Ava


Ava ile Hüseyin


Çalışma odamda biraz önce sahada aceleyle cebime attığım kağıtlar aklıma geldi, dikkatle çıkardım. Samanlı kağıt kavrulmuş gibi kurumuş, sertleşmiş. Beklemekten biraz daha sararmış, zor açıldı. Bu da ne diye baktım, bir daha baktım. Elimdeki sararmış çizgili defter yapraklarına şaşkınlıkla bakıyordum. Yıllardan sonra gün ışığına kavuşmuş, sararmış defter yapraklarıydı bunlar ve üstünde de kargacık ama burgacık olmayan sabit[1] kalemle yazılmış, bazı kelimeleri hafifçe uçmuş bir yazı, daha doğrusu geleceğe salınan bir mektup.

Sabahleyin bizim çocuklar binanın alt katının tavan tahtalarını sökerken, kararmış, kurt yiyememiş bir tavan tahtası yerinden çatırdayarak inmiş, tabii tahtayla beraber boz bir toz bulutuyla arasında bu katlanmış kağıt da aşağı süzülmüştü.. Bir süre tozun esintisiyle savrulduktan sonra önünde dikildiğim duvarın dibinde  artık kaçmaktan vazgeçip kalıvermişti. Saman kağıtlı bir okul defterinden çıkarılmış bir şeyler karalandıktan sonra dörde katlanıp ust katın taban tahtaları aralığından içeri tıkılmış, saklanmış olmalıydı. Başka zaman olsa aldırmayabilirdim ama bir şey dürtmüştü beni. Eğilip yerden almış ve sonra bakarım diye tozunu üfledikten sonra gömlek cebime koymuştum. Öyle ya şimdi bir tarihi sıyırmanın arifesindeyiz. Ilgınç seyler dökülebiliyor binanın geçmişiyle ya da burada yaşanmışlıklarla igili. Burada değil ama diğer evlerde ve aşağıda iskeledeki yapılardan bazen unutulmuş tabak çanak, camı kırılmış gaz lambası altlığı veya yıpranmış ve çürümüş fare kapanı gibi nesnelere rastlamıştık. Tabii bol miktarda da kurumuş insan pisliği.Bu binada da yırtılmış kitap sayfaları, elde tutulamayacak kadar küçük kurşun kalemler ve silinmekten ufalmış silgiler ile bir kaç tane kırık bir redis uçları ve sapları çıkmıştı mesela. Ha, bir de arkası horoz resimli bir iki tane aynaları kırılmış, yuvarlak cep aynası gelmişti. 
Antalya tarihi Kaleiçinde Tekelioğlu Mehmet bey konağıydı[2] çalıştığımız ev. Mimarlıkta lisansüstü eğitim yıllarında tanışmıştım bu ağır başlı, mütevazi büyük evle.  Osmanlı, çeşitli zamanlarda dişli göçebe aşiretlerini çeşitli yerleşim yerlerinde yerleşmeye zorlardı. Kanunun eli kolu bu aşiretlerin çıktığı ve yaşadıkları yerlere ulaşamadığı gibi onları bulup ta “kullarımdır” diye sayamaz aşarını[3] tahsil edemezdi. 

Yörük olan Tekelioğlu Mehmet bey ve obası da muhtemelen  19.yy ilk çeyreğinde ikna edilip Batı Torosları bırakarak önce Korkuteli’nde sonra da Antalya kale içinde Dizdar Hasan Ağa gözetiminde ikamete zorlanmış olmalıydılar. Eee, öykü bu ya, eski şehrin içinde tepeden limana bakan böyle bir alan deve yüküyle akçe verseniz, sahiplerinden alamazdınız. Osmanlıya itaatin ödülü de büyük olmalıydı herhalde    Arsası oldukça geniş olan bu alan teşvik olsun diye Ali-i hükûmet tarafından tahsis edilmiş olması da akla yakın geliyor. Bu alan içinde önceki devre ait evler ve başka yapı kalıntılarının var olmuş olması da kuvvetle muhtemel. Maalesef bunlarla ilgili kesin bilgi yok, hatta Mehmet beyin obasının gerçekten göçebe düzenini bozup da yerleşik düzene nasıl ve ne zaman geçtiklerine dair de şer’iye sicilleri yok ama torunundan aldığımız istihbarat bu minval üzereydi. Bey önce alanı kalıntılardan temizletir ve Dizdarın izniyle biraz da göz yummasıyla limana bakan surların harap olmuş bir kısmını tamir ederek bahçe seviyesine indirip böylece denizden gelecek esintilerin konağa kadar gelmesini sağlar ve sokağa tepeden bakan konağın yerini belirler. Kalfa ve diğer ustalar ve dahi amelelerin gayretleriyle benim tahminime göre altı ila sekiz mevsim içinde  bitirdikleri akla yakın geliyor.                                                                                                                           
                                                                                                                                                                                            
Konak, uzunca cephesiyle sokağa hakim ve eni konu geniş bir bahçe içinde, eve gelen yeni sultan gelin için yapılmış ikinci bir evin de olduğu geniş bir alan üzerine kurulumuş mütevazi görünümde bir yapı. Sokak cephesi hariç diğer yerler alt kısım kargir, üstü katı bağdadi üzerine kıtık sıvalı geleneksel bir Türk eviydi. Bu yerleşkeye sokağa doğru sarkmış geniş bir yaz odasının altındaki ferah bir methalden girilirdi. İçeri girince sol tarafta bir kapıyla selamlık kısmına ve Mehmet beyin çalışma odası diye adlandırdığımız karşılıklı iki adet Odaya giriliyordu. Yayladan yaylaya gezen Mehmet bey göçerlikten kurtulunca hayvan yetiştirmekten sıyrılıp şakayla karışık tüccar oldu diye tahmin ettik, hanım sultanın dediğine göre adam bir süre sonra meşe palamudu tüccarı olmuş ve deniz yoluyla uzak diyarlara bile ihracat yapmaya başlamış. Selamlığın yanından üç basamakla çıkılan beyimizin ve valide hanımın kullandığı binek  taşı olan bir sahanlık bulmuştuk bu sahanlıktan ailenin haremine çıkan tek kollu bir ahşap merdiven uzatılmış olduğunu tahmin etmiş ama bizim sınıf çalışmamız esnasında izi bile kaybolmuştu.
Beyimize o zamanlar mahalledeki en geniş arazi tahsis edilmiş olmalı, ki yerde var olan bahçe duvarları izleri yanlardaki büyük konakların arsalarının da buradan satış veya miras yoluyla ayrıldığının ip ucunu veriyordu. Ana girişin sağ tarafında  evin kahyasının ailesi için müstakil küçük bir ev bulunurken, solda üstteki haremin altına rastlayan yer, selamlığa ait iki odanın arasından geçilen  genişçe bir salon mevcuttu.  O zamanlar “Burası olsa olsa at veya deve ahırı olmalı” demiştik ama soru işaretleri tümüyle kaybolmamıştı. Ahırların üzerinde yaşamak kırsal kesimde olağan olurken, bir şehir yerleşkesindeki evler için oldukça alışılmadık bir tarz idi. Hele artık ticarete başlayan Tekelioğlu Mehmet beyin konağına hiç mi hiç yakıştıramadık. Olması gereken bahçenin içinde ama evden uzakta bir yerde ayrı bir ahır yapısının bulunmasıydı ama kalıntı izlerini araştıramadık.  

Bence güzel olan kısmı, sokak cephesinde, duvara kalem işiyle, var olmasını hayal ettikleri uçuşan püsküllü perdeleri olan kocaman  pencere kanatları çizilmişti.  İnsan bu masalımsı yapının bitiminden hemen sonra Mehmet Beyim bir kır ata binmiş arkada sekiz, on deveden katarlanmış bir kervan, ailesi ve adamlarıyla bir kafile halinde yeni yurduna gelmiş olmasını ve belki de uğurlu kademli olması için sağa sola akçe serpmiş olmasını bekliyor. Dağların hür insanlarına, bundan böyle temelli oturup kalacakları bu yerde bu açık pencereler, uçuşan perdeler, dağ başlarında başlarına buyruk esen yelleri  hatırlatması amaçlanmış  olabilir. 
Ancak bu resimli cephe ilk yıllardaki gibi canlı kalamamış, bugünleri görememişti. Hem boyaların renkleri uçmuş, hem de bu cephede yapılan tadilat, onları anlaşılmaz hale getirmişti. Öte tarafı yani baş odanın Doğuya bakan çıkmasında pencere üstlerinde basit tepeler, denizler ve servi ağaçları ve vazoda çiçeklerle süslenmiş panolar görülüyordu. İşte bu binaydı şimdi tedavi etmeye, iskeleti çelikle takviye etmeye çalışmakta olduğumuz.  
   
***

Hüseyin çocuk okuldan - Lisenin orta kısmı- yurda her döndüğünde, bu duvar resmine daha uzaktan bakmak isterdi ama sokak genişliği el vermezdi. Başındaki okul şapkasını koltuğunun altına alır, başını bir o yana bir bu yana çevirerek bütününü algılamaya çalışırdı. Ayrıca bu kocaman pencerelerin üstünde saçakların altındaki payandaların arasına Osmanlı’da ev mimarisinde yaygın, küçük tepe pencereleri yapmak yerine onları bir bir çizmişti çizen. Bu küçük pencerelerin içini nedense siyaha  boyamıştı. Küçük Hüseyin kafasından buna bir mana kondurmaya çalışırken geldiği köyden beraberinde getirdiği hayallere dalardı. Anasını ve kardeşlerini bir yana bırakırsak, Osman Ağanın evindeki kireç badana üstüne duvar süslemeleri mesela, güller karanfiller çiziliydi onları da hatırlardı. Şimdi de bu küçük tepe pencerelerine o çiçekleri görmek isteğiyle dikkatle tekrar tekrar bakardı. Köylerini ve O pencerelerin ardından anasını kardeşlerini görme ümidiyle bakardı. Yazır’dan ayrılıp buraya gelirken kimse Antalya denen gayya kuyusuna gidip gitmeyeceğini sormamıştı O da itiraz etmemişti. İçinden okumayı istiyordu ama hani derler ya, şu hasret, şu özlem olmasa diye. İlkokul öğretmeni okumasını tavsiye etmişti hem ona, hem babasının ölümünden sonra ailenin sorumluluğunu yüklenen amcasına.
“Akıllı ve zeki bir çocuk, köyde kalsa kahveci Memet’e çırak olur ancak, başka  ne olur? Çoban olur...”
“En iyisi askeri orta okula gitmesi ama bu sene geç kalmışız. Seneye. Yaşı küçük yazılmış onun için gelecek Eylül de kayıt için bir şansı daha olacak.Eminim O zamana kadar biraz daha serpilir, girme şansı da artar emmi”
“Dur bakam bi, anası ne diycek? Çolak öldüğünden beri bütün sevgisini Hüseyin’e verdi ya, Du bakam bi.” Çolak dediği Hüseyin’inin babası, onun da kardeşiydi. Güreşmeyi çok seven babası çocukken bir kaza sonucu kolunu sakatlamış ama bu sakatlık onu güreşmekten alıkoyamamıştı. O zamandan beri oğlunu güreşçi yetiştirme hayaliyle yaşamış, ona çok sevdiği güreşçilerden o yıllarda yedi defa Kırkpınar şampiyonu olan Tekirdağlı Hüseyin pehlivanın adını vermiş, beş, altı, yaşlarından itibaren yeşil meydanlarda güreşe başlatmış, pırpıtı elinde Elmalı, Korkuteli, Dirmil, Eğirdir diye meydan meydan babasıyla gezmişler, kendi yaşında çocuklarla kapışmıştı.
Hüseyin’in Antalya’ya gelme hikâyesi böyle başlar. Öğretmen Tekelioğlu konağında konar göçerlerin okumak isteyen oğlan çocuklarına bedava yeme ve yatma imkânı verildiğini öğrenmiş olduğundan Eylül başında Hüseyin’i yanına alıp önce okula sonra da gelip konağa başvurdular. Konak o zamanlar biraz daha genç ve diri duruyordu tabii.

***

Biz sınıf olarak saha çalışmasına geldiğimizde ev yaklaşık yüz yaşına basmış, belki de geçmişti. Son derece yıpranmış haldeydi. Yurt artık kapanmıştı. Aile çoktan elini eteğini çekmiş ama konağın eski  çalışanlarından bir aile, arkadaki küçük evin alt katında oturmaya devam ediyordu. Konağın ve civarındaki evlerin Turizm amaçlı konaklama projesi için kamulaştırıldığını o günlerde öğrendik.
Evin üst katının bahçe tarafında ön cephedeki üç oda boyunca uzanan bir sofa vardı. Çift kale maç yap, biraz abartılı olsa da bayağı büyüktü. Yönü hafifce Güneydoğuya dönük olan koca sofa günün her saatinde pırıl pırıl aydınlık olup, denizden ve Manavgat denen doğudan esen rüzgârlar her estiklerinde sofayı bir pupa yelken gibi şişirirlerdi. Ama biz saha çalışması yaparken gördük ki ilk yapımında açık olan bu dış sofa cepheye bir duvar örülerek kapatılmıştı.

Bu sofanın başlangıçta açık olduğunu, bahçeye bakan duvarın içinde rastladıgımız zarif işlenmiş ve üstlerinde başlıkları olan ve boydan boya uzanan çatı kirişini taşıyan direklerden çıkarmıştık. Açık sofaya güneşin kontrollu girmesi için önüne kafesler de takılmış olmalıydı.  Takılmış derken Korkuteli yaylasındaki eski köy evlerinde, hafızam beni yanıltmıyorsa bunun örneklerini görmüştüm.  O yaz sıcaklarında yayla serinliğinde bir sofa... Küfür, küfür esen mandalina ve portakal çiçeklerinin kokuları içinde bir sofa. Ancak  Antalya’nın meşhur kadı kaçıran yağmurları, bir zaman gelmiş sofanın dışa yakın taban tahtalarını yıpratınca  Mehmet Bey evin halkını toplayıp sofanın bahçe tarafını kapattıracağını söylemiş olmalı. O zamanlar konağın kadınlar ve çocuklarıyla dolu olabileceğini tahmin edersiniz.

 “Bezirlenmiş sofa taban tahtalarını fırçalamakta mahvettiniz. Yağmur suları evi neredeyse çürütecek” dedi, konak halkının itirazlarına rağmen ustalara kapatsınlar diye avuç  dolusu akçe verdi. Kalfa yardımcılarıyla işi başlattı tabii çocuklara da eğlence çıktı. İnşaat süresince usta ve yardımcılarının harç karmalarını, duvar örmelerini, doğrama hazırlamalarını neşe içinde seyrettiler. Ama ev sakinlerinin sızlanmaları bitmedi:

 “Efendi, bu odalar sofadan ışık alıyorlardı. Sofa kapatılırsa odalar karanlık kalır, her odaya sokağa açılan pencere yapılsın” diye tutturunca, Mehmet bey, bey olmasına beydi ama evin içinde de hanımların sözü kabul görürdü. Pek nadir girdiği odaların iç karartıcı halleri Mehmet beyi etkiledi. Ustaya ilave iş verdi.

Usta da Koca cephe duvarını riske atmadan odalardaki ocakların sağında ve solundaki dolap yapılmış olan nişlere rastgelen duvarları gözüne kestirmişti. Nispeten kalın olmayan bu yerlerde  duvar yapılırken yerleştirilmiş ahşap hatıllar da mevcuttu Delinmesi kolay ve emniyetli olmuştu. Ama açılan bu pencerelerin boyut ve oranları içerideki nişlerin ölçü ve oranları kadar olduğundan ilk yapılanların yanında bu pencereler oldukça güdük kalmıştı.  O cephenin tamamen kapalı ve penceresiz olarak yapılıp bitirildikten sonra da pencere ve tepe pencere resimleri çizilmişken bu deliklerin düzensiz bir şekilde açılmasının içerideki dolap nişlerinin yerleşimine bağlı olduğunu çözmüştük.



        Resim süslemeleri baş odanın dışa bakan cephesinde, yaz odasının yan cephesinde ve hatta bacaların kiremit üstünde kalan kısımların da bile devam ettirilmişti.









Evin içerisinde Mehmet beyin Odasında yani baş  odada pencere pervazlarının aralarında kalan duvar parçalarında, kalemkeş usta boş yer bırakmamış ve zarif ve latif çiçeklerle ve de servi ve nar ağaçlarıyla süslemiş durmuştu. Gül kurusu renginde yıldız tavan göbeği ile çıtalarla hazırlanmış tavanın yeşil rengi harika bir atmosfer yaratmış, dülgerin ortaya kondurduğu ahşap yaşmaklı ocak ile yanlarındaki dolaplar, o derece   cuk oturmuştu ki İstanbulda ki konakların ocaklarıyla yarışırdı. Bu haliyle Mehmet beyin cebinde kalmış olan son keselerden biri daha, “Helal-i hoş olsun, marifet iltifat ister ve dahi Ramazan usta bunu hak etti” diye Ustanın cebine girmişti.

Bu tür yaş sıva üstünde toprak boyalarla yapılan bezemelere zengin Osmanlı yakın devir konaklarının iç ve dış duvarlarında rastlanırdı, yani kalem işi denen süslemeler yabancı değildi Türk Mimarisinde. Hatta öyle ki bir tesadüf eseri rastlamış olduğum Kırım’da Kırım Hanlarının Bahçesaray külliyesindeki giriş binası,  kitle düzeni ve plan olarak, bizim konağımıza oldukça benziyordu. Hatta bahçe tarafındaki merdiven bile aynı yerde düzenlenmiş, aynı yerde yukarı açık sofaya çıkan tek kol bir merdiven olduğu dikkatimi çekmişti.
Burada da pencerelerin çevrelerinin süslenmiş  olduklarını görmüştüm.

“Desenler barok üslupta, binanın ilk yapımı sırasında, yapılmış olmalı.”

Beni en çok üzen, Tekelioğlu konağındaki desenlerin çoğunun binanın tadilatları sırasında bozularak zamanımıza kalamamış olması ya da kalmış olan naif resimlerin renklerinin  yağmurun ve güneşin etkisiyle iyice uçmuş havaya karışmış zavallı haldeydiler.

Aslında koca konağın çehresini değiştirmesi ailenin 20.yy ortalarında buradan ayrılmasından sonra olmuştu. Fakir ama okuma heveslisi göçebe obalarının erkek çocukları için yurt olarak kulanılmaya karar verilmişti. Bizim saha çalışması Yurt olarak kullanılmasından sonraydı, bu koca binanın alt katı iyice elden geçmiş pencereler büyütülmüş ara duvarlar kaldırılmış, sokak cephesi çimento harçlı sıvayla sıvanmış, yapının bahçe tarafına banyo ve tuvaletler eklenmiş vaziyetteydi. Bir devir öğrenci yurdu olarak kullanılması  Tekelioğlu Mehmet beyin ailesine hayır hasenat için bir vasiyeti olmalıydı ki başka türlü yapının belini büken bu müdahalelere yürek dayanamazdı. Bu değişikliler Konar göçerin akıllı ve zeki çocuklarına Mehmet beyin bir nevi gönül borcu ödemesiydi.

Cumhuriyetin sanırım ilk yıllarında  evin bahçe içindeki fırın evinin biraz ilerisinde tam onbeş metrelik bir kayanın üstüne dikkat, maharet ve cesaretle yeni bir ev kondurulmuş eczacı beyin kaynanası olan hanım buraya gelin gelmiş olduğunu gururlanarak anlatmıştı. Kücümsenecek bir şey değil, gelin hanım eski konağa değil, namına yaptırılan ve bulunduğu yerde Antalya’nın iskelesine ve körfezin batısındaki eşsiz Bey dağları manzarasına hakim, bayağı büyücek, yepyeni bir eve gelin gelmişti hanım sultan.  Anlattığına göre, altmışlı yıllarda buradan ayrılıncaya kadar bu evde yaşamış ve Büyük konağa ancak kayın pederine ve kayın validesine Bayramlarda ve Cuma ziyaretlerine gittiğinde girmiş ve giderek Konağın  hanım ağası olarak yaşamıştı.

***
Babası ısrarla küçük yaşta tarlada buldukları ağır taşları tarlanın bir başından bir başına taşıtırdı Hüseyin’e. Giderek taşlar ağırlaştı, mesafeler uzadı, çocukta da kollar ve bel ve bacak kasları gelişti boy güdükleşti. Köroğlu Ruşen Ali’nin babası oğlunun kır atını, imkânsızı başarması için eğitmesi gibi Babası da ileride baş pehlivan olmasını hayallediği Hüseyin’e dört beş yaşından itibaren şekil vermeye  çalıştı. Adamcağız ömrünü oğluyla beraber Teke yöresinde güreş kovalamakla bitirdi. Hüseyin çocuk güreşçi olmaktan çok asker olmayı kuruyordu aklından. Babasının ölümünün ardından okumak istediğini öğretmenine söyleyince, sonunda yolu, Antalya Lisesi Orta kısmına oradan da Tekelioğlu Konağına düşmüş oldu.
İlk gün Yurtta kalan ve yayladan gelen çocuklarla birlikte okulun bahçesine girdiklerinde, güneş üstlerine çökmüş, aylardan Eylül olmasına rağmen sıcak başlarından başlayıp ayakkabı görmemiş ayaklarını bile yakıyordu, bu yayla çocuklarının. Hüseyin’in alışkın olmadığı  öğretmeninin verdiği ortaokul şapkası ile ceketsiz beyaz gömleğin üstüne acemice bağlanmış kravatı ile kendini aynada görünce haline kahkahayla güldü. Pembe yanakları top top olup gözlerini kapatmışken boğazından itibaren bütün yüzünün kıpkırmızıı olduğunu keyifle seyrediyordu.
Sıfır numara traş edilmiş başının üstüne sarı şeritli, yarı yarıya ağarmış, lacivert renkli şapkasını koyunca kendisini daha büyük biri gibi hissetti. Sağdan baktı, soldan baktı, başını salladı:

“Sanki Askeri öğrenci olmuşum gibi” dedi kendi kendine.


Eskiden yani kadim zamanlarda, zengini fakiri, ırgatı, kayıkçısı, paganı hıristiyanı tüm Teke ahalisi eski şehri çepeçevre çeviren surlarının içerisinde yaşarlarmış. Dışarıda yine tarımsal üretim ve Pazar alanları eski çağların birer kalıntılarıyken, kentli olmak demek içeride oturmak demekti. Ancak Side deniz egemenliğini kırabilmek için kral Attalos II iyi bir limana ve muhkem şehir duvarlarına lhtiyacı vardı. O da bunu başardığı   Orada yaşayan yerli ahali etrafına hayati bir duvar ve limanı fırtınalara karşı koruyacak mendirek yaptırdığı söylenir.  Öte taraftan limandan şehrin içine çıkan yolların savunulması için çeşitli kapılar ile koruma altına alınmıştır. Mesela Tuz Kapısı sokağı gibi. Yerli ahalinin bu duvarlardan kurtulmak için, yakınlarda kenti tehdit edecek düşmanın kalmamış olması gerekirdi. Özellikle Osmanlı Devleti eski dünyanın yarısını topraklarına kattıktan sonra Devlet-i Alinin içinde kalan bir sürü şehirlerin kaleleri işlevlerini kaybederek kale duvarları yer yer parçalanarak şehirler yeni görünüşlerine kavuşmuşlardı, Antalya’da bunlardan biriydi.Sur dışına taşmalar şimdi kale kapısı diye anılan yerdeki “Tekeli Mehmet Paşa Camii ile, 17. ve 18.yy larda başlamış ayrıca o zamanlar imparatorluğun gerileme sürecinde çeşitli beldelerden gelen göçmenler sur dışına çeşitli mahalleler kurmuş olduğu ileri sürülebilir. Bu konudaki en erken örnek eski şehirden uzakça bir mahalde yapılmış Murat Paşa camiidir, böyle bir anıtsal yapı kurulursa etrafında yeni mahalleler de filizlenmesi beklenen bir şeydir.   

***

Çocuk, alt salonun ışıkları söndürüldüğünde diğer çocuklarla birlikte yerinden doğruldu, gecenin aydınlığında bahçeye çıktılar. Konağın merdiveni ve banyo ve tuvaletleri hemen dışarıdaydı. Bahçeden gelen çiçek kokularını duyunca yavaşladı, aklına yine köyde evlerinin önündeki  Malta eriği  ve yaşlı muşmula ağaçları geldi. Çocukluğu o ağaçların üstünde geçmişti. O günler şimdi gerilerdeydi. Arada sırada aklına takılırdı. “Büyüdüm artık, rametli babama kalsaydı şimdi köyde sığırtmaç idim, taşları tarlanın o başından şu başına taşıyor, malları otlaktan otlağa yayıyordum. Hafta sonu geldiğinde panayırlara giderdik, güreşcem diye. Yaradanım beni severmiş ki burayı nasip etti.”  Annesinden öğrendiği şekilde dua etti. Hüseyin ellerini yüzüne sürüp amin dedikten sonra önü sıra bağrış çağrış giden çocuklardan geriye kaldı. Serin ama durgun hava, çocuğu bahçeye  çekiyordu adeta.
Konağın üst katı yatakhane, alt katı yemekhane ve çalışma salonu haline getirilmişti. Üst sofa koğuş gibi düzenlenmiş durumdaydı.  Sofada yeni gelenler yatarken, eski öğrenciler odalara ikişer,üçer olarak yerleştirilmişlerdi. Yurtta parasız yatılı kalan çocuklar, her sene sınıflarını geçmek zorundaydılar. İkmalde  de derslerini veremeyenlere arkadaşlarına veda edip, köylerine dönmek kalıyordu. Yemek hariç, kendi işlerini kendileri görüyorlardı çocuklar. Elbise ve çamaşırlarını duvarlara çaktıkları çivilere asarlar, kıymetli eşyalarını yastıklarının kılıflarında saklarlardı. Kilitli hiç bir yer yoktu.  Bazıları aileden uzak okumanın zorluğuna kolaylıkla alışıyorlar bazıları bir hayli sıkıntı çekiyorlardı ama döndüklerinde onları nelerin beklediğini biliyorlardı. Hüseyin de bunları gayet iyi anlıyordu ama onun bir beklentisi de askeri okula girmekti. Bunları düşünürken yüreği sıkışıyordu. Nasıl başaracaktı? Bu gece de aynı sıkıntıyla matematiğe gececi Ramazan Öğretmenin yardımıyla çalıştı ama ne öğrendiyse uçup gittiğindeni emindi.. Aklını asıl meşgûl eden sarı saçlı mavi gözlü bir kız çocuğuydu.
İlk gün okul bahçesinde garip bir heyecan içinde köyden arkadaşı  İsmail ile kalabalık bahçeyi turlarlarken beyaz tenli sarı saçlı bir kız, bizim yörüğün dikkatini çekmişti. Kız arkadaşıyla okulun bahçe duvarına yaslanmışlar, etrafı seyrederlerken kendi aralarında kıkırdayarak konuşuyorlardı.  Daha iyi görmek için onlara doğru yöneldiler ama önlerindeki kız öğrencilerin kalabalığı artınca aralarından geçmekten çekindiler. O sırada düdükler ötmeye başladı. Çocuklar sınıflarının yerlerine göre büyükten küçüğe sıralanmaya başladılar Siyah önlük beyaz yaka ve başlarında lacivert kasketleriyle kızlar ön tarafta yer alırken, ceket, kravat ve yine kasketleriyle erkek öğrenciler kolayca ayrılıyorlardı. Kalabalığın dalgalanması içinde sarı kız, marı kız da gözden yitip gitmişti. Hüseyin ve İsmail şimdiye kadar böyle bir kalabalık görmediklerinden, her şey iki arkadaşı şaşırtıyordu. Ama asıl şaşkınlık sınıfa girdiklerinde ortaya çıktı.
“Ahh anam. Ayağıma bastın ulen” diye Hüseyin’nin bağırmasıyla ön sırada oturmaya hazırlanan sarı kızın dönüp onu görmesi ve güümsemesi bir oldu. Ayağını vuran kundurasının içinde sızlayan ayağına basmışlardı. Hüseyin kızın kendisine bakmasını ya da görmesini beklemiyordu. Yüzü acıyla buruşurken içi heyecanla tıtredi. Bu garip kızla aynı sınıftaydılar.  Sarı kız, sırasını önünden geçmeye çalışan bu iki köylüden başını çevirip kasketini sıranın gözüne koymaya hazırlandı. Hüseyin’de nereye gittiğine bakmadan önde giden arkadaşını ittirerek kıza sırıttı. 
“Allahtan başka birşey isteseydim gerçekleşir miydi, ne?”
***
Bütün bunlar elimde titreyen kağıtta yazıyor muydu? Bilmiyorum ama geleceğe atılan mektup bir çocuğun kaygı, ümit ve gelecekle ilgili düşlerini yazmalı diye düşünüyordum. Ailesine kavuşacağını, kardeşlerini nasıl kucaklayacağını, askeri okula nasıl gideceğini, yeni gördüğü denizde ahenkle sallanan Sahil Muhafaza Botunda gördüğü subay gibi subay olmayı istediğini yazacağını bekliyordum tabii.  Bulanık bakışlarımla ben mektubu okumaya çalışıyorum. Gözlüğümü masanın üzerinde olduğunu biliyordum ama gözlüğümü takarak o anda olayın büyüsünü bozmak istemiyordum. Kağıttaki yazılar kargacık, yer yer de silinmiş ama yer yer de üstüne su damlamış gibi kelimeler erimiş, dağılmıştı. Bu sabit kalemlerin cinsi böyleydi. Üstüne su damlacığı veya göz yaşı damlarsa, o kelime veya harfler kaybolur sadece mor renkli lekeleri kalırdı. İşte benim bayıldığım yerler oralarıydı. Hayaller içinde yazıyordum o zaman. Mektubu Hüseyin mi yazmıştı, yoksa bir başkası mı?
Pantolonlarını astıkları penceree pervazlarının kararmış yüzlerinde ikili dörtlü isimsiz mısralardan bir pencere edebiyatı geliştirmişlerdi çocuklar. Bunları dikkatlice kaydettim. Şöyle demiş biri, Hüseyin olabilir mi? Güya anasına seslenmiş öyle mi?

Ana demeye geldim
Elin öpmeye geldim.
Derdim yarimdi benim,
Onu görmeye geldim

1953 ün şeker bayramı olmuş, kim yazmışsa bir dörtlük yazmış:
Bugün Şeker Bayramı,
Ağzımda tadı şekerin

Annem Babam benim
Ellerinizden öperim.

***

“Ne kadar ince beyaz bir teni var, değil mi İso? Hatta..” Biraz da utanarak aklından o anı gözünün önünden geçirdi,  “Teni o kadar şeffaf ki, su içerken suyun boğazından geçtiğini görebilirim. Bana öyle geliyor” dedi İsmail’e. İsmail onun bu söylediklerine fazla kulak asmadı..

“Ulan amcoğlu boş ver onu, bunu. Çakarsak köye salarlar bizi oğlum. Gözümüzün yaşına bakmazlar, pelivan müsvettesi!” diye ensesine tokatı salladı.  iki kafadar sırıta sırıta ortalardaki bir boş sıraya kendilerini attılar.

Aslında yurdun düzeni gayet başarılıydı. Bütün düzeni de Ramazan öğretmen sağlıyordu. Çeşitli sınıflarda yirmi erkek öğrenci, her akşam yemek sonrası ortalık ortaklaşa toplandıktan ve temizlendikten sonra iki saat kadar Ramazan öğretmen gözetiminde çalışıyorlardı. O Şirinyer köy enstitüsünde okumuş, mezun olmuş, henüz hiçbir okula tayini çıkmamış bir öğretmendi. Elinden her iş gelir, her işten anlar, her dersi  de bilirdi. Güzel de saz çalar, türkü söylerdi. Çocukların her birisi Ramazan öğretmene özenir, okulu bitirene kadar Ona  benzerler, O da giderek çocukların her birine dönerdi. Yeni gelenler onda bir baba otoritesi veya ağabey sıcaklığı ve samimiyetiı bulurlar, büyük çoğunluğu ona var olan sıkıntılarını anlatıp ağladıkları olurdu. Bütün bu sıkıntılar bir kaç hafta sürerdi burada, köylerinden ilk defa ayrılmış yavrular, bir kaç hafta sonra paçalarını saran derslerin de yardımıyla geride ne bıraktıklarını yavaş yavaş unuturlar, kafalarında yeni rüyalar ve fanteziler başlardı. Bütün sıkıntı ve isteklerini pencere pervazlarından takip edilebilirdi.

Bastı da eğildi limonun dalına,
Sardı kokusu yarimin her yanına.
Deyverin arkadaşlar şimdi siz bana
Limon mu koklasam iyidir, yari mi?

Bunu  kim yazdı acaba sofadaki pencerelerden birinin denizliğine? Yanına güzel bir güneş resmi nakşetmiş, ancak öyle denirdi, çizmenin ötesindeydi çünkü sonuç. Birkaç gün sonra Hüseyin bu sarı kızın adını da duymuştu yoklamalarda. Yurttaki Ramazan Öğretmen bu iki yayla çocuğunu daha bir dikkatle takip eder olmuştu. Kenara çekti.

“Ulan bi daha duvara, pervazlara maniler yazarsanız, sizi bir ay bulaşığa gönderirim. Yapar mıyım?” İkisi de başlarını salladılar. “ Yaparım...Mani ve koşmalarınızı kağıda yazın ulan çopurlar!”  Bir iki gün sonra bu sarı kızın adını da öğrendiler.

“Avva mış adı. Benim halamın adı gibi, aynen. Havva...”

“Uydurma len. Havva değil, Ava[4], hava da değil...Ava...Ayşe Ava”

Bu nasıl bir addı doğrusu Matematik hocası da anlayamadı da üç, dört sefer sorduydu Avva mı diye. Kız gerçekten ilgi çekiciydi. Bembeyaz tenli, sarı saçlı, mavi gözlü, ve akranlarından uzun ve zayıfçaydı. Siyah önlük bu özelliklerini daha çok vurguluyor ve daha çok dikkat çekiyordu. Bu haliyle yanlız  sınıfta değil okulda da ilgi toplarken bizim çocukların dikkatini çekmemesi olamazdı. Ava saçlarını bir çift belik yaptıktan sonra yüzünün yanından bırakacağına, onları başının üstünde bir simit halinde  topluyor, topuz yapıyor ve üstüne lacivert renkli okul şapkasını zarif bir şekilde yerleştiriyordu. Okulun içi hariç sokağa çıkarken bunu her gün ama her gün yapıyordu. Bizim sığırtmaç Hüseyin köyünde bıraktıklarıyle karşılaştırınca bu kızın kendine gösterdiği bu özen karşısında şaşırıyor yüzünü buruşturuyordu. “Ulen biz her sabah yüzümüzü zor yıkıyoruz” diyor, gülüyordu.

***
Elimde geçmişin mektubuyla şantiye ofisinin dışına çıktım. Gözümde Ayşe Ava yı canlandırmaya çalıştım. Bizde bu kadar ak pak olanlara hele bir de zayıf olursa, hastalıklı gözüyle bakarlardı bir zamanlar. Yanaklar pembe ya da kırmızımsı ve de topluca olmalıydı kız dediğin.

“Ama bu kız sadece bu bize göre değişik olmakla ilgi çekmemeli aynı zamanda bizde az rastlanan bir güzelliği olmalı” dedim kendi kendime. Bütün bunlar yazıyor muydu bu kağıtta acaba? Elimdeki mektup bunun yüzde biriydi, ya da daha azı. Yazı ve kelimeler solmaktan ve damlayan göz yaşlarından yer yer lekeli, benim gözler miyop, kağıt yaşlı, kalem tırışka vs. vs. ama sanki içimdeki bir ses hepsini kulağıma fısıldıyordu kısacası anlattığım buydu.

Ramazan öğretmen bu şaşkınların Antalya’ya geldikten sonraki hallerini hem seyrediyor hem de yardım etmeye çalışıyordu. Eylül son günleriydi. Yeni gelenleri bir akşam yemeği sonrası başına topladı Genç adam. Antalya’yı, dolayısıyla da köylerinden sonra şehrin ne olduğunu ceplerinde para olmayan bu çocukların nasıl hareket etmelerini anlattı. Lokanta ve kahvelerden uzak durmalarını tembihledi.

“Deniz insanın gamını kasavetini alır götürür. Arada sırada denizi seyredin, büyüleneceksiniz Günün her saatinde farklı güzelliği vardır, seyredin” dedi yumuşak sesle. “Siz çok şanslısınız Bu konak  şehrin en güzel yerindedir. Körfezi ve Bey dağlarının en güzel manzarasına sahiptir, bilhassa akşam üstü.“ dedi dalgın dalgın. “Çıkın tophaneye, hemen şurası, verin sırtınızı bir taşa, güneşin, o büyük ressamın ufukta yapacağı binbir Monet gökyüzlerini seyredin, hen de beleş.” Çocukların bir kısmı başlarını sallayıp gülüştüler. Hüseyin ve İso ağızları açık dinliyorlardı.

“Aşağıda liman mescidinin yanında Romalılardan kalma kırk merdiven vardır iskeleye iner, görebileceğiniz en güzel manzarayı oradaki çınarların yaprakları arasından seyredersiniz.”  

“Geldiğinizden beri hiç denize girdiniz mi gençler?” Başlar sallandı. “Bu Pazar Mermerli’ye gideceğiz. Gördünüz müydü daha önce” Kimi şöyle dedi, kimi böyle. Genç adam Hüseyin’e döndü ve:

“Gördüğüm kadarıyla senin  bağlama çalmaya karşı hevesin var. Daha önce hiç eline aldın mı len?” Köydeyken amcasının sazını eline almışlığı ve tııngııdatmışlığı vardı. ve ciddi ciddi saza merakı başlamış oldu. Kucağında sazı aşina bir şekilde tutarken Hüseyin, diğer çocuklar sessiz saygılı ve hayran kalakaldılar. Oğlanın buna yatkınlığı vardı. O Pazar çocukların hemen hemen hepsi Denizle tanıştılar, köyün deresinde,  kanalında yüzme denemelerinden sonra ufku mavi, kendi, koyusundan da mavi denizde hakiki yüzmeyle tanıştılar Ramazan öğretmenin sayesinde. Adam her şeyi ustaca yapıyor önce psikolojik olarak kişiyi hazırlıyor sonra kolayca öğretiyordu. Hüseyin o Pazar sazıyla denizin kıyısında epey sükse yaptı ve de koşmalar düzdü amcasından duyduğu gibi.

Çıktık yüceye selam saldık
Bu rüyadan çabuk uyandık
Yara götürdü, selamım bir kuş
Gözler dost güya nazara kandık

Bütün tembih ve ikazlara rağmen Hüseyin bu beyaz tenli, sarışın kızı düşünmeden yapamıyordu.    Dersler bir yana O bir yanaydı.  Ama köyde çeşme başında değillerdi ki kolayca laflasınlar, kız narin, kız kibar, çok değişik bir görünümde ve bizim oğlanın gözünde dünya dışı bir yaratık gibi duruyordu. İsmail kendini bu olayın dışında tutarken, Hüseyin çocuk abayı yaktı derler ya, ondan işte. Bçyle bir dünyada  kız erkek buluşması veya okul içinde yakınlaşması aşırı bir baskı görürdü. Aslında baskı şehirde de, yaylada da aynı idi. Hüseyin çocuk kızcağızın yüzüne doğru dürüst bakamamışken, gözlerini her kapattığında kafasında belli belirsiz bir yüz beliriyordu. Giderek hatları kız kardeşlerine ya da annesinin hatlarına andırıyordu. Merak kediyi öldürür derler ya Hüseyin çocuk da kızın yüzüne biraz daha dikkatli bakmayı denedi.Bir sabah tenffüsünde bahçeden sıra olmadan içeri girerlerken İsmail’in itmesiyle hüseyin kendini kızın önünde yüzüne bakarken buldu. Kız şaşkın şaşkın yüzüne bakarken O da dakikalar kadar uzayan bir iki saniye içinde gözlerine takıldı. Arkadan gelen kalabalık bunları önlerine katıp kapıdan içeri doğru itince, kızcağız gözlerini kapatıp, yüzünü buruşturdu ve alçak sesle çığlığı bastı.

“Kusura bakma kardeşim, af et...arkamdan ittiler” deyip Ava’nın önünden hızla çekildi bizim oğlan. O bir kaç saniyede yüzünü iyice görmüştü Hüseyin sınıfa girip yerine oturduktan sonra yanındaki İsmail’e dirsek atıp;

“İso yüzünü gördüm başıma dert aldım, iyi mi? İso onunla konuşmalıyım, bana yardım et olum...” İsmail gamsızca omuzlarını silkti.

”Sen nasıl istersen...” Sonbaharın ilk yağmuru o gece yağmaya başladı.

***

Elimdeki mektup ile akşamın sakinliğinde ofisten çıktım. Galiba okuduklarımın sonuna geliyordum. Akşam eve gitmeden önce mektubun sahibine ne olduğunu öğrenmeliydim. Yaşadığından bile emin değildim ama en azından bunu yazarken hayatta olmalıydı. Neden çekiniyordu kızla yüzyüze konuşmaktan? En fazla sınıfta bir kaç gün haklarında konuşurlardı. Belki de Müdür muavini sert bir şekilde fırçalardı, öyle değil mi? Sınıfta kahraman bile olurdu belki? Sporcu olduğundan Orta Okulun flamasını Cumhuriyet Bayramı töreninde taşıması için ona dahi verirlerdi. Okulun başlamasından bir hafta sonra yağlı güreşçi olduğu ortaya çıkmış, okulu temsil edecek spora meraklı genç kaabiliyetleri arayan Beden Eğitimi öğretmeninin bir anda yıldızı oluvermişken, bu olay kaynar giderdi. Yani Disiplin Kuruluna filan gitmezdi Hüseyin. Kanınca onun çekindiği bu değildi, daha kırıcı, daha hassas,  önemli bir nokta Ava’nın onu duymazdan gelmesi veya burun kıvırması, kücümsemesi. Kaba görünüşüne rağmen hassas olduğunu düşündüğüm bir kalbi olmalıydı..

***

O gün Ramazan öğretmen kucağındaki sazıyla karşısına Hüseyin’i alıp bahçedeki kanapeye oturttu. Sıkıntısı nedir diye doğrudan konuya girdi. Daha önce İsmail’i sorguladığından sıkıntısını zaten biliyordu ama onun bunun farkında olup olmadığını ona anlatmak istiyordu. Onu dinledi, kıza açılamamak en büyük derdi. Boş ver demedi öğrendiklerini ortaya döktü Ramazan abisi.

“Şunu başta aklında tut Hüseyin. Hayatta her istediğin senin istediğin gibi olmaz ve her şey de istemediğin gibi gitmez. Ters giden işlerden sonra kendini perişan etme, ama istediğin gibi gidenlerden de sevicini abartma.” Kucağındaki sazın gövdesini bir iki okşadı, biraz telleri tıngırdattı.  

“O kızın adının Avva değil Ava olduğunu biliyorsun değil mi?” Başını salladı.

“Ava ne demek onu biliyor musun? Neden böyle bir adı var? Okula gidip araştırdığımı sana söyliyeyim. Benim orada çalışan bir öğretmen arkadaşım var onu ziyarete gitmiştim, aklıma bu konu da geldi, konuştuk” durdu Hüseyin’nin yüzüne bakmadan sıradan bir şey anlatır gibi

“O musevi bir ailenin kızıymış yani bu kız yahudiymiş oğlum” deyiverdi. Oğlan dikkatle dinliyordu.

“Eee?  Yahudi ne demek hocam?”

“Hz. Musa’nın dinine inanlara denir. Bizim inancımıza göre peygamberlerine ihanet ederler  ve Allah tarafından lanetlenir bu kavim.”  Ramazan kucağındaki sazına sarıldı. Çukurova’dan Dadaloğlu’ndan söylemeye başladı.Amcası da çok söylerdi bunu, ardından Torosların göçerlerin tekezotlatmasına geçti. Oğlanın üç numaraya traşlanmış başını öne eğildi. Sustu dinledi türkünün bitmesini dinledi bir süre. Ramazan:

“Ailesi ve yakınları İkinci Dünya harbinin arifesinde Türkiye’ye kaçmışlar Almanlar ve Ruslardan canlarını kurtarmak için.. Devlet de bunları kabul etmiş  Önceleri İstanbull’da sonrada Antalya’ya gelmişlermiş. Buraya yerleşmişler, Türk vatandaşı olmuşlarmış. Nerede oturduğunu biliyor musun?”

“Bir gün okul sonrası İsmail’le takip etmiştik. Ben kızı beğeniyorum hocam onun dinini değil yani.” Başını yerden kaldırdı.”Hocam ben yatakhaneye dönebilir miyim?”

“Hoop bir dakika!” dedi.

“Enstitüde iken ben de bir kıza takıldım. Daima onu düşünür şiirler yazar maniler düzerdim. Ben ona sevdalandım da o başka birine. Ders çalışırken aklıma gelir otururdu hayali karşıma. Okuduklarımı anlamazdım. Elimde değil. Ne mi oldu? O yılım heba oldu. Beş dersten ikmale kaldım. üçünü geçtim ve ikisinden çakmıştım.  Kurul affetmedi beni bir sene tekrarlamamı istedi. O ise üst sınıfa geçti ve benden önce mezun oldu. Bir okula öğretmen tayin oldu, bense gelecek treni bekliyorum.” 

“İşte senin bu halini görünce çocuk” dedi, yutkundu, “Aklıma bu anım geldi, sana anlatayım dedim.”                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                     
Çocuk, Ramazan öğretmenin anlattıklarından etkilenmişti. Kafasının almadığı Ava’nın yahudi olduğunu neden söylemişti. Yahudi olması olağan dışıydı belki ama beni ne ilgilendirirdi. Annesinden öğrendiğine göre hepsi hak din ve peygamberleri hak peygamberlerdi, ama bizimki daha bir haktı. Din dersi hocasına göre  kelimeyi şahadet getirenler müslüman olmuş oluyorlardı. Hüseyin sersemlemiş bir halde yatağına uzandı, yıpranmış tavana takıldı gözleri.bir süre   Gözleri lambasına kadar kurşun[5] borulardan yapılmış  tavanda ve duvarda yılankavi işlenmiş tesisata bakakaldı. Düğmeyi çevirince şık diye ses boruların içinde elektrik akımı akıp floresan lambaları elektrikle doldurunca beyaz çiğ bir ışık yayardı. Lambalar mekanı aydınlatınca günlerdir düşündüğü yolu, mektupla kıza ulaşmaya karar verdi. Önlerinde Cumhuriyet Bayramı vardı. O yıllarda bu bayramlar hem okullarda hem askeri birlikler arasında daha bir ciddiye alınır, birkaç gün kalana  kadar yürüyüş  provaları yapılırdı. 
 Ramazan Öğretmen o gece teftişinde Hüseyin’nin yatağının ucunda oturmuş, kucağına yerleştirdiği bir kitabın üzerindeki kağıda bir şeyler yazabilmek için dalgın dalgın düşünürken, ve ardından kendi kendine mırıldanırken gördü.

“Ona duygularımı kendinle ilgili her şeyi anlatmalısın. Onunla olunca nasıl memnun ve mutlu olacağını, hayatın yalnız değil beraber olunca güzelleşeceğini yazmayı unutma.” diye Hüseyin’inin mırıldandığını hayal etti Ramazan Öğretmen. Kendi yaşadığı deneyimin sonu hüsranla sona ermişti ama belki Onunki istediği gibi gelişirdi kim bilirdi. Biraz sonra yatakhanenin lambalarını söndürdü. İçine bir hüzün çöküverdi. Hayranı olduğu kız arkadaşı kim bilir şimdi nerede ne yapıyordu.  Onunla beraberce yola devam edemediği için kendinden utanıyordu. Onu yalnız bırakmıştı. Onun ilgisinin başkasına olduğunu son ana kadar fark edememişti. Onunla konuşacaklarını bir an önce konuşmasının elzem olduğunu anlamalı ona duyduğu hisleri bir an önce anlatmalıydı ama “Geç kalmış olduğumu geç fark ettim” diye mırıldandı. Bunu Hüseyin’e de söylese miydi?

Çocuğa Ava’yı anlatırken söylemeyip sakladığı son bilgi için yaptığından pişman oldu. “Gerçi daha çok genç, hatta çocuk o. Duygularının gelişip sevgiye ya da aşka dönmesi için zamana ihtiyacı var. Şimdilik sadece ilgi duyuyor, beğeniyor hepsi bu, kaybetmesi onu çok kırmaz diye düşünüyorum, ama ona karşı dürüst davranmalıydım, o yazdıklarının Ava’ya ulaşamayacağını söylemek bir dürüstlüktü. Ava onun için bir hayal ülkesinde yaşayan çift belikli, sarı saçlı yoksul bir prensesti. Gerçekte O ve Hüseyin başka dünyanın insanlarıydılar.  Hüseyin’nin bunu fark etmemesi onun saflığından başka bir şey değildi. Zaten bu arkadaşlık uzun süre süremezdi. Kız şimdi ailesiyle birlikte bir bilinmeze, bir kavganın içine doğru gidiyordu. Ukrayna’dan canlarını ortaya koyarak anne ve babasıyla yola çıkmışlar, kucakta başladığı bu firara annesiyle birlikte yürüyerek Türkiye’de bitirmişlerdi. Musevi Topluluğu kadıncağıza her türlü yardımı yapmış, Kadıncağıza bir koca da bularak yeni bir yuva kurmasını sağlamışlardı.  

Şimdiyse  Ava annesi, üvey kardeşi ve üvey babasıyla yüzyılların hayali İsrail ülkesine göçüyorlardı, orada nüfus dengesini gelecek bu göçmenlerle sağlayacaklardı. Orada da aynı yaşama savaşı, hayatta kalma kavgası olacaktı tıpkı Ukrayna Steplerinde olduğu gibi.. Çocukların bunları anlaması son derece zorken onların sadece belli doktrinleri bir yudum suyla yutmalarını istiyorlardı, böylece İsrail yüz yıllar önce Yehova'nın vaad etmiş olduğu toprakların üstünde oluşurken, oranın sahipleri Filistinliler, Araplar değil, kendi vatanları üzerinde vatansız kalıyorlardı.

Hüseyin yarın kıza bu kağıdı nasıl, ne zaman vereceğinin hayalini kuruyordu. İlk derse girerken o kargaşada yanına yaklaşıp adını söyleyip belli belirsiz bir haraketle eline tutuşturmayı planlıyordu. Devamında kız mektubu usulca açıyor, göz attıktan sonra mavi gözlerini olur manasını kırpıştırıyor ve bizim Oğlan da havalara uçuyordu. Uykuya dalamadan bu rüyayı bir kaç defa gördü ama her defasında farklı bir sonla bitiyordu.

Ertesi gün Ramazan Öğretmen Hüseyin’i süklüm püklüm elleri kolları iki yanına düşmüş vaziyette han kapısından girdiğini gördü. Mektubu kıza verememişti. Ava gelmemişti bugün. Sıra arkadaşı demek sır arkadaşı demektir, ama o da bilmiyordu neden gelmediğini, ondan bir şey öğrenemedi. “Belki yarın gelir” diyerek geldi. Bahçede oturan Ramazan Öğretmenin yanına oturdu. Sazını çalmakta olan Ramazan onun yüzüne bakmadan seslendi.

“Ne oldu lan kopil? Akşam uykusuz kalmana değdi mi?”

“Hocam o gelmedi. Elimde kaldı benim mektup.” Ramazan Öğretmen dişlerinin arasından “bir daha hiç gelmeyecek” diye mırıldandı. Hüseyincik duymadı, gözleri ileride yavaş yavaş pembeye dönnekte olan gökyüzüne bakarken:

“Ne kadar alışmışım varlığına Ramazan Hocam. O olmadığında zaman geçmek bilmedi” dedi.

Başını öne doğru eğdi. Başındaki geçmiş zaman yaralarının beyazımsı izleri kısacık saçlarının arasından parıldıyordu. Derken annesinin ve kardeşlerinin özlemi içine kor gibi düştüğünü fark etti Ramazan öğretmen.

“Elinde defterden koparılmış bir yaprak kağıt peydahlandı. Kıza yazdığı mektup. Göz ucuyla baktım. üzerinde kargacık ama asla burgacık olmayan yazı ile üç satır vardı.


Avva                     27 ekim 1951

Ben Hüseyin.
Avva seninle yarın törenden sonra
Parkta oturalım mı?
                                 Hüseyin


Evet, kağıttaki yazının hepsi buydu. Yazıldıktan 40 sene sonra bu mektubu ben de gördüm. Evet, gerçekten de hepsi bu kadardı...

SM  5 Ağustos 2020 Bağlıca Ankara                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                            



[1] Sabit Kalem, Kağıt üzerinde yazılan yazıları silgiyle silinemeyen bir çeşit kalem, ancak suyla silinebilir.                                                                                                                            
[2] Turizm Bakanlığının hazırlamış olduğu Antalya Yat limanı ve Kaleiçi Restorasyonu Projesinde bu konak ile beraber Kamulaştırma alanı içindeki diğer geleneksel evlerin Turizm amaçlı konaklama olarak onarılması ve kullanılması, özelde ise bu konağın taşıdığı mimari ve sanatsal özelliklerin onarılarak kültürel varlık olarak saklanması ancak bahçelerle birbirine bağlı diğer yapıların teşkil ettiği konaklama kompleksinin giriş ve idare yapısı olarak kullanılması ön görülmüştü.

[3] Aşar; Osmanlıda köylülerin sahip olduklarından onda biri oranında alınan vergi
[4] Ava, İbranice de hayat demek, kız ismi olarak kullanılır.
[5] Peşel içinden kabloların geçtiği elektrik borusu

1 yorum:

  1. Yaşa Sadık, yaşa. Dokur gibi, nakış işler gibi yazmışsın. Budur. Sağol.
    Okan Ü.

    YanıtlaSil