YARIN
DAHA İYİ OLACAKSIN
nerelere gittiğini hatırlayamıyordu.Zorlamasına rağmen hafızasını ne dünü ne de ondan önceki günleri hatırlıyordu. Halbuki dün ilçeden geçmeyen yüksek ateş şikayetiyle getirmişlerdi buraya, onu biliyordu. Yol boyunca etrafa bakmasına rağmen nereye gittiklerinin, nereye vardıklarının farkında bile değildi. ateşinin verdiği halsizlikle kendini yanındakilerin kollarına bırakmış, “Ne olacaksa olsun artık” diye kendine telkin ediyordu. Şüpheli vaka deyip hemen Doktor Nazmi ilk muayenesini yapmış, Corona virüsüne karşı test istemişti. İlk virüs Vakasının ortaya çıkmasından bu yana neredeyse bir buçuk seneye varmış olmasına rağmen pandemi olayı sona eremiyordu bütün dünyada, tabii bizim burada da öyleydi. Bir yerlerde sönerken diğer bir yörede ikinci veya üçüncü dalga olarak tekrar hortluyor, tam “İşte burası tamam kırılma noktasını geçtik,” dedikleri sırada tekrarlanyordu, salgın. O sırada bu akılsız!? virüs üst üste her yeni ortamla karşılaştığında mutasyona ugrayarak form değştiriyordu. Böylece araştırmacılar şimdi alfabenin yarısındaki harfleri kullanarak isimlendiriyorlardı bu virüsün çeşitlerini. O yüzden her biri için ayrı ayrı aşı ve serum araştırılıyordu. Testlerde onlara göre çeşitlenmişti.
Geldikleri
hastanede Covid-19 A, Covid-19 C testleri kalmadığından en yakın sağlık
kuruluşundan getirtildi. Uygulandı. Ve korkulan oldu. “Coni” dedikleri Covid-19
C pozitif çıkmıştı. Artık her hastanenin
bu corono virüsüne ayrılmış özel klıniği
vardı ve Adamı da apar topar karantina katına kaldırıp ve tek kişilik bir odaya yatırdılar. Odadan
dışarı çıkması yasaklandı. Kuru öksürük musallat olmuş nefes darlığı peydah
olmuşken gösterdiği tablo daha ciddi tedbirlerin alınmasını gerektirdiğine
karar verdiler. Yoğun bakıma alınmasına karar verdiler.
Karısının Onu son görüşü bu olabilirdi.
Odanın bir köşesine çekilmiş sevdiği adamı bir daha göreceğinden süphe içinde sessizce
ağlarken Adam yatağından doğrulup ona el salladı. O gün için bunu yapmaya gücü
vardı ama belki yarın parmağını oynatamıyacağı düşüncesi aklına geldi Adamın. Daha
sonra karısının hayalini hafızasına kazınsın diye ona uzun uzun bakmaya
başladı. Yüzünde maske, beyaz tulumlar içinde astronot kıyafetli karısı etrafta
dolanan diğer figürlerden farksız görünüyordu gözüne.
“Onlardan tek farkı diğerleri koşuştururken, o sakince koridorda bir
kenara çekilmiş bana bakıyor,” diye mırıldandı. ”İyi düşünmeliyim hep, iyileşeceğime
olan inancım yüksek olmalı. Allahım bize yardım eder. Halimize acır. Daha
kırkımdayım, Allah bilir ama daha yolun ortası... öyle sayılır. Kızımız küçük
ama oğlanlar büyüdü on yedi, on sekiz yaşındalar, liseyi bitirdiler Üniversiteye gönderemedim. Şimdi işsizler... gerçi
üniversiteyi bitirselerdi de işsiz olurlardı. Ekonomi büzüldü diyorlar, neyse
o. Kısaca iş yok, Onların bana hâlâ ihtiyaçları
var, sana bunlar malum tabii ey güzel
Allahım, söyletme beni.”
Karısının yanından geçerken yeniden
belli belirsiz el salladı, konuşmak için içinde istek ve güç yoktu. Ağzını
açsa, ismini söylese gözlerinden yaşlar boşalacak sanıyordu. Asansöre doğru
gidiyordu şimdi bu son model yatak, gözleri akıp giden tavanda takılı kalmıştı.
Adam mahzunlaşmış sesi kaybolmuştu. Sadece tavana bakıyordu. “Tavanda neler varmış neler,” diye aklından geçirdi.
Yarısı yanan yarısı sönük lambalar, kara kutuları içinde küçük kırmızı ışıkları
parlayan koridor kameraları,
havalandırma menfezleri, açık duran delikler, yangın alarm sistemine ait
duman dedektörleriymiş, çiçek gib açmış yangın fıskiyeleri, bir takım küçük
araçlar ve kablolar tavandan sarkıyordu.
”Sonra asansör, maskeli hasta bakıcı
usul usul türkü söylüyor baş ucumda. Sonra yine başka bir koridor başladı ve
bir istasyonda durduk. Bizim adam sordu, bir genç kadın sesi ona bir oda
numarası verdi, sonra yine koridorda devam ettik. Orada görevli bir hemşire de
benim yatağı odaya yerlştirmeye yardıma geldi. Çeşitli kabloları vücuduma
yapıştırdı, parmak ucuma da bir mandal taktı. Odada bir düdük sesi ötmeye
başladı. Odadayım, herşey bembeyaz, muntazam
ve temiz. Beyazlar içinde kaybolmuş vaziyetteyim, ağzımı açmak içimden
gelmiyor, suskunum. hatta biraz da kırgınım. Başıma gelen bu hastalık hikâyesi
beni cidden üzdü. Devamlı neden ben diye soruyorum kendime. Neden ben? Etrafımdakiler bir şeyler
söylüyorlar ama dikkatimi toplayamıyorum ki anlayabileyim. Bana şöyle yap, böyle
yap falan diyorlar herhalde, ama benim aklımda karım ve çocuklarım takılı. Bu
illeti nerden kapmıştım? Nerden olmuşsa olmuş şimdi ben hastaydım ya. Başıma
gelenden sadece ben mesuldüm, babam olsa hemen bunu söylerdi, “Yerdeki fışkıya
bastıktan sonra kabahati ineğin üzerine atamazsın len oğlum. Gözün yok mu
senin?”
O kadar düşüncelerden sonra havanın
karardığının farkına vardı Adam. İçindeki görüş ve düşünceleri zaten ortamın kararmasından çok öncesinde
kararmış, kapkara olmuştu. Ne olacaktı şimdi? “Bu hastalıktan ölen olduğu gibi
kurtulan da çok olmuştu,” diye düşündü bir ara. “Ölmek ürküntü vermiyor,
hasrettir insanın belini büken derler, oysa ölüme henüz hazır değilim.
Bizimkiler de hazır değiller,” diye mırıldandı. Sadece hasret ve özlem değildi
yüreğini yakan Adamın, ailede kendisinden başka hiç kimse doğru dürüst çalışmıyor,
para kazanamıyordu. Büyük oğlan koli ve mektup teslim eden bir kapıdan kapıya
hızlı taşıma şirketine girdi, İstanbul gibi trafiğin yoğun olduğu bir şehirde
çok zor bir işti bu. Yedi ay sonra bir trafik kazasında sağ ayağının bileğini
kırmış, SGK lı çalıştığını sandığımız oğlumuzun sağlık sigortasının olmadığı
ortaya çıkmış ve hastane masraflarıyla birlikte işsiz, moralsiz ortada
kalakalmıştı. Şimdi topallaya topallaya yeni iş başvurularında dolaşıyordu.
Küçük olan da bir erkek kuaföründe haftalıkla çıraklığa başlamıştı. SGK sız
yarım asgari ücretli bir iş işte vs. Ayına varmadan işe gidip geldiği bisikleti
iş yerinin önünden çalındı.
Hastalık ve ölümlerin azalmasından
sonra AVM ler ekonomik gerekçelerle açılmıştı, ama ikinci dalga dediler
kapattılar sonrasında yine salgının tekrar azaldığı söylenip o kapalı çarşılar yeniden
açıldı, hatırlarsınız, şimdi bu günlerde tekrar kapatıldı ve bu son hamlede AVM
nin birinde güvenlikçi olan ben de geçen hafta ücretsiz izne çıkarıldım. Bu
virüs belasından işçileri sokağa atmak yasaktı, ücretsiz yani beş parasız izne
çıkarmak serbestti. Hükûmet şaşkın ekonominin gel gitleri içinde, kumsala
serilmiş güneş banyosu vaziyetindeydi. Ben
de beklemekte olduğum bir tokatı nasıl karşılarım diye bakınırken şırrak diye
yüzümde hissetmiştim. Çok üzüldüm. Geçen haftadan beri ateşim düşmüyordu,
ardından zor yutkunur oldum. Bu belirtiler karımı harekete geçirdi, mahalle
hekimine gitmeye ikna etti beni, sonrası buradayım.
“Bana ne oluyor böyle? İyi şeyler
düşünmeliyim, halbuki,” dedi Adamcağız. O sırada içeride hareketlenme arttı.
Naylon tulumların hışırtıları ve plastik takunyaların yumuşak sesleri
yükseldi.“
“Doktor Nazmi bey” dediler. Doktor
arkasında dört asistanıyla içeriye girdiler ve günlüğe şöyle bir baktı, sonra ben
bunları biliyordum der gibi, ayak ucundaki servis masasına atıverdi elindeki
günlük raporu. Daha sonra hemşirelerden duyduğuma göre bütün hastanelerde ortak
bir prosedür olmadığından hastanelere ve hocalara göre değişen hastalıkla
mücadele programları uygulanırmış. Adam doktoru kollayarak, ne yapacağını
tahmin edeceğini anlamaya çalışıyordu. Doktor göğsünü ve sırtını sıkı bir
muayeneden geçirdi. Yanındakilere sorular sordu, cevapların bazılarından memnun
oldu, bazılarından hiç sesini çıkarmadı. Adam bu kalabalıkta Doktorun plastik
maskesinin ardındaki gözlerini yakalamaya çalıştı ama plastik kask hareket
ettikçe yer yer parladığından gözlerini yakalayamıyordu. Kederli bir yüzle
doktorun gözlerini kovalamaktan vazgeçti. Yavaş yavaş içine kapandı yine, “Boş
ver,” dedi. “En iyisini yine doktorlar bilirler,” diye mırıldandı.
Adam geçen hafta da gelebilirdi buraya
ama kendine kıyamamıtı. Sonucun pozitif çıkması halinde çok ızdırap çekeceğini
hayal etmişti Adam. Kim bilir neler çekecek ve sızı ve ağrılardan nasıl
kurtulacaktı? Hergün gözlerini
kapadığında damarlarında ölüm meleği gibi dolaşan virüsleri görüyordu. Koyu
karanlıkta bir yerlerden sızan cılız bir ışık içinde yüzen amorf şekillerin
yanından sıyırıp geçen koyu petrol rengi koyu boncuklar, minnacık tanecikler,
hiç bir kimseden duymamış ama bildiği çevresinde vantuzlar geliştirmiş bu
kürecikler korkutucu koyu kırmızı renkli virüsler olduğunu anlıyordu.
“Yattığım yerden sıçrarken gözlerimi
sonuna kadar açarak uyandım, sabah namazı vakti. Yine başımda bir ağırlık ve
ağırlaşan göz kapaklarımdan ateşin
çıktığını hissediyordum. Elini alnıma koydu karım. “Bu hararet hayra alamet
değil herif,” diye fısıldadı. Çocuklar duymaması için fısıltıyla devam etti.
“Ben komşulardan öğrenir, cankurtaranı çağıtırım, sen yeterki mızmızlanma. Bu böyle
olmaz...”
“Ağzımı açacak halim
yoktu. Doktorla karantina odama gelen
kalabalığın ne konuştuklarına dikkat etmez olmuştum artık. Kolumdan biraz daha
kan örneği aldılar. Örnek tüpünde kanım o kadar masum görünüyordu ki zorla
alınıp küçük bir tüp içine hapis edildiklerini unutmuş gibiler.. Halbuki Coni
diye isimlendirdikleri Covid-19 C virüsü
dedikleri bir musibet damarlarımda cirit atıyordu. Şakası yoktu bu yaratıkın,
bendeki savunma sistemiyle içimde Ankara Meydan muharebesine girişeceklerine
inanıyorum. Bizim antikor süvarilerinin virüsü çevirip eski bir savaş oyunu ile
kurt boyunduruğuna alacaklarına olan inancım, saat başı yükselen ateşimle
birlikte giderek zayıflıyordu. Ankara savaşı Anadolu beylikleriyle beraber Osmanlı’nın
mağlup olmasıyla sona ermişti. Ve sonrasında felaket dolu yıllar yaşanmaya
başlamıştı. O arada yatakta pestil gibi yatarken, başımdaki hemşireler ve Doktor
maske arkası homurtulardan bazı etkili ilaçların son günlerde bulunmadığını
duyar gibi oldum. Nedense beni fazla etkilemedi, sanki başka birisinden
bahsediyorlar gibi geldi. Nasıl olsa onların yerine bir ilaç bulurlardı. Şimdi
benim ağrılarımı, sızılarımı dindirecek bir şey verseler, bence eyvallah.”
“Gözlerim yarı
aralık, kendimi dinliyordum. Aklım yerinde
uyumakla uyumamak arasındayım ama nefesim bana yetmiyor gibi oldu. Kendimi
tuttum, bir, iki, üç! Aniden gözlerimi açtım. Evet yatağımdayım, tepemde bir
serum torbası, her tarafımda kablolar ve dinmeyen biir düdük sesi, acele acele
ötüyor dıt, dıt diye. O sırad baş ucumda beyaz tulumları içinde bir kişi yüzüme
doğru eğildi.
“Nasılsınız Beyfendi?” dedi, ya da yüzündeki maske ve
kasktan çıkan uğultudan öyle anladım.
“Bir an için nefes
alamaz gibi oldum. Ne oluyor bana?” üzerimdeki giysinin yakasına elimi attım,
hani biraz genişleteyim diye. Üzerimdeki zaten yakasız bir önlükmüş, yakası,
makası yok yani. Gözlerime inanamadım giysilerimi değiştirmişler, ya da üstümdekileri
birilerinin yardımıyle ben değiştirmişim. Biraz sakinleştikten sonra Hemşireye
elbiselerimin akibetini sordum,
“Burada
kontamine olmuş giysilerinizle tedavi göreceğinizi mi sanıyordunuz?”
“ Buyur?” Meğer
elbislerimin ve çamaşırlarımın virus bulaşmaşını kastedermiş ve yeşil önlüğü
odanın banyosunda ben değiştirmişim. Üstümdekileri de ilk geldiğim gün, karıma
vermişlermiş. Ohoo ben çoktan kendimi kaybetmişim. Hey Allahım bana yardım et,
beni kurtar bu durumdan diye dua ediyorum…”
Adam
hemşireden, hastaneye yirmi birinde geldiğini bugünün ise yirmi beşi olduğunu
öğrendi. Hayatından farkında olmadan uçup gitmiş dört günü düşündü. Gözlerini
kapayınca AVM kapısında dikilen kendini gördü. Güvenlikçi ve yanında da içeri
girenlerin ısısını kontrol eden bir sağlıkçıyla beraber. O beyazlar içinde,
Adam Lacivertler, yüzlerinde birer maske, ellerinde plastik eldivenler, ayaklarında
galoşlar. Düzgün ve yeni bir üst baş. Zengin ve fiyakalı bir görünüş. yedi yıldır kendine uygun bir iş bulduğunu
düşünüyordu. Derken bu virus belası bütün dünyayı sarmasıyla birlikte gelecek
ile ilgili güzel beklenti ve hayalleri balon gibi sönmüştü. Belirsizlik hakim
oldu herşeye. Bu işin sonunu kendi gibi arkadaşları da diğer insanlar da açık
seçik göremiyorlardı. Şimdilerde büyüyen değil adeta patlayan ticaret, AVM
lerde değil, internetteydi. Eskiden internet bazında kurulmuş olan şirketler
fiziksel olarak büyürlerken, diğer ticari şirketler de kendilerini internet
ticaretine göre adapte ediyorlardı.
“Yeni çağa ayak uydurmak
için bizim çocukların bilgisayar vs öğrenmeleri lazım, yoksa işin sadece
hammaliye ve kurye kısmında kalırlar..” diye bir fikir takıldı aklına.
O gün şöyle böyle huzursuz bir şekilde geçti. Adamın vücudundaki
oksijen miktarı zaman zaman kritik seviyenin altına düştükçe oksijen maskesini
yüzüne dayadılar. Ama akşam? Adam helecan
ve sıçramalar içinde korkunç bir gece daha geçirdi. Gördüğü kâbuslar onu iyice
yormuş kan ter içinde bırakmıştı. Sabaha karşı kendine geldi, oksijen maskesini
yüzünden çekti aldı. Onun için oksijen üreten makinanın ritmik sesini ürpererek
bir süre dinledi.
“Sıkıntı içinde uyanır gibi oldum. Kalp çarpıntım azalmış
ama devam ediyordu. Gözlerim aralık, bir şeyler görmeye çalışıyordum.”
“Allahım” dedim, “Bana yardım et, şu illetten kurtar
beni.” Ağzımı burnumu gözlerime kadar örten yarı saydam bir engel görüşümü
kapatıyordu. Elimi gözümün önündeki nesneye uzattım, çektim istemsizce. İçeride
loş bir ortam. Kapı altında ise pırıl
pırıl bir aydınlık. “Oraya gidersem bana yardım ederler.” diyorum, kalkmaya
çalışırken, hemşire yanımda belirdi,
“Nabzınız ve
tansiyonunuz çok yükselmiş, sakin olun! Bu maskeyi yüzünüzden çekmeyin!” diye
yüksek sesle söylendi. Maskeyi ağız ve
burnumun üstüne kuvvetle yapıştırdı. Kimbilir bu hareketi gece boyunca kaç defa
yapmışım ki kadıncağızı kızdırmışım besbelli. Bu arada serumu da değiştirdi. Kalbim
sıkışıyor ve giderek havasız kaldığımı, nefes darlığı çektiğimi anlatmak istiyorum. Çaresiz
olduğumu belirtmek için ellerimi iki yana açtım. Her soluk alışımda soluksuz
kalıyor, Denizli horozu gibi sırt üstü yatağa düşüyorum, başkaca ses yok bende.
İçerideki aydınlık iyice arttı. Pencereden karşı tepeler
seçiliyordu. “Istırap dolu bir gece daha sona erdi, sabah oldu, karşı tepelere bir
gidebilsem kendime gelirim.” Sabah visitinde Doktor Nazmi bey muayenede çok
ciddiydi, bir şey söylemeden yüzüme baktı. Ben tabii kendi derdimdeyim. Doktor
hemşireye döndü, Toraks (göğüs) den MR istedi. Bana bakıp ciddi ciddi açıkladı öksürmekten hiçbir şey anlayamadım.
Anladığım şey galiba tedaviyi değiştirecekmiş.
Kolumdan bir şeyler verdiler damar yoluyla.
“Anne bunun sonu nereye varacak?” dedim anneme. Yüksek
sesle konuşmam mümkün değil sadece hırlayarak nefes alabiliyorum. Her nefes acı
veriyor bana. Beni MR a götüreceklermiş, hasta bakıcıyı bekliyormuşuz. Yani biraz daha buradayım.
“Allahım beni bu ızdıraptan kurtar” demekteyim içimden
“Teslim oluyorum,” Kendimi uykuya bırakmak istiyorum. Uyku beni saklar
biliyorum. Göz kapaklarımı araladıkça etrafımdaki her şey dışarıdan beni
seyrediyor, ama sadece seyrediyorlar. Oysa ben usulca boğuluyorum. Yetmeyen oksijen
için kalp kaslarım son ritmindeler, bedenim yataktan fırlayıp düşecek halde. Gözlerimi
kapattığım zaman derinlerdeyim, , ağzımı açtıkça hava yerine su doluyor ciğerlerime,
panik içinde sıçrayarak gözlerimi açıyorum. “İmdat” demeye ve nefes almaya çabalıyorum.
çevremdeki herşey bana bakıyor, bense çırpınıyorum. “Lütfen!” Yanıbaşımdaki monitörden keskin bir sinyal
sesi yükseldi. Şok cihazını istiyor doktor, şarjını bekliyor cihazın. “Lan ne
oluyor?” Dışarı uğramış gözlerim son kayıtlarını tutuyor herhalde. O sırada birini gördüm, siyah gömlekli ve
papyonlu, krem beyazı yelekli takım elbise giymiş başında aynı renk fötr
şapkası olan akça benizli bir adam içeri süzüldü. Etrafımda gürültü ve kargaşa son
haddindeydi, başucumdaki chazdan ince düz bir çizgi geçiyor, düz bir sinyal sesi
kulakları acıtırcasına ötüyordu. Ölüyorum herhalde. Şok aletinin şaklama sesi duyuldu, beş on
saniye sonra tekrar şakladı. Vücudum yerinden yay gibi sıçrıyor, ben içimden
“imdat” diyorum ama sonuç sadece düz bir siren sesi. Bir daha, bir daha
denediler ama nafile. Az sonra durdular Ekranda düz bir çizgi süzülüyordu sadece.
Gözlerimde son renkler, ışıklar soluyor, bütün herşey ağarıyordu. “Elveda dünya…,
eminim yarın daha iyi olacaksın.”
Yabancı adam gayet sakin kapının yanında bekliyordu, bir
kokteyle ya da resmi bir davete gider gibi çok şıktı. Gözümün son ışıkları
kaybolmadan onunla selamlaştık, başını
eğdi ve dışarı çıktı.
Sadık Mercangöz Ankara
Bağlıca, 19 Mayıs 2020.
Sadık, Selam.
YanıtlaSilBir nefeste okudum. ''Yahu bu adam gerçekten bunu yaşadı mı'' dedirtecek kadar hissederek yazıyorsun, nasıl yapıyorsan...
Aynı şeyi daha önce matadorla boğa öykün için de demiştim. Orada da ''bu adam nasıl boğa oldu da bunları hissediyor'' diye aklım çıkmıştı. Yazlıktan ayrılırken terkedilen hayvancık öyküsü de öyleydi birader, hangi birini sayayım?
Anadolu özdeyişlerinden biri ''herkes kaşık yapar ama sapını doğru getiremez'' (*) der. Başkaları da (bencileyin) öykü yazar ama Sadık kadar sapını doğru getirenimiz çok değil dostlar.
Sağol Sadık. İyi ki varsın. İyi ki yazıyorsun.
(*) Bir benzer öz deyiş daha var: ''Herkes sakız çiğner ama Hatçaanım gibi çıtlatamaz'' da
denir. :))
Okan
Çok sevgili Sadık,
YanıtlaSilBu badirede Tunç Kurttekin'in çok eski bir tanıdığı, bizimse eski sayılır bir yakınımızı, dostumuzu "çoklu organ yetmezliği" olarak tanımlanarak kaybettik. Bizim yaşımızdaydı, eşini geçtiğimiz Aralık ayında kaybetmişti. Bir gün aradığımda, telefonuna kızı cevap verdi ve annesiyle birlikte Corona tanısıyla hastanede olduklarını söyledi. İstanbul'da yaşıyorlardı ve kızı bir süre önce Edirne'deki çiftliklerine gitmişti. Telefon konuşmalarımız sürdü sonrasında, kızı iyileşti eve döndü, annesi yoğun bakıma alındı. O yapılıyor, şu yapılıyor derken sonunda iyileşti, odaya çıkıyor dendi ve kızı yanında kalmak üzere hastaneye gitti. Annesinin yanında bir gece kaldı ve ne yazık ki, gecenin sabahında yeniden yoğun bakıma alınan annesini bırakıp eve döndü. O döndü ama anne iki kızı, ablası ve ablasının eşi tarafından toprağa verildi. Varlıkları var, sıkıntıları yoktu. Bugünlerde çok duyduğum, okuduğum ve bir çok insanın içinden geçirdiğini sandığım bir laf var; "ben de corona'ya yakalansam da bu iş bitse."
İnsanların çoğu zaten büyük zorluk içindeydi, şimdilerde berbat durumdalar, çok üzülüyorum.
Sevgi ve teşekkürlerimle, duygularına sağlık,