Arkadaşım FE(H)Mİ
I
Fatih paşa mahallesi,
Şeftali geçidi bütün bu olaylardan sonra bir kentsel dönüşüm kazasına
uğramadan bende kalan anılarımı tazeleyip, içimi dökmeye devam ediyorum. Derler
ya, bir dost gelip, bir düşmanlık etmeden, kentsel dönüşüm kazası korkarım şehirleri
bir birlerine benzetecek, Şah iken Şahbaz olacak şehirlerimiz, veya olmayan köylerimiz ve ilçelerimiz....
Tanışmamızın üçüncü senesi, 1961 de bizim Femi[1]
İstanbul’a Ermeni Ruhban okuluna kilisenin de gayretiyle gönderildi demiştim. Bir müddet sonra okulunun önünde çekilmiş bir fotoğraf ve “Sadık
kardeşim” diye başlayan bir mektup aldım. Annesine babasına yazdığı mektubun
içinden bana ayrı bir sayfa ve fotoğraf.
Elleri ceketinin dış ceplerinde parmakları dışarıda kalmış, başı yana eğik yüzünde gamzelerini ortaya
koyan bir tebessüm. Gözleri fotoğrafa bakanın gözlerinin içine bakıyordu...Birden
bire yabancılaşmıştı bu resimdeki çocuk bana o anda. “Kimsin sen kardeşim?”
deyivermiştim.
Aradan 55 sene geçti, bugün Ankara’da hava hafif yağmurlu,
torunumu almaya geldim evlerinden, bu akşam üstü bale dersine annesi değil, ben
götüreceğim. Kapının önünde arabanın içinde bekliyorum. Radyoda Mahler’in 5
senfonisinin 4. bölümü. Tesadüfen dünyanın en hüzünlü şarkılarından biridir.
Bugüne uygun bir naiflik ve hüzün çöktü birden. Bekliyorum torun daha gelemedi.
Derken, yıllar öncesinin hayalleri önüme gelip karşıma dikildiler, birer birer. Bugün
hüzün dolu bir akşamüstü ve Mahler otomobilin radyosunda. Nereden çıktılar
ve neden geldiler ? Arabanın içinde
havada uçuşan hayaller ve garip bir hüzün var.
Diyarbakır, Sur ilçesi dedikçe TV ler
içim kabarıyor kaç gündür. Femi’nin mektubunu da hatırlıyorum, fotoğrafı sanki
elimdeymiş gibi görüyorum. Evet ayrılalı şu kadar zaman oldu, işlediğim kusuru
bu akşam üstü daha bir taş gibi yüreğimde hissediyorum, nedense. Yağmur
çiselemeye devam ediyorken benim de gözlerim nemlendi. Lütfen gözyaşım düşme, torunumun
görmesini istemem.
“Son zamanlarda ne kadar yufka yürekli olmuşsunuz bayım”
alaycı bir ses. Yana döndüm, karanlıkta yanıma biri oturmuş, birden ürktüm, ne
zaman, nasıl gelmiş oturmuş? “Sen nerden
çıktın be adam?” Sakalları uzamış, yaşlanmış ama çocuksu gamzeleri yine
belirgin. Sırıttı. Siyah yakasız bir mintan giymiş...Femi bu. Gözlerimi
kapattım bekledim...öyle yaparlar ya kaybolsun diye... Ama olmadı.
Femi’nin gideceği gün, ben dahil evlerinde ağlamayan
kalmamış idi. Babası o günlerde gurbetteydi zavallı, sanıyorum bir yol işinde
çalışıyordu. Onun söylediğine göre, babasının elinden her iş gelirmiş ama iyi
bir taş ustasıymış. Femi’nin de elinden
her iş gelirdi, marangozluk aletlerini kardeşine oyuncak yaparken ustaca
kullanırdı. Babası yol inşaatlarında san’at
yapılarında çalışırmış. Yıl 1960ların sonu. SSK vs. emeklilik filan hayal. Sakatlanıncaya, ölünceye kadar, çalış babam
çalış, aksi halde aç kalırsınız, durumundalar. O da bu gün ayrılacağını
biliyordu Femi’nin, ancak gelememişti işte. Muhakkak ki gökte uçan
kerkenezlerle hasretini ve sevgisini yollamış
olmalıydı.
Sofi ana, tek katlı evlerinin bahçesine açılan iki odasına
da girip, girip çıkıyor, bir bahçeye bir odaya. Ellerini önlüğüne bir siliyor, bir
daha siliyor, bir daha siliyordu. Kafasını
yerden kaldırmadan bir o odaya bir bu odaya girip çıkıyordu. Sanki hazırlık
yapıyor gibiydi ama hazırlanacak bir şey de yoktu. Femi’nin tahta bir bavulu
var, o da hazır. Zaten içine konacak fazla bir şey yok, hepsi de içinde.
Femi bahçe içindeki yıkık taş duvarın -her taraf zaten
yarı yıkık, iki odalı evin içi, yola bakan bahçe duvarı ve diğerleri- üzerine oturmuş gözleri yerde
ayaklarını sallıyor, bende yanındayım. Bir şeyler söylüyorsa da ben
duyamıyordum. Oğlan kardeşi Taşer ilkokula yeni başlayacak bu sene. O da çakır
gözlerini abisine dikmiş, elinde bir ekmeğin köşesi, suskun yanımızda. Bir de
bir kız çocuğu hayal meyal evde seziliyor, gerçekte var mıydı acaba yoksa ben
mi yanılıyorum. Burası bir hayli bulanık. Sağ olsaydı da anneme sorsaydım, o bilirdi.
Acaba kız kardeşlerim bilirler mi?
“Hele Bah bi. Bize bi hikaye anlatasan. Hade lo oglım”. Hikâyelerim
daha ziyade gittiğim filmlerden veya okuduklarımdan uydurduğum hikâyeler, yani
atmasyon. Durdum, ne anlatsam. Kemalettin Tuğcu’dan okuduğum “Garip” diye bir uzun
hikâyeye başladım.
***
Yağmur hızını artırdı biraz, artık arabanın damından pıtır,
pıtır sesler gelir oldu. Arabada güzel torunumu akşam üstü bale stüdyosuna
götürüyorum. Radyo Bolero’ya geçmiş o arada. Tamm tıtıtıti tam, Tamm tıtıtıtı
tamtam. Hüzün yerini sert gerçekliğe
bırakıtı. Torunumla eşlik
ediyoruz Boleroya tempo tutuyoruz... Silecekler de bizimle birlikte. Ön
koltuktaki adam hâlâ benimle beraber, son derece ciddi, yola bakıyor, yani O da
bizimle ama ufaklık onu görmüyor.
Kızı bale stüdyosuna tam zamanında bıraktım. Ben de
dışarıda yağmur altındaki arabaya döndüm. Mahler 5 ile tekrar hayallerin
arasındayım, gözlerim yarı aralık. Yanımda Femi bey, göremiyorum ama duyuyorum.
***
Evleri bizim evin yanında, bahçe içinde iki göz odacık
idi. Üstü toprak damlı, bahçeye bakan iki kapı, iki pencere, pencerelerde yağ
tenekeleri içinde kırmızı sardunyalar, oda içleri tahta tabanlı, her iki odaya da birer kilim serilmiş, her daim temiz. Yerde yer ya içine tağı benzeri oturma köşesi,
üstü kilim örtülü.
“Hatırladığım kadarıyla elektrik ve su yoktu değil mi evinizde?”
Kafasını salladı, gözleri nemli.
Bahçede bir kuyu vardı diye hatırlıyorum ağzı demir saç
bir kapakla devamlı örtülü, sadece annesi kuyuyu kullanırken açar, su çekerdi. Sokaktan
girdiğiniz kapı bir sundurmanın içine açılırdı. Sunduranın üstü kiremit örtülü,
içinde mozaikten bir su yalağı ama musluğu yok, onun yerine bir bakır sürahi,
yanında da daima bir kap içinde arap sabunu vıcık, vıcık. Bizden tarafa duvara
asılmış tahtadan raflar, dizili bakır
sahanlar, duvara asılmış bir tel dolap. Üstü örtülü, ama etrafı yarı açık bir
mutfakcık. Bahçede bir köşede, üstü tahta örtülü ve tahta çatılı yüz numara. Bir
de bahçeye açılan iki oda ve bahçede bir kuyu. Hepsi bu kadar.
Bizim evin arka odasının tavana yakın penceresi
onların bahçesine bakardı ama ta yukarıda, tavana yakın yerde, düşme açılan bir
pencereydi. Ancak bizim arka odanın içeriye giren yegane gün ışığı da ordan
gelirdi, tabii yan bahçedeki konuşmalar da öyle.
“Aney, karnım açtır, ekmek alem?.”,
“Anen gurban ossun saa, guzel gozlü Daşer.. Hee”
Yoksullardı bunu inkar edemezlerdi ama onurluydular, kimseye
hallerinden bahsettiklerini duymadım Onun da, annesinin de. Katiyen bundan
bahsetmek değil hissettirmezlerken bazen tiraji komik duruma da düşerdi
arkadaşım. Gariplerin oturdukları yer şimdi düşünüyorum da, muhtemelen Surp Gregors
Kilisesinin Vakfından kiralanmış olabilirdi. Ama gerçeği hiçbir zaman kimseden
duymadım.
“Doğru tahmin ettin, kardeşim.”
Kilise etrafına topladığı cemaatinin fakirlerini, mümkün
olduğu kadar kendi odalarına bilâ bedel ya da daha büyük yerleri de sudan ucuza
kiralarmış. Züre bacı, Meryem bacı, Hano bacı vb. gibi dullar o odalarda otururlar
ve kilise toplanan bağışlarla onlara bakarmış, ölene kadar. Fakir ve kimsesiz
bu insanların başkalarına –özellikle biz Müslümanlara-el açmadan yaşamalarının
yegâne yoluymuş bu.
“Ben seninle nasıl arkadaş olduğumu şimdi hatırlamıyorum
ama birisi vesile olmuş olmalı.” dedim. Femi
elini salladı eskiden yaptığı gibi. Bilmiyormuş, ama sonradan bana çok
alışmışmış, sanki beraber büyümüşüz gibi.
Masum yüzlü sevimli,
gamzeli, terbiyeli biriydi. Fakirliğine
rağmen üstü başı tertemizdi. Benden bir yaş büyük olduğunu tahmin ederim. Olgunluğu
daha da fazlaydı. Sokakta diğer sert, hırçın çocuklardan ikimiz de uzak
dururduk. Zaten onun Ermeni olduğunu bilen mahalle bebeleri zaman zaman “gavur
dölü” diye dalga geçer ve aşağılamaya başlarlardı. Ya kavga edeceksin ya da
kavga edeceksin. Başka yolu yok. O bizden biraz iri olduğundan onlarla baş
ederdi ama yine de bir tutukluk olurdu üzerinde, kimseyi incitmeden sulh olmaya
çalışırdı çoğunlukla.
O da, ben de sokağa çıkmaktan ziyade ya onların bahçede veya
evlerinin damında loğ taşıyla, kar küreğiyle babasının eski el aletleriyle oynamayı
tercih ederdik. Eli işe yatkındı demiştim, bir keresinde küçük kardeşime bir araba
çakmış, ufaklık mahallede epey sükse yapmıştı. Şimdi hatırlar mı bilmem. Bazen
evin bahçesinde takılırdık .
Evlerine gittiğim bir gün, hafiften yağmur sepelemeye
başlayınca annesi odaya girmemizi isteyince oda kapısının önünde çıkarılmış
takunyaların ve ucuz plastik ayakkabıların yanına benim bağcıklılarda yer aldı ve ayakkabımı
çıkardığım anda gördüğüm ilk şey, ayağımdaki siyah çoraplarda parmaklarımın ve
topuklarımın açtığı delikler olduğuydu, yüzüm kızardı. Anneciğim her hafta bir
akşam evdeki herkesin çoraplarına dikkatle bakarak elden geçirirdi. Ben de
delik çoraplar, onlar ise çorapsızlar. O günlerde bütün ülke yamalı çoraplarla
gezerdi
İçerisi kireç ve çivit kokuyordu. Kapının karşısındaki duvarda
İsa Mesih'in ucuz çerçeveli resmi ve duvara tutturulmuş yaldızlı güzel bir haç ile çiviye asılmış kullanmaktan pırıl pırıl parlamış siyah teşbihi gördüm, İlk anda rahatsız oldum. Çıkmakla kalmak arasında
tereddütte kaldım, ben ki muhafazakâr bir ailenin muhafazakâr büyütülen bir
çocuğuydum, ne işim vardı bu evde!? Ama geri dönemedim ayıp olmasın diye. O
sırada odanın duvarında bir nişin
içinde, Türkçe Kitab-ı Mukaddes, İncil
diye yazıyordu bir kitap, düzgün bir şekilde konmuş. İncil’le ilk karşılaşmamdı. Pencerenin içinde başka
bir kitap dikkatimi çekti. Resimli Kısas-ı Enbiya, (Peygamberlerin Hikâyeleri)
ona çaktırmadan merakla
bir tarih kitabı okur gibi elime almış, bir kaç sayfa okumuştum, çizgi roman
gibi hazırlanmış olduğundan kolayca okunuyordu.
Femi annesinden yerini sorduğu oyun tahtasını getirene kadar epey
okuyabildim. Bu benim ilgimi çekmişti. Daha sonraları bu kitaptan bazı
menkıbeleri annesinin de olduğu bir zaman adeta konuşur gibi, hepsine de
okumuştum. Kendimi annemin, bize bin bir gece masalları okurken ki haline benzettim
bir an, tonlamalar filan aynı idi. Ankara Radyosunda akşamları rahmetli Suat
Taşer 1001 gece masallarını okurdu o zamanlar, ağır ağır bazen de heyecanla
anlatırdı. Ama o ne vurgulama o ne ses
tonuydu, dinleyicilere o sahneyi adeta yaşatırdı. Ailece hayranıydık bu masal
saatinin. Diyarbakır’da bizim dünya ile ilişkimizi işte bu lambalı radyo
sağlardı, şimdikiler için ne anlamsız ve ne tuhaftır.
|
![]() |
1714 İstanbul-Marquie de Ferriol tarafından çizilen "Mangala oynayan Türk Kızları" gravürü |
1737 İstanbul, Jean Baptiste van Mour, Topkapı Sarayında Mangala Oynayan Kadınlar
Bir zaman sonra evlerinde
İstanbul’un fethini anlatan başka bir resimli kitap daha bulmuştum. Onu da
okudum gizlice değil aleni. Bir Bizanslının gözünden İstanbul’un alınması ve
yağması. Bizimkilerin anlattıklarından çok farklı olmamasına rağmen uzun uzadıya yağmalanma sahneleri
anlatılıyordu. Bilhassa da Aya Sofya da dua ve panik sahneleri resimleri çok etkileyici çizilmişti.
Haçın kubbesinden indirilişi, sivil halkın panik ve telaşı ustaca verilmeye çalışılmıştı.
Çarpışmada kıyafetini değiştirip te diğer alelade asker üniformasıyla
çarpışırken ölen imparatorun cesedinin ayak zırhındaki Bizans kartalından
teşhis edilmesi sahnesi de bir hayli detaylı yapılmıştı. O zaman çocuk gözlerimde uyandırdığı şaşkınlığı şimdi bile
hatırlıyorum.
Hatırladığım
kadarıyla Femi kardeşim, yoksulluktan ilkokulu tamamlayamamış da olabilirdi,
ben hiçbir zaman sormadım, kaçıncı sınıfa kadar devam ettiğini ya da bitirip
bitirmediğini. İlk okuldan mezun olup ta orta okula devam etmemiş olması daha
normaldi. Onun bu durumu sanki bana kan yapmaktaydı. Ona karşı duyduğum dostluğun
yanında biraz acıma, biraz da tepeden
bakma vardı bende. Ben ondan daha
iyiydim. O benim hayranım idi. İşte bu kibirdi kurtulamadığım ve bu da benim zaafımdı.
Veda günü bahçede benim anlattığım o uzun hikâye bitene
kadar annesi, kardeşi ve Femi hiç ses çıkarmadan dinlediler. Doğum sırasında
annesinin reddettiği ve terk ettiği Zengin bir ailenin kambur ve çirkin çocuğunun
hikâyesini anlatmıştım onlara. Hikâyenin zirve yapan bir son sahnesi vardır:
“Akşamın geç bir saatinde çağrıldığı bir hastadan eve
dönerken Doktor ki reddedilen bebek bu idi, kendi kendine “Garip, çok garip.”
der. “Köşkün bütün ışıkları bu saatte yanıyor. Bunda bir iş var, der ve köşke
yönelir.” diye son bölüm başlardı diye hatırlarım. Bu son sahnede Garip
anasının kim olduğunu anası da yıllar önce reddetmiş olduğu çocuğun şimdi onun
hayatını kurtarmış olan doktor olduğunu öğrenecektir. Hepimizin gözleri
nemlenmiş, burunlarımız sulanmış durumdaydı ama yine de herkes mütebessim, benim
anlattıklarımdan memnundu.
Bir süre sonra, ikindiye doğru, Sokak kapısı çalındı,
Papaz efendi Femi’yi istasyona götürmeye geldi, istasyonda Posta Trenine
yerleştirecek daha ertesi gün, yani yaklaşık eğer tehir olmazsa 35 saat sonra
onu Haydarpaşa’da bir görevli karşılayacakmış. Posta trenleri dura kalka ve her
yere, her köye uğrayarak giderdi. O zaman herkesin ümit kapısı altın şehir İstanbul
ulaşılamaz ve de vardığınızda geri dönülemez diye bir yer diye algılanırdı
Anadolu’da.
Annesi ona son dakika
nasihatleri veriyorken Femi bizden saklasa da annesine sarılmış için, için
ağlıyordu. Taşer üzgün, şaşkın, istasyona O da gitmek istiyor. Sofi ana
olmazlandı. Onlar yürüyerek gideceklerdi. Tahta bavul, Papaz efendi de yiyecek
çıkını Femi’de kapıdan çıkmadan bana döndü ve sarılarak vedalaştık diye
hatırlıyorum. Çıkıp gittiler. Bende
arkalarından fırladım. Sofi ana son anda bakır tastaki suyu sokakta arkalarından
döktü, gözleri yaşlı. Yolcular Şeftali geçidine, bizim eve doğru döndüler.
İstasyona kadar dört beş kilometre yolları vardı Fehim bizim kapıya geldiğinde
kapıyı çaldı ve annemin elini öptü, helâllik diledi. Ermeni arkadaşımın da bize
benzer adetleri vardı. Annem kaşla göz arasında gömleğinin cebine yol harçlığı
koymuş olmalı ki aralarında bir olmaz, almamlanma geçtiğini sokağın başından
gördüm. Sonra iş tatlıya bağlandı ve
yolcular yola devam ettiler. Geçitte
birkaç çocuk şaşkın şaşkın bakıyorlardı, Papaz efendiye. Sonunda sola dönüp
kayboldular. En son sokağın dibinde papazın siyah eteğinin havalanan uçlarını görmüştüm.
Bir zaman sonra, bizim arka odanın penceresinden Sofi
ananın önceden tuttuğu hıçkırıkları, bu dünyaya ne kadar hıncı varsa, yaşadıklarına kahredercesine koptu geldi
hançeresinden. Açık penceremizden içeri girdi o hıçkırıklar, evimizin içinde
dolandı, durdu. Hıçkırarak, bağırarak ağlıyordu yaşlı kadın. Yokluk içinde
yaşamaya çalışırken, kocası da ortada yok iken şimdi de yavrusu Femi’yi elinden
çekmiş almışlardı. Yaza kadar daha uzun bir zaman vardı, gelebilecek
miydi? Ola ki geldi, o görecek miydi?
Güzel
gözlü Taşer’i kucağında hava kararana kadar bir türlü susamadı Sofi teyze. Sonunda
bu zalim dünyada yek başına kaldığını kabullendi. Annem de duygulandı diye hatırlıyorum,
gözleri yaşardı gitti mutfağa saklandı.
II
“Aney
karnım çok açtır, bi kırtik ekmek versen.”
“Zıkkımın
kökün yiyesen. Mıgrıbi beklesen olmaaz?... ”
Bu sözleri
hep incinerek, acımayla karışık duyardık, bizim evden. Annem bazen benimle
onlara evde olanlardan yiyecek bir şeyler gönderirdi de Sofi teyze “Biz yedik
sağ olasız” diye kabul etmediği zamanlar da olurdu. Benim aklıllı annem bazen içerden
pencereye doğru bağırır “Sofi bacı, bu gece bizim ölmüşleri gördüm rüyamda, hayır
dua istediler, böyle zamanda bizim adetlere göre hayır hasenat yapılır,
komşulara dağıtılır. Kabul edersen bize de eyilik etmiş olursun” diye tatlı dil
dökerdi.
“Allah hayrınız kabul etsin, nurlar da yatsınlar Zehra
hanım” der alırdı. Hayat burada böyle idi. Her şey hayır hasenat üzerine
kurulmuş ve böyle yaşanırdı.
Diyarbakır’da bu konu gerçekten hassastı. Her türlü
melaneti, her çeşit şerri yap, yalan ve iftira, hile ile yaşa, sonra yedileri,
kırkları, kandilleri vs. namaz, niyaz dua ile geçir. Ha bir de promosyonlu
günler var o zaman yaptığın ibadetlerin sevapları daha da fazla sayılıyormuş
vs. Malını mülkünü Allah’tan sakla, can için ucuzundan sadaka-i fitr, malına
mal katsın diye ucuzundan zekât ver. İşte bu iki yüzlülüktü.
***
“Malının üzerinden en az bir sene geçmiş olması gerekir,
O zaman zekatını vereceksin” dedi arabadaki
ses.
“Tamam da önceki senelerden kalmış olan malın zekatları
daha önce verilmişse, bu sene de verecek miyim, hocam?”
“Ulen oglım, Allah’la bazarlık edirseen? Nen varsa kırkta
biriii, o kaddar”
“Bunları sen mi söylüyorsun lan Femi?”
Arabanın radyosundaki, orkestra Bolero’nun son
mezurlerinde, bütün sazlar zirvede, yağmurla beraber coşmuşlar, silecekler de öylesine.
O loşlukta bana bakarken gözleri parlıyor.
“Ulen oglum sen kafayı yedin? Bunlar bizim dinimize ait.
Sana n’oldu? Müslüman oldun?”
“O mektubuma niye cevap vermedin? Ben sana ne yaptım,
arkadaşın olmaktan başka? Sana ihtiyacım varken nerdeydin arkadaşım?” Çocuk
saflığıyla soruyordu.
Ben de heyecanlandım, Orkestra Şefi de dağıttı, ellerini
kollarını sallamaktan. Bütün orkestra hep birlikte finişe kalktı. Arabanın içi
orkestranın sesiyle dolmuştu.
“Ben senin bir din adamı olmanı, hele
bir Hristiyan din adamı olacağını kabullenememiştim o zamanlar. Ermeni bir
arkadaşımdın, tamam, ben de Türk. Çocukluğumuzun üç, dört senesini birlikte yaşadık,
annenin verdiği paskalya çöreğini de yumurtaları da yerdim, kendi anamınki
gibi.”
Hristiyan komşularımız Paskalya zamanlarında, çörek ve
boyalı paskalya yumurtaları gönderirlerdi. Diğer Müslüman komşularımız, “Almamazlık
etmeyin komşuluk hakkıdır, ama siz yemeyin,
çocuklar yumurtaları yiyebilirler” derlerdi. Neden? Hocalar öyle
söylemişler. Yersek dinden imandan mı oluruz, nedir? Ya bizim yaptığımız
helvaları, aşureleri onlar nasıl karşılıyorlardı acaba? Çöpe dökerler miydi? Buna
ne denir? Sadece iki yüzlülük...ve
hayatımızda her türlü çirkinlik bir basit yalanla başlar işte, diye düşünürüm.
“Orda sıkıntılar içinde kıvranırken, aklıma son gün
anlattığın hikâye gelirdi, aileden dışlanan o çocuk“ müzik bitmiş, yağmur
hafiflemiş içeride bir sessizlik.
“Senin beni aramamanı seni kıracak bir şey yaptığımı
düşünürdüm hep. Okulun kasvetli sınıfları, küflenmiş yatakhaneleri ve şimdi yanımda
olmayan yüzler ve Diyarbakır. Kafama yorganı çeker, sessizce ağlardım.
Yatakhanedeki yedi çocuk yani herkes aslında benim gibiydi ama ağladığımızı birbirimizden
gizlerdik...”
“Bir gece kapıcıya bir telefon gelmiş, odaya geldi ve
annemin vefatını söyledi o gece yarısı. Annem öğleden sonra kalp krizi geçirmiş,
evde Taşer’den başka bir kimse yok, O papaza, Papaz doktoru alıp gelene kadar
beklemiş anam, gözleri açık. Benim ya da babamın gelişini beklemiş olmalı. Ama
bizler aşılmaz dağların ardındayız. Ama garip anam taşlıkta o yerde beklemiş
beni...”
“Bir doktorun gelip bakmasına kadar epey bir zaman
geçmiş, kurtaramamışlar. Diyarbakır’dan akşam üstü telefon yazdırmışlar ama sıranın
gelmesi anca gece yarısını bulmuş. O anda nasıl boşaldım bilemezsin, bütün
yatakhane beni dinlemiş ben uykuya yenik düşene kadar.” Yutkundu arabanın
karanlığında rahatça duydum. Radyoda bu sefer “Rapsody in Blue” kendi kendine çalmaya devam ederken. Gözlerini
benden kaçırarak; “Beybayı bulup haber verememişler. Güzel gözlü Taşer’i evden
alıp kilisenin avlusundaki bir odaya götürmüşler evde yalnız kalamaz diye. O da
benden beter olmuş tabii. Ertesi gün bir bilet verip elime İstanbul’dan Diyarbakır’a
postaladılar. Üçüncü mevki kompartmanda, tahta oturak üzerinde bir 48 saat
geçirdikten sonra, ben artık başka bir adam olmuştum, yani kendimi öyle
hissediyordum. Ben bekliyorum ki burda sizleri de görcem, bir parça teselli buluram
diyordum... Bilir misin bizim bu dünyada hiç kimsemiz yoktu ki..” Tekrar bir
yutkunma molası. Bu sefer uzadı.
Geldiğinde kardeşini kilisenin avlusunda tek başına
taşlığa oturmuş burnunu çekip, ekmek kemirirken görmüş, Papaz efendi Femi’yi avluda karşılamış, kucaklayıp baş sağlığı dilemiş, teselli etmeye çalışmış. Zaten trende düşünmek ve üzülmek için çok
vakti olmuşmuş Femi’nin şimdi sadece susmuş. Kardeşi onu görünce tabii
gözyaşlarını koy vermiş bir fasıl daha. Sofi anayı bu sabah Süryani mezarlığına
defnettiklerini söylemiş Papaz efendi, havanın bu sıcağında iki günden fazla
bekletemezlermiş vs. vs.. Femi çöker kalır olduğu yere, ve yanında kardeşi, güzel
gözlü anasının güzel gözlü Taşer’i.
Baba da ortalarda yok, kim bilir hangi dağda. Mezarlıktan
eve geldiklerinde bizim taşındığımızı da öğrenmiş Feho. Bizim evde başkaları oturuyormuş
artık. Kendi evlerinde her şey anasının bıraktığı gibi temiz ama dağınıkmış o panik
halinde olduğu gibi. Bahçedeki taş duvara oturmuşlar yine ayrıldığı gün gibi,
Sofi teyze ile ben yokum. İki kardeş bir birlerine
sarılmışlar gece karanlığına kadar öyle kalmışlar.
Koca adam arabanın içinde karanlıkta, burnunu çekip, çocuk
gibi:
“Sana güvenmiştim, nerdeydin?” diye mırıldanıyordu. Çok
gücenmiş belli ki. Üzerinden elli yıldan fazla süre geçmiş, o kaldığı yerden
devam ediyordu. Çocuk saflığı içinde.
İçim geçmiş herhalde, Tık tık tık, baktım benim güzel
kızım dersten çıkmış, giyinip arabaya kadar gelmiş.. Kapıyı açtım. Arabanın
arkasına yerleşti, yağmur kesilmişti. Alaca karanlıkta Femi yine ön tarafta
oturuyor, gözleri yola sabitlenmiş, manken gibi. Sadece dudakları dua eder gibi
mırıldanıyordu sessizce.
Yıllardır içimde kurduğum, söylemek istediğim sözleri
artık söyleyecek gücüm de kalmamıştı. Ona diyemedim ki;
“Oyun oynadık, sinema
olsun, panayır olsun hep seninle beraber gittik, kaynattık. Bazı Cumartesi
günleri sabah saat 10 matinesine Mardin kapıda Dicle sineması vardı, hatırlar
mısın, oraya giderdik. O matinede çocuk seslerinden filmin sesinin yarısını
duyar, yarısını duyamazdık. Biz de bağırırdık birbirimize duyurmak için. Sinemadan
henüz çıkmadan birbirimize filmden sahneleri anlatırdık, de’mi? Salonun en ucuz
yeri olan perde önündeki ilk dört veya beş sırasından seyrederdik, perdeye
bakmaktan boynumuz ağrırdı. Gösterilen
parçalardan vurdulu kırdılı filmleri takip eder, gitmeye can atardık. Hüseyin Peyda’nın
filmlerinde ağlar ve John Wayne’nin
oynadığı filmlerde kızılderilileri temizledikçe coşardık, gerçekte kızılderililerin
biz olduğunu ve o adamın aslında bizleri temizlediğini çok sonra öğrenmiştim. Ama
nerden kimin aklına geldi, seni o papaz okuluna göndermek, senin de buna gönüllü olman?”
“Şu bizim sokaktan geçen keşişlerden biri olacağını
biliyordun değil mi? Üstüne faraş suyu, başına kar topu atılan uyuşuk, kendi
cemeatinden toplanan sadakayla geçinen bir... Asalak”. Bu kötü bir çıkış olacaktı
elbette, kabul edemeyeceğim tek şey başkalarını omuzumda taşımak ya da onlara yük
olmaktı. “Affedersin, kardeşim” diyecek ve devam edecektim.
“Allah isteseydi insanları tek bir inanç üzerine yaratamaz
mıydı? Sen bir bâtılın önderliğini, savunuculuğunu yapacaktın bana göre ve ben
de senin arkadaşın olarak kalacaktım. Yoo, kardeş, evvela bizler insanız, bu
evrenle beraber yaratılan bir mucizenin ürünleriyiz.” diyecektim.
“O mektubuna cevap yazmadım. Sen benim için bir arkadaş
değil sıradan bir…. insan oluvermiştin İstanbul’a gittikten o sonraki günlerde.
Bizim inançlarla vs ne ilişkimiz olmalıydı?
Biz çocuktuk, büyüklerin elinde, şekillenmeye başlıyorduk, sonunda oyuncak
olacaktık.” diyecektim.
“Bu hareketim o zaman bana doğru gelmişti, ama çok sonra sen
de yaratacağı hayal kırıklığını düşünmediğimden şimdi utandım” diyecektim. Kurulmuş
El Cezeri[2]
düzenekleri gibi, içimde kalan her şeyi arabadaki Femi’nin yüzüne karşı otomatik
olarak söyleyecektim bir çırpıda. Ama yapamadım. Adamın 55 yıl öncesinden gelip adeta çocuk gibi “Sana güvenmiştim, neredeydin?”
diye mırıldanarak yitip gitmesine müsaade ettim, geldiği gibi sessizce. Benim içimdeki çocuk da uyandı, “Dur”
diyemedim. Boğazıma bir hıçkırık düğümlendi, bu sefer de kendimi anlatamadan, kayboldu.
İçimde kaldı söyleyeceğim her şey, halbuki...“Affedersin. Affet beni” demek
isterdim.
Gece
bitmiş. Çalışma odamın penceresinden güneşin ilk ışıkları girmeye başladığında,
bölük pörçük uykularımın arasında son bir gayretle yazmaya çalıştığım yazı bitti
diye gevşedim. Bizim Femi gerçekten geldi
mi, diye bakındım. Odamda izi bile yok.. Bu benim aklımın bana bir oyunu olmalıydı.
Aslında İstediğim kendimi haklı çıkarmaktı, Femi beni çocuklukta da gösterdiği olgunlukla yendi
yine.
Masadan
kalktım. Sabah, yeni bir başlangıca uyanmaktır derler, ama ben yeni başlayan bugüne,
dalabilirsem eğer, uykuyla gireceğim..
Sadık, Bağlıca, 15 Şubat 2016[
Sadık, ellerine sağlık güzel bir hikaye
YanıtlaSil