DİYARBAKIR
ŞAD AKAR
I
İzmir’den Diyarbakır’a gelişimiz birinci
ayı dolmak üzereydi, okulların açılmasına da az kalmıştı. Evimiz zaten üç oda,
bir oturma odası ondan geçilen misafir odası ve arkada bir yatak odası, hepsi
fındık içi, biz bi gayret tamamen yerleşmiştik. Babamlar sık sık tayinlerinin
çıkacağını bildiklerinden, eşyalarımız çeşit ve adet olarak parmakla sayılacak
kadar azdı. Bir kelli felli klasik bir gardrop vardı, babam İzmir’de dayımla
beraber sökmüştü, burada da annem ve benim yardımımızla tek başına kurdu. Nakil
sırasında kullandığımız tahta sandıkları yan yana getirerek bir sedir
hazırladık üstüne minderler ve sedir halısı ile ot dolu sırt yastıkları
yerleştirince bir sedirimiz oldu. Akşamları orası aynı zamanda benim yatağım
oluyordu, kardeşlerim bir arada yer yatağında yatarlardı. Bir sedir de misafir
odasına konduktan sonra odalara kilim ve halılar serildi ve olay bitti.
Bu arada Süleyman Nazif ilkokuluna kaydımı da yaptırdık. Geldiğim
okuldan bir farkı yoktu. Aynı iki katlı yapı, bütün binanın koridor ve
sınıfların duvarları altlar aynı mavimsi gri yağlı boyalı üst taraflar beyaz kireç
badana, tuvaletler dışarıda, el yıkama, su içme yerleri mozayikten yalak
şeklinde yapılmış, sarı musluklu çeşmeler. Evet, bizler o zamanlar musluk suyu
içerdik, evde de okulda da.. Hiç bugünkü gibi suların temizliği konusunda hijyen
pimpirikliğimiz yoktu. Bugünkü durum, sermayenin kendisi için para kazandıracak
noktaları mesela, bizim sağlık konusunda korkularımızı dellendirmesi sonucu ortaya
çıkan bir kaos durumudur. Ne musluktan akan sular o kadar kirlendi, ne de insan
tabiatı tvlerde anlatıldığı kadar steril bir ortama ihtiyacı var...
Şehir çok sıcaktı ve nem yok denecek kadar azdı, evimiz
biraz farklı, kalın taştan duvarlı idi ama üstünde çatı yoktu, ikinci kat
çıkacaklarmış onun için henüz beton üzeri şaplanmış, teras olarak bırakılmış
idi. Tavanlarımız oldukça yüksek tutulmuş olduğundan ısınan tavanın sıcaklığını
fazla hissetmezdik, ama sıcaktı. İzmir’de sıcaktı ama akşamları imbat eserdi
hiç olmazsa, sokaklara çıkarak nefes alırdık. Kapı önlerine otururdu aileler, çocuklar
da gündüzün hıncını geceden çıkarırdı. Dilimiz dışarıda koşturmaktan, kızlı erkekli
kovalamaca ve saklambaç oynamaktan, zamanı da sıcağı da unuturduk, Gece yarısı
geldiğinde herkes çocuklarını zorla toplardı sokaklardan, birazdan açık
pencerelerden sesizlik içeri girerken horultular derinden, derinden dışarı çıkardı...
Burada düz toprak damların üstünde tahtadan yapılmış kare
planlı, yerden 60-70 cm ayaklarla yükseltilmiş, kenarları korkulukla ve dört
köşede uzun ince direkleri olan bence acayip, nesnelerin, akşam olup etrafları
beyaz amerikan bezleriyle çevrilince ortaya hayli ilginç ve güzel bir görüntü
çıkıyordu.
Sinbat’ın beyaz yelkenlilerini Annemin bizlere okuduğu Bin bir gece masallarından duymuştuk. Burada ise bu naif tekneler aslında gecenin serinliğinden istifade etmek isteyenlerin bir buluşu olan yelkenlilerdi. Akşam ummana açılırlar, güneşin doğuşuyla birer birer dönerlerdi. Bu eski kartpostala göre taa Sultanın cariyesi Şehrazat ve gemici Sinbat’ın zamanından beri de varlarmış.
Her gece başka bir diyara gider gibi hazırlanırlar, hava
karardıkça, karanlıkta yavaş yavaş kaybolurlardı.
Tahtların yerden yüksekte olması, daha sonra bizim eve de musallat olacak olan
akreplerin şerrindenmiş. Ayakların
altına tasla su koyup akreplerin ordan tırmanmasını önleyenler de varmış.
Daha sonra bizde buna benzer bir düzen kurduk ama bizim
tahtımız olmadı, yerde yatıyorduk, etrafımız beyaz çarşafla çevrili. Damda
yatmanın tadı anlatılır gibi değil, yıldızların altında, evreni seyredersiniz
gözleriniz kapanana kadar, yaşadığınız günün
muhasebesini yaparsınız, evrenin büyüklüğünü, düzensiz gibi görünen samanyolunu görür ve çöl serinliğini
hisseder, huzur duyarsınız. Sabah gün üstünüze doğar aniden bastıran sıcağa
dişinizi sıkarsınız ama dayanamazsınız, sonunda kalkar, evin içine kaçardınız
uykuyu tamamlamak için. Buna rağmen bütün şehir dam üstündeki tahtlarda çoluk
çocuk yatar, sabah tahtlardan oluşmuş bir deniz filosu karanlıklar içinden
çıkar, limana geri dönerlerdi. Demirleyen gemilerin boşalan yelkenleri beyaz beyaz dalgalanırdı, toprak damlardan
oluşan denizde.
Damlardaki akrep menkıbelerine gelince, muzır hayvanlar,
bir gece sahneye çıktılar. Ayağımdan soktu beni. Felaket bir sızı ve yanma
hissi, önce ayağıma sonra bacağıma doğru yükseldi. Nasıl bir çığlık atmışsam
bizim millet ayağa fırladı o karanlıkta. Ben başladım ağlamaya, bizimkiler
fener ışığında arayıp buldular canavarı. Bir küçük yavru akrep, 3 - 4 cm
boyunda açık sarı renkte.. Onu görünce daha fazla yaygaraya son verdim, biraz
amonyak ile silerek soğuk suyla ayağımı yıkadık, sızısını alsın diye. Birkaç saat sonra fazla bir şey kalmamıştı. Babam
ertesi akşam eve gelince evin içindeki merdiven altındaki odunları elden
geçirmeye başladı, taa ki baba akrebi bulana kadar, çünkü anneleri yavrularının
karnını yiyerek doğmasından sonra ok yaşamaz yetimler babalarıyla bu zalim
hayata başlarlarmış. O hayvan kahve renkli bir azman olup muhteşem bir görünüşü
vardı. Bunlar soktu mu büyük baş hayvanı bile öldürebilirlermiş. Onu da maşayla
hallettik ve rahata erdik.
Çocukluğumun geçtiği İzmir’de bırakıp geldiğim her şeyi
ama her şeyi özlemekten bir hâl olmuştum. Sokak satıcılarını, sabah geçen Tatlı
Mayacı’yı, akşam yaklaştığında geçen Kumrucu’yu, akordiyon çalan Macuncuyu,
Keten Helvacı’yı, Gevrekçi’yi ve annemin bahçevanlarını burada çok arıyorduk. Mahalleden
Koca kafa Kadri’yi, Süslü Naci’yi ve abisi Cengiz’i ve kız kardeşlerini hatırlıyordum.
Hayalleri kaybolmak bilmiyorlardı. Canım çok sıkılınca, ben de kaçar gibi terasa
çıkar, yani dama, taşınma sırasında kullandığımız karton kutuların içine girer
İzmir radyosu olur, saatlerce şarkılarla türkülerle, çocuk saatiyle ve hatta
haberlerle yayın yapardım, kutunun içinden bağıra bağıra. İçimde İzmir’den uzak
kalmanın sızısı, aklımda ise, niye geldik biz buraya baba teranesi.
Ama sonra bu yalnızlık
için ben de bir savunma geliştirdim. Aslında ben burada değil ordaymışım, İzmir’de,
gece uykuya yatmışım da, rüya görüyormuşum, sabah olunca, uyanıverecek ve
her şey kaldığı yerden başlayacakmış benim için. Bunu düşününce hafiflerdim. Rüya
içinde istediğini yap, kâbus olmadıktan sonra...
Ama çok sürmedi sokağa inmem, dışarıdaki çocuklarla birer
ikişer tanışmam.. Bakırcının oğulları Reşat, Beşir, yan komşu Femi, kardeşi Taşer, ev sahibinin yeğeni Anton kız kardeşi
Janet, benim kız kardeşlerim, karşı sokakta o sırada liseye giden, futbol
meraklısı Ali ağbi, güvercin meraklısı Kadir
abi, Seyyar satıcılık yapan Halil abinin doğru dürüst okumayan kardeşi Mahmut vb.
Mahmut zaten sokağa çıkamazdı, okulda olmadığı zamanlar abisinin yanına
tezgahın başına gitmek zorundaydı. Ağabeyi dövdü mü bu zavallıyı, belindeki
kemerini çıkarıp onunla döverdi. Mahmut’un akranları liseye başlamışlardı ama
bizimki daha dörtteydi.
Bir gün bizim ufaklık, oğlan kardeşim, çok sevdiği Mahmut
abisini kendi evlerinin bodrumunun demir parmaklıklı küçük penceresinin ardında
görmüş, salya sümük ağladıydı, “Onu
ordan çıkarın.” diye. Ama mümkün
değildi, abisinden katıksız hapis yemişti bizim Mahmut.
Kadir
abi de aynı şekilde, boş zamanında doğru Nuri amcanın Balıkçılar başındaki Gislaved[1]
dükkanına yollanırdı.
Benim için artık özlem devri sona ermiş merak başlamıştı.
Önce okul yolu üzerindeki mahalle bakkalıyla tanıştırıldım. Gaz ve ispirto
almak için. Çocuklardan birkaçı da benimle geldiler. Adam dükkanın içindeki
karanlıkta bir kürsüye oturmuş, belki kestiriyordu, sesimizi duyunca doğruldu,
karanlıktan isteksizce bize doğru geldi, gaz yağı ve ispirto vermek için
elimdeki şişeleri aldı. Namaz takkeli, mavi
şalvarlı, beyaz gömlekli ve uzun boylu,
bir adamdı. Bıyığının tam örtemediği yerde yanağında bir çıban izi vardı.
Vitrinsiz, önü kepenkleri yukarı kalkmış, yarı boş bir
dükkan. Girişin önünde yan yatırılmış koca bir varil, ucunda da zincirle
sarılmış ve asma kilit takılmış bir koca
sarı musluk, gazyağı varili. Ayrıca dizi dizi gaz tenekeleri içinde mavi ispirtoymuş
onları dizmiş kenara. Evlerin bir çoğu gaz lambasıyla aydınlanır, kahvelerde
lüks bulunurdu. Yani gaz yağı demek zenginlik demekti o garip adam için. O
haldeyken bile asma kilidi kırıp gazyağı çalarlarmış.
Dükkânın içi yarı yarıya boştu, diye aklımda kalmış. Ön
tarafta vitrinli eski bir dolap, vitrinde, çinko kaplar içinde üzeri tülbentle
örtülü tereyağı, yoğurt, yanında açılmış peynir tenekeleri, o zaman yeni yeni üretilen
fantazi nebati margarin paketleri vs
öylece gelenlerin yüzlerine bakıyorlardı, kara sineklerle beraber. Duvarın
birinde bir kaç sıra kısa tahta raf, üstünde çeşitli tekel ürünleri, Üçüncüler,
Birinciler Bafralar ve diğerleri, yanında Tekel ve Türkay kibritleri dizi,
dizi.. Altta teneke kutularda Can bisküvileri üst üste, yan yana, yarı eğik
vaziyette.... Can’lar Diyarbakır’da üretilirdi, duruyor mu acaba?
Cuma günleri yakınımızdaki yoğurt pazarının günü idi. Burası aslında at,
eşek, katırlar için koşum malzemeleri, at araba tekerlek imalat işliklerinin
toplandığı bir alan olmasına rağmen, sanıyorum lokanta ve çorbacı benzeri
yerlerde eksik değildi. Karpuz mevsiminde uzun tahta oturaklı masalarda dilimle
karpuz alıp yiyen çarşı iznine çıkmış askerler görürdüm. İzinde karpuz yemenin
en akılcı yolu bu idi.
Bilirsiniz belki, Diyarbakır karpuzu koyu yeşil çizgili,
genellikle açık renkli ve çok büyük olur. İyileri aşağıda akan Dicle’nin
ortasındaki alüvyonlarda güvercin gübresiyle yetiştirilirdi ve devasa
olurlardı. Böyle yetişkin karpuzlar çok da tatlı olurlar, 30-40 kilolukları
Pazar yerinde testere ile keserek dilim dilim satılırdı. Çarşı iznine çıkan
askerler yorgunluklarını muşamba kaplanmış tahta masalarda dilimlenmiş karpuzu
çakı ve kaşıkla yerlerken çaydanlıkla gelen çayı bitirene kadar içerler, yaka
bağır açık akşama kadar masalarda yayılırlardı. Arada masalarda sıla türküleri
duyulur, olan veya olmayan sevgililer çağırılır, içlerinde ise tezkere
arzusuyla kabaran yürekleriyle akşam üstü sessiz sedasız ortalıktan
kaybolurlardı.
Şimdilerde Kapuz festivali tertipleyip, en büyük, olgun
karpuz yarışmaları yapıyorlar kıran kırana. Resimlerini görseniz ağzınızın suyu
akar.
Yoğurt pazarının kalabalığında köyden kentten her
kesimden insan bulunurdu. da, sıcak
demirciler de vardı. Körükleri ocakları ve koca koca örsleriyle seyredilmesi en
keyiflisi bunlar olurdu, çırak ya da yamaklar körüğü iki yana sallanarak çalıştırıp
ocağa, kömürlere hava üflerler, Ocak iyice parlak akkor hale gelince, soğuk
demir içine sürülür, o da akkor olana kadar beklenir, ustalardan biri bir elinde
bir pens ile nesneyi örste tutarken, diğer eline çekici alır, iki usta iki
koldan ritmik bir ayine başlarlar, bir sen, bir o, bir sen, bir o, derken demirden
uçuşan yıldızlar dükkânın loşluğunda inanılmaz görüntüler yaratırlardı. Arada
bir cısss... Suya daldırırlar o ağzı burnu dağılmış demiri, ardından tekrar
ocak, tekrar örs, patada, kütede ritmik vuruşlarla devam ederdi ki istenen şekle
gelene kadar dura kalka sürerdi bu iş.
Pazarın yoğurt pazarı olarak
anılmasının sebebi, Cuma günleri kurulan pazarda, çevre köylerden gelen kadın
erkek köylülerin ziyadesiyle bakraçlar içinde mayalanmış, üzeri gerçekten
parmak kalınlığında kaymak bağlayan yoğurtlarını, yağlarını ve peynirlerini
satıyor olmalarındandı. Öte yandan o zamanlar ilaç için arasanız doğru dürüst
sebze meyve pazarda bulamazdınız ama çi köfte için acı biber isot sumak bol.
Baharda kırlarda yetişen yaprakları dikenli ve etli mayhoş tatlı bir otu pazarda
mevsiminde bolca bulurdunuz. Seyyar satıcılar Pazarın dışında o dar küce[2]lerde
başlarına koydukları tablalarda meşhur kara hümür[3]ü,
sert diken ve kabuklarından temizlenmiş uhçunu da satarlardı.
Köylü kadınlar Mezopotamya’nın Altın çağı
kadim kıyafetlerinin benzerleriyle gelirlerdi Pazara hem de hayli erken
saatlerde. Koyu renkli kocaman şalvarlarını adeta yere sererek, bakraçlarının
arkasında Kybele misali bağdaş kurup otururken, alınlarından sıkma sarı, turuncu
ve yeşil, karışık örtülerinin altında, gün yanığı tenlerini ve yüzlerini ve kaşlarının
arasındaki mor döğmelerini gösterirlerdi. Bütün bu sertlik arasında, çukura
batmış azuri renk gözler gelene geçene yumuşak yumuşak bakarlardı. Geç
karşısına seyret, her biri kadim medeniyetlerin canlanmış ana tanrıca
benzerleri ki tam fotoğraflık. Daha genç olanlar beyaz tülbent ve allı, güllü
şalvarla yetinirlerdi fazla göze çapmadan analarına yardımcı olurlardı diye
hatırlarım.
Ben annemle beraber pazara sabahın yedi buçuk, sekizinde
teşrif ederken kadınlar yarım saat, bir saat içinde toparlanıp sıcağa kalmadan
eve dönmeyi planlarlardı. Güneş fırını içinde ayılmadan, bayılmadan köye
varmanın tek yolu sabah serinlikte gelip kuşluk vaktinde köye doğru yola çıkmak
olduğunu herkes bilirdi. Annem, akıllı annem, kadınlardan alacağı bakraç
içindeki yoğurt için yarı Türkçe yarı kırmance ile pazarlık eder, beni ve satın
aldığı sebze meyveleri oraya rehin gibi bırakır, bir koşu eve gidip bakracı
boşaltıp, o hızla geri dönerdi. Bu hızlı gidiş, gelişi arnavut kaldırımı
üzerinde yapmak biraz cesaret isterdi. Nur içinde yatsın..
Zaman geçtikçe şehri öğrenmeye başladım. Yogurt pazarının açıldığı cadde Gazi caddesi olup, kuzeyden, Dağ kapısından başlar, güney doğuya, Mardin kapısına ulaşır ve eski Mardin yoluna çıkardı. Orta yerde Ulu Camii ve Hasan Paşa Bedesteni, yani kasaplar çarşısı, ve Belediye ile ortada da tarih boyunca büyükçe bir idari merkez oluşturulmuş olduğu kolayca anlaşılırdı. Mitingler orada toplanır idam cezaları orada uygulanırdı.
Dağ veya Harput Kapısından başlar,
ana cadde... |
Ordan da sur dışındaki Hevsel bahçalarına ve Gazi köşküne yürüyerek devam ederdiniz. Asıl bahçeler ve mesire yerleri buralardı. Bir iki sefer Şeftali geçidindeki komşularımızla beraber dolmalar, sarmalar, çiğ köftelik malzeme ile tencere tava, yürüyerek buralara geldiğimizi hatırlarım.
Gazi
Köşküyle biter. |
Naylon torba yok, plastik kap kacak yok, acaip ambalaj kutuları ve parlak kağıtlar yok, en fazla samanlı gazete kağıtları olurdu, her şey fileler ve çıkınlar içinde bakır sahan ve tencereler, altımıza kilim, çocuk milletinin omuzlarında, yayan yapıldak yürürdük. Bahça araları şehrin sokaklarına göre biraz daha temiz olurdu. Sokakta tükürüp, sümkürmek kenar köşelere çöp vs atmak adettendi. Nasılsa sabah namaz vakti kadın temizlikçiler ellerinde çalı süpürgeleri, yanlarında eşekler ve iki yanlarında kapaklı çöp kutularıyla bizim geçide gelirler, bir enerjiyle, bir gürültüyle süpürürlerdi. Arada bir de eşek anırmasıyla uyanırdık.
O yıllarda yaygın bir karasinek istilâsı vardı şehirde.
İlaçlama sırtta taşınan sırt tulumbalarıyla, çöplük ve keneflerin ilaçlanması
şeklinde idi. Ama nedense önüne geçilemezdi bu arsız sineklerin, yüzünüze,
gözünüze inatla konar, terlerinizi, ağızların kenarlarında kalan artıkları
emerlerdi. Bir süre sonra onlarla yaşamaya alışıyorsunuz diyeceğimi sandınızsa
aldandınız, alışamadım...
Halbuki tabiat ana bizden artanları ne yapar ne eder,
doğal döngü içinde hallederdi. İnsanlar rahat etsin diye değil, hayat olağan mecrasında
devam etsin diye.
Babamın bir arkadaşı sur içinde değil, evlerini Yenişehir
dediğimiz sur dışında yeni gelişmekte olan mahallelerden kiralamıştı. Arada bir
onlara misafirliğe giderdik, normal apartman dairesi benzeri, basık tavanlı,
koca pencereli yöresel iklime tamamen ters bir ev. Ne terasta yalıtım var ne
duvarda. Yazın sıcak kışın soğuk. Biz oraya gittiğimizde bir an önce kaçalım
diye mızıldanırdık. Onun eşi annemle arkadaştılar O anlatmış:
Adamın biri yandaki arsada onun camdan baktığını göre
göre şalvarını sıyırmış yere çömelip ihtiyacını gidermeye başlamış ki kadın
pencereden müdahale etmiş, etmese daha iyiymiş.
“Koskoca adamsın tüü yüzüne senin! Yapacak başka yer
bulamadın mı? Ayıp! ayıp” demiş, “Herkese açık yerde yapılır mı? Boyun devrile!”
söylemese iyiymiş ya bir kere ağzından çıkmış bulunmuş.
Adam oturduğu yerden “Hüday bike lo! Ula siz garipler, ne
bilirsiz, böyle açık hevada yapacaksan, güneş kuruta, rüzgar apara. Ne pislik olur,
ne hastalık. Kapa pencereni gir içeri
pis garipler!..”
Biz gelmeden önce de biz orada iken de devlet, körlüğe
yol açabilen, Trahom hastalığıyla ve Şark Çıbanı denen bulaşıcı kan
hastalığıyla, mücadele istasyonları kurarak hastalığı yok etmeye çalışıyordu. Ancak
yetersiz beslenme, temizlik ve kötü şehirleşmenin altyapı eksikliği yüzünden hâlâ
uğraşıyorlardı. Bilhassa, sineklerin ve tatarcıkların varlığı devam ederken
netice almak oldukça zormuş. Şimdilerde durum çok daha iyidir herhalde içeride
terör parazitleri var olmasına rağmen...
Sadık
5 Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder