Fatih Paşa Mahlesi anıları 3

 

DİYARBAKIR DEMEK, SUR DEMEK,  BEDEN DEMEK

I

Benim zamanımda Diyarbakır demek, sur içinde kalan kısım, eski şehrin kendisi demekti. Okulda etrafını çeviren surlar ve kuleler için kalite ve büyüklük açısından dünyada Çin seddinden sonra gelir denirdi bizlere. O zaman çocuk gözüyle hakikaten heybetli ve  ulaşılmaz görünürdü bana da.


Resim 1. Havadan eski şehir. Kuzeyde Harput kapısı (Dağ Kapı), güneyde Mardin kapısı, Doğuda Yeni kapı, Batıda Urfa kapısı.

 

Beşinci sınıftaydım herhalde, babam bize bir keçi yavrusu aldı. Kapının önünden sürüyü geçirirken adamlar bağırıyorlardı “Mare mare kurbane, tasadtuk mali.” diye, (yazım hatası olabilir) yani kısaca kurbanlık koyun. Bir pazarlık, sonunda sürüden bir oğlak bizim oldu. Merdiven altına bağladık ufaklığı. Simsiyah ve kıvır, kıvır parlak tüylü, gözleri meraklı, şaşkın, şaşkın bizlere bakıyordu, biz de neşe içinde ona. Oğlan kardeşim başını başına yaslamış, yüzünden, gözünden öpüp duruyordu adeta keçinin yüzünü yalıyordu ufaklık. Yani bütün aile çok mutluyuz. Tabii henüz kesme kavurma faslını hiçbirimiz düşünmüyorduk.

Daha bir kaç aylıktı herhalde. Bunun kurbanlık olacak hali yok. Sütle besledik bir süre. Ota başladık bu arada. Ben Balık pazarının içinde hayvanlar için biçilmiş yonca satılırdı, sabahları 25 kuruşluk yemyeşil yoncayı yüklenip getirirdim. Buraya kadar tamam da, asıl matrak olanı, ben kafama taktım, bunu otlatmaya Mardin kapı bahçalara götüreceğim. Söyledim bizimkilere olmazlandılar önce ama bir kaç gün sonra nasılsa bıraktılar, ya da ben gizlice yola çıktım, bilmiyorum.  Oğlak arkada ben önde aramızda bir ip var boynunda da tasması, ama adam itirazsız beni takip ediyor. Neyse Mardin kapısı civarında surların dibine vardığımızda, burçların etrafında biraz yeşillik var ama kazığa bağlı bir araba beygiri orda sakin sakin otluyordu. Bizimki de ona katıldı.  Ben de oturdum onları seyrediyorum.  Baktım burcun ismini bilmiyorum ama birinin üstünde daha çok yeşil ot görülüyordu.

Oraya çıkalım diye ben mi söyledim bizim oğlak mı bilmiyorum ama oğlağı aldım kucağıma,  yarı yıkılmış taş basamaklardan bir, iki diye sayarak, ıhlıya tıslaya çıktım burcun tepesine...İlk on beş dakika tamam, adam otluyor da, ben de şehri seyrediyorum. Birden kafama dank etti, ulan hangi akla hizmet tırmandım ben buraya? Yarım saate varmadan gün batacak, bu zıpırla ben nasıl ineceğim aşağıya? Etrafta da kimseler yok yardım isteyebileceğim. Baktım aşağıdaki atı da sahibi götürmüş herhalde ortalarda yok. Ufaklığı yakalamaya çalışıyorum ama adam oyun sanıyor önüm sıra firar ediyor, dört dönmeğe başladık burcun üstünde, otlardan bastığım yeri göremiyorum, birden bir yerler açılıp, keçi ve ben tılsımlı zamanlara doğru bir yolculuğa çıkabiliriz. Bir ara elime ipin ucu geçti, tamam...Aldım kucağıma geldim merdiven olacak yerin başına, aşağısı on, on beş metreden az değil. Hava henüz aydınlık görüyorum ama biraz sonra görür müyüm? Bizim karakulak kucağımda gözlerimi dört açtım, basamakların başındayım. Kalbim çarpıyor, paniklemeye başladım. Adam kucağımda arada bir aklına gelince mee’liyor, debeleniyor, bense içimden dualar okuyorken başladım adım adım inmeye ama ne  inmek. Basamakları yarı görüyor, yarı görmüyorum kucağımdaki kara kulaktan dolayı, ayaklarımla yokluyorum. Zaten basamaklar benim diz hizama geliyor, normal basamaklardan daha yüksekler ve aksilik taşların da bir kısmı yerlerinden  gitmiş.

Adım, adım korka korka inmeye devam ettim.

Resim 3 -Surların 1950 lerdeki durumları

Aşağı vardığım da nefesimi koy verdim, ama etraf loştu önümü zar zor görür olmuştum. sokak lambaları da ışıldamaya başlamıştı. anneciğimin beni haşlayacağı korkusu sardı beni ama  o akşamı burcun üstünde oğlakla beraber geçirme kâbusundan kurtulmuştum, ama bir daha burca çıkmak ben ve ufaklık için,  hayal oldu. O zaman anlamıştım Diyarbakır’ın yarı yıkık surlarının ne demek olduğunu, gerçek yüksekliğini, gerçek büyüklüğünü. O deneme benim için ürkütücü bir olay olarak kaldı, zihnimde..

Şimdi araştırdım, altında kaynakçalarına rastlamadım ama sur duvarlarının uzunluğu 5 km den fazla, yüksekliği yer yer 10, 12 metre iken, burçları birbirine bağlayan bu beden duvarlarının kalınlığı 3.5 metre diye ifade etmişler.  82 adet burç var yani ortalama her 60, 65  m de bir burç yapılmış. Her birinin değilse de büyük burçların birer efsanesi var. Beden duvarlarında mütemadi dendan ve burçlarda yer yer ok mazgalları falan. Yani topsuz tüfeksiz kolay fethedilemez.

Bu beden duvarlarının yapımı hikayesi Milattan önce başlar, iç kalenin olduğu yerde. Dicle’den 100 metre yukarıda Hurri'ler tarafından MÖ 2000 civarında Fis kayası üzerinde kurulduğu tahmin ediliyor. Bayılıyorum bu tabirlere. Daha sonra  gelişen nüfusa göre, koca bir şehir haline gelinceye kadar bir çok tadilât geçirmiş, Romalılar tarafından kalanları inşa edilmiş, havadan bakınca koca bir kalkan balığı şeklini almış, Burçlar ve beden duvarları gerçekten yakından bakınca kocaman ve heybetli.. Sonra 7.YY da Halife Ömer zamanında  Araplar ele geçirmişler Amed’i, enteresan da bir hikayesi var, rahmetli babamdan dinlemiştim:

“Arap ordusu Amed önüne geldiğinde civardaki bütün herkes şehrin surları içine sığınmışlar, kapılar sürgülenmiş, kazan kazan rum ateşleri hazırlanmış vs. Zaten şehrin çeşitli yerlerinde su kuyuları, özellikle iç kalede sarnıçlar ve şehir içinde çeşitli yerlerde bahçeler ve bostanlar da var, bu kuşatmaya uzun süre dayanacak durumdalar, teslim olun çağrılarına kulak asmamışlar. Bizanslılar zaten Halep’ten çıkan Arap  ordusunu takip etmişler uzun süre, bu arada da İstanbul’a haber göndermişler bile, “düşman  bize doğru geliyor” diye..”



Resim 4 - Urfa kapısı tarafından havadan ve içten surlar.


Araplar beden duvarlarına bakınca, 12 metre yükseklikte, fasılasız beş kilometre, kara bazalt taştan muntazam örülmüş bir duvar, başka hiçbir şeye benzemiyor. Lağım kazmaya kalksalar yer bazalt, en sert taşlardan.

         Ümitsiz bir halde, Ok menzili dışına çadır kurup oturmuşlar. Bir gün,üç gün, beş gün çöküp kalmışlar.

         “Bir gece komutanlardan biri çadırında yemeyip biriktirdiği tayınlarından bir kısmının  kaybolduğunu fark eder, adam öfkelenir ama sesini de çıkarmaz, kimin cesaret ettiğini merak eder. Komutan ve yaveri hırsızın tekrar gelebileceğini düşünerek ertesi günler pusu kurarak beklerler ama netice alamazlar. Son gece pusuda beklerlerken bir dişi köpek, memeleri yerde, sinsice çadırın kenarından içeri sürünerek girer. Akşam tayınını aldığı gibi girdiği yerden çıkar gider, tabii komutan ve yaveri de peşinden. Saklanarak, sinerek kale muhafızlarına farkedilmeden köpeği takip ederler, burçlardan birinin yanına kadar yaklaşırlar. Loş aydınlıkta çalıların arasında kaybolan köpeğin girdiği yeri el yordamıyla bulurlar.”

“Bakarlar ki burası iç kalenin yağmur ve pis sularının dışarıya atıldığı Dicle’ye doğru açılmış, adam boyunda bir tüneldir. Kuşatmanın başında bütün yeraltı sularının çıkışlarını Arap askerleri araştırmışlarken buna ulaşamamışlardır. Ağzında demir bir şebeke varsa da  bakımsızlıktan demir parmaklıkların kayaya bağlantıları çürümüştür. Bunu  gören Arap komutan kalenin zayıf noktasını bulduğunu anlar.. Ertesi gece  buradan içeri giren kırk asker içeriden kapıları açarak karanlıkta kaleye  baskın verirler“ diye anlatırdı rahmetli.

Tabii ertesi gün Bizans ordusunun gönderdiği takviyeler kalede dalgalanan Arap bayraklarını görürler ve çaresiz geri dönerler. Bugün gazetede okudum ki, “Teröristler bu tünelden sur mahallesine girip, çıkıyorlar” diye yazıyordu. Bu tünel muhtemelen Arapların şehri alma sırasında kullandıkları tünellerden biriymiş, tarihi bir tünel.

Babam “Burası, kılıç marifetiyle Müslüman toprağı olduğu için, din adamları minbere sembolik olarak kılıç kuşanarak, çıkarlar.” demişti. Gerçekten de Cuma namazlarını Ulu camide  müftü kıldırırdı, Cuma hutbesi için krem cüppesi içinde beline kılıç kuşanmış vaziyette mimbere çıkardı Molla Halil, hatırlarım beyaz sakalıyla heybetli duruşuyla bu görünüşü çok etkili olurdu. Nerden nereye...

İzmir’den Diyarbakır’a tayinimiz çıkınca babam bizi İzmir’de bırakıp doğru buraya geldi, tabii ev tutacak da bizim eşyaları doğrudan doğruya eve taşıtacak. Fazla bir zamanı yoktu, burada işbaşı yapmış, normal mesaisine devam ederken, mesaiden sonra şehre gelip sora sora ev ararmış, eskiden emlakçiler yok, bakkaldan, makkaldan kahveciden veya berberden sorarsın, onların çevresi olur, ev sahipleri anahtarlarını onlara bırakırlardı

Babam geldiğinin 3. gününde, mesaiden sonra Ulu caminin meydanına çıkan ara sokakların içindeki bir kahveye geçmiş başını dinleyip günün muhasebesini yapacak. İnsanlar kahvenin önünde, gölgede oturmuşlar bir yaşlı adamın sohbetini dinlemektelermiş. Babamın dalgın ve düşünceli halini gören adam oturduğu yerden seslenmiş “Selam başefendi. Belli garipsen. Buyur gel, hoş gelmişsen”  diye laf atmış. Selam, kelâm  faslından sonra, babam durumunu anlatmış.

“Buraya İzmir’den tayinimiz çıktı. Üç gündür ev arıyorum ama yok. Gariplere kiralamam diyorlar. Burası nasıl bir şehir, bu nasıl ev sahipliği, nasıl misafir perverlik? Çocuklar orada, ben burada, canım sıkkın”  deyince, Adam

“Ben Diyarbakır müftüsü molla Halil, bu da benim oğlum Mustafa!? Hele biraz dinlen, Bura Diyar-ı Bekir, Allahtan ümit kesilmez.” demiş, beyaz sakalını sıvazlayıp düşündükten sonra oğluna ”Sen bu begi alasan dogru, İbramin dükkânına gidesiniz,  İbrahim’e benim selamım söyle, evinin inşaatı bittiyse evin anahtarını bu Baş efendiye versin.” demiş.

“İbrahim beyin dükkânına gittik” derdi babam. “Adam Molla Halil’in adını duyduktan sonra ayakta karşıladı bizi.”Başım gözüm üstüne.” dedi.   Çekmeceden bir anahtarı çıkarıp tezgahın üstüne koydu, ardından “Bir şeye ihtiyacınız olursa bana söyleyin. Ben birazdan içinde temizlik yapılması için birilerini gönderecektim. Çekinmeyin. Şimdi sizin çoluk çocuk geldiğinde çok şeye ihtiyacınız olur. Bana söyleyin, ben yardımcı olurum.” demiş,    Babam”şaşırdım ve çok da duygulandım” diye anlatırdı.

İşte Diyarbakır ahalisi buydu 1958 de.


                                              

                                                                            Resim 5- Ulu Camii ana bina, Hanefiler için. ortada şadırvanlar                     








1970’lerden sonra civarda ne kadar köylü varsa bütün varolan kültürleriyle birlikte Şehre yerleştiler, Türkiye’de diğer büyük şehirlerde olduğu gibi. Altyapı, sosyal donanımlar zaten yetersizdi, ve şehirler iflas etti, böylece  içinden çıkılmaz kaotik bir durum doğdu diye düşünüyorum. Sonumuz hayrolsun.   

 

 

          
 
                                                      

.

  

 




II


 

 

Ulucamii aslında ilginç bir yapı. Şehir alındıktan sonra Hristiyanlığa ait mabetler yıkılırken bu büyük kilise camiiye çevrildi derler ama bu  rivayet pek aklıma yatmadı. Bina düzgün bir dikdörtgen  olarak ve tam kıble yönünde yerleştirilmiş durumda. Benim kanatime göre, varolan bir tapınak yıkılarak bu Cami-i Kebir Suriye Emevi tarzında kıbleye karşı uzun dikdörtgen şeklinde yapılmış olmalı. Ortadaki büyük avluyu ve etrafındaki diğer yapıları düşünürsek gayet düzgün olarak planlanmış olmasını düşündürüyor.

Ulucami'de ilk defa şafilerle tanıştım, Hanefilerden farklı şekilde, farklı bölümlerde farklı namaz saatinde namazlarını kılıyorlardı. Aslında dört mezhep, Hambelîler, Malikîler Hanefiler ve Şafiler farklı bölümlerde, farklı zamanlarda kullanılmak üzere tertiplenmiş iken şimdi sanıyorum sadece Hanefi ve Şafiler kalmış. Namazı, mesela Şafiler sanırım, Hanefilerden 10, 15 dakika önce kılıyorlardı. Tabii çocuk aklımla bu mezhep olayını anlayabilmem zordu.


 


Resim 8 - Giriş Kemer altından büyük Avluya. 1940'lardaki hali

Külliyenin avlusuna ana girişi yani ana methal şehrin meydanından, antik bir binanın altındaki kemerli bir geçitten avluya inen geniş merdivenlerdendi. Bu on basamaklı inişle adeta 20. YY dan ortaçağa doğru bir geçiş yaşardınız. Ardınızda modern çağın sesleri ve gürültüsü, aşağıda parlak güneş
altında yatan mistik bir mekânın büyülü atmosferini görürdünüz.

         Önünüzde ölçek dışı taş avlu, ortasında iki şadırvan, sağ yanda Mesudiye, en karşıda Zinciriye medresesi ve sol tarafınızda Camii Kebir, Emevi çağı mimari eseri, taşları hep devşirme. Aşağıda ana girişin kemerlerinin sağ ve solundaki Boğayı altına alan kaplan kabartmaları, Bizans’a karşı zaferini anlatırmış.

Ana girişin önündeki şehir meydanının altına yer altı çarşısı yapıldığından (doğru mu??) hangi akla hizmet ise, kotu yükseltilmiş. Böylece  uzaktan Caminin kemerli girişinin cüceleştiği görülüyor çekilen resimlerden.!?...

Avluda Roma zamanından bir ustanın elinden çıkmış bir güneş saati gelenlere selam veriyor, beyaz kallavi bir mermer üzerinde vaktin dilsiz çizgileri, hiç usanmadan asırlardır, güneş varken zamanı gösteren bir mucize icât, etrafında daima birileri olur. Ben de seyrederdim merakla her gittiğimde.

Ben 20.YY ortası çocuğu, değişik duygular içinde bu zaman yolculuğuyla adeta geçmişe girerdim,  ana girişten geçip. Kaybolan zaman içinde yerlere oturmuş mersiye ve ağıtlar  okuyan  hafız (körlere verilen ad) ve miskinler (Fakirler) ile etraflarında başları poşulu, altlarında şalvar bazen ayakları yarı çıplak, gönülleri kabarmış gözleri nemlenmiş, en az o miskinler kadar dertli, çaresizlerin arasına karışırdım dinlemek için. Namaz öncesi ya da namaz sonrası olsun bu gölgeler hep buralarda olurdu. Bu yanık seslerin yankılarını hep duyardınız caminin içinde..

Cumaları öğle namazı vakti, daha bir canlı kalabalık daha fazla insan olurdu yanık, yanık okuyan, oturmuş ya da ayakta dinleyenler. Sonra geç kalanlar avludaki hasırların üstünde saf tutarlardı, şadırvanların etrafı dolardı.

Oldukça etkileyici bir atmosferdi bu bina altı geçit, merdivenden inerken, yavaş yavaş avluyu ve bu atmosferi algılamaya başlardınız, aynı şekilde yukarı çıkarken de bu tarihi belirsiz geçmiş zamanı ardınızda bırakarak, günümüze, yani canlı hayata ve gürültüye, geri dönerdiniz.

Resim 10 – Batıdan, Ulu Camii  Avluya giriş.

O Portalin üstünde eski bir halk kütüphanesinin olduğunu nice sonra fark etmiştim ve aşağıdaki zaman tüneli ile üstteki zaman tüneli birbirini tamamlıyordu adeta. Kütüphanenin merdivenlerini çıkarken derin, kadim sessizliği fark ederdiniz. Şimdi hayal meyal hatırladığım o mekandan bende kitap tozu kokusu ile büyük salonun sessizliği kalmış geriye.  Orada “Varlık” veya Halk evleri dergilerinin ya da “Doğan Kardeş” dergilerinin eski sararmış sayfalarını karıştırırken ya da “Mercan Adası” veya “Çangıl”  kitaplarını okurken kim bilir kaç defa O adayı, o ormanı, o denizleri  hayal etmiş, kaç defa onların macerasını o loşlukta ben de yaşamıştım...


        Çok sonraları Mimar olduktan sonra, Kütüphanede kitapların arasına girerken bir kutsala girermiş gibi, bir ruhi hazırlığa ihtiyaç olduğunu, yani bir geçiş   mekanına ihtiyaç olduğunu düşünmüştüm. Ama bugüne kadar ne bir kütüphane ve ne bir Camii tasarlama ve uygulama şansım olmadığı için böyle bir deneyim yaşayamadım. Halâ bekliyorum...

Bu eski kütüphanenin kocaman pencerelerinden dışarıdaki iç avluya nisbetle biraz daha küçük şehir meydanı görünürdü. Eskiden kuzeyinde iki katlı önünde portal merdiveni olan Belediye binası bulunurdu diye hatırlarım..

Bu meydan da Şeyh Sait isyanında suçlu bulunanlarının cesetleri günlerce asılı kalmış darağaçlarında, gelen geçen seyretmişler, diye komşumuz Zehranım teyze anlattırdı. İşte o meydan burası. Mardin Kapısında bir Katolik kilisesi(öncesinde de bu kilise 1920'lerde sinema salonu görevini görmüş, dini filmler için)  aceleyle İstiklâl mahkemesi salonuna çevrilmiş ve mahkeme sonunda verilen ölüm cezaları bu meydanda yerine getirilmiş. O’na göre içlerinde çok iyi bir doktor varmış, ona yazık oldu diye acırdı. “Bîgünahtı” derdi.

Ben de yine orada bir hükümlünün sabaha karşı asılmış cesedini uzaktan Orta okula giderken seyrettiğimi hatırlıyorum. Ama heyecan ve korkuyla bakarken aniden utanarak kaçmıştım oradan. İşte burası o meydan. Kuzeyinde 2 katlı Belediye binası, güney tarafını tek katlı eski dükkanlar, ve kütüphanenin karşısına gelen yerde Gazi caddesi denilen  ana cadde vardı. O yol üzerinde nadiren otomobiller, kamyonlar gri, mavi dumanlar sala sala  gelip geçerlerdi, asıl taşıma ve ulaşım kanlı canlı beygirler ve katırlar üzerinden olurdu. Binek arabası olarak körüklü faytonları kullanırdık, oğlan kardeşim arabacının yanını isterken ben büyük olmanın avantajıyla hemen arabacının yanına tırmanır yerimi aldığımda bazen kucağıma onu da verirlerdi. Atları ben sürüyormuşum gibi arada sırada faytonun kornasını avucumda sıkarak çalardım. O zamanlarda da şimdiki gibi bütün yayalar kaldırım yerine yolda rahat ederler oradan gidip, gelirlerdi. Fort fort...

Dağ kapısından çıkıp Yenişehir’e girerken birkaç yüz metre ötede Ordu evi vardı bazı akşamlar ya sinemasına ya da çay bahçesine gitmeyi isterdik. Bahçede küçük bir askeri orkestra popüler dans müziklerini çalardı. Keyifle giderdik oraya, bazen de sinemasına da hatta meşhur King Kong filmini orada seyrettiğimi hatırlıyorum. Akşamları bahçesinde ağaçların altında oturmak bize İzmir’in sıcak yaz gecelerinde Fuar’ını hatırlatırdı. Faytona biner, yüzleri aşınmış taşların üzerinde atların nalları kıvılcımlar çıkarır, kaya kaya giderdi, Atların ayakları sesleri lâk, lâk, lâk.. Faytonun kornası çalardı, fort, fort, fort...Siz hiç Fayton kornası gördünüz mü?



Resim 11 - Hasan Paşa Hanı, sağdaki giriş Kasaplar çarşısı olabilir.

  Kütüphanenin karşısında, beni gene geçmişe götüren, O zamanlar Kasaplar çarşısı denen kapalı tarihi bir çarşı hatırlarım, kemerler arasında tonozlar. Kaptan Sinbat’ın çarşısı gibi. Aslında meşhur Hasan Paşa Hanı’nın yanında bir kapalı çarşı.

Demir ve ahşap karışık kocaman kanatlı kapılarını ve üstten sarkan demir zincirlerini hatırlarım.  Üzeri tonoz ve kemerlerle örtülmüş fazla uzun olmayan eski bir kapalı çarşı. Birkaç kasap, baharatçı dükkanlarıyla, ilginç bir “Şıh Hazretleri” denen zatın bir dükkanı vardı. Kuyumcular var mıydı içinde pek hatırlamıyorum. Ama bu çarşının yanındaki sokak kuyumcu doluydu, kuyumcular sokağı adını daha çok hak ediyordu.

Bu kapalı çarşının içinin serinliği  o sıcak yaz günlerinde,  sizi yine bu zamandan alır doğunun baharat kokulu masalımsı zamanlarına götürürdü. Gerideki dükkânlardan birinde, ilk defa cam akvaryumda sessizce yatan kara yılanlar ve diğerinde kara kocaman akrepler gördüm, baharat çuvalları arasında. “Şıh” dedikleri dükkân sahibi yılana akrep sokmalarına karşı, inanan kişilere okuyup üflerdi,  daha sonra kavanozun birinden bir akrebi alır adamın elinin üstüne ya da koluna koyar, hayvanı parmağıyla ittirir, o da kıskaçlarını ve kuyruğunu aniden kaldırır bir hayali düşmana karşı mevzi alırdı. Tabii müşteri o sırada ne hisseder, adrenalini tavana vurur muydu?  Merakla beklerdim, adam beni azarlardı da, ama merak, o büyülü sözcük koy vermezdi yakamı, gider gibi yapar yine seyrederdim. Zavallı akrep bir türlü kuyruğunu adamın koluna şaklatmazdı. Çocuklardan duymuştum, bu adam kurşuna karşı da okurmuş, muska yazarmış, “adama kurşun değmezmiş”, derlerdi.

Dükkân sahibi, şıh garip bir adamdı, kır bıyıklı, gür kaşlı, kabak başı her zaman açık, belli zamanlarda namaz takkeli, siyah şalvarlı, beyaz gömlekli, kolları sıvanmış bir vaziyette “Taras Bulba” benzeri, elinde kalaylı bakır ibrik, dükkânının önünde dolaşırken çeşitli kereler görmüştüm. Bazen de acil vak’aya çağırırlarmış, dükkânı öylece bırakıp giitiğine de rastlamıştım. Her şey ortada açık vaziyette bırakıp gitmiş.. Nerden mi biliyorum? Benim sevdiğim bir çocuk dergisi “Çocuk Haftası” her Perşembe Kasaplar çarşısının yanındaki Hasan Paşa hanının cadde üzerindeki Gazete bayiine gelirdi. İstanbul’da Çarşamba günü basılır,  Cuma günü Diyarbakır’da olurdu. Aynı şekilde Yıldız, Harman gibi sevgili büyüklere magazin dergileri de bir iki gün önce İstanbul’da basılır, Pazar gününe Çarşı izinli askerlere yetiştirilirdi.

Çocuk Haftasını her almaya ya da Halk Kütüphanesine kitaplarımı okumaya her geldiğimde, kasaplar çarşısına arka kapısından girer önden çıkardım. Kasapların bazen önlerinde ayaklarından bağlı sıra sıra tavuklar koyarlardı da alır almaz keserlerdi, elinizde kesik kafalı tavuk, kanlarını damlata damlata giderdiniz. Ya da tavana asılı kurutulmuş barsaklar da olurdu karşıdan karşıya gerilmiş iplerde.

Birkaç defa başımda teşti (Bakırdan ve kalaylı derin tepsi) içinde anamın hazırladığı sucuk içi malzemesi ile gelir o asılı bağırsaklara doldurtup “ayıptır söylemesi”  derler, sucuk yaptırırdım..

Nedense annem kendi yaptığı “sucuk içi “mix design”nını över ama  büyük babamın daha güzel yaptığını söylerdi, kendi de ondan kapmıştı sanırım bu işi, ama ilave de ederdi, “her evde bir aş pişer, adı başka tadı başka. Biz böyle görmüşüz, böyle alışmışız, bu tadı arıyoruz.” Aslında biz yeni, yeni alışıyorduk. Bize babam da dahildi. Rahmetli babam, rahmetli annemin her yemeğine bayılırdı da özellikle hamur işlerine. Mantı ve Çiğ börek gibi. Kıymalı veya mercimekli tepsi mantısı, peynirli Alpu mantısı vs. Bizim Eskişehirliler evde makarna, erişte ve çorbalık hamur da keserler tarhana da yoğururlardı. Annem burada Diyarbakırlı komşularla beraber her bir ev için ayrı ayrı erişte, kus kus vs yapmışlığı vardı. Bizim damda, pardon terasta, domates ve biber salçası yapma fırsatını da kaçırmadı. İzmir’de bunları yapamamış hevesi içinde kalmışmış canım. Burada her yer dam, üstümüz teras, yakıcı güneş, rutubet yok, tam kurutma işleri için. Yap, yapver gitsin, emeğine acımazsan. Bazı yerel yemekleri de komşulardan öğrendik ve bizde yapar olduk. Mesela çiğ köfte, meftune, hilorik gibi ama özellikle çiğ köfte..

“Çocukluğumuzda yediğimiz veya tattığımız her bir aş bir başkaydı” demek adet olmuştur ama aslında o tatlar  yalnızca yediğimizin tadı değil, o sırada içinde bulunduğumuz “ruh halimizin” yemeğin lezzetinin algılamasına karışmasının, yarattığı ağız tadıdır demek lazım.. Aynı malzemeleri aynı şekilde pişirseniz de bugün o aynı tadı alacağınız şüphelidir. Aradığımız aslında  o tatlar değil geçmişimize duyduğunuz  özlemdir. Hayatın kırılganlığı ve acımasızlığı karşısında yuvanın güvenlik ve sıcaklığına duymakta olduğunuz özlemdir. Hepimizin zaman zaman dediği gibi, “Ahh ne güzel günlerdi be!” deme isteğidir içimizde uyanan..

Sadık  Ankara Bağlıca, 10 Şubat 2016



[i] Fotoğraflar, Nejat Saatçi’nin internetteki karelerinden alınma.

Bazı resimler anonim, İnternetten alınmadır.







2 yorum:

  1. Diyarbakır No 3 çok güzel. Keyifle okudum. Bilimsele yakın nesnellikle yoğun duygusallık içiçe. Oğlaktan ‘’adam’’ diye söz etmen ve otlamaya götürmeye niyetlendiğinde evdekilerin önce ''olmazlanmaları'' ne güzel Türkçe kıvraklığı. Sağolasın. Bu tür kurguları çok ustaca işliyorsun.
    Ben de ilkokul dörtte sınıf arkadaşım Veli’yle tırmanırım, tırmanamazsın iddiasına girip kentin dışında henüz kabloları çekilmemiş yüksek gerilim pilonlarından birine saldırmıştım. Yukarı çıkış ohooo, kolaydı da aşağı inemediydim. Gelsin itfaiye ve evde bir ton dayak. Oğlağı yazmış olmasaydın ne güzel unutmuştum.
    Sevgiyle, dostlukla, takdirle,

    YanıtlaSil
  2. Diyarbakır surları çok güzel anlatılmış.
    Ulu cami ve çevresi eski merkez. Yeni Belediye binası da oradaydı, hatırladığım kadarıyla.
    Uygulanmış, önüne iğnelenmiş idam fermanıyla bir idam cezasını ilk orada görmüştüm. Galiba, öğle namazından önce indiriyorlarmış.

    Eline, aklına sağlık.

    AY

    YanıtlaSil