Hikâye-i Ceng-i Turova


HİKÂYE-İ CENG-İ TUROVA
(32 KISIM TEKMİLİ BİRDEN)

            Bu bir Tiyatro oyunun adıdır. ODTÜ Tiyatro kulübünün 67-68 yıllarında sahneye koyduğu oyun.

            Yıl MS herhangi bir tarih, aylardan Kasım veya Aralık olabilir. yer, ODTÜ Mimarlık Fakültesi müze binasının üst katı, soğukca bir salon bu kesin,  Hazırlık  okuyorum. Önce Mühendislik sonra dayanamayacağım ve Mimarlıkta olacağım.
Nasıl tanıştım bu kulüple bilmiyorum, ilan panolarına asılan bir ilandan olablir, O Pazar günü müze binasının alt kapısından içeri girip üst salona çıktım. O gün okuma provası olduğunu biliyordum. Ben merdivenden  çıkarken yukarıdakilerin konuşma seslerini duyuyordum. Bu kadar az kişinin geleceğini tahmin edemezdim. 4 veya 5 genç insan bir masanın çevresindeler, başlarındaki de genç ama bizden büyük bir arkadaş. Beni görünce bayağı sevindiler. Bu tatil gününde sabahın bu saatinde kalkıp gelen  bir kişi Kulüp için gönüllü bir üye demekti,
            Ellerinde Çetin Altan’nın bir oyunu var.  Galiba “Suçlular Aramızda” idi oyunun adı. İsminde yanılıyor da olabilirim ama polisiye olduğundan eminim. Bir hafta evvelinden rol dağılımı yapmışlar herhalde ki ellerinde kitapçıklar var ortada büyücek bir masa, etrafına dizilmişler  herkes haliyle rollerine yoğunlaşmışlar.  Oturdum bir yere. Onlar kaldıkları yerden devam ettiler. Etraf bana bakıyor, ben de etrafa. İçlerinde kazılardan çıkan tarih öncesi malzemelerin olduğu, camekan masa ve dolaplar da var, yani, soğuktayız ama yanlız değiliz.
            Basitce tanıştım oradakilerle..
            Tiyatro kulübü aslında eski bir kuruluştu. Okul kadar eskiydi yani. Bizden önce tiyatro meraklısı gençlerin kurduğu bir güç birliği. Güzel işler de yapmışlardı, Harold Pinter’den Arthur Miller’den Aziz Nesin’den oyunları oynamışlar, Tiyatro Şenliği Şenlik 66 gibi bir organizasyonu  da gerçekleştirmiş bir öğrenci kuruluşuydu.
O gün orada toplananlar bu sezonun faaliyetlerine yeni başlıyorlardı, yani fazla bir zaman kaybetmemiştim. Yönetici bana da bir rol buldu ama bir boş tekst bulamadı o gün için. Okuma sırası bana geldiğinde ben yanımdaki birinin masada açık duran kitapcığından okudum cümlemi. Heyecanım tavan yaptı o anda. Zaten utangaç biriyimdir nasıl olduğunu bilemedim ama  başarıyla tamamladım cümleyi. Ağzımda buharın çıktığını görüyorum ama Salonun soğukluğunu bile unuttum.. Kendi sesimi tanıyamadım, İçerde biraz yankı vardı ama doğru bir vurgulamayla okuduğum için cümleyi, yönetmen uyarmak gereği duymadı. Ben içimden kendime bir “aferin” çektim. Arkasından bir kaç cümle daha okudum doğru olarak ve oyunun o sahnesi sona erdiğinde, yönetmen şimdiye kadar kendi okuduğu Komser rolünü bana verdi aynı sahneyi tekrar geçtik ve ardından bir başkasını. Ben o gün,  Yıldırım Önal vari bir ağır aksak ve ağdalı bir tavırla babacan bir komseri seslendirdim ve anladığım kadarıyla takdir de edildim. Bahçeli son durakta inip Troleybüse giderken ayaklarım yere değmiyordu. Üstümdeki siyah kabanın yakasını kaldırdım bir bitirim komser edasıyla  yolda yürüdüm, şimdi bunu hatırladıkça gülüyorum ama o zaman bir iş başarmanın keyfiyle ve artan güvenimle öyle yürümüştüm. 


II

Oldum olası bu binayı severim. Mimarlık fakültesi binasını. 

Çinici’nin ODTÜ yerleşkesi içinde en etkileyici yapısıdır. Sanırım halâ da öyledir. Brüt betonla ilk tanışmamdı o yıllarda. O güne kadar gördüğüm ve yaşadığım yakın çevremdeki binalarla ve estetik değerlerle hiç ilgisi olmayan ve onlara bir meydan okuma gbiydi. Beton var hem de çıplak, cam var aluminyum var ve cilalı ahşap

doğramalar var içeride, sıva yok badana yok, badana yok asma tavan denen sahtekârlık yok, ama doğallık ve saflıktı asıl var olan bu yapıda.


Demir kokulukları sade siyah demir korkuluk olarak görürdünüz gerekli yerlerde, demirmiş gibi değil. Bunun adı doğruluk ve saflıktı. Bina kışın soğuk olurdu, ama bina zaten yazın da serin olurdu. Gerçekten de yaşanması zor bir yer, Istanbul gibi, yaşanması zor ama içinde bulunulması güzel mekanlar.
Bazı yerlerde durup seyrederdim iç detayları. "Kalıpçiları kesin ağlatmıştır bu mimar" diye düşündüğüm olmuştur. Brüt beton duvarlarda yivler ve setler vardı hiç beklenmedik. Orta holde alt ve üst katlarda sınıf ve labratuvarlar vardı ve onların da hole bakan üçer adet vitray mazgalları vardı Orta holdeki betonarme perde kolonlar örneğin, tavandan aşağı iki buçuk kat boyunca iner, iner ve tam tabanla birleşeceği koyu mermer karoların üstüne oturacağını beklediğiniz yerde, gelir, bir çakıl havuzuna saplanırdı. Böyle bir şeyin olabileceği benim aklıma gelmezdi doğrusu.Yaşanan bir binada değil de sanki modern bir heykelin içinde dolanırdınız dolaştıkça..

Işıklar ya da gölgeler çıkardı önünüze günün her saatinde, değişik köşelerde değişik açılarda. Her yerden gelebilirdi ışıklar yanlardan, bahçelerden, tavanlardan.  Binanın ön, arka ya da yan cephesi yerine çok fazla cephecikleri vardı, algıladığımız ama anlatamadığımız. Ancak ışıklar aralarına girince hissederdiniz cephecikleri..


İçeride bir yerden bir yere giderken perspektifin sürekli değiştiğini görürdünüz,  mekanların genişlediğini ya da daraldığını bir yerden bir yere doğru adeta aktığını hissederdiniz. Geleneksel binalardaki kapılarla ayrılan koridor ve odalar veya  salon ve sınıflar yok, bu büyük kütlede. Holler var, holler ve onları birbirine bağlayan çeşitli geçitler, iç bahçeler var. Işte  ilk zamanlar ne olup bittiğini kavrayamadığım  ama içinde bulunmaktan hoşlandığım mekân manzumesinin bu olduğuna karar verdim...

Bir başka örnek iç avlular, Ankara’da başka nerede vardı o zamanlar? Ben olduğunu hatırlamıyorum. Japon vari bahçe tanzimleri, Japon dutları, alışılmadık çeşmeler. Iç mekân kavramımı zenginleştiren ögelerdi. Stüdyolar adeta uçan

boşluklar 15 metreye 15 metre ve 7metre yükseklik. ve o zamanın teknolojisinde olağan üstü sayılacak kaset döşemeler ve tepeden gelen ışıklar ile başınızın üzerinde büyüleyici bir geometri duruyordu.






Dışarıdan baktığınızda düz çatı ve  çörtenler vardı, Ankara’nın ve İstanbul’un her yerinde saçaklar, kiremit çatılar ve  isten kararmış baca ucubeleri varken, onlara inat temiz ve saf şekiller manzumesi karşılardı size.



Binanın Batı
tarafında bir giriş kapısı vardı, kemerli, yüksekce çift kanatlı, ahşaptan bir kapı, diğer taraftaki kapılar gibi metal ve  camdan  değil. Alışıldık bir şey. Büyük kanatlar hiç açılmaz sadece tek kişinin gelip geçebileceği üçüncü kanatın örttüğü kapıcık açık kalırmış. Anlamlı bir durum. Avrupa’nın eski üniversite ve manastırlarında olan ve Anadolu’da eski kale, medrese ve köy konaklarında rastlanan hem atlı arabaların girebileceği kocaman  kanatları hem de her  daim  insanların ve sürünün  girebileceği kuzuluğu olan bir kapı. Ben bu yaklaşımı, bu eğitim kurumunun  geçmişten gelen bir devamlılığı olduğu düşüncesini çağrıştırmasını amaçlamıştır, diye anlarım.


Ankara’da hangi binalarda vardı o zamanlar böyle semboller? Ya da şimdi bile ODTÜ de başka hangi binalarda var?
Arka giriş kapısından itibaren üstü kapalı arkadlı bir yol ve ona eşlik eden içinde kırmızı balıkları olan bir havuzcuk beraberce binayı Üniversitenin ana yaya eksenine bağlardı. Zemine büyük mermer ve traverten bloklar ve çakıl taşlarıyla yapılmış mozayıklar kaplanmıştı.. Hayatta o ana kadar rastlamadığım, aklıma da gelmeyecek bir yaklaşımdı bu, üstü örtülü ve iki yana doğru çörtenleri olan bir yol.  Daha sonra bir yarışma kitapcığında rastladım, Behruz usta bu üstü örtülü yol fikrini Moda koleji yarışmasında da kullanmış  galiba. Hatta arkatlı yola rast gelen yerlerde yetişkin ağaçlar için delikler de önermiş, bindokuzyüz ellibeş yılında.
Anfi işte bu yolun sonuna yakın çeşmenin, bilgi çeşmesinin,  bulunduğu yerde. Bizim okuma provası yaptığımız müze ise hem bu 400 kişilik anfi kitlesini dengeleyecek, hem de arkatlı yolun bittiğini vurgulayacak bir şekilde planlanmış bir yapı. Küçüktü ama anfinin tepesinden bakardı. Betonarme  bir prizmaydı. Üçte birlik alt kısmı cam üst kısmı çıplak beton olarak tasarlanmış bir müzecik. Bu küçük salonun tavana yakın yerinde, beyaz ızgaraların arkasına saklanmış pencereleri vardı hem de dört cephesinde. Biz orada okuma provası yaparken istimlâk edilen Yalıncak köyünde yapılmış olan kazılarda bulunmuş olan az miktarda tarih öncesi  malzeme,  camlı dolap ve masalarda sağımızda solumuzda sessizlik içinde dinlerlerdi bizi.

III

Ertesi Pazar uçarak geldim provaya bizim kırmızı beyaz et kombinası otobüsleriyle. İç İşleri Bakanlığı önünden kalkar başka yerlere sapmadan doğrudan okula kadar gelirdi. Sadece bizim okul otobüslerinin beklemesine müsaade ederlerdi orada. O otobüslerle gezmek ne sükseydi ama. Rahatsız ama sükseli olur mu? Olur.
Koşa koşa geldiğim ertei hafta Pazar, oynayacağımız oyunun değiştirilmesine karar verildi.  Esmer uzun boylu bir abimiz siyah koltukaltı çantasının içinden,   yeni bitirmiş olduğu bir oyunun metnini çıkardı;
“Ben Gündoğdu Gencer, bu da arkadaşım Mete[1]’yle birlikte yazdığımız oyunumuz “Hikâye-i Ceng-i Turova” dedi. O güne kadar görmediğim medeni bir davranıştı. Saman kağıda teksir edilmiş, orijinal bir oyun metnini de ilk görüşümdü. Yani bugün bir tiyatrocu sanatkâr ve  oyun yazarıyla tanışmıştım. Sanırım herkesde de aynı duygu, hayranlıkla karışık önemsenmişliğin saygınlığına kavuşmuştuk. Müzenin küçük salonu bugün biraz kalabalıktı geçen haftaya göre.  Yani beş değil de sekiz veya  on genç arkadaştık. Gündoğdu anlatmaya biz de saygıyla dinlemeye başladık.
Oyun başlangıçtan itibaren herkesi sardı.

Eski Yunan’da Homeros tarafından yazılmış bir Çanakkale destanın öyküsünden uyarlanmış bir oyun. Olaylar o zamanda geçmesine rağmen absurd kıyafet ve sahne düzenlemesiyle zamandan uzaklaşmış ama olayların gelişmesi itibariyle bugünü çağrıştıran bir öyküydü.  Devir, Amerikan emperyalizmine karşı nefretin ve tepkilerin  zirveye çıktığı bir devir. Gündoğdu da asırlar önce Truvanın hileyle alınması ve kentin yıkılması konusunun bugüne olan benzerliğini akılcı bir şekilde bugüne uyarlamış ve tiraji komik bir hikâye yaratmıştı.


Düşünün o sıralar AST ın (Ankara Sanat Tiyatrosu) sadece Ankara’da değil, Türkiye ‘de tanındığı zamanlar. “Bir Delinin Hatıra defteri, Küçük burjuvalar, ve 7. Koğuş” gibi oyunları   oynadıkları ve şimdi hatırlayamadığım bazı grupların “Asiye nasıl kurtulur” ve  “Devr-i Süleyman” gibi oyunları sahneye koyduğu yıllardı. O yaz Gençlik Parkında bir yaz sezonu boyunca nerdeyse kapalı gişe oynamışlardı bu oyunları.
“Bizim böyle bir oyunu gündeme getirmemiz aslında böyle gergin ortamda yabana atılmayacak bir katkı olur” diye düşündük. Ama şimdi bizim bu saf yaklaşımızın aslında okul ve yakın çevresinde bir etki yaratmadığını, geldikleri yerlerde konser nedir Tiyatro nedir bilmeyen bir neslin, Üniversite yıllarında da bu tür kaygılarının olmadığını şimdi daha rahat görebiliyorum.
Ben de öyle taşra şehirlerinde bulunmuştum, babamın görevinden dolayı. Şehrin küçük meydanlarına kurulan tiyatro çadırlarını da, askerdeki moral günlerini, hangarlarda veya  panayır çadırlarında “Fes başına, püskülü ben olayım” “Sabahlara dayanamam, Osman aga” türküleriyle “Aç, aç” nidaları arasında  yapılan kültürel faaliyetleri de bilirim. Ön sıralarda rütbeli insanlar, arkalarında erler, erbaşlar. Kepler ve eller havada bu anlamlı günü kutlarlardı, türkücüler ve dansözler eşliğinde. United States’de de öyleydi ya, Bob Hope, Jerry Louis, Marliyn Monroe, Glenn Miller orkestrası eşliğinde Vietnam’daki Yankee’lere moral verirlerdi ya bizimki de öyle işte. Amerikan jetleri, ekipman ve kıyafetleri ve hizmete özel talimatnameleriyle küçük Amerika olma yolunda kalkınan Türkiye...
Şimdi bizler heyecanla yeni çalışmanın içine dalıyorduk.  Roller dağıtıldı, bana da bayağı uzun bir rol verdilerdi. Agamemnon. Aka Birleşik Devletleri kralı. Sahnede görseydiniz, gülmekten ölürdünüz, ayağımda siyah şeytan pantolonu üstümde çuvaldan dikilmiş bir tunik, başımda bir kovboy şapkası ve belimde bir kemer ve colt tabanca ayaklarımda kovboy çizmeleri, bulamadığım zaman bale pabucu giyer çıkardım.  Sevgili Yalçın Uğurlu, başkanımız ve kulübün herşeyi, benden iyi hatırlayacaktır bu anlattıklarımı. Bizim bütün kapris ve kahırlarımızı hep o çekerdi.


IV
Homeros[2]’un yazdığı İliada[3] destanında bu Truva savaşının son günleri anlatılır, bilirsiniz.
Truva kralı Priamos’un bir oğlu olur ama Kâhinler bu çocuğun Truva’nın başına felaket getireceğini, kral’ın şehrin selameti açısından, ondan kurtulmasını tavsiye ederler. Dağa götürülüp öldürülmesini emreder Priamos. Bebeği alıp dağa götüren asker, onu öldüremez oraya bırakır “nasıl olsa kurda kuşa yem olur” diye. Ancak çocuğu çobanlar bulur ve büyütürler. Bu arada baba yüreği pişmanlık da duyar yaptığı işten dolayı fakat çok geçtir artık. Aradan geçen zamanla çocuk büyür,  tabii kral olacak değildir a, çoban oğlu çoban olur ve Priamos’un sürülerinin bakıcısı olur. Birgün kız kardeşleri gelir iri bir boğa beğenirler. Bu boğa aslında Alexandros’un gözdesidir ve vermek istemez boğayı. Boğa Truvada yapılacak kahramanlık oyunlarında büyük ödül olarak ortaya konacaktır. Alexandros da oyunlara katılıp boğasını geri alma kararındadır. Nitekim oyunların sonunda boğasının sahibi olup geri getirir boğayı, ama artık kralın oğlu olduğu açığa çıkar ve babası onu sahiplenir. Artık sarayın kadrolu çobanı olur, babasının mallarını otlatmaya başlar.
İşte o günler de haberleşme ve ulaştırmadan sorumlu aynı zamanda hırsızların tanrısı Hermes, elinde bir altın elmayla gelir, zavallı çoban olduğu yerde biraz toparlanır, her zaman bir tanrıyla karşılaşmaz ya insan, adamın kartvizitini görünce, ayağa kalkar. Hermes kulağına “Zeus’un emridir. Bu altın elmayı en güzel tanrıçaya  sen vereceksin” diye fısıldar. Tam o sırada yarı çıplak kadın tanrıçalar, çoban Aleksandros’u hayvan otlattığı merada kıstırırlar, Hera, Afrodit, Athena. Hepsi de dişli ana tanrıçalardır, kaprisli ve ömür törpüsüdürler:
“Haydi çoban söyle,  hangimiz daha güzeliz?” derken, tabii bir sürü de vaadlerde bulunurlar, Hera, Asya ve Avrupa'nın krallığını, Athena ölümsüz bilgelik ve zaferler vereceğini. Afrodit ise kendisini seçerse, dünyanın en güzel kadınını vereceğini vaad eder.

O sırada Zeus (Hasan A. galiba) çok nazik bir durumu hasarsız atlattığı için memnuniyetle sırıtmaktadır. Aslında olay Olimpos'ta yapılan bir şenliğe savaş tanrısı Ares'in kızkardeşi, kavga ve nifak tanrıçası Eris'in davet edilmemesi üzerine; Onun yemek masasına, üzerinde "En güzel kadına" yazılı altın elmayı atmasıyla başlar. Şenlikteki kadınların öfkesinden çekinen Zeus, işi bir ölümlünün üzerine ciro eder, yani Aleksandros'a. 

Buraya kadar anlatılanlardan bu olayın tesadüfen gelişmekte olan bir olay olduğunu sanıyorsanız yanılırsınız. Zira çocuk doğduğunda kahinlerin öngördükleri kaderini yaşamaktadır. Bizim hikâyemizde olayları destanın yazarı Phokaia lı Homer, yani nam-ı diğer Foçalı kör Ömer anlatır. Perde açıldığında bizim tanrılar Sahnenin sağında toplanmış olarak kızlı erkekli mavralarını geçiyor, bu arada Kulübün üç beş kuruşuyla zar zor temin ettiği  meyvaları atıştırıyorlardır.
Bizim saftrik Aleksandros, Romalıların daha sonra “Paris” dedikleri çoban, kendisine, dünyanın en güzel kadınını vaad eden Afrodit’e altın elmayı verir ve onu en güzel tanrıça olarak seçer, seçer de kıyamet kopar. Hera ve Athena korkunç bir öfkeyle sahneden kaçarlar. O çağda dünyadaki yaşayan ölümlüler içinde en güzel kadın Helen’dir, O da Agamemnon’un erkek kardeşi Menelaos’un karısıdır ve çoluğa çocuğa karışmıştır. Ama Afrodit tarafından Aleksandros’a hediye edilir, O da alıp kadını Truva’ya getirir. Avdan dönen Menalaos sahneye başında tipik safari sapkasıyla girer. Şapkanın her iki yanında boynuzları vardır. Zavallı adam karısnın kaçırılıp bir çobana hediye edildiğini öğrenince “Oh my God” diyerek başını elleri arasına alırken, ellerine başındaki boynuzlar gelir. “Oh my God!” diye tekrar, tekrar feryat eder.
Agamemnon bunu duyunca kırılan krallık onurunu tamir etmek, Anadolu’ya haddini bildirmek ve bir daha belini doğrultamayacak şekilde ezmek, aklında da Kral Priamos’un hazinelerini yağmalamak için, ABD (Aka Birleşik Devletleri) ordusunu toparlayarak Truva önlerine gelir. Agamemnon yani ben o komik kıyafetle, sahneye çıkıp Amerikan başkanı Johnson vari bir giriş  yaptığımda (Aydınlatma ve efekt konsolundaki Aydın G. veya İbrahim ... zamanı kaçırmazlarsa, Sahnede “The Yellow Rose Of Texas” cowboy şarkısı yükselirdi) Koca Agamemnon lisan-ı münasiple Helen’i Truva kralından Priamos (İbrahim Niyazioğlu)’ndan ister. Priamos, (İsmet İnönü rolündedir adeta, mimik ve konuşması da onun gibidir, o zamanlar Türkiye’ye zılgıt çeken bir Johnson mektubu vardı.). büyük oğlu Kahraman Hektor’un (Akın A., Ecevit rollerinde) da katkılarıyla, lisanı münasip şekilde posta atarlar, rest çekerler Aka Birleşik Devletleri’ne.
Savaş başlar ve tanrılar her iki tarafa da silah ve mühimmat satarak olayları online seyretmektedirler. Demircilerin tanrısı Hephaistos (Halûk .. Elk müh) aracılığıyla. Böyle sürüp giderken Agamemnon’la arası bozulan Akilleus savaş meydanından çekilir, ama arkadaşı
Patraklos askerin morali bozulmasın diye Onun zırhı ve pusatlarıyla meydana çıkar ve Hektor ile çarpışırken Hektor onu öldürür. Buna çok üzülen Akhilleus sevgili arkadaşının intikamını almak için meydana çıkar, O da Hektor’u öldürür, cesedini arabasının arkasında yerlerde sürükler.
Akilleus (Achille, Aşil)  annesi tarafından bebekken ölümsüzlük deresinde yıkanmıştır, ölmez ve yenilmez bir yarı tanrıdır bilirsiniz. Ama şavaşın sonuna doğru Aleksandros’un bir oku, körün attığı taş misali, Onun topuğuna isabet eder (şimdi Aşil tendonu diye anılır). Orası annesinin bebeği suya daldırırken tuttuğu yerdir ve kuru kalmıştır yani ölüm noktası orasıdır. Akilleus da savaş meydanında ölür.

Savaşın onuncu yılında, her iki tarafında dayanma güçlerinin sonuna geldiği bir zamanda Truva’da mukim kâhin Kalkus?? (Çetin Ör. K, O da Demirel’i temsil edecektir) un da katkılarıyla bir plan yapar Akalılar. Donanmayı Truva’dan çekerler ama ortada kocaman bir at heykeli kalır, şu herkesin bildiği Truva Atı, hani içi askerle dolu olan ve daha sonra Truvalıları arkadan hançerleyecek olan at. Akaların gittiğini gören halk sevinç içinde bayram yaparlarken O atın da bu günün bir nişanesi ve hatırası olması için Şehre alınmasını isterler. Tabii işin başını çeken sempatik tavır ve söylemleriyle kâhin Kalkus?? olur.

Ve Priamos’un muhalefetine rağmen,  yapılan oylama da (bazı oyunlarımızda gerçekten de salon içinde oyların toplandığı oldu) O at sur duvarlarında delik açılarak kâhin Kalkus’un önderliğinde içeri alınır. Atın boynunda “Made in ABD” yazmaktadır. Bu at Ali Günöven tarafından bizim Yalçın’nın ricasıyla Marangozhane’de yapılmış ve galiba Yalçın beyaza boyamıştı. Meşhur Kırat...

Gündoğdu’nun oyunu yani salondaki oyun burda sona ererdi. İşte Hikaye-i Ceng-i Turova’nın öyküsü bu.
Gerçek hayatta bu oyun bir türlü sona ermez. Şimdi bizler varız yarın başkaları ölacak. Foçalı Kör Ömer’in öyküsü aslında tarihin akışı içinde  usanmadan bıkmadan tekrar, tekrar oynanacak, kişiler adlar ve dekorlar değişecek ama oyun aynı oyun, sadece Turova’da değil ezenlerle ezilmişlerin olduğu dünyanın her yerinde var olacak bu oyun.
Seyirciler hikâyeyi konuşa konuşa salonu terk ederken, biz oyuncu, ve müstahdemlerimizin yeni işleri başlardı her gösteri gününde.
Rektörlüğün izniyle gösterinin olduğu her akşam şehirden gelenleri taşıyan kombina otobüsleri o vefakâr seyircileri geri götürmek üzere gece özel servis yaparlardı. Otobüslerden biri, bizi beklerdi geç saatlere kadar...   Biz tayfalar giyinip çıkana dek çalışan işçiler anfide kaba bir derleme, toplama yaparlar, ardından  içeri seslenirlerdi; “İçerde kimse var mı” “Yok” sesi gelene kadar.
Son olarak Anfinin kapısını kilitler bizimle beraber otobüse koşarlardı.  Otobüste şansım olursa bir yere oturup, bütün geceyi gözden geçirirken dalar giderdim uykuya. Ankara’ya vardığımızda saat gece yarısını çoktan geçer ve otobüs de dolmuş ta kalmazdı tabii. Bazen koca otobüsün beni Cebeci’ye kadar bıraktığı oldu. Bir gece de Güven Parktan eve yürüyerek gelmiştim, diye hatırlıyorum... Şimdi herşeyi ve hepsini özlem ve minnetle anıyorum. Biz bu oyunu bir zaman sonra o hayran olduğum AST’da da bir gece sahnelemiştik. Oranın sahne arkasını,  kulisini, giyinme odalarını da görmüş ve makyaj masa ve aynalarının da kokularını almıştık.
Bir gece de bu oyunu ve Anfimizi rahmetli İsmet paşa ve Mevhibe hanım da şereflendirmişlerdi o rahatsız ahşap oturaklarda oturarak. Bu sabah bir ömür kadar uzaktan Paşanın sempatik yüzünü görür gibi oldum. Her oyuna yüreğimiz pır, pır ederek çıkardık. Kendimi bir tek Mimarlık Anfisinde güvende hissederdim. Memlekette emperyalizmin oynadığı oyunun farkına varıp bunu millete anlatanların anasını ağlatıyorlardı o zamanlar. Üzerinden yaklaşık elli sene geçti. değişen çok şey var, şimdi emperyalist güçler başını kaldıran ülkelere savaş açıyorlar nedense…

Arkadaşlarım hatırlattılar; İsmet Paşa’nın geldiği gece, bunu haber aldığımızda kuliste müthiş heyecanlanmıştık, Türkiye’de bir devrin en büyük adamı, eski cumhurbaşkanı nasıl haberdar olmuşsa olmuş kalkıp bizim oyunumuza sade bir vatandaş edasıyla gelmiş, sade vatandaşların arasında, rahat bir koltuk istemeden tamamen ahşap olan oturaklarda oturmuş bizleri alkışlamıştı. Herkes pür dikkat, ister istemez elinden gelen en iyi performansını ortaya koymaya çalışıyorken, oyunun başında ben paravanın arkasında sahnemi beklerken, Tanrıların arasından Afrodit kıvıra kıvıra öne çıkıp Aleksandros’dan altın elmayı kendisine vermesini istediği nisbeten sessiz bir sahne, tanrılar korosu da sessiz sakin bekledikleri bir anda: ön sıradan: “Mevhibe, bizim Bekata’nın kızı bu mu?”diye bir ses yükseldi, aynı anda bizler dahil bütün salon kahkahaya boğuldu. İsmet Paşa Mevhibe hanıma Hıfzı Oğuz Bekata[4]nın kızını soruyordu ancak ağır işittiğinden yüksek perdeden sormuş, herkes duymuştu. Kahkahalar ve alkışlar arasında bir süre kendimize gelememiştik. Aklımda kalan bir diğer anı da; Truva kralına Akalardan şehri teslim etmelerine dair bir nota gelir. Piramos’un (İbrahim’in) Akalar’dan gelen bu notayı Paşanın

önünde okuma sahnesiydi.   Tam o sırada fotoğrafcılardan biri o sahneyi resimleyivermiş. Bütün seyirciler kahkahalar gülerken, İsmet Paşa, seni snlıyorum dercesine, soran gözlerle kral Priamos’a, Mevhibe hanım ise gülümsiyerek yere bakmaktadır.

Bir süre önce  Kıbrıs’ta Rumların katliama kalkışmaları üzerine Türkiye müdahale etmeye karar vermiş ve Deniz ve Hava Kuvvetleri Kıbrıs’a doğru yola çıktıklarında, 1964 Haziran’nında ABD Johnson'nun mektubuyla, dünyanın ağası olarak postasını  atmıştı bize:
“Ey müttefikim, Yunanistan bir Nato üyesi böyle bir harekâtın sonunda bir Nato üyesine saldırmış olacağınızdan Eğer SSCB size karşı harekete geçerse sizi Nato olarak savunmaya geçemeyiz. Bugüne kadar Amerikan yardımı olarak verilen silahlar sadece ülkenizin savunması içindir, bir saldırıda kullanmanıza asla müsaade edemeyiz” demişti mektubunda Başkan Johnson.  Buna karşılık İnönü de “Başka bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır” diye Türkiye’nin SSCB’ye yaklaşabileceğini ima etmişti müttefikine ama Harekât da yarıda kesilmişti. Yıllar sonra aloyın aslında Rum ve Yunanlılara göz dağı verirken, böyle bir amfibik harekâta hazır olmayan ordumuza zaman kazandırmak olduğu açıklandı, bazı gazeteciler tarafından[5].
O tarihten sonra Türkiye’nin kendi silah sanayiini geliştirmesi gerektiği zarureti  kafamıza dank etmişti, ve sinema biletlerine yapıştırılan ilk yardım pullarıyla halkımız, daha doğrusu öğrencilerimiz, Milli savunma sanayiimizin kurulmasını desteklemeye başlamıştı.
İşte böyle bir oyun idi Hikâye-I Ceng-I Truva.  Heyecan dolu yılların heyecanlı oyunu idi. “Yaşanası dünyayı yaşanmaz eyler alemi aptal bilen zalimler” derler.  
Gündoğdu[6] nerede mi? Aramızda sekiz, on saat saat farkı var, gitti gider hala orada…
Tiyatro kulübümüzün bir “Hikaye-I Ceng-I Truva” dan önceki dönemi var, bir de sonraki dönemi. Yetmişler de duraklama devrine girdiyse bile sonrasında faaliyetlerine devam etmiş, çok başarılı oyunları oynamış ve tiyatro şenlikleri düzenlemişlerdir.
Şimdiki gençlere başarılar diliyorum, bilirim amatörlüğün ne olduğunu, zorluğunu ve nasıl özveri istediğini..
Doğru hatırlıyorum değil mi Yalçın? Robert Kolej Tiyatro şenliğine de katılmıştık, İstanbul Robert Kolejin Rumeli Hisarındaki efsanevi okul yurtlarında kaldığımızı, enfes bir Boğaz manzarası eşliğinde bölmesiz, perdesiz duşlarda yıkandığımızı hatırlıyorum.. Şimdi aklıma geliverdi, bunun benzeri Moskova da eski bir kışla da vardı, tuvalet için iki basamak çıkıyorsunuz, kapılar da bölmeler de yarım yapılmışlardı. Ayağa kalkmadan sohbet ediyordunuz yanınızdakiyle;
“Dobra Utra Tavariş. Kak dila? Normal ni?[7]”  Ne günlerdi be...

Sadık Mercangöz 18 Haziran 2017 8:01 Bağlıca Ankara




[1] Mete Canıtez
[2] Homeros Phokaia lı yani Foça’lıdır.
[3] Bu destan manzûm bir şekilde yazılmış olup 16000 mısradan oluşur. İnanırsanız.
[4] Hıfzı Oğuz Bekata (1911 – 1996) CHP millet vekili ve senatörü, Devlat ve İç işleri Bakanlığı yapmış Sahne arkadaşımız Nur hanımın babası...
[5] Cüneyt Arcayürke, İsmet Paşa^ya yakın gazetecilerimizden
[6] Gündoğdu Gencer (1944 - ) Mimar Tiyatro oyunları yazarı, ve Dramaturg, Yönetmen
[7] Günaydın yoldaş. Nasılsın? İyisin?

3 yorum:

  1. Sağol Sadık.

    Eski günleri tekrar yaşadık.
    Aydın Yoğurtçuoğlu

    YanıtlaSil
  2. Zevkle okudum. Sahne dışındaki ortama aşina olunca daha bir zevkli oluyor. Sadık'cım, bilmediğimiz ve çokbaşarılı olduğurnbir yönünü daha gördük.

    Selah Bergmen

    YanıtlaSil
  3. Feridun Ulusoy
    Dostum, demek birbirimize duyduğumuz sempatinin temelinde benim, Türk Balesinin ilk dansçılarından biri olarak yıllarca beslendiğim "Sahne Tozu" var, öyle mi? Edebiyatın yanı sıra, işte güzel bir müşterek taraf daha. Parmaklarınıza sağlık... Ne güzel yazmışsınız, sahnede izler gibi oldum.
    Feridun Ulusoy

    YanıtlaSil