl!”
Tabii, bizden önceki
arkadaşlar tüm rekorları kırdığından bizlere kırılacak rekor kalmamıştı, biz de aynaları kırmıştık, Basic
Design dersinde, yerlerinden söküp üzerinde alçı karacağız ve kalıplayacağız
diye stüdyoya taşımıştık.
Isıtma sisteminde
kullanılan radyatörler, yani üflemeli konvektörler neler çekmiyorlardı bizden. Hele
kantindekiler. Her zaman mutlaka üzerlerinde bizden bir yada iki kişi olurdu
diye hatırlıyorum. Gerçekten de oldukça sağlam imal edilmişlerdi. Üstünde insan
varken bunlar altta yine de çalışırlardı, inleye, tıslaya. Aşağı yukarı bütün cihazların
termosattlarının canına okunmuş ve onlar da termostat olarak dünyaya
geldiklerine pişman olarak terk-i dünya etmişlerdi.
Aradan yıllar geçti,
bir ODTU gününde Fakülteye geldim ,
kantine indim. Binanın içinde çınlayan seslerimizi duymak istedim, duvarlar
soğuk ve yalnız. Uzaklardan yankılanan ziyaret için gelmiş bir iki kişinin adım
sesleri ile masaların bankoların yorgun çıtırtıları dışında bir şey
duyulmuyordu. Bir de bina içinde taa derinlerden, belki de stüdyoların birinde
durmadan takırtıyla çalışan içine cin girmiş bir konvektörün tek düze ürkütücü
sesi geliyordu kulaklarıma. Belki de gerçekte yoktu da bana öyle geliyordu.
Gözlerimi açsam ki, 66
yılı, yılbaşı gecesi için hazırlanmış tavanlar duvarlar, duvarlarda ipek
baskılı harika çiçek desenli afişler, o
heyecan dolu gençlik afişlerini görsem diye bekledim. Olmadı. Şimdi herşey
değişik her şey benden uzak ve yabancı, el gibiydiler Bunları neden yazdım? 1
Temmuz ODTU günü geliyor yine, boynu bükük binamızın boynu bükük kantinini
ziyaret ettiğinizde, ben göremedim ama o cıvıl cıvıl günleri o heyecan dolu
afişleri, o çiçek desenli ipek baskıları bakalım görebilecek misiniz?
Sadık 24 Haziran 17
07:50
Sevgili Sadık,
YanıtlaSilGöreme dönüşü Orbaylarla bir gece ODTÜ misafirhanesinde kaldık. Ertesi gün mimarlığı ziyaret ettik. Basic Design stüdyolarında final için uğraşan talebeleri gördüm bizlerin ilk heyecanları vardı sanki stüdyoda. Son sınıflarda son proje için sakin ve telaşsız çalışıyorlardı, bizlerin sabahlamış suratlarını göremedim doğrusu. bir genç haftaya mimar oluyoruz deyiverdi kendinden emin bir şekilde. ben hiç böyle bir şekilde düşünmemiştim doğrusu. Ne demek haftaya mimar olmak? Kaç fırın ekmek yemesi gerektiğini anlatan hocalar vardı herhalde. Bize yapılan yorumları anımsadım. Ünal'a ne yaparsan yap mimarlık yapma diye rica edenler olmuştu. Neyse senin tasvir ettiğin mekanlarda ses seda yoktu etrafa göz yaşlarımızı saçarak üst kata çıktık bizim yaşları anımsayan bir satıcıyla eski hocaları konuştuk, alış veriş bile yaptık.
Güzel derlenmiş ve planlanmış bloğunu kafam sakin günlerde zevkle okuyorum, mimarlıkta çektiğim resimlerden yeni durumu yansıtan bir iki görüntüyü sana yollarım.
Eski günleri tekrar yaşattığın için sağ ol.
Sana ve bütün ailene sevgiler.
Süleyman Berktan.
Süleyman Kardeş, sen de beni duygulandırdın, sağol.
SilStüdyonun birinde kendi kendine çalışan konvektörün sesinin yankısını duyabildiniz mi bilmiyorum ama görmek istediğimiz asla bir daha göremeyeceğimiz bir hayaldır aslında.