Bir yavru insan


 

BİR YAVRU İNSAN, RENGİ MOR

Seçimin ertesi günü taksimiz  kırmızı ışıkta durmuş, bekliyoruz içinde. Mendilci çocuklardan biri şoförün yan camında beliriverdi. Nereden çıktı nasıl yanımıza geldı farkında değilim. Son derece şirin, esmer yuvarlak bir yüz.bir elinde iki paket mendil ama satmak için uzatmıyor bile. Sadece içeri bakıyor. Ama keyif ve istekle. Ama dünya tatlısı bir kirli surat, zeytin tanesi gibi gözler, sümüklü bir burun epeydir yıkanmamış bir yüz ve dalgalı saçlar. Şoför sinirli bir şekilde elini salladı:

“Git lan buradan,  roh, roh! Anan baban getirip salıyor sizleri başımıza! Bela resmen bela.. S... lan bacaksız!” bu sefer daha yüksek perdeden bağırıp elini salladı: “Roh, rohh.”

Çocuk korktu bizden uzaklaşıp önümüzdeki arabaların arasına daldı. Boyu taksinin camınıa zar zor ulaşabiliyordu, tabii öndeki araçların arasında kayboldu. Son anda kir içindeki beyazımsı gömleği altından pabuçsuz çıplak kara ayacıklarını görür gibi oldum. Kara zeytin gözleri kafama takıldı,  boğazıma bir şeyler düğümlendi. Şoföre sitem ettim:

“O masum, bu çocuklar masum.. Kaderlerini yaşıyorlar usta, senin benim gibi” Can sıkıntısıyla başımı diğer tarafa çevirdim.

“Ne masumu? Bırak ya hısızı da bunlardan, uğursuzu da. Hergün yollarda ne bulurlarsa çalıyorlar, unutulanları alıyorlar...”

Uzatmadım ama içimde bir isyan kaldı ve bir de boğazımda bir düğüm, yutkunamadım. O sırada ışıklar yeşile döndü. Şoför ayağını gaz pedalına koymuş hafif hafif gaz verirken birden frene gömüldü. Boşta bulunup öne doğru uçtum. Öndeki arabalar çıkarken durakladılar, bir ikisi en önden fırladılar ama diğerleri durakladılar. Bağrış çağrış, kornalar beş on saniyede kıyamet gününe döndü ortalık. Önümüzdeki iki aracın arasında asfaltın üzerine bir karaltı görür gibi oldüm. “Dur!” diye bağırdım bizim şoföre. Zaten o da duraklamıştı bana dönerek:

“Ne dedim demin? Allahın belası bunlar demedim mi? Al başına belayı şimdi... “

“Kes sesini, çocuk yaralandı, dur ben ineceğim!” dedim yüksek sesle. Şoför şaşkın ama sesi biraz kırgın:

“Sen kıpırdama abicim. Şimdi bu kargaşadan sıyrılıp çıkar  gideriz arkadaş! Bunları parayla mı veriyorlar bize? İpini koparan bu şehre geliyor.. Bakan yok, eden yok.” Elimdeki parayı yüzüne doğru uzattım. “Ben indim, sen de ayrılma belki hastaneye götürürüz.”

Adam yerinden fırlar gibi bana doğru döndü: “O kadar da uzuzn boylu değil! Araba da kan olur, pislik, mislik olur... Bırak abi ya!”

Arabadan inmemle yanına varmam sanki aynı anda oldu. Panik halindeyim, korktum mu? Hayır ama titriyorum. Küçük bir çocuğun yola yapışmış olduğunu görmüştüm, içim yanıyordu. Nasıl indim arabadan o kara lekeye doğru nasıl gittiğimi hatırlamıyorum şimdi. Benden önce bir, iki kişi varmıştı yanına. Biri çocuğu kaldırmak için kucaklamağa kalktığında, birden bağırdım:

“Dokunma bel kemiğinde veya başka yerinde kırık olabilir” Omuzuna şiddetle vurdum adamın, duymamıştır diye. O sırada diğer adam telefonla Acil Yardımı aramaktaydı. “Çekilin, ben doktorum” diye bağırınca bana yer açtılar.

Yanına çöktüm. İlk defa o zaman küçük kara çocuğu tam olarak görebildim. Beyaz kirli gömleği içinde küçücük  bir can ve bir deri bir kemik. Üstündeki minatandan başka altında don mon yok. Sırt üstü vaziyette sıcak asfalta adeta yapışıp kalmıştı. Kolunun biri ters dönmüş yerde hareketsiz, üzerinde  kara bir lastik izi.  Kara zeytin gözleri şaşkınlıkla ve korkuyla koca koca açılmış, acıdan açılan ağzı ağlayacakmış gibi kasılmış ama sesi mi çıkmıyor yoksa ben mi duyamıyorum, bilemedim. Ses yok ama yaşlar süzülmeye başladı. Kirli yüzünden, küçük sümüklenmiş burnundan süzülüyorlardı. Şevkatle küçük başını ellerimin içine aldım, aslında başı bir elimin içindeydi, diğeriyle boyundaki nabzı kontrol ettim, belli belirsiz bir nabız. Ensesinden ince cılız bir kan akmış, parmaklarıma bulaştı. Birden telaşlandım. Çocuğun acilen sağlık yardımına ihtiyacı vardı. Ellerim tiremeye, gözlerim sulanmaya başladı. Ne oluyorum diye kendimi dinliyorum. Kan sızıntısı moralimi bozmuştu, bu kadarı da fazlaydı doğrusu.

“Ambulansdan ne haber? Acele ambulans çağırın!!”

“Valla hemen gönderiyoruz dediler. Hastane buraya çok yakın” dedi acili arayan adam. Etrafımızda yoğun bir egzos gazı ve tepemden bakan işsiz, güçsüz insanlar: Bağırdım: “Arabaları stop edin birader, açılın hava gelsin çocuğa, egzosdan zehirlenecek zavallı!” dedim, çığlık atarcasına kimi duydu kimi duymazdan geldi. Kalabalık biraz aralandı. Ama gürültü kesilmemişti.

“Adı neymiş? Adın ne çocuğum senin?” etraftan çocuğa sesleniyorlarken birileri de ellerinde telefon kameralarıyla resim ve video çekmeye çalışıyorlardı. Selfie denen bencillik örneği ile anında orada bulunmanın hazzını kayda geçiriyorlardı.

“Kimin, kimsen yok mu?” diyenler peydahlandı, “Kesin Suriye’lidir bu...” diyenleri duyuyordum. “Burada onun kardeşleri de vardır, tek gezmezler, hatta anası babası da...” 

Gözleriyle herkese dönüp bakıyordu. Üzerine eğilenlere yalvaran bakışlarla  bakar gibiydi küçük surat. Onun bu bakışları hayata tutunduğunu gösteriyordu. Ona yaklaşmaya çalıştım:

”Nasılsın küçük? İyi misin? Kuveyz elhamdülillah? Şimdi cankurtaran gelecek, Vallahi seni hastaneye götürecek... Anlıyor musun? Sakin ol. Bes bes...” Bildiğim arapça kelimeleri söylüyorum peşpeşe. Dediğimizi anlıyor muydu acaba? Ne de olsa rahatlatır diyorum kendi kendime. Gözlerini bana çevirdi. Duyuyor gibi geldi bana.. Ama biliyorum ki herkes ona yabancı her söylenen ondan uzak ve her ses ona anlaşılmaz geliyordu. “Kaza bu herkesin başına gelebilir” diyorum, “bir an önce hastaneye kavuşsa her şey iyiye gider”. Gözlerine bakıyorum tekrar, inci gibi yaşlar sıkıntıyla geliyor gözlerinden. Şimdi en çok görmek istediği onu yaşatan onu koruyan kollayan annesi olmalıydı. İnsancıklar başına bir şey gelirse çoğunlukla “Vay anam” diye çığlık atar, da aradan zaman geçince aklına başka isimler de gelir şüphesiz, ama ilk çığlık annedir. Dünyaya gelişinde olduğu gibi, durdurulamaz o ilk nefeste olduğu gibi, durur durur anne çığlığını koyverir insancık. O anda aklıma geldi tıpkı uzun bir dalıştan sonra koca balinaların nefes vermesi gibi. Bir anda su boşalır burnundan tıpkı şimdi bu yavrucağın olduğu gibi.

“Nerde lan bu Ambulans? Nerede ulan? Kaybedeceğiz yavruyu!”

Kolu asfalta ters dönerek yapışmış gibiydi. Yanında tozlu yola atılmış izmarit ve yırtık bir sigara jelatini duruyordu yere yapışmış. Oraya gözlerim kaysa da dayanamayıp tekrar yüzüne bakıyordum küçüğün. O acımasız lastik çatlatarak, kırarak asfalta gömercesine bastırmıştı kolunu. Çocuğun kalabalıkta zaten duyulmayan  sesi inlemekle ağlamak arasında gidip geliyordu benim kulaklarımda.. Biri bir yarım şişe suyu uzattı. Tek elimle dökülen sudan minik yüzüne sürdüm, tekar, tekrar ancak burnundan gelen kanlı sümükleri parmaklarımın arasında görünce şaşkınlıkla ve korkuyla durakladım. “Gittikçe kötüye gidiyor bu” diye geçirdim içimden.. Ufaklık gitttikçe bakışlarına hakim olamıyordu, gözleri sağa sola ilgisizce kayıyorken, bilincinin kendi iç dünyasına dönüşüne şahit oluyordum yavaş, yavaş.

“Canım çok  yanıyor? Neredeyim ben anne? Karanlıktan korkarım ben. Anne sen neredesin, neden gelmiyorsun? Beni al burdan, götür beni... Beni bırakma...seni çok özledim.”

Oğlanın minik göz bebeklerinde o sırada bir kadının telaş içinde koşuşunu, beyaz baş örtüsünün dalgalanışını ve ağzını açıp kapayışını görüyordum. Etrafıma çaresizce bakındım, o çaresizlikte avucumun içindeki çocuğa ninni söyler gibi bir ağıt tutturmuşum mırıldanıyorum, bir iki damla göz yaşım kirli gömleğine damladığında farkettim. 

“Dayan bre çocuk, her şey düzelecek  daha güzel günler gelecek. Görmediğin, bilmediğin, yaşamadığın iyilikler ve güzellikler yeter ki sen dayan. Mavi gökyüzü, şimdiki gibi parlak bir güneş ama yakmayacak nazik tenini. Yakmayacak Napalm bonbaları ellerini, yüzünü, sevdiklerini.. Sonra gökyüzünün rahmeti yağmur yıkayacak bedenini. Yıkayacak seni! Dayan bre çocuk, kavuşacaksın annene, döneceksin memleketine ve güzel günler göreceksin... Defter alacak, kalem alacaksın şimdi kağıt mendil tutan ellerinle. Yeterki sen burada kal küçüğüm, morarma...” Elimle yanaklarına tıp tıpladım gözlerini açar mı diye.

Bir siren sesi çarptı kulağıma aniden. Belki daha önceden de vardı ama ben buralarda yoktum belki de.

O sırada arabaların arasından kıvırcık saçlı bir oğlan çocuğu bazılarının itmesiyle, kalabalığı yararak yanımıza geldi. Belki sekiz, belki dokuz yaşlarında, aynı kara zeytin gözler, dalgalı saçlar. Merakla yanaştı yanımıza: O da bizim ufaklık benzeri bir çocuk, biraz daha kart, daha bir boyluydu da ama diğerinden farkı,  elindeki  kağıt mendilleri isteyene satmaya hazır tutuyordu..

“Aziz la Aziz! Benim kardeşim Aziz bu!” diye çığlık attı. Ana diliyle seslendi kardeşine, yüksek perdeden feryat gibi. Avucumun içindeki küçük suratın göz kapaklarından bir hareket titredi geçti. “Açılacak galiba gözleri” diyorum ben. Abisi asfalta diz çöktü, yanağını yanağına değdirdi, adeta nefes alıp verişini dinledi üç beş saniye. O sirada ben de seslendim: “Aziz, Aziz bak abin geldi, dayan şimdi doktor da burada olacak Aziz...”

İçimden de gelecek doktoru da, cankurtaranı da, kazayı yapan aracı da, bu çocuğun babasını da atasını da senelerdir devam eden savaşı da daha bir çok şeyi kalayladım. Sakinleşemiyorum. Yanıma ambulans doktoru ile hemşire kızı çömeldi. Yanlarında bir sedye. Zavallının küçük başını yere bıraktım itinayla. Doktor gençten bir delikanlı, hemen nabzını dinlemeye davrandı ama... Umarsız yüzüme baktı. Abisi Arapça olarak yüksek perdeden konuşmaya devam ediyordu. Ona döndüm parmaklarımı dudaklarıma değdirip “Sus” dedim. Gözleri yaş içinde Doktora döndü, bir umut içinde onun ne söyliyeceğini bekledi.

Başımı kaldırıp çevreye bakındım. Kalabalık yine aynı kalabalık, selfi çekenler değişmiş ama hız kesmeden bağıra çağıra konuşmalar, gülüşmeler halâ devam ediyordu.  Doktor o küçük bedene kalp masajı yapmaya koyulmuştu. Abisi olan çocuğu bir kenara itmişlerdi. O halâ “Aziz, Aziz” diye ağlıyordu. “Ben babaya ne diyecem ule oğlum!... Sana gelme demedim mi?...”

Kalp masajının ikinci veya üçüncü seferdeydi ki doktor sedyeyi istedi, baktım boynuna boyunluk, yüzüne oksijen maskesini dayadılar bir anda. Umut canlanmıştı o mor bedende. Zavallı küçük çocuk bir sokak köpeği kadar zayıf ve çelimsiz bedeniyle, yattığı yerde, sadece kirli bir mintandan ibaretti sanki.

“Ya beyler bir saniye susun be! Bir yavrunun en son ve en zor zamanı bu! Acıyın, insaf edin, şevkat duyun biraz!”  Aynı anda kalabalıktan bir homurtudur yükseldi:

“Ulan sen kendi işine baksana! Sana mı düştü bunca adamı fırçalamak.”

“Düzgün konuş arkadaş! Takdiri ilahi...Her gün kaza olur bu memlekette, ölen ölür ya ds sakat kalır ne var bunda? Resim çeken olur, olmaz sana ne ulen!”

Olduğum yerde kalakaldım. Bana mı kalmıştı milleti hizaya getirmek, terbiyeye çekmek. Herkes her şeyden memnun, ekrandan bir dizi seyreder gibi seyrettikleri bir kaza  anının  acılarından bir nevi haz duymak normal olabilir mi?  Hani bir askerin, cephede mermi yiyen arkadaşının  ölümüne içinden sevinç duyması gibi bir şey... Kendi sağ kaldı diye yaradana şükreder, içimizden bir ohh çekeriz, gayri ihtiyari yaparız bunu.  Günün gelişen teknolojisi ile iş birliği yapıp, bu anı kaydedip bu kaydı diğer insanlarla paylaşması, böbürlenmesi ve diğerlerinin de bunu kabullenip, orada olmadıklarına hayıflanıp, çekilmiş o resme gıpta etmesine ne demeli? Bu beni dellendiriyorken herkes bunu normal bir hareket sayıyor,  inkâr etseler de bir nevi zevk alıyorlar.  Teknoloji bugün geldiği noktada insanların yaratılıştan beri var olan bu yönünü ortaya saçtı, sıvadı. Aslında yaratılıştan beri var olanı dışa vururken, son yıllarda neden bu kadar çok duyar olduğumuzu gelişen teknolojiye borçlu olduğumuzu anladım.  “Kabill Habil’i öldürdü, kıskançlık yüzünden der kitaplar. Hırs, hars. haz, istek, kıskançlık, eziyet, acımasızlık, merhamet, sevgi, aşk hepsi aynı kaynaktan geliyor, bütün bu duygular insanların iç dünyasında zaten var, uygun zamanı beklerler” diye düşündüm.

Ambulasın içine sedyeyi sürdüklerini görünce ayıldım birden. Kapıyı kapatacak şoföre doğru bağırdım: “Hoop hop! Bir dakika arkadaş” Aziz’in abisine döndüm:

“Koş oğlum sen de atla içine, yoksa Aziz’i bir daha göremezsin!” diye bağırdım. Aziz bu hayatta ne ki? Bir toz tanesinden daha küçük, o derece önemsiz, o kadar yalnız ki bütün diğerleri gibi. Eğer yüreği, çiğeri, böbreği, dalağı bir işe yararyacak olursa bir değer ifade edecek.. Şimdilik kasaptaki sakatat kadar değeri yok.

 

Sadık Mercangöz Ankara Bağlıca 8 Temmuz 2018 09:28

 

1 yorum:

  1. Daha önce nasılsa es geçmişim, okumamışım. Şimdi farkettim.
    Yahu Sadık, sen benim yazdıklarıma acıklı diyorsun. Bu ne bu ?
    Yine de haklısın: Ben yazdığımda kendimi dışarda tutuyorum, futbol hakemi gibi. Sen ise kaynayan kazanın ta ortasına dalıyorsun. Okuru ağlatmak için birebir.
    Bin yaşa.

    YanıtlaSil