HİKÂYE-İ CENG-İ TUROVA
(32 KISIM TEKMİLİ BİRDEN)
Bu bir Tiyatro oyunun adıdır.
ODTÜ Tiyatro kulübünün 67-68 yıllarında sahneye koyduğu oyun.

Nasıl tanıştım bu kulüple
bilmiyorum, ilan panolarına asılan bir ilandan olablir, O Pazar günü müze
binasının alt kapısından içeri girip üst salona çıktım. O gün okuma provası
olduğunu biliyordum. Ben merdivenden çıkarken
yukarıdakilerin konuşma seslerini duyuyordum. Bu kadar az kişinin geleceğini
tahmin edemezdim. 4 veya 5 genç insan bir masanın çevresindeler, başlarındaki
de genç ama bizden büyük bir arkadaş. Beni görünce bayağı sevindiler. Bu tatil
gününde sabahın bu saatinde kalkıp gelen bir kişi Kulüp için gönüllü bir üye demekti,
Ellerinde Çetin Altan’nın bir
oyunu var. Galiba “Suçlular Aramızda” idi oyunun adı. İsminde yanılıyor da
olabilirim ama polisiye olduğundan eminim. Bir hafta evvelinden rol dağılımı
yapmışlar herhalde ki ellerinde kitapçıklar var ortada büyücek bir masa, etrafına
dizilmişler herkes haliyle rollerine yoğunlaşmışlar. Oturdum bir yere. Onlar kaldıkları yerden
devam ettiler. Etraf bana bakıyor, ben de etrafa. İçlerinde kazılardan çıkan tarih
öncesi malzemelerin olduğu, camekan masa ve dolaplar da var, yani, soğuktayız
ama yanlız değiliz.
Basitce tanıştım oradakilerle..
Tiyatro kulübü aslında eski bir kuruluştu. Okul kadar eskiydi yani. Bizden önce tiyatro meraklısı gençlerin kurduğu bir güç birliği.
Güzel işler de yapmışlardı, Harold Pinter’den Arthur Miller’den Aziz Nesin’den
oyunları oynamışlar, Tiyatro Şenliği Şenlik 66 gibi bir organizasyonu da gerçekleştirmiş bir öğrenci kuruluşuydu.
O gün orada toplananlar bu
sezonun faaliyetlerine yeni başlıyorlardı, yani fazla bir zaman kaybetmemiştim.
Yönetici bana da bir rol buldu ama bir boş tekst bulamadı o gün için. Okuma sırası
bana geldiğinde ben yanımdaki birinin masada açık duran kitapcığından okudum
cümlemi. Heyecanım tavan yaptı o anda. Zaten utangaç biriyimdir nasıl olduğunu
bilemedim ama başarıyla tamamladım
cümleyi. Ağzımda buharın çıktığını görüyorum ama Salonun soğukluğunu bile unuttum..
Kendi sesimi tanıyamadım, İçerde biraz yankı vardı ama doğru bir vurgulamayla
okuduğum için cümleyi, yönetmen uyarmak gereği duymadı. Ben içimden kendime bir
“aferin” çektim. Arkasından bir kaç cümle daha okudum doğru olarak ve oyunun o
sahnesi sona erdiğinde, yönetmen şimdiye kadar kendi okuduğu Komser rolünü bana
verdi aynı sahneyi tekrar geçtik ve ardından bir başkasını. Ben o gün, Yıldırım Önal vari bir ağır aksak ve ağdalı
bir tavırla babacan bir komseri seslendirdim ve anladığım kadarıyla takdir de
edildim. Bahçeli son durakta inip Troleybüse giderken ayaklarım yere
değmiyordu. Üstümdeki siyah kabanın yakasını kaldırdım bir bitirim komser edasıyla yolda yürüdüm, şimdi bunu hatırladıkça gülüyorum
ama o zaman bir iş başarmanın keyfiyle ve artan güvenimle öyle yürümüştüm.
II
Çinici’nin ODTÜ yerleşkesi içinde en etkileyici yapısıdır. Sanırım halâ da öyledir. Brüt betonla ilk tanışmamdı o yıllarda. O güne kadar gördüğüm ve yaşadığım yakın çevremdeki binalarla ve estetik değerlerle hiç ilgisi olmayan ve onlara bir meydan okuma gbiydi. Beton var hem de çıplak, cam var aluminyum var ve cilalı ahşap
doğramalar var içeride, sıva yok badana yok, badana yok asma tavan denen sahtekârlık yok, ama doğallık ve saflıktı asıl var olan bu yapıda.

Bazı yerlerde durup
seyrederdim iç detayları. "Kalıpçiları kesin ağlatmıştır bu mimar" diye
düşündüğüm olmuştur. Brüt beton duvarlarda yivler ve setler vardı hiç
beklenmedik. Orta holde alt ve üst katlarda sınıf ve labratuvarlar vardı ve
onların da hole bakan üçer adet vitray mazgalları vardı Orta holdeki betonarme
perde kolonlar örneğin, tavandan aşağı iki buçuk kat boyunca iner, iner ve tam tabanla
birleşeceği koyu mermer karoların üstüne oturacağını beklediğiniz yerde, gelir,
bir çakıl havuzuna saplanırdı. Böyle bir şeyin olabileceği benim aklıma gelmezdi
doğrusu.Yaşanan bir binada değil de sanki modern bir heykelin içinde
dolanırdınız dolaştıkça..
Işıklar ya da gölgeler çıkardı önünüze günün her saatinde, değişik köşelerde değişik açılarda. Her yerden gelebilirdi ışıklar yanlardan, bahçelerden, tavanlardan. Binanın ön, arka ya da yan cephesi yerine çok fazla cephecikleri vardı, algıladığımız ama anlatamadığımız. Ancak ışıklar aralarına girince hissederdiniz cephecikleri..

boşluklar 15 metreye 15 metre ve 7metre yükseklik. ve o zamanın teknolojisinde olağan üstü sayılacak kaset döşemeler ve tepeden gelen ışıklar ile başınızın üzerinde büyüleyici bir geometri duruyordu.
Dışarıdan baktığınızda düz çatı ve çörtenler vardı, Ankara’nın ve İstanbul’un her
yerinde saçaklar, kiremit çatılar ve isten kararmış baca ucubeleri varken, onlara
inat temiz ve saf şekiller manzumesi karşılardı size.
Binanın Batı tarafında bir giriş kapısı
vardı, kemerli, yüksekce çift kanatlı, ahşaptan bir kapı, diğer taraftaki
kapılar gibi metal ve camdan değil. Alışıldık bir şey. Büyük kanatlar hiç
açılmaz sadece tek kişinin gelip geçebileceği üçüncü kanatın örttüğü kapıcık
açık kalırmış. Anlamlı bir durum. Avrupa’nın eski üniversite ve manastırlarında
olan ve Anadolu’da eski kale, medrese ve köy konaklarında rastlanan hem atlı
arabaların girebileceği kocaman kanatları
hem de her daim insanların ve sürünün girebileceği kuzuluğu olan bir kapı. Ben bu
yaklaşımı, bu eğitim kurumunun geçmişten
gelen bir devamlılığı olduğu düşüncesini çağrıştırmasını amaçlamıştır, diye
anlarım.
Anfi işte bu yolun sonuna yakın
çeşmenin, bilgi çeşmesinin, bulunduğu
yerde. Bizim okuma provası yaptığımız müze ise hem bu 400 kişilik anfi kitlesini
dengeleyecek, hem
de arkatlı yolun bittiğini vurgulayacak bir
şekilde planlanmış bir yapı. Küçüktü ama anfinin tepesinden bakardı. Betonarme bir prizmaydı. Üçte birlik alt kısmı cam üst
kısmı çıplak beton olarak tasarlanmış bir müzecik. Bu küçük salonun tavana
yakın yerinde, beyaz ızgaraların arkasına saklanmış pencereleri vardı hem de
dört cephesinde. Biz orada okuma provası yaparken istimlâk edilen Yalıncak
köyünde yapılmış olan kazılarda bulunmuş olan az miktarda tarih öncesi malzeme,
camlı dolap ve masalarda sağımızda solumuzda sessizlik içinde dinlerlerdi
bizi.
III
Ertesi Pazar uçarak geldim provaya
bizim kırmızı beyaz et kombinası otobüsleriyle. İç İşleri Bakanlığı önünden
kalkar başka yerlere sapmadan doğrudan okula kadar gelirdi. Sadece bizim okul
otobüslerinin beklemesine müsaade ederlerdi orada. O otobüslerle gezmek ne
sükseydi ama. Rahatsız ama sükseli olur mu? Olur.
Koşa koşa geldiğim ertei hafta
Pazar, oynayacağımız oyunun değiştirilmesine karar verildi. Esmer uzun boylu bir abimiz siyah koltukaltı
çantasının içinden, yeni bitirmiş
olduğu bir oyunun metnini çıkardı;
“Ben Gündoğdu Gencer, bu da
arkadaşım Mete[1]’yle birlikte yazdığımız
oyunumuz “Hikâye-i Ceng-i Turova” dedi. O güne kadar görmediğim medeni bir
davranıştı. Saman kağıda teksir edilmiş, orijinal bir oyun metnini de ilk
görüşümdü. Yani bugün bir tiyatrocu sanatkâr ve oyun yazarıyla tanışmıştım. Sanırım herkesde
de aynı duygu, hayranlıkla karışık önemsenmişliğin saygınlığına kavuşmuştuk.
Müzenin küçük salonu bugün biraz kalabalıktı geçen haftaya göre. Yani beş değil de sekiz veya on genç arkadaştık. Gündoğdu anlatmaya biz de
saygıyla dinlemeye başladık.
Oyun başlangıçtan itibaren
herkesi sardı.
Eski Yunan’da Homeros tarafından yazılmış bir Çanakkale destanın öyküsünden uyarlanmış bir oyun. Olaylar o zamanda geçmesine rağmen absurd kıyafet ve sahne düzenlemesiyle zamandan uzaklaşmış ama olayların gelişmesi itibariyle bugünü çağrıştıran bir öyküydü. Devir, Amerikan emperyalizmine karşı nefretin ve tepkilerin zirveye çıktığı bir devir. Gündoğdu da asırlar önce Truvanın hileyle alınması ve kentin yıkılması konusunun bugüne olan benzerliğini akılcı bir şekilde bugüne uyarlamış ve tiraji komik bir hikâye yaratmıştı.
Düşünün o sıralar AST ın (Ankara
Sanat Tiyatrosu) sadece Ankara’da değil, Türkiye ‘de tanındığı zamanlar. “Bir
Delinin Hatıra defteri, Küçük burjuvalar, ve 7. Koğuş” gibi oyunları oynadıkları
ve şimdi hatırlayamadığım bazı grupların “Asiye nasıl kurtulur” ve “Devr-i Süleyman” gibi oyunları sahneye
koyduğu yıllardı. O yaz Gençlik Parkında bir yaz sezonu boyunca nerdeyse kapalı
gişe oynamışlardı bu oyunları.
“Bizim böyle bir oyunu gündeme
getirmemiz aslında böyle gergin ortamda yabana atılmayacak bir katkı olur” diye
düşündük. Ama şimdi bizim bu saf yaklaşımızın aslında okul ve yakın çevresinde
bir etki yaratmadığını, geldikleri yerlerde konser nedir Tiyatro nedir bilmeyen
bir neslin, Üniversite yıllarında da bu tür kaygılarının olmadığını şimdi daha rahat
görebiliyorum.
Ben de öyle taşra şehirlerinde
bulunmuştum, babamın görevinden dolayı. Şehrin küçük meydanlarına kurulan tiyatro çadırlarını da, askerdeki moral günlerini, hangarlarda
veya panayır çadırlarında “Fes başına,
püskülü ben olayım” “Sabahlara dayanamam, Osman aga” türküleriyle “Aç, aç”
nidaları arasında yapılan kültürel
faaliyetleri de bilirim. Ön sıralarda rütbeli insanlar, arkalarında erler,
erbaşlar. Kepler ve eller havada bu anlamlı günü kutlarlardı, türkücüler ve
dansözler eşliğinde. United States’de de öyleydi ya, Bob Hope, Jerry Louis,
Marliyn Monroe, Glenn Miller orkestrası eşliğinde Vietnam’daki Yankee’lere
moral verirlerdi ya bizimki de öyle işte. Amerikan jetleri, ekipman ve kıyafetleri
ve hizmete özel talimatnameleriyle küçük Amerika olma yolunda kalkınan
Türkiye...
Şimdi bizler heyecanla yeni
çalışmanın içine dalıyorduk. Roller
dağıtıldı, bana da bayağı uzun bir rol verdilerdi. Agamemnon. Aka Birleşik
Devletleri kralı. Sahnede görseydiniz, gülmekten ölürdünüz, ayağımda siyah
şeytan pantolonu üstümde çuvaldan dikilmiş bir tunik, başımda bir kovboy
şapkası ve belimde bir kemer ve colt tabanca ayaklarımda kovboy çizmeleri,
bulamadığım zaman bale pabucu giyer çıkardım. Sevgili Yalçın Uğurlu, başkanımız ve kulübün
herşeyi, benden iyi hatırlayacaktır bu anlattıklarımı. Bizim bütün kapris ve
kahırlarımızı hep o çekerdi.
IV
Truva kralı Priamos’un bir oğlu
olur ama Kâhinler bu çocuğun Truva’nın başına felaket getireceğini, kral’ın
şehrin selameti açısından, ondan kurtulmasını tavsiye ederler. Dağa götürülüp
öldürülmesini emreder Priamos. Bebeği alıp dağa götüren asker, onu öldüremez
oraya bırakır “nasıl olsa kurda kuşa yem olur” diye. Ancak çocuğu çobanlar
bulur ve büyütürler. Bu arada baba yüreği pişmanlık da duyar yaptığı işten
dolayı fakat çok geçtir artık. Aradan geçen zamanla çocuk büyür, tabii kral olacak değildir a, çoban oğlu
çoban olur ve Priamos’un sürülerinin bakıcısı olur. Birgün kız kardeşleri gelir
iri bir boğa beğenirler. Bu boğa aslında Alexandros’un gözdesidir ve vermek
istemez boğayı. Boğa Truvada yapılacak kahramanlık oyunlarında büyük ödül
olarak ortaya konacaktır. Alexandros da oyunlara katılıp boğasını geri alma
kararındadır. Nitekim oyunların sonunda boğasının sahibi olup geri getirir
boğayı, ama artık kralın oğlu olduğu açığa çıkar ve babası onu sahiplenir.
Artık sarayın kadrolu çobanı olur, babasının mallarını otlatmaya başlar.

“Haydi çoban söyle, hangimiz daha güzeliz?” derken, tabii bir sürü de vaadlerde bulunurlar, Hera, Asya ve Avrupa'nın krallığını, Athena ölümsüz bilgelik ve zaferler vereceğini. Afrodit ise kendisini seçerse, dünyanın en güzel kadınını vereceğini vaad eder.
O sırada Zeus (Hasan A.
galiba) çok nazik bir durumu hasarsız atlattığı için memnuniyetle
sırıtmaktadır. Aslında olay Olimpos'ta yapılan bir şenliğe savaş tanrısı Ares'in kızkardeşi, kavga ve nifak tanrıçası Eris'in davet edilmemesi üzerine; Onun yemek masasına, üzerinde "En güzel kadına" yazılı altın elmayı atmasıyla başlar. Şenlikteki kadınların öfkesinden çekinen Zeus, işi bir ölümlünün üzerine ciro eder, yani Aleksandros'a.
Buraya kadar anlatılanlardan bu olayın tesadüfen gelişmekte
olan bir olay olduğunu sanıyorsanız yanılırsınız. Zira çocuk doğduğunda
kahinlerin öngördükleri kaderini yaşamaktadır. Bizim hikâyemizde olayları
destanın yazarı Phokaia lı Homer, yani nam-ı diğer Foçalı kör Ömer anlatır.
Perde açıldığında bizim tanrılar Sahnenin sağında toplanmış olarak kızlı
erkekli mavralarını geçiyor, bu arada Kulübün üç beş kuruşuyla zar zor temin ettiği meyvaları atıştırıyorlardır.
Bizim saftrik Aleksandros,
Romalıların daha sonra “Paris” dedikleri çoban, kendisine, dünyanın en güzel
kadınını vaad eden Afrodit’e altın elmayı verir ve onu en güzel tanrıça olarak
seçer, seçer de kıyamet kopar. Hera ve Athena korkunç bir öfkeyle sahneden kaçarlar.
O çağda dünyadaki yaşayan ölümlüler içinde en güzel kadın Helen’dir, O da
Agamemnon’un erkek kardeşi Menelaos’un karısıdır ve çoluğa çocuğa karışmıştır.
Ama Afrodit tarafından Aleksandros’a hediye edilir, O da alıp kadını Truva’ya
getirir. Avdan dönen Menalaos sahneye başında tipik safari sapkasıyla girer.
Şapkanın her iki yanında boynuzları vardır. Zavallı adam karısnın kaçırılıp bir
çobana hediye edildiğini öğrenince “Oh my God” diyerek başını elleri arasına
alırken, ellerine başındaki boynuzlar gelir. “Oh my God!” diye tekrar, tekrar feryat eder.
Agamemnon bunu duyunca kırılan
krallık onurunu tamir etmek, Anadolu’ya
haddini bildirmek ve bir daha belini doğrultamayacak şekilde ezmek, aklında da Kral Priamos’un hazinelerini yağmalamak için, ABD (Aka Birleşik Devletleri)
ordusunu toparlayarak Truva önlerine gelir. Agamemnon yani ben o komik
kıyafetle, sahneye çıkıp Amerikan başkanı Johnson vari bir giriş yaptığımda (Aydınlatma ve efekt konsolundaki Aydın
G. veya İbrahim ... zamanı kaçırmazlarsa, Sahnede “The Yellow Rose Of Texas” cowboy şarkısı
yükselirdi) Koca Agamemnon lisan-ı münasiple Helen’i Truva kralından Priamos
(İbrahim Niyazioğlu)’ndan ister. Priamos, (İsmet İnönü rolündedir adeta, mimik
ve konuşması da onun gibidir, o zamanlar Türkiye’ye zılgıt çeken bir Johnson
mektubu vardı.). büyük oğlu Kahraman Hektor’un (Akın A., Ecevit rollerinde) da
katkılarıyla, lisanı münasip şekilde posta atarlar, rest çekerler Aka Birleşik Devletleri’ne.
Savaş başlar ve tanrılar her
iki tarafa da silah ve mühimmat satarak olayları online seyretmektedirler.
Demircilerin tanrısı Hephaistos (Halûk .. Elk müh) aracılığıyla. Böyle sürüp
giderken Agamemnon’la arası bozulan Akilleus savaş meydanından çekilir, ama arkadaşı
Patraklos askerin morali bozulmasın diye Onun zırhı ve pusatlarıyla meydana çıkar ve Hektor ile çarpışırken Hektor onu öldürür. Buna çok üzülen Akhilleus sevgili arkadaşının intikamını almak için meydana çıkar, O da Hektor’u öldürür, cesedini arabasının arkasında yerlerde sürükler.
Akilleus (Achille, Aşil) annesi tarafından bebekken ölümsüzlük deresinde yıkanmıştır, ölmez ve yenilmez bir yarı tanrıdır bilirsiniz. Ama şavaşın sonuna doğru Aleksandros’un bir oku, körün attığı taş misali, Onun topuğuna isabet eder (şimdi Aşil tendonu diye anılır). Orası annesinin bebeği suya daldırırken tuttuğu yerdir ve kuru kalmıştır yani ölüm noktası orasıdır. Akilleus da savaş meydanında ölür.
Patraklos askerin morali bozulmasın diye Onun zırhı ve pusatlarıyla meydana çıkar ve Hektor ile çarpışırken Hektor onu öldürür. Buna çok üzülen Akhilleus sevgili arkadaşının intikamını almak için meydana çıkar, O da Hektor’u öldürür, cesedini arabasının arkasında yerlerde sürükler.
Akilleus (Achille, Aşil) annesi tarafından bebekken ölümsüzlük deresinde yıkanmıştır, ölmez ve yenilmez bir yarı tanrıdır bilirsiniz. Ama şavaşın sonuna doğru Aleksandros’un bir oku, körün attığı taş misali, Onun topuğuna isabet eder (şimdi Aşil tendonu diye anılır). Orası annesinin bebeği suya daldırırken tuttuğu yerdir ve kuru kalmıştır yani ölüm noktası orasıdır. Akilleus da savaş meydanında ölür.
Savaşın onuncu yılında, her iki tarafında dayanma
güçlerinin sonuna geldiği bir zamanda Truva’da mukim kâhin Kalkus?? (Çetin Ör.
K, O da Demirel’i temsil edecektir) un da katkılarıyla bir plan yapar Akalılar.
Donanmayı Truva’dan çekerler ama ortada kocaman bir at heykeli kalır, şu
herkesin bildiği Truva Atı, hani içi askerle dolu olan ve daha sonra
Truvalıları arkadan hançerleyecek olan at. Akaların gittiğini gören halk sevinç
içinde bayram yaparlarken O atın da bu günün bir nişanesi ve hatırası olması
için Şehre alınmasını isterler. Tabii işin başını çeken sempatik tavır ve
söylemleriyle kâhin Kalkus?? olur.
Ve Priamos’un muhalefetine rağmen, yapılan oylama da (bazı oyunlarımızda gerçekten de salon içinde oyların toplandığı oldu) O at sur duvarlarında delik açılarak kâhin Kalkus’un önderliğinde içeri alınır. Atın boynunda “Made in ABD” yazmaktadır. Bu at Ali Günöven tarafından bizim Yalçın’nın ricasıyla Marangozhane’de yapılmış ve galiba Yalçın beyaza boyamıştı. Meşhur Kırat...
Ve Priamos’un muhalefetine rağmen, yapılan oylama da (bazı oyunlarımızda gerçekten de salon içinde oyların toplandığı oldu) O at sur duvarlarında delik açılarak kâhin Kalkus’un önderliğinde içeri alınır. Atın boynunda “Made in ABD” yazmaktadır. Bu at Ali Günöven tarafından bizim Yalçın’nın ricasıyla Marangozhane’de yapılmış ve galiba Yalçın beyaza boyamıştı. Meşhur Kırat...
Gündoğdu’nun oyunu yani
salondaki oyun burda sona ererdi. İşte Hikaye-i Ceng-i Turova’nın öyküsü bu.
Gerçek hayatta bu oyun bir
türlü sona ermez. Şimdi bizler varız yarın başkaları ölacak. Foçalı Kör Ömer’in
öyküsü aslında tarihin akışı içinde
usanmadan bıkmadan tekrar, tekrar oynanacak, kişiler adlar ve dekorlar değişecek
ama oyun aynı oyun, sadece Turova’da değil ezenlerle ezilmişlerin olduğu
dünyanın her yerinde var olacak bu oyun.
Seyirciler hikâyeyi konuşa
konuşa salonu terk ederken, biz oyuncu, ve müstahdemlerimizin yeni işleri başlardı
her gösteri gününde.
Rektörlüğün izniyle gösterinin
olduğu her akşam şehirden gelenleri taşıyan kombina otobüsleri o vefakâr
seyircileri geri götürmek üzere gece özel servis yaparlardı. Otobüslerden biri,
bizi beklerdi geç saatlere kadar... Biz
tayfalar giyinip çıkana dek çalışan işçiler anfide kaba bir derleme, toplama
yaparlar, ardından içeri seslenirlerdi;
“İçerde kimse var mı” “Yok” sesi gelene kadar.
Son olarak Anfinin kapısını kilitler
bizimle beraber otobüse koşarlardı. Otobüste
şansım olursa bir yere oturup, bütün geceyi gözden geçirirken dalar giderdim
uykuya. Ankara’ya vardığımızda saat gece yarısını çoktan geçer ve otobüs de dolmuş
ta kalmazdı tabii. Bazen koca otobüsün beni Cebeci’ye kadar bıraktığı oldu. Bir
gece de Güven Parktan eve yürüyerek gelmiştim, diye hatırlıyorum... Şimdi
herşeyi ve hepsini özlem ve minnetle anıyorum. Biz bu oyunu bir zaman sonra o
hayran olduğum AST’da da bir gece sahnelemiştik. Oranın sahne arkasını, kulisini, giyinme odalarını da görmüş ve
makyaj masa ve aynalarının da kokularını almıştık.
Bir gece de bu oyunu ve Anfimizi rahmetli İsmet paşa ve Mevhibe hanım da şereflendirmişlerdi o rahatsız ahşap oturaklarda
oturarak. Bu sabah bir ömür kadar uzaktan Paşanın sempatik yüzünü görür gibi
oldum. Her oyuna yüreğimiz pır, pır ederek çıkardık. Kendimi bir tek Mimarlık Anfisinde
güvende hissederdim. Memlekette emperyalizmin oynadığı oyunun farkına varıp
bunu millete anlatanların anasını ağlatıyorlardı o zamanlar. Üzerinden yaklaşık
elli sene geçti. değişen çok şey var, şimdi emperyalist güçler başını kaldıran
ülkelere savaş açıyorlar nedense…
Arkadaşlarım hatırlattılar; İsmet Paşa’nın geldiği gece, bunu haber aldığımızda kuliste müthiş heyecanlanmıştık, Türkiye’de bir devrin en büyük adamı, eski cumhurbaşkanı nasıl haberdar olmuşsa olmuş kalkıp bizim oyunumuza sade bir vatandaş edasıyla gelmiş, sade vatandaşların arasında, rahat bir koltuk istemeden tamamen ahşap olan oturaklarda oturmuş bizleri alkışlamıştı. Herkes pür dikkat, ister istemez elinden gelen en iyi performansını ortaya koymaya çalışıyorken, oyunun başında ben paravanın arkasında sahnemi beklerken, Tanrıların arasından Afrodit kıvıra kıvıra öne çıkıp Aleksandros’dan altın elmayı kendisine vermesini istediği nisbeten sessiz bir sahne, tanrılar korosu da sessiz sakin bekledikleri bir anda: ön sıradan: “Mevhibe, bizim Bekata’nın kızı bu mu?”diye bir ses yükseldi, aynı anda bizler dahil bütün salon kahkahaya boğuldu. İsmet Paşa Mevhibe hanıma Hıfzı Oğuz Bekata[4]’nın kızını soruyordu ancak ağır işittiğinden yüksek perdeden sormuş, herkes duymuştu. Kahkahalar ve alkışlar arasında bir süre kendimize gelememiştik. Aklımda kalan bir diğer anı da; Truva kralına Akalardan şehri teslim etmelerine dair bir nota gelir. Piramos’un (İbrahim’in) Akalar’dan gelen bu notayı Paşanın
önünde okuma sahnesiydi. Tam o sırada fotoğrafcılardan biri o sahneyi resimleyivermiş. Bütün seyirciler kahkahalar gülerken, İsmet Paşa, seni snlıyorum dercesine, soran gözlerle kral Priamos’a, Mevhibe hanım ise gülümsiyerek yere bakmaktadır.
Bir süre önce Kıbrıs’ta Rumların katliama kalkışmaları üzerine
Türkiye müdahale etmeye karar vermiş ve Deniz ve Hava Kuvvetleri Kıbrıs’a doğru
yola çıktıklarında, 1964 Haziran’nında ABD Johnson'nun mektubuyla, dünyanın ağası olarak postasını atmıştı bize:
“Ey müttefikim, Yunanistan bir
Nato üyesi böyle bir harekâtın sonunda bir Nato üyesine saldırmış olacağınızdan
Eğer SSCB size karşı harekete geçerse sizi Nato olarak savunmaya geçemeyiz.
Bugüne kadar Amerikan yardımı olarak verilen silahlar sadece ülkenizin savunması
içindir, bir saldırıda kullanmanıza asla müsaade edemeyiz” demişti mektubunda
Başkan Johnson. Buna karşılık İnönü de
“Başka bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır” diye Türkiye’nin
SSCB’ye yaklaşabileceğini ima etmişti müttefikine ama Harekât da yarıda
kesilmişti. Yıllar sonra aloyın aslında Rum ve Yunanlılara göz dağı verirken,
böyle bir amfibik harekâta hazır olmayan ordumuza zaman kazandırmak olduğu
açıklandı, bazı gazeteciler tarafından[5].
O tarihten sonra Türkiye’nin kendi
silah sanayiini geliştirmesi gerektiği zarureti kafamıza dank etmişti, ve sinema biletlerine
yapıştırılan ilk yardım pullarıyla halkımız, daha doğrusu öğrencilerimiz, Milli
savunma sanayiimizin kurulmasını desteklemeye başlamıştı.
İşte böyle bir oyun idi
Hikâye-I Ceng-I Truva. Heyecan dolu
yılların heyecanlı oyunu idi. “Yaşanası dünyayı yaşanmaz eyler alemi aptal
bilen zalimler” derler.
Gündoğdu[6] nerede mi? Aramızda sekiz, on saat saat farkı var, gitti gider hala orada…
Gündoğdu[6] nerede mi? Aramızda sekiz, on saat saat farkı var, gitti gider hala orada…
Tiyatro kulübümüzün bir “Hikaye-I
Ceng-I Truva” dan önceki dönemi var, bir de sonraki dönemi. Yetmişler de
duraklama devrine girdiyse bile sonrasında faaliyetlerine devam etmiş, çok
başarılı oyunları oynamış ve tiyatro şenlikleri düzenlemişlerdir.
Şimdiki gençlere başarılar
diliyorum, bilirim amatörlüğün ne olduğunu, zorluğunu ve nasıl özveri
istediğini..
Doğru hatırlıyorum değil mi
Yalçın? Robert Kolej Tiyatro şenliğine de katılmıştık, İstanbul Robert Kolejin
Rumeli Hisarındaki efsanevi okul yurtlarında kaldığımızı, enfes bir Boğaz manzarası
eşliğinde bölmesiz, perdesiz duşlarda yıkandığımızı hatırlıyorum.. Şimdi aklıma
geliverdi, bunun benzeri Moskova da eski bir kışla da vardı, tuvalet için iki
basamak çıkıyorsunuz, kapılar da bölmeler de yarım yapılmışlardı. Ayağa
kalkmadan sohbet ediyordunuz yanınızdakiyle;
“Dobra Utra Tavariş. Kak dila? Normal ni?[7]” Ne günlerdi be...
Sadık Mercangöz 18 Haziran
2017 8:01 Bağlıca Ankara
[1] Mete
Canıtez
[2] Homeros Phokaia
lı yani Foça’lıdır.
[3] Bu destan
manzûm bir şekilde yazılmış olup 16000 mısradan oluşur. İnanırsanız.
[4] Hıfzı Oğuz Bekata (1911 – 1996) CHP millet vekili ve
senatörü, Devlat ve İç işleri Bakanlığı yapmış Sahne arkadaşımız Nur hanımın
babası...
[7]
Günaydın yoldaş. Nasılsın? İyisin?
Sağol Sadık.
YanıtlaSilEski günleri tekrar yaşadık.
Aydın Yoğurtçuoğlu
Zevkle okudum. Sahne dışındaki ortama aşina olunca daha bir zevkli oluyor. Sadık'cım, bilmediğimiz ve çokbaşarılı olduğurnbir yönünü daha gördük.
YanıtlaSilSelah Bergmen
Feridun Ulusoy
YanıtlaSilDostum, demek birbirimize duyduğumuz sempatinin temelinde benim, Türk Balesinin ilk dansçılarından biri olarak yıllarca beslendiğim "Sahne Tozu" var, öyle mi? Edebiyatın yanı sıra, işte güzel bir müşterek taraf daha. Parmaklarınıza sağlık... Ne güzel yazmışsınız, sahnede izler gibi oldum.
Feridun Ulusoy