DİYARBAKIR
DEMEK, SUR DEMEK, BEDEN DEMEK
I
Benim zamanımda Diyarbakır demek, sur içinde kalan kısım, eski şehrin kendisi demekti. Okulda etrafını çeviren surlar ve kuleler için kalite ve büyüklük açısından dünyada Çin seddinden sonra gelir denirdi bizlere. O zaman çocuk gözüyle hakikaten heybetli ve ulaşılmaz görünürdü bana da.
Resim 1. Havadan eski şehir. Kuzeyde Harput kapısı (Dağ Kapı), güneyde Mardin kapısı, Doğuda Yeni kapı, Batıda Urfa kapısı.
|
Beşinci sınıftaydım herhalde, babam bize bir keçi yavrusu
aldı. Kapının önünden sürüyü geçirirken adamlar bağırıyorlardı “Mare mare kurbane,
tasadtuk mali.” diye, (yazım hatası olabilir) yani kısaca kurbanlık koyun. Bir pazarlık, sonunda sürüden
bir oğlak bizim oldu. Merdiven altına bağladık ufaklığı. Simsiyah ve kıvır,
kıvır parlak tüylü, gözleri meraklı, şaşkın, şaşkın bizlere bakıyordu, biz de neşe
içinde ona. Oğlan kardeşim başını başına yaslamış, yüzünden, gözünden öpüp
duruyordu adeta keçinin yüzünü yalıyordu ufaklık. Yani bütün aile çok mutluyuz.
Tabii henüz kesme kavurma faslını hiçbirimiz düşünmüyorduk.
Daha
bir kaç aylıktı herhalde. Bunun kurbanlık olacak hali yok. Sütle besledik bir
süre. Ota başladık bu arada. Ben Balık pazarının içinde hayvanlar için biçilmiş
yonca satılırdı, sabahları 25 kuruşluk yemyeşil yoncayı yüklenip getirirdim.
Buraya kadar tamam da, asıl matrak olanı, ben kafama taktım, bunu otlatmaya Mardin
kapı bahçalara götüreceğim. Söyledim bizimkilere olmazlandılar önce ama bir kaç
gün sonra nasılsa bıraktılar, ya da ben gizlice yola çıktım, bilmiyorum. Oğlak arkada ben önde aramızda bir ip var boynunda
da tasması, ama adam itirazsız beni takip ediyor. Neyse Mardin kapısı civarında
surların dibine vardığımızda, burçların etrafında biraz yeşillik var ama kazığa
bağlı bir araba beygiri orda sakin sakin otluyordu. Bizimki de ona katıldı. Ben de oturdum onları seyrediyorum. Baktım burcun ismini bilmiyorum ama birinin üstünde
daha çok yeşil ot görülüyordu.
Oraya çıkalım diye ben mi söyledim bizim
oğlak mı bilmiyorum ama oğlağı aldım kucağıma, yarı yıkılmış taş basamaklardan bir, iki diye
sayarak, ıhlıya tıslaya çıktım burcun tepesine...İlk on beş dakika tamam, adam
otluyor da, ben de şehri seyrediyorum. Birden kafama dank etti, ulan hangi akla
hizmet tırmandım ben buraya? Yarım saate varmadan gün batacak, bu zıpırla ben nasıl
ineceğim aşağıya? Etrafta da kimseler yok yardım isteyebileceğim. Baktım aşağıdaki
atı da sahibi götürmüş herhalde ortalarda yok. Ufaklığı yakalamaya çalışıyorum
ama adam oyun sanıyor önüm sıra firar ediyor, dört dönmeğe başladık burcun
üstünde, otlardan bastığım yeri göremiyorum, birden bir yerler açılıp, keçi ve
ben tılsımlı zamanlara doğru bir yolculuğa çıkabiliriz. Bir ara elime ipin ucu
geçti, tamam...Aldım kucağıma geldim merdiven olacak yerin başına, aşağısı on,
on beş metreden az değil. Hava henüz aydınlık görüyorum ama biraz sonra görür
müyüm? Bizim karakulak kucağımda gözlerimi dört açtım, basamakların başındayım.
Kalbim çarpıyor, paniklemeye başladım. Adam kucağımda arada bir aklına gelince
mee’liyor, debeleniyor, bense içimden dualar okuyorken başladım adım adım
inmeye ama ne inmek. Basamakları yarı
görüyor, yarı görmüyorum kucağımdaki kara kulaktan dolayı, ayaklarımla
yokluyorum. Zaten basamaklar benim diz hizama geliyor, normal basamaklardan
daha yüksekler ve aksilik taşların da bir kısmı yerlerinden gitmiş.
Şimdi araştırdım, altında kaynakçalarına rastlamadım ama
sur duvarlarının uzunluğu 5 km den fazla, yüksekliği yer yer 10, 12 metre iken,
burçları birbirine bağlayan bu beden duvarlarının kalınlığı 3.5 metre diye
ifade etmişler. 82 adet burç var yani ortalama
her 60, 65 m de bir burç yapılmış. Her
birinin değilse de büyük burçların birer efsanesi var. Beden duvarlarında
mütemadi dendan ve burçlarda yer yer ok mazgalları falan. Yani topsuz tüfeksiz
kolay fethedilemez.
Bu beden duvarlarının yapımı hikayesi Milattan önce
başlar, iç kalenin olduğu yerde. Dicle’den 100 metre yukarıda Hurri'ler
tarafından MÖ 2000 civarında Fis kayası üzerinde kurulduğu tahmin ediliyor. Bayılıyorum
bu tabirlere. Daha sonra gelişen nüfusa
göre, koca bir şehir haline gelinceye kadar bir çok tadilât geçirmiş, Romalılar
tarafından kalanları inşa edilmiş, havadan bakınca koca bir kalkan balığı
şeklini almış, Burçlar ve beden duvarları gerçekten yakından bakınca kocaman ve
heybetli.. Sonra 7.YY da Halife Ömer zamanında
Araplar ele geçirmişler Amed’i, enteresan da bir hikayesi var, rahmetli
babamdan dinlemiştim:
“Arap ordusu Amed önüne geldiğinde civardaki bütün herkes
şehrin surları içine sığınmışlar, kapılar sürgülenmiş, kazan kazan rum
ateşleri hazırlanmış vs. Zaten şehrin çeşitli yerlerinde su kuyuları, özellikle
iç kalede sarnıçlar ve şehir içinde çeşitli yerlerde bahçeler ve bostanlar da
var, bu kuşatmaya uzun süre dayanacak durumdalar, teslim olun çağrılarına kulak
asmamışlar. Bizanslılar zaten Halep’ten çıkan Arap ordusunu takip etmişler uzun süre, bu arada
da İstanbul’a haber göndermişler bile, “düşman
bize doğru geliyor” diye..”
Ümitsiz bir halde, Ok menzili dışına çadır kurup oturmuşlar. Bir gün,üç gün, beş gün çöküp kalmışlar.
“Bir gece komutanlardan biri çadırında yemeyip biriktirdiği tayınlarından bir kısmının kaybolduğunu fark eder, adam öfkelenir ama sesini de çıkarmaz, kimin cesaret ettiğini merak eder. Komutan ve yaveri hırsızın tekrar gelebileceğini düşünerek ertesi günler pusu kurarak beklerler ama netice alamazlar. Son gece pusuda beklerlerken bir dişi köpek, memeleri yerde, sinsice çadırın kenarından içeri sürünerek girer. Akşam tayınını aldığı gibi girdiği yerden çıkar gider, tabii komutan ve yaveri de peşinden. Saklanarak, sinerek kale muhafızlarına farkedilmeden köpeği takip ederler, burçlardan birinin yanına kadar yaklaşırlar. Loş aydınlıkta çalıların arasında kaybolan köpeğin girdiği yeri el yordamıyla bulurlar.”
“Bakarlar ki burası iç kalenin yağmur ve pis sularının
dışarıya atıldığı Dicle’ye doğru açılmış, adam boyunda bir tüneldir. Kuşatmanın
başında bütün yeraltı sularının çıkışlarını Arap askerleri araştırmışlarken
buna ulaşamamışlardır. Ağzında demir bir şebeke varsa da bakımsızlıktan demir parmaklıkların kayaya
bağlantıları çürümüştür. Bunu gören Arap
komutan kalenin zayıf noktasını bulduğunu anlar.. Ertesi gece buradan içeri giren kırk asker içeriden
kapıları açarak karanlıkta kaleye baskın
verirler“ diye anlatırdı rahmetli.
Tabii ertesi gün Bizans ordusunun gönderdiği takviyeler
kalede dalgalanan Arap bayraklarını görürler ve çaresiz geri dönerler. Bugün
gazetede okudum ki, “Teröristler bu tünelden sur mahallesine girip, çıkıyorlar”
diye yazıyordu. Bu tünel muhtemelen Arapların şehri alma sırasında
kullandıkları tünellerden biriymiş, tarihi bir tünel.
Babam “Burası, kılıç marifetiyle Müslüman toprağı olduğu
için, din adamları minbere sembolik olarak kılıç kuşanarak, çıkarlar.” demişti.
Gerçekten de Cuma namazlarını Ulu camide
müftü kıldırırdı, Cuma hutbesi için krem cüppesi içinde beline kılıç
kuşanmış vaziyette mimbere çıkardı Molla Halil, hatırlarım beyaz sakalıyla
heybetli duruşuyla bu görünüşü çok etkili olurdu. Nerden nereye...
İzmir’den Diyarbakır’a tayinimiz çıkınca babam bizi
İzmir’de bırakıp doğru buraya geldi, tabii ev tutacak da bizim eşyaları
doğrudan doğruya eve taşıtacak. Fazla bir zamanı yoktu, burada işbaşı yapmış,
normal mesaisine devam ederken, mesaiden sonra şehre gelip sora sora ev ararmış,
eskiden emlakçiler yok, bakkaldan, makkaldan kahveciden veya berberden
sorarsın, onların çevresi olur, ev sahipleri anahtarlarını onlara bırakırlardı
Babam geldiğinin 3. gününde, mesaiden sonra Ulu caminin meydanına
çıkan ara sokakların içindeki bir kahveye geçmiş başını dinleyip günün
muhasebesini yapacak. İnsanlar kahvenin önünde, gölgede oturmuşlar bir yaşlı
adamın sohbetini dinlemektelermiş. Babamın dalgın ve düşünceli halini gören adam
oturduğu yerden seslenmiş “Selam başefendi. Belli garipsen. Buyur gel, hoş gelmişsen” diye laf atmış. Selam, kelâm faslından sonra, babam durumunu anlatmış.
“Buraya İzmir’den tayinimiz çıktı. Üç gündür ev arıyorum
ama yok. Gariplere kiralamam diyorlar. Burası nasıl bir şehir, bu nasıl ev
sahipliği, nasıl misafir perverlik? Çocuklar orada, ben burada, canım sıkkın” deyince, Adam
“Ben Diyarbakır müftüsü molla Halil, bu da benim oğlum
Mustafa!? Hele biraz dinlen, Bura Diyar-ı Bekir, Allahtan ümit kesilmez.” demiş,
beyaz sakalını sıvazlayıp düşündükten sonra oğluna ”Sen bu begi alasan dogru,
İbramin dükkânına gidesiniz, İbrahim’e benim
selamım söyle, evinin inşaatı bittiyse evin anahtarını bu Baş efendiye versin.”
demiş.
“İbrahim beyin dükkânına gittik” derdi babam. “Adam Molla
Halil’in adını duyduktan sonra ayakta karşıladı bizi.”Başım gözüm üstüne.”
dedi. Çekmeceden bir anahtarı çıkarıp tezgahın
üstüne koydu, ardından “Bir şeye ihtiyacınız olursa bana söyleyin. Ben birazdan
içinde temizlik yapılması için birilerini gönderecektim. Çekinmeyin. Şimdi sizin
çoluk çocuk geldiğinde çok şeye ihtiyacınız olur. Bana söyleyin, ben yardımcı
olurum.” demiş, Babam”şaşırdım ve çok da
duygulandım” diye anlatırdı.
İşte
Diyarbakır ahalisi buydu 1958 de.
![]() |
|
. |
II
Ulucamii
aslında ilginç bir yapı. Şehir alındıktan sonra Hristiyanlığa ait mabetler yıkılırken
bu büyük kilise camiiye çevrildi derler ama bu
rivayet pek aklıma yatmadı. Bina düzgün bir dikdörtgen olarak ve tam kıble yönünde yerleştirilmiş
durumda. Benim
kanatime göre, varolan bir tapınak yıkılarak bu Cami-i Kebir Suriye Emevi
tarzında kıbleye karşı uzun dikdörtgen şeklinde yapılmış olmalı. Ortadaki büyük
avluyu ve etrafındaki diğer yapıları düşünürsek gayet düzgün olarak planlanmış
olmasını düşündürüyor.
Ulucami'de ilk defa şafilerle tanıştım, Hanefilerden
farklı şekilde, farklı bölümlerde farklı namaz saatinde namazlarını
kılıyorlardı. Aslında dört mezhep, Hambelîler, Malikîler Hanefiler ve Şafiler
farklı bölümlerde, farklı zamanlarda kullanılmak üzere tertiplenmiş iken şimdi
sanıyorum sadece Hanefi ve Şafiler kalmış. Namazı, mesela Şafiler sanırım, Hanefilerden
10, 15 dakika önce kılıyorlardı. Tabii çocuk aklımla bu mezhep olayını
anlayabilmem zordu.
Resim 8 - Giriş Kemer altından büyük Avluya. 1940'lardaki hali |
altında yatan mistik bir mekânın büyülü atmosferini
görürdünüz.
Önünüzde ölçek dışı taş avlu, ortasında iki şadırvan, sağ yanda Mesudiye, en karşıda Zinciriye medresesi ve sol tarafınızda Camii Kebir, Emevi çağı mimari eseri, taşları hep devşirme. Aşağıda ana girişin kemerlerinin sağ ve solundaki Boğayı altına alan kaplan kabartmaları, Bizans’a karşı zaferini anlatırmış.
Ana girişin önündeki şehir meydanının altına yer altı
çarşısı yapıldığından (doğru mu??) hangi akla hizmet ise, kotu yükseltilmiş.
Böylece uzaktan Caminin kemerli
girişinin cüceleştiği görülüyor çekilen resimlerden.!?...
Avluda Roma
zamanından bir ustanın elinden çıkmış bir güneş saati gelenlere selam veriyor, beyaz
kallavi bir mermer üzerinde vaktin dilsiz çizgileri, hiç usanmadan asırlardır,
güneş varken zamanı gösteren bir mucize icât, etrafında daima birileri olur. Ben
de seyrederdim merakla her gittiğimde.
Ben 20.YY ortası çocuğu, değişik
duygular içinde bu zaman yolculuğuyla adeta geçmişe girerdim, ana girişten geçip. Kaybolan zaman içinde
yerlere oturmuş mersiye ve ağıtlar okuyan hafız (körlere verilen ad) ve miskinler
(Fakirler) ile etraflarında başları poşulu, altlarında şalvar bazen ayakları
yarı çıplak, gönülleri kabarmış gözleri nemlenmiş, en az o miskinler kadar
dertli, çaresizlerin arasına karışırdım dinlemek için. Namaz öncesi ya da namaz
sonrası olsun bu gölgeler hep buralarda olurdu. Bu yanık seslerin yankılarını hep
duyardınız caminin içinde..
Cumaları öğle namazı vakti, daha bir canlı kalabalık daha
fazla insan olurdu yanık, yanık okuyan, oturmuş ya da ayakta dinleyenler. Sonra
geç kalanlar avludaki hasırların üstünde saf tutarlardı, şadırvanların etrafı
dolardı.
Oldukça etkileyici bir atmosferdi bu bina altı geçit,
merdivenden inerken, yavaş yavaş avluyu ve bu atmosferi algılamaya başlardınız,
aynı şekilde yukarı çıkarken de bu tarihi belirsiz geçmiş zamanı ardınızda
bırakarak, günümüze, yani canlı hayata ve gürültüye, geri dönerdiniz.
![]() |
Resim 10 – Batıdan, Ulu Camii Avluya giriş. |
O Portalin üstünde eski bir halk kütüphanesinin olduğunu nice sonra fark etmiştim ve aşağıdaki zaman tüneli ile üstteki zaman tüneli birbirini tamamlıyordu adeta. Kütüphanenin merdivenlerini çıkarken derin, kadim sessizliği fark ederdiniz. Şimdi hayal meyal hatırladığım o mekandan bende kitap tozu kokusu ile büyük salonun sessizliği kalmış geriye. Orada “Varlık” veya Halk evleri dergilerinin ya da “Doğan Kardeş” dergilerinin eski sararmış sayfalarını karıştırırken ya da “Mercan Adası” veya “Çangıl” kitaplarını okurken kim bilir kaç defa O adayı, o ormanı, o denizleri hayal etmiş, kaç defa onların macerasını o loşlukta ben de yaşamıştım...
Çok sonraları Mimar olduktan
sonra, Kütüphanede kitapların arasına girerken bir kutsala girermiş gibi, bir
ruhi hazırlığa ihtiyaç olduğunu, yani bir geçiş mekanına ihtiyaç olduğunu düşünmüştüm. Ama
bugüne kadar ne bir kütüphane ve ne bir Camii tasarlama ve uygulama şansım
olmadığı için böyle bir deneyim yaşayamadım. Halâ bekliyorum...
Bu
eski kütüphanenin kocaman pencerelerinden dışarıdaki iç avluya nisbetle biraz daha
küçük şehir meydanı görünürdü. Eskiden kuzeyinde iki katlı önünde portal
merdiveni olan Belediye binası bulunurdu diye hatırlarım..
Bu meydan da Şeyh Sait isyanında suçlu bulunanlarının
cesetleri günlerce asılı kalmış darağaçlarında, gelen geçen seyretmişler, diye
komşumuz Zehranım teyze anlattırdı. İşte o meydan burası. Mardin Kapısında bir
Katolik kilisesi(öncesinde de bu kilise 1920'lerde sinema salonu görevini
görmüş, dini filmler için) aceleyle İstiklâl mahkemesi salonuna çevrilmiş ve mahkeme sonunda verilen ölüm cezaları
bu meydanda yerine getirilmiş. O’na göre içlerinde çok iyi bir doktor varmış, ona
yazık oldu diye acırdı. “Bîgünahtı” derdi.
Ben de yine orada bir hükümlünün sabaha karşı asılmış
cesedini uzaktan Orta okula giderken seyrettiğimi hatırlıyorum. Ama heyecan ve
korkuyla bakarken aniden utanarak kaçmıştım oradan. İşte burası o meydan. Kuzeyinde
2 katlı Belediye binası, güney tarafını tek katlı eski dükkanlar, ve
kütüphanenin karşısına gelen yerde Gazi caddesi denilen ana cadde vardı. O yol üzerinde nadiren otomobiller,
kamyonlar gri, mavi dumanlar sala sala
gelip geçerlerdi, asıl taşıma ve ulaşım kanlı canlı beygirler ve
katırlar üzerinden olurdu. Binek arabası olarak körüklü faytonları kullanırdık,
oğlan kardeşim arabacının yanını isterken ben büyük olmanın avantajıyla hemen
arabacının yanına tırmanır yerimi aldığımda bazen kucağıma onu da verirlerdi. Atları
ben sürüyormuşum gibi arada sırada faytonun kornasını avucumda sıkarak
çalardım. O zamanlarda da şimdiki gibi bütün yayalar kaldırım yerine yolda
rahat ederler oradan gidip, gelirlerdi. Fort fort...
Dağ kapısından çıkıp Yenişehir’e girerken birkaç yüz
metre ötede Ordu evi vardı bazı akşamlar ya sinemasına ya da çay bahçesine gitmeyi
isterdik. Bahçede küçük bir askeri orkestra popüler dans müziklerini çalardı.
Keyifle giderdik oraya, bazen de sinemasına da hatta meşhur King Kong filmini
orada seyrettiğimi hatırlıyorum. Akşamları bahçesinde ağaçların altında oturmak
bize İzmir’in sıcak yaz gecelerinde Fuar’ını hatırlatırdı. Faytona biner, yüzleri
aşınmış taşların üzerinde atların nalları kıvılcımlar çıkarır, kaya kaya
giderdi, Atların ayakları sesleri lâk, lâk, lâk.. Faytonun kornası çalardı,
fort, fort, fort...Siz hiç Fayton kornası gördünüz mü?

Resim 11 - Hasan Paşa Hanı, sağdaki giriş Kasaplar
çarşısı olabilir. |
Demir
ve ahşap karışık kocaman kanatlı kapılarını ve üstten sarkan demir zincirlerini
hatırlarım. Üzeri tonoz ve kemerlerle
örtülmüş fazla uzun olmayan eski bir kapalı çarşı. Birkaç kasap, baharatçı dükkanlarıyla,
ilginç bir “Şıh Hazretleri” denen zatın bir dükkanı vardı. Kuyumcular var mıydı
içinde pek hatırlamıyorum. Ama bu çarşının yanındaki sokak kuyumcu doluydu, kuyumcular
sokağı adını daha çok hak ediyordu.
Bu kapalı çarşının içinin serinliği o sıcak yaz günlerinde, sizi yine bu zamandan alır doğunun baharat
kokulu masalımsı zamanlarına götürürdü. Gerideki dükkânlardan birinde, ilk defa
cam akvaryumda sessizce yatan kara yılanlar ve diğerinde kara kocaman akrepler
gördüm, baharat çuvalları arasında. “Şıh” dedikleri dükkân sahibi yılana akrep
sokmalarına karşı, inanan kişilere okuyup üflerdi, daha sonra kavanozun birinden bir akrebi alır
adamın elinin üstüne ya da koluna koyar, hayvanı parmağıyla ittirir, o da kıskaçlarını
ve kuyruğunu aniden kaldırır bir hayali düşmana karşı mevzi alırdı. Tabii
müşteri o sırada ne hisseder, adrenalini tavana vurur muydu? Merakla beklerdim, adam beni azarlardı da, ama
merak, o büyülü sözcük koy vermezdi yakamı, gider gibi yapar yine seyrederdim.
Zavallı akrep bir türlü kuyruğunu adamın koluna şaklatmazdı. Çocuklardan
duymuştum, bu adam kurşuna karşı da okurmuş, muska yazarmış, “adama kurşun
değmezmiş”, derlerdi.
Dükkân sahibi, şıh garip bir adamdı, kır bıyıklı, gür
kaşlı, kabak başı her zaman açık, belli zamanlarda namaz takkeli, siyah
şalvarlı, beyaz gömlekli, kolları sıvanmış bir vaziyette “Taras Bulba” benzeri,
elinde kalaylı bakır ibrik, dükkânının önünde dolaşırken çeşitli kereler görmüştüm.
Bazen de acil vak’aya çağırırlarmış, dükkânı öylece bırakıp giitiğine de
rastlamıştım. Her şey ortada açık vaziyette bırakıp gitmiş.. Nerden mi
biliyorum? Benim sevdiğim bir çocuk dergisi “Çocuk Haftası” her Perşembe
Kasaplar çarşısının yanındaki Hasan Paşa hanının cadde üzerindeki Gazete bayiine
gelirdi. İstanbul’da Çarşamba günü basılır, Cuma günü Diyarbakır’da olurdu. Aynı şekilde
Yıldız, Harman gibi sevgili büyüklere magazin dergileri de bir iki gün önce
İstanbul’da basılır, Pazar gününe Çarşı izinli askerlere yetiştirilirdi.
Çocuk Haftasını her almaya ya da Halk Kütüphanesine kitaplarımı
okumaya her geldiğimde, kasaplar çarşısına arka kapısından girer önden
çıkardım. Kasapların bazen önlerinde ayaklarından bağlı sıra sıra tavuklar
koyarlardı da alır almaz keserlerdi, elinizde kesik kafalı tavuk, kanlarını
damlata damlata giderdiniz. Ya da tavana asılı kurutulmuş barsaklar da olurdu
karşıdan karşıya gerilmiş iplerde.
Birkaç
defa başımda teşti (Bakırdan ve kalaylı derin tepsi) içinde anamın hazırladığı
sucuk içi malzemesi ile gelir o asılı bağırsaklara doldurtup “ayıptır söylemesi” derler, sucuk yaptırırdım..
Nedense
annem kendi yaptığı “sucuk içi “mix design”nını över ama büyük babamın daha güzel yaptığını söylerdi,
kendi de ondan kapmıştı sanırım bu işi, ama ilave de ederdi, “her evde bir aş
pişer, adı başka tadı başka. Biz böyle görmüşüz, böyle alışmışız, bu tadı
arıyoruz.” Aslında biz yeni, yeni alışıyorduk. Bize babam da dahildi. Rahmetli
babam, rahmetli annemin her yemeğine bayılırdı da özellikle hamur işlerine.
Mantı ve Çiğ börek gibi. Kıymalı veya mercimekli tepsi mantısı, peynirli Alpu
mantısı vs. Bizim Eskişehirliler evde makarna, erişte ve çorbalık hamur da keserler
tarhana da yoğururlardı. Annem burada Diyarbakırlı komşularla beraber her bir
ev için ayrı ayrı erişte, kus kus vs yapmışlığı vardı. Bizim damda, pardon
terasta, domates ve biber salçası yapma fırsatını da kaçırmadı. İzmir’de
bunları yapamamış hevesi içinde kalmışmış canım. Burada her yer dam, üstümüz teras,
yakıcı güneş, rutubet yok, tam kurutma işleri için. Yap, yapver gitsin, emeğine
acımazsan. Bazı yerel yemekleri de komşulardan öğrendik ve bizde yapar olduk.
Mesela çiğ köfte, meftune, hilorik gibi ama özellikle çiğ köfte..
“Çocukluğumuzda yediğimiz veya tattığımız her bir aş bir
başkaydı” demek adet olmuştur ama aslında o tatlar yalnızca yediğimizin tadı değil, o sırada
içinde bulunduğumuz “ruh halimizin” yemeğin lezzetinin algılamasına
karışmasının, yarattığı ağız tadıdır demek lazım.. Aynı malzemeleri aynı
şekilde pişirseniz de bugün o aynı tadı alacağınız şüphelidir. Aradığımız aslında o tatlar değil geçmişimize duyduğunuz özlemdir. Hayatın kırılganlığı ve acımasızlığı
karşısında yuvanın güvenlik ve sıcaklığına duymakta olduğunuz özlemdir. Hepimizin
zaman zaman dediği gibi, “Ahh ne güzel günlerdi be!” deme isteğidir içimizde
uyanan..
Sadık Ankara Bağlıca, 10 Şubat 2016
[i] Fotoğraflar, Nejat Saatçi’nin internetteki karelerinden alınma.
Bazı resimler anonim, İnternetten
alınmadır.
Diyarbakır No 3 çok güzel. Keyifle okudum. Bilimsele yakın nesnellikle yoğun duygusallık içiçe. Oğlaktan ‘’adam’’ diye söz etmen ve otlamaya götürmeye niyetlendiğinde evdekilerin önce ''olmazlanmaları'' ne güzel Türkçe kıvraklığı. Sağolasın. Bu tür kurguları çok ustaca işliyorsun.
YanıtlaSilBen de ilkokul dörtte sınıf arkadaşım Veli’yle tırmanırım, tırmanamazsın iddiasına girip kentin dışında henüz kabloları çekilmemiş yüksek gerilim pilonlarından birine saldırmıştım. Yukarı çıkış ohooo, kolaydı da aşağı inemediydim. Gelsin itfaiye ve evde bir ton dayak. Oğlağı yazmış olmasaydın ne güzel unutmuştum.
Sevgiyle, dostlukla, takdirle,
OÜ
Diyarbakır surları çok güzel anlatılmış.
YanıtlaSilUlu cami ve çevresi eski merkez. Yeni Belediye binası da oradaydı, hatırladığım kadarıyla.
Uygulanmış, önüne iğnelenmiş idam fermanıyla bir idam cezasını ilk orada görmüştüm. Galiba, öğle namazından önce indiriyorlarmış.
Eline, aklına sağlık.
AY