DÖRT
AYAKLIDAN SAL BENİ
I
Bugünlerde bir şey
uykularımdan uyandırıyor beni. Akşam televizyonda dinlediğim haberler mi
hazımsızlık yaratıyor acaba? Karanlıkta sersem sersem boşluğa bakarken, kalın
taş duvarlı, dar pencereli ve düz beton damlı tek katlı bir ev görüyorum. Uyku
sersemi olmasam ben burayı tanıyacağım. Yoksa ne işi var benim rüyamda, değil
mi? Ama bir gece evin karşısındaki duvarda bir levhayı seçebildim, koyu mavi
üzerine beyazdan “Şeftali geçidi” yazıyor, altında sola doğru bir ok. Yahu, ben
bu sokakta üç buçuk yıl yaşadım, bu bizim ev! Diyarbakır sur içindeki bu sokağın
köşesindeydi. Bu sokak levhası bizim ilk pencerenin tam karşısındaydı, perdeyi
açınca o levha “Merhaba” derdi, bize.
Şeftali Geçidi sokak
olamamış ama sokak adayı bir açıklık. Sokaklar arasında geçit veren, arnavut kaldırımı dicle taşı döşeli, uzunca dar
bir yoldu bu, Aralık da denir başka yerlerde. Tastamam yedi dönmesi vardı bu
geçidin. Yani büküle büküle giderdi. Köşedeki
bizim evden başlardı bu geçit, iki evlik gider, iki evlik dediysem biri bizim
ev, diğeri kara taştan yüksek duvarlı, tepede, iki demir süslemeli pencereleri
olan, aslında neredeyse bizimki kadar
bir ev. Yanında da iç avluya açılan kemerli bir kapı sadece. Bunun yanında bizim
ev üç odası, dört penceresi ve bir giriş kapısı ile, köşeyi tutmuş bir malikâne!
Bizim kapıdan
çıkınca sağa dönerseniz nispeten geniş Göçmen sokağa çıkardınız. Ama sola
dönerseniz eski taş evlerin yüksek duvarları arasında bir ev boyu kadar gidince
geçit sola sonra sağa sonra tekrar sola, sonra sağa ardından sola, sonra tekrar
sağa dönünce yeni bir sokağa varırdınız, oradan da sola dönünce Dört ayaklı
minarenin küçümencik meydanına çıkardınız, işte bu kadar. Yani geçit gerçekten
de yılan gibi uzayıp giden yedi dönmeliydi. Boyu uzundu ama eni, kollarınızı açarsanız evlerin
iki duvarına değerdiniz nerdeyse. Çocukken bize bayağı geniş gelirdi ama üç
dört kişi yolda karşılaştıklarında biribirilerine yol verirlerdi mecburen. Hele
bir de odun taşıyan katırlara rastlarsanız, üstünüze gelen bu hayvanlar ve
yüklerinden saklanacak bir yer, mesela açık bir sokak kapısı, ya da geçit
içinde şimdi anlamı yitirmiş bir girinti veya çıkıntı buluncaya kadar geri geri
kaçardınız. Babayiğitçe duvara yapışıp da “Ha, hoo” diye bağırarak hayvanlara
yol tarif etmeye kalkarsanız üstünüzü başınızı, elinizi yüzünüzü bu
odunlar acımasızca çizerlerdi. Ayrıca
sur içinin temizliği için görev yapan eşek katarları vardı, iki yanlarında altları
kapaklı çöp sandıkları taşıyan sırtları yaralı eşekler ve ellerinde çalı
süpürgeli çöpçüler, bunlardan da sakınmalıydınız..
Karşımizda bir sokak
kapısı vardı, komşumuz Fatmanımların evinin kapısı. Ama ne kapıydı!
Orta çağdan kalmış
gibi, ahşap kanat üzerine döğme demirden
sac kaplama, demir kabaralar çakılmış, üstünde koca bir tokmak ve koca bir anahtar
deliği olan bir kapı. Kararmış yüzünü görünce içeri girmekten vaz geçerdiniz.
Kocaman anahtar deliğinin arkasında eskiden kalma demirden mamul el yapımı bir büyük
kilit bulunurken aynı zamanda kapıyı iyice sabitlemek için demir sürgüleri
vardı. Sokak kapısının üsütnde küçük bir
oda taş binilerin üstünde bir kulaç kadar sokağa doğru taşardı. Kapı üstündeki
bu odanın her iki tarafında da düzgün kesme bazalt taşından örülmüş duvarlar, geçidin
yanında dağ gibi yükselirlerdi ki yaz aylarında güneş tam tepeye gelinceye
kadar bizim sokağa girmesine müsaade
etmezlerdi. İnsanı nisbeten ferahlatan bir serinlik olurdu bu gölgelerde.
Geçidin sonu
dimdik sola döner bir evlik gider, yani bir kapılık. Onun sonunda sağa döner
yine dik bir şekilde. Karşımıza “Kastal” çıkardı, yangın hidrantı gibi bir şeydi.
Dökme demirden sokak çeşmesi, ama bildiğimiz musluklardan değildi ağzı. Oğlan
kardeşim o zaman üç yaşında falandı
kapının önünden kaybolduğu bir gün çevremizde ararken, bu kastalın başında diğer çocuklarla beraber bulduğumda,
adamım sırılsıklam olmuş, affedersiniz donuna kadar ıslanmıştı. Neredeyse koca kastalı küçük bir çocuk bile açabilir
olduğunu o gün öğrendim. Bizimki halâ da gelmem diye ağlıyordu, yaka paça
götürmüştüm eve. Kastal, geçidi dik kesen başka bir geçit üzerinde olduğundan bizim
şeftali geçidi burada ikiye ayrılırdı anlayacağınız. Kastalın sağından sola,
yine iki yanı kara taşlı, duvarlar arasında bir, iki evlik yürü, bu sefer sağa dön,
yine bir iki evlik, yani iki, üç kapılık yürü. Sola dön, oradan iki evlik daha yürürsünüz
genişçe bir sokağa kavuşur bizim geçit. Ardınızdan taşların üzerindeki arkasına
basılmış yumurta topuk kundura sesleri gelir, sizi birisi takip ediyor
sanırsınız ama durursanız o da durur, sessizlik başlar. Yürüseniz kunduralar
taşların üstünde yine takırdamaya başlar, hele bir de akşam geçiyorsanız, kalbiniz
çarpar, ister istemez sarada bir arkanıza göz atardınız.
Geçidin sona erdiği sokak genişçe dediysem bir at arabası artı iki kulaç kadar geniş sokak, bizim geçidi pat diye keserek soldan sağa uzanırdi. İşte bu sokağın üstünde karşıdan karşıya uzanan bir ev vardı, altından hayat akar, üstünden de oda gelene geçene bakardı. İlginç, pek başka yerlerde göremediğimiz bir şey. Her seferinde hayretle bakar, bu evin altından geçerken, bir duvardan diğerine uzatılmış yuvarlak tomruklarını ve onları taşıyan üç sıra taş bindirmelerini çocuk saflığıyla ve merakıyla seyrederdim.
Bu köşede, büyük demir ahşap karışığı kapısı bizim geçide açılan bir Ermeni kilisesi vardı. Keldan kilisesi ve hemen arkasında Surp Gregros kilisesi. Halâ da mevcut olmalı. Bir gün korka korka ağır kapısını açıp içeriye bakmıştım, koca bir taş avlu, onun etrafında koca kara taş sütunlar ve kemerler, yerde cazırtıyla uçuşan sonbahar yaprakları, benden başka hiç kimse ve de avluda çıt yok. Merakla bakarken bir yerlerden bir ses duyar gibi oldum, ürpererek geri kaçmıştım. Kilisenin bazalt taştan düzgün örülmüş duvarının köşesinden sola dönünce çok değil bir evlik mesafede sokağa nazaran daha geniş, meydan diyebileceğimiz bir alana çıkardınız.
Orada dört ayak üzerine inşa edilmiş bir kare minare
karşılardı insanı, yüzyıllara meydan okurcasına vakur bir şekilde tek başına yanındaki
camiden uzak, ortada yükselirdi. Nam-ı diğer dört ayaklı minare. Seyh Muttahar
camii (1500 yıllarında) yanında harika bir denge anıtı olarak dururdu. Etrafındaki
sokak bütün canlılığıyla aşağı doğru akarken, O kararsız bir yerde, sabırla dikilirdi
öylece. Bence, O camiden daha önce yapılmış olduğundan tek başına mağrur, etrafındakileri
küçümseyerek aşağıda olanlarla değil gök yüzünde olanı, biteni rasatlıyordu.
Böyle bir yapı ancak iddia üzerine yapılır diye düşünürdüm.
Odanın alaca
karanlığında o sessizlikte bir takım
yüzler dalgalanıyordu boşlukta. Evimizin karşısında oturan Yaşar abla ve Kadir’ın anneleri Fatmanım ile Nuri amca,
ve babasız Mahmut ve abisi Halil’in anneleri Zehranım teyzelerin hayalleri
kapladı havayı. Sırası gelmişken söyliyeyim, bu Kadir kuzeni Yunus ağabeyle beraber,
damdaki pin[1]lerinde
bir miktar güvercin beslerlerdi. Yazın her akşamüstü bu beyaz ve kahve renkli taklacıların
spor saatiydi. O sırada akşam güneşi ışığı hakim olurdu her yere, göğün mavisi bir başka mavi, beyazı daha değişik bir beyaz
olurdu da hava da hafif serinlerdi. Arada
bir güvercinleri seyir için ben de annemden habersiz dama çıkardım. O
saaatlerde kuşlar da değişik renklerde görünürlerdi, pembesi, moru daha parlak
olurdu. Etraf ufka kadar bir masal diyarı görüntüsü, çeşitli seviyelerde düz ve
çorak damlar, üzerinde ahşap kerevetler, Sinbat’ın teknelerinin yelkenlerini açmaya
çalışan kımıl kımıl insanlar. Eski şehrin bu kesimin toprak damları üstünde bir
canlılık başlardı o saatlerde, uyumak için tahtların hazırlanması yanında kuşçular
da damlara çıkarlardı. Düz damlar
üzerlerinde yatmak için kurulan tahtlarla süslenmiş olurdu. Kuşçular da
bu saatlerde kadim medeniyetlerden kalma bu uğraşı devam ettirmek adına kuşlarını
salarlardı havaya. Kafeslerinden bu akşam seremonisin için serbest kalan bu donlu,
paçalı sevimli soytarılar önce gerinirler, kanatlarını gererler, gururla böbürlene
böbürlene yerde dolaşırlar birbirlerine çalım atarlar, sonra da sıçrar kanat çırparak peş peşe havalanırlardı. Havada
kuvvetle kanatlarını savururlar, takla, bir daha, bir daha, bir daha devam eder
bu gösteri. Sahipleri gözdelerini bir başka
severler, gözlerinin içine derin derin bakıp öptükten sonra kendi elleriyle
hızla havaya atarlardı. Kuşlarda kendilerinin bir gözde olduğunu bilirler, pin
içinde gururla ve alımla dolaşıp gösteriş yaparlarmış Hatta sahipleri uçuş
dönüşünde gerdanlık takarak dolaştırırlarmış diye anlattı Yunus abi ve bir
keresinde kendi takılarını da gösterdi. Boynuna uyacak bir gümüş halka ile ona tutturulmuş rengârenk iğne oyaları. Hayvan
bunu boynunda gururla taşırmış.
Kuşlar havadayken kuşçuların
gözleri yükselen, alçalan kuşlarını dikkatle takip eder, başka bir yere inmesin
diye ıslıkla yön gösterirler, geri çağırılardı. Çünkü bunların bazıları gerçekten iyi para demekmiş sahibine.
Bazıları içinse paranın ötesinde bir sevgi hatta aşk imiş. Hatta bu aşk öyle
bir hal alırmış ki zavallı hayvana zarar dahi verirlermiş bazen ayaklarına
misina bağlarlar öyle salarlarmış havaya, bazen kanatlarının teleklerinin ucunu
makaslarlarmış, böylece üç beş metre bile uçamazlarmış. Bazı gözdeleri hiç
dışarı salmazlar ömüt boyu hapsederlermiş. Tabii bu mahkûmların tüylerinin
parlaklıkları solar ve o güzel gözlerinin ferleri kaybolurmuş Yunus abinin söylediğine
göre.
“Hayvanlar bu
garip sevgiden bu garabet ilişkiden bir şey anlamayıp akıllarını yitirirler”
derdi bilmiş bilmiş.
Bazı erkekler, diğer pinlerdeki dişilere aşık
olup havadayken peşlerine takılırlar o dişinin kümesine inerlermiş. Takip
edemediyseniz eğer kuşbazların kahvesinde onu buldun duldun yoksa kayıplara
karışırlarmış. Gerçi bu kuşlar da aptal olmadıklarından ilk salıverildikleri
akşam üstü, eğer dişiye olan ilgileri de sönmüşse, havada yönünü bulup
büyüdükleri eski yuvalarına geri döndükleri de olurmuş. Bu işler tam bir
efsaneydi benim için.
Diyarbakır’daki üçüncü
senenin sonunda babamı İtalya’ya dört aylığına mesleki bir kursa gönderdiler. Bir
Nisan sabahı bizleri öperek veda etti ve çıktı gitti evden. Artık yapayalnızdık
bu kadim topraklarda, ama kadim adetler
egemendi burada ve komşularımız babamın yokluğu süresince bizlere kol kanat
gerdiler. Buna karşıki komşular hatta ermeni olan ev sahibimiz de dahildi, Onlar
için biz hâlâ misafir, yani gariplerdik
ve onlara emanettik sanki. Hergün kapımızı çalarlar ve hal hatır ve ihtiyacımızı
sorarlardı. İlk mektubu galiba yirmi gün sonra geldi babamın, Napoli civarında
Latina’dalarmış, iyilermiş vs. İki gün sonra annemin cevabını postaneye götürüp
atmıştım. Bu mektup trafiği on beş,
yirmi gün aralarla devam etti gitti. Bu haberleşmenin benzerini eşim ve çocukları
Antalya’da bırakıp Suudi Arabistan’a gittiğim de yaşamış idim, babamın neler
yazdığını az çok tahmin edebiliyorum şimdi ama Diyarbakır’dayken merak ederdim,
on beşer gün arayla ne haber bulurlar da yazarlar diye.
Bizim hayatımız
babamın gidişinden önceki hayatımızdan farklı değildi. Gündüz olunca dört çocuk
kendimizi sokağa atardık. Akşam olunca
da evde annemin dizinin dibine toplanır onun bize okuduğu hikayeleri dinlerdik.
Yurt dışına gitmeden önce rahmetlik babam
bir gün eve eski ve ciltli bir kitap getirmişti. Eski Türkçeyle yazılmış,
Cumhuriyet öncesi basılmış “Binbir Gece Masalları” kitabıydı bu. Rahmetlik annem
bu kitabı son derece akıcı okurdu, takıldığı zamanlar babamla kafa kafaya
verirler çözerlerdi. Ama annem bir seslendirme uzmanı gibi okur, vurgulardı, biz
de sessizlik içinde bir radyo tiyatrosunu dinler gibi dinlerdik. Gözümde o sahneler Şehrazat, Sultan ve gemici
Simbat çağlar ötesinden odamıza dolarlardı.
Öte yandan o zamanlar çok iyi bir radyo dinleyicisiydik. Diyarbakır’a
ait bir radyo istasyonu yoktu, Ankara radyosunu uzun dalgadan veya İstanbul
radyosunu orta dalgadan zar xor yakalardık. Parazitler içinde sesler alçalır
yükselir , bazen de sakinler. ben de başımı neredeyse hoperlörün içine
sokardım, Suat[2]
amcayı duyabilmek için.
Babam kursun
bitimine yakın yazdığı mektupta, döndüğünde İzmir’de görevlendirileceği
haberini bize iletince rahmetlik annem İzmir’e erkenden gitmemizin iyi
olacağına karar verdi.
“Şimdiden gidelim de
bir ev kiralayıp otururuz, okula da o mahallede başlarsınız” diyordu. Şimdi
gözümde canlandırıyorum da her halde Ağustos ayındaydık ki Okullar Eylül de
açılırdı, her çocuk mahallelerindeki okullara giderdi o zamanlar. Evin
neredeyse oraya da yakın ilkokulunuz olurdu. ortaokul ve liseniz artık
büyüdüğünüz için daha uzak semtlerde olabilirdi. Benim içimde eski arkadalşlarıma,
Koca kafa Kadri, süslü Naci ve onun abisi Cengiz’le karşılaşırım ümidi belirdi.
Diyarbakır’a İzmir’den tayin olup gelmiştik ama döndüğümüzde eski mahallemizde
ev bulabilecek miydik, işte orası meçhuldü...
“İzmir’de ilk elde
lazım olacak üstbaş ile yatak, yorgan, kap, kacak vs hurçlara denk edelim” dedi
annem. Ve yavaştan yavaşa toparlanmaya başladık.
Ertesi gün annemle
ben istasyona gidip Ankara’ya kadar kara trenden kuşetli wagon
biletlerini aldık. Öğrendiğimize göre yol çok uzun olduğundan doğrudan İzmir’e gitmek mümkün
değildi. Ankara’dan aktarma yapmamız gerekirmiş. Ankara’ya kadar bir buçuk
günmüş. Ankara’da dayımlar var orada bir kaç gün kalır sonra İzmir’e geçeriz orada
da ev bulana kadar oradaki dayımlara misafir oluruz, hesabındayız. Denkler
biraz ağır oldu ama ilk eldeki ihtiyacımız olanların hepsi toparlanmış
durumdaydık. Öyle ki oğlan kardeşimin, o zaman dört yaşındaydı sanıyorum, dayatmasıyla,
çok sevdiği küçük üç tekerlekli bisikletini dahi yanımıza almıştık. Bir telaş
içinde bir kaç günde hazırlandık. Bizim İzmir’e gideceğimizi duyan komşuları
bir hüzün sarmıştı. Gündüzleri bir araya geldiklerinde, konuştukları tek konu
buraya nasıl geldiğimiz, nasıl tanıştıkları, annemi kardeşçesine sevdikleri vs.
oldu, konuşurlar, konuşurlar yaşlı gözlerle
bizim evden giderlerdi. Annem, iyi huylu, akıllı, ve sevecen bir insandı. Çevrede
okumuş yazmış tek kadıncağızdı herhalde diye hatırlarım. Gerçekten de çok
seviliyordu, yakın komşular arasında bir sorun olduğunda akıl sormaya hep ona
gelirler, çoğu zaman da verdiği önerileri cuk otururdu. Bir gün karşımızdaki
Fatmanım teyze ağlamış gözlerle anneme geldi, dert yanıyordu. Kocası ayakkabı
dükkanı sahibi Nuri emmi, aklına kim soktuysa, yirmi senelik zevcesi Fatmanımın
üstüne kuma getirmek istiyormuş, hem de bu tek göz odalık eve. Fatmanım teyze
burnunu çeke çeke anlatırken, “Anam erkektir
yapar” diye boyun eğip ağlarmış, annem rahmetli de akıl vermiş:
“Dik dur
hanım, bu memlekette kanun var nizam var,
öyle şey olmaz” demiş. Bir hafta sonra Fatmanım teyze ağzı kulaklarında bize geldiğinde
son durumu anneme anlatmış:
“Nuri efendi, Nuri efendi” demiş adama. “Sen bu kızı kuma diye bizim eve getiriysen, ben senin Belediye nikâhlı karınam, iki çağanın da anasıyam. Ben de giderem mehkemeye, vallah dava açar, senden boşanıram. Nafakamı alır çatır çatır yer, keyfime bakaram. Duydun sen?” Ufak tefek kendi halindeki Nuri emmi önce şaşırmış, iyice küçülmüş. “Vallah seni bir fitleyen olmuş, yoksa sen bunu bilmezdin kadın!” demiş bir daha da adını anmamış bu kuma meselesinin. Bizden sonra ne oldu, Nuri emmi nafakayı göze aldı mı, alamadı mı haber gelmedi. Kadının okuması, yazması yoktu, Nuri emmi isterse ona boş kağıda parmak da bastırırdı.
İstasyona doğru yola çıkmak üzereyiz. Bu arada Fatma ve Zehranım teyzeler, Kadir ve Mahmut’un getirdikleri ve bizim geçite giremeyen yan sokakta bekleyen faytonlara bizim yükleri yerleştirirken, mahallede yaşayan diğer bütün komşuların kapı önünde bizleri bekleyen hayalleri sardı etrafımı.
İstasyona beşli
fayton kervanı ile gittik. İstasyon, Bağlar
semtinde büyükçe 1950 lerde yenilenmiş bir Anadolu istasyonu idi sanırım.. Üç, dört hat demir
yolu ve sıcakta bekleyen bir kaç yük vagonu, karşısı bağlık, bahçelik. Vardığımızda
bizim Haydarpaşa ekspresi oflayıp pufluyordu peronda. Komşuların bir kısmı ne
bir tren görmüş ne de Diyarbakır dışına seyahat etmişler önceden.. Kompartımanın
içini bir süre doldurdular ve yanlarında getirdikleri yollukları birer ikişer
ortaya çıkardılar, içerde bir uğultudur gidiyordu. Biz çocuklar şaşkın
seyrediyoruz. Artık açıktan açığa ağlayanlar mı ararsınız yoksa dertli dertli yüzümüze
bakıp sarılanlar mı, taa ki trenin keskin düdüğü çalana kadar.. Bir sükûnet
çöktü, onlar yerde biz trende, el sallayacak halleri kalmamışçasına baka
kaldılar. Bu onları son görüşümüzdü. Benim için ben hâlâ İzmir’de bir öğle
uykusundaydım ve bir rüya görüyordum, Rüyam bir masal dünyasında kadim
topraklarda geçiyordu ve gözümü açınca İzmir’de eski mahallemizde sokağa
çıkacak ve oyuna kaldığım yerden devam edecektim.
Hicaz makamından
elveda Diyarbakırlılar…
Bunlar bizim
komşularımızdı, bizi seven, kollayan, gözeten komşularımızdı. Annem kanama
geçirdiği zaman ben doktoru almaya giderken Fatmanım, Zehranım, bayılan annemim
başını beklediler. Bize onlar garip derlerdi ama orada sanki biz onlara
emanet edilmiş misafir idik. Burada öğrendiğimiz, tek başına yaşamak yerine, birlikte yaşamak, muhabbetle
yaşamaktı. Bir daha başka yerlerde bu muhabbeti bulabildik mi? Annem sağ
olsaydı da sorabilseydim. Ama sanıyorum, hayır...
Kompartımanda
bizden başka bir beyefendi daha varmış. Kelli felli, koyu takım elbiseli, beyaz
gömlekli. Kalabalık dağılıp da tren kalkınca kompartımana geldi, selam verip
kapı yakınındaki koltuğa yerleşti, bir gazete açtı. Adamın kar beyazı gömleğinin
üstünde, küçük siyah bir gül ve cep ağzında da DP (Demokrat Parti) amblemi, siyah
ipekle işliydi. Yarım saat sonra kondüktör
geldi ve adama restoranda yerinin hazır olduğunu haber verdi. Biz kardeşler
dört çift göz hep beraber, merakla adama bakıyoruz. Adamcağız müsaademizle gitti
ve ta Ankara’ya kadar bir daha görünmedi.
II
Diyarbakır’daki ev sahibimiz Ermeni idi, kunduracı İbrahim bey. İstanbul’dan kundura getirir Mardin kapısına giderken Cadde üstünde, radyo tamircisi Yasef’in dükkanına komşu olan dükkanında satardı. Şeftali geçidinde bizim evin bitişiğindeki ev onlarındı.
Kapıdan girerdiniz dışarıya tezat, siyah, beyaz kesme taştan zengin bir mimari. Koca bir taş avlu etrafında ailelerin ayrı ayrı oturduğu büyük eyvanlı tek, tek odalar. Oda dediğime bakmayın, hepsi birer lenduha salon gibi. Evde oturanlar İbrahim beyin akrabalarıydı, aralarından biri, kardeşi mi, yeğeni mi, sıcak demirciydi. Yoğurt Pazarinda küçük bir dükkanı vardı. Orda bir ocak, deriden bir körük ve bir örs ateşin karşısında durmadan çekiç sallar, kara saban için saban ucu,, at nalı ve mıhı, kazma ucu filan yapardı adamcağız. Onları demir ocağının başında ahenkle karşılıklı çekiç sallarken seyretmesi benim için büyüleyiciydi.
Kısa, tıknaz ama
kuvvetli biriydi. Bizim evin önünde üç delikanlıyla kavgaya tutuşmuş ve üçünü de
bizim evin duvarlarına çarpa çarpa pes ettirmişti. Ben de açık pencereden bütün
olan biteni, gerçek bir kavgayı, küfürlerini, bağrışlarını, soluklarını dahi
duyarak, merak ve endişe ile seyrettim. Anamın çekip alması ile pencereden
aşağı indim. Sonrası malûm.
Yandaki İbrahim
beylerin evlerinin ortası avlu, avlunun ortasında içi su dolu kenarları kara
taştan yüksekçe bir sekizgen havuz, içinde bir fıskıye. Yazın akşam vakti,
gözenekli kara taş döşemeye beş, on kova su serperlerdi, bir anda ortalığı bir sıcak
buhar sarar aradan beş, on, dakika geçince ortalık serinlerdi, harika bir mikro
klima.. Akşamüstü olupta Ankara radyosunda fasıl başlayınca bu taş avluyu harika
bir müzik sarardı. Eyvandaki koca kasalı, lambalı eski radyodan, adını o zamanlar
bilmediğim fasılları, kadınlı erkekli, yere serdikleri hasırların üsütne
attıkları minderlerin üzerinden eşlik ederlerdi. Türk musikisini seviyorlardı. Bazı günler müziğin
namelerine erkekler sofra başında, ellerinde rakı kadehleriyle fasıla eşlik ettiklerine
damın üzerinden şahit olmuştum.
İbrahim bey kendi
köylerinden kendileri için sade yağ, saç örgülü eritme peynir ve kavurma istermiş,
geldiğin de bakardık, bizim evin kapısında da aynı tenekeleri dizmişler. Babam
razı olmazdı, ”İbrahim bey benim bunları alacak param yok, veremem” dese de,
usta bir bezirgân olan İbrahim bey ne yapar eder, ikna eder “Böylesini
bulamazsın burada çarşı, pazarda Arif bey.. Senden para bekleyen de yok. Şimdi
al ne zaman elin genişlerse o zaman …” Gerçekten
de hesaplı olurdu ama asıl güzel tarafı, harika lezzette yağlı eritme peynir ve
kavurmalardı onlar. O tatları yaşamım boyunca bir daha bulamadığımı itiraf
etmeliyim.
Seneler ve olaylar
sel gibi geldiler, geçip gittiler insanların ve mekânların üzerinden. 50 sene
dile kolay. Şimdi O köyler n’oldu? İbrahim bey ve ailesi neredeler? Muhtemeldir
ki büyük oğlu -yeğeni de olabilir- Gille’in Robert Kolejde okumakta olmasını da düşünerek
kendilerini İstanbul’a atmışlardır diye tahmin ediyorum.
Gurbetlik acı bir
şey, İstanbul’da olsanız bile, eski kara kuru yurt toprağınızı arar gözleriniz.
Bilirsiniz insanda onulmaz izler bırakır vatan hasreti, her uçan kuşla, kalkan her
Haydarpaşa Kurtalan ekspresiyle sılaya selam gönderirsin, belki de artık
hayatta olmayan kişilere tek tek ama İstanbul bu insanı adeta öğütür posaya
çevirir, beş on sene sonra soranlara “İstanbulluyum” dersiniz. Belki de Diyarbakır’ı
tamamen unutmuşlardır.
Bizim ev köşe
başında ya bu taraftan ev sahiplerinin evle, öbür yandan Femilerin evle bitişikti..
Bizim evden bir tepe penceresi yandaki evin bahçesine, küçük taşlığına bakardı. O evdeki sevinç, hüzün bizim eve,
bizim sesler onlara geçerdi hatırlarım. Yoksulluk vardı orada, bizde de darlık.
Yandaki ev mahalledeki
çocuklar içinde en çok sevdiğim arkadaşım orada yaşardı. Aşağı yukarı aynı
yaşlardaydık ya da bir sene fark vardı. Kafa dengiydi, zengin bir hayal
dünyamız vardı. Şehir içinde beraberce gezmeyi severdik. Ailesi de benimle
olmasına gezmemize sinemaya gitmemize bizimkiler de onlar da müsaade ederlerdi.
Bazı günler Ona, oğlan kardeşi Taşer’e hele bizi dinlemeyen görünen, ev işi
yapan annelerine, kafadan atmasyon yani benim
uydurduğum hikâyelerimden veya gördüğüm film parçalarından kokteyl yapar bahçelerindeyken anlatırdım, Kırk bir
kısım tekmili birden, anlatır da anlatırdım. Bilirlerdi benim uydurduğumu ama kankam
yine de anlatmamı isterdi. Soluklanmak
için biraz uzun ara verdim mi, sabırsızlıkla “ Eee sonra n’olmuş?” diye ısrarla
sorardı. Anlattığımın sonunu da o günkü ruh halime göre bağlardım. Bende de
nasıl bir hayal gücü varmış o yaşlarda.
Babaları senelerin
yaptığı tahribatla oldukça çökmüş, inşaat işleri kovalayan yaşlı bir ustaydı
diye hatırlıyorum. Gitti mi bir ay, iki ay kaybolurdu zavallı adam, sıkıntılı
günler başlardı onlar için. İşte o
günlerde benim akıllı annem, nazikçe yardım etmeye çalışırdı. Son derece onurlu
ve hassas insanlardı komşularımız. Ben onlarda onurlu olmayı, dar zamanda dik
durabilmenin ne demek olduğunu gördüm. Azınlık olmanın boynu büküklüğünü ve
ezilmişliğini hep yanlarında taşırlardı benim anlayabildiğim ama asla taviz
vermezlerdi hallerinden. Mahallenin Müslüman bebeleri bazen sataşırlardı, araya
girerdim gücüm ve cesaretim yettiği kadar. Ama o kadar. Her zaman gergin bir
hava olurdu, bir araya geldiğimizde. Gavur çocuklarını köşeye kıstırıp Müslüman
olmaya zorlarlardı bazı veletler, ne olacaksa. Aslında bazı büyükleri bile
yağan karları damdan kürerlerken, Keşiş efendinin Şeftali geçidinden geçmesini
beklerler, sakladıkları kar kümelerini paldır, küldür üstüne devirirler, sonra
da saklanarak gülerlerdi.
“Kolay değil bizim
geçitten geçmek arkadaş! Kar da zordur yürümek, bizim geçitte.”
Bunu da annem
anlattı idi; Sabahleyin süt almak için kapıya
çıkmış,. O sırada Papaz efendi de bizim Şeftali geçidine girmiş, sokakta
oynayan veletler Papazı görünce, oyunlarını bırakıp arkasına takılıp “Keşiş,
Keşiş” diye tempo tutmaya başlamışlar. Anacım dayanamayıp, çocuklara müdahale edince
Papaz efendi anneme dönüp; “Siz canınızı sıkmayın hanımefendi, çocuktur onlar.
Birazdan vaz geçerler.” demiş ve çocuklarla beraber yoluna devam etmiş. Zordur
bizim geçitten geçmek demiştim ya, kış olsun, yaz olsun öyleydi.
Tanışmamızın
üçüncü senesinde benim arkadaşım kilisenin de delaletiyle İstanbul’a Ermeni
Ruhban okuluna gönderildi, gidiş o gidiş. Bir müddet sonra evlerine mektup göndermiş, içinde de okulunun
önünde çekilmiş bir fotoğraf. Bizimkilere de bana da selamlarını söylüyordu. O
zamanlar on bir veya on iki yaşlarındayım. Yeni yetmeyim kişilik ve aidiyet
duygularım yeni yeni uyanıyor ve ben kendime bir taraf seçmem gerektiği
sabitindeyim. Onun o okula gitmesi yol
ayrımına getirmişti beni. O benim için bir arkadaş değil öbür taraftaki sıradan
bir insan oluvermişti o günlerde. Cevap yazmadım çocuğa. Bu hareketim o zaman doğru
gelmişti, ama şimdi yarattığım hayal kırıklığından utanıyorum. Ondan kısa süre
sonra biz de tası, tarağı toplayıp Ankara’ya doğru yola çıktık. Bu da böylece yüreğimde bir ağırlık olarak yıllarca
kalmış oldu… Mektubun zarfını halâ
saklarım, ama fotoğraf yok.
Zarfın üzerinde
sabit kalemle yazılmış kendi evlerinin adresi ve üzerinde Türk Gazeteciliğinin
100. yılı münasebetiyle Tercüman-ı Ahval başlığı ve Agah Efendi’nin portresi
olan bir posta pulu ile Beyoğlu Postanesi damgası var. Zarfın üzerine kapanıp
ağır bir işi yapar gibi dilini ısıra ısıra adres yazdığı görüntüsü gözümün
önüne geldi bir an. Kim bilir nerede, ne işle meşguldür? Bunca zamandan sonra beni nasıl karşılar acaba?
“Diyarbakır, Sur ilçesi” diyorlardı televizyonda, neresi olduğunu anlayamamıştım. Meğer eski şehre derlermiş. Halbuki asıl Diyarbakır orasıydı. Dikkatle baktım ekrandaki sokak, yahu burası benim mahlem. Mahle tamam da, sokak o sokak değil... girişi yoldan sökülmüş taşlarla kapatılmış. hani sokağın üstüne kurulu oda vardı ya, ben hayran hayran seyrederdim, onun olduğu sokak bu. Adeta Paris komûnü filmi yaşatılıyor gibi dekore edilmiş sandım. Fakat bu bir gerçek. Birileri taşları iş makinalarıyla taşımış, sonra sokağın ağzına barikat yapmışlar savaşmaya hazırlanmışlar ve bir senaryo sahnede, ajanslardan duyduğumuz bu kadar, sonrası belirsiz.
Şimdi
üzerinden bunca yıl geçti, o günden beri çocukluk arkadaşımı görmedim. O şimdi
yine aynı sokakta aynı adreste
oturuyorlar mıdır acaba? Bu hengâmede nasıl dayandılar bu isyan hareketinin
yarattığı atmosfere? Ben bunları düşündüğüm saatlerde aklıma arkadaşımı “medya
kanalıyla bulabilir miyim” dedim. Ne yazık ki bu senenin başında FB de izini
buldum kendi yazdığı bir ağıtı seslendirmiş, akıcı bir Diyarbakır lehçesiyle okuyordu.
Daha ilk mısralarından itibaren tanımıştım sesini. Ona ne mesaj yazacağımı
düşünürken o kadar heyecanlandım ki. yaşadığı yer olarak yurt dışını göstermişti.
Ona ulaşmama bir karış kalmıştı çok heyecanlandım. Daha neler yapmış, neler var
diye bakmak üzere sayfayı aşağıya kaydırınca okuduğum mesajdan çarpıldım. Bu
ağıtın arkasından kayın biraderi onun hakkın rahmetine kavuştuğunu yazmıştı onu
okuyunca olduğum yerde kalakaldım..
Ben hüzünlü
hayallere dalmış gitmişken, havada kanat sesleri duydum, kafamı kaldırdım,
birkaç güvercin antrenmandalar. Neşe içinde taklalar atıyorlar. Taklayı nasıl,
neden ve nereden öğreniyorlar, aslında zor iş ama sanırım onlar da bu
taklalarla adrenalini damarlarında hissetmeyi seviyorlar ki bi gayret
çalışıyorlar. Şimdi iyice yükseldiler, havadakiler artık birer nokta. Yaşamın
dibine vuruyor der ya bazıları, işte ondan, hafiften sarhoş. Keşke hepimiz
böyle yaşasak, dertten, tasadan uzak, insanlarla yan yana huzur içinde ama bu
imkânsızı istemek demektir bu hayatta.
Sadıkcığım çok güzel. Eline, aklına sağlık.
YanıtlaSilDevamını bekliyoruz.
Aydın
Büyük zevk ve merakla okudum. Cümleler birbirini aynı lezzetle takip etti ve bilmediğim bir şehirde yolculuğa çıkardı. Diğer öylülerin gibi bu da bende iz bırakacak.
YanıtlaSilMurathan Mungan
YanıtlaSilYaredir sinede eski sevgili
Ne yapsan, kolay unutulmaz
Ağlama geçmişe, yaşadık bitti
Anılar bizi yalnız bırakmaz
Yalnızız yine de
diyor.
Murathan haklı. Unutamadığımız anılar bizi yalnız bırakmıyor ama biraz da o yüzden yalnızız sanırım. Ama bir anı işte bu kadar lezzetli bu kadar ballı yazılır. Çocukken de akranlarına otuziki kısım tekmili birden kendini dinlettiğine bakılırsa Mercangöz’ün bu anlatma becerisi yeni değil, besbelli. Bir tanrı varsa onun vergisi olmalı. Öyleyse ona şükürler olsun, kendiliğinden olmuşsa Sadık’a.
Çok güzel. Hem de çok…
Sevgili Sadık, sendeki kurgu becerisinin, Diyarbakır'da arkadaşına anlattığın filmlerden geldiğini bu becerinin daha o yaşlarda var olduğunu görüyoruz. Ne güzel, çocukluğunu. komşuluk ilişkilerini, arkadaşlarını, sokağını çok güzel anlatmışsın. Dayanamadım Geogle Map i açtım ve Diyarbakır Şeftali Geçidi yazdım. Karşıma Şeftali Sokağı ve 1. şeftali sokağı çıktı. Kıvrımlarına bakınca zamanla senin geçit büyümüş ve 2 sokak haline dönüşmüş.
YanıtlaSilSağlıcakla kalalım ki senden devamını bekleyelim ve sende yazasın. Sevgi ve sağlık dileklerim ile. Turgut Yalkı
Hepinize teşekkür ederim. İçimde ukte kalan bir arkadaşım daha var, kısmet olursa Onu da yazacağım bir vakitte. zaman zaman bir karabasan olup hayallerinize ipotek koyarlar, açıldıkça kutunun kağağı hafifliyor insan. Diyarbakır anılarım devam edecek...
YanıtlaSilSevgili Sadık, her zamanki güzel ve akıcı üslubunla yazdığın öykünü büyük bir dikkat ve keyifle okudum. kastal sözcüğünü ilk defa duydum. Hayal gücün ve kaleminin yüreği hiç eksilmesin.sevgilerle. Hilmi Berk
YanıtlaSilSur İçi’nde Bu Sabah
YanıtlaSilYazınızda bahsettiğiniz o yedi dönmeli küçenin baş dönmesini elli yıl önceki hâliyle yaşamayı, sağa sola dönmelerin getirdiği o tılsımı hissetmeyi isterdim.
Sanki şu an durduğum yerde elli yıl veya daha öncesinde yaşayanların giderken ayrılamadıkları, kalplerini bıraktıkları birkaç yapı bunca hoyratlığa inat korumuş ruhunu. Bir umut var dedim, bunlar da eski dokusunu koruyarak onarılır elbet dedim.
Yazınızda bahsettiğiniz yaşanmışlıkları, çocuklukları, Fatmanımları, Zehranımları, ev sahibiniz İbrahim Beylerin sekizgen havuzlarını, annesinin ona 1001 gece masallarını okuyan ve Bir Şarkî Masal düşleyen Sadık Mercangöz’ün çocukluk yıllarını…
Yumurta topuk kundura seslerini, pinleri ve donlu paçalı taklacı güvercinleri, Ankara radyosunda Suat Taşer’in sesini, Fatmanıma kuma getirmek isteyen Nuri Efendi’yi aradım durdum.
Şu an Dört Ayaklı Minare meydanındayım.
Siz bir Doğu Expresinde anneleriyle dört kardeş, dört göz bakıyorsunuz, “Bir Şarkî Masalın” hayaliyle; “Dört Ayaklıdan Sal Beni” der gibi.
Kilise bahçesine yeni dikilmiş zeytin ağacından kopardığım zeytin dallarını uzatıp sallıyorum ardınızdan, barış güvercinleri elli yıl önceki aynı neşeyle Sur İçi’nde yeniden ve sonsuza dek uçsun diye!
Diyarbakır’dan saygılar, selamlar.
1 Mart 2021/DİYARBAKIR
Sadık
YanıtlaSilÇok değerli bir eser yazmışsın. Hiç bir amatörlük izi yok....
Uzun süredir açamadım blogunu, bugüne nasipmiş..
Benim de geçmişim aynı okul yıllarda, Adana, Konya, Antalya ve Ankara'da geçti. Sanki seninkilerin aynılarını yaşattın bana... Sağolasın..
16.Mart.2021