Deniz Caddesi Börekçisi / O. Ü.

 DENİZ CADDESİ BÖREKÇİSİ

Datça Haziran 2015 

 İki yanı taş duvarlarla pekiştirilip kanala dönüştürülmüş sel yatağının yanındaki patikanın adı Deniz Caddesi. Tabelada öyle yazıyor. ‘Bunun neresi cadde ya?’ diyen çok. Çünkü cadde dedikleri şey, otelin bahçe duvarıyla kanal arasındaki daracık geçit. Eni taş çatlasa iki metre. Onun yarısında koca koca ağaçların rüzgardan bükülmüş gövdeleri var. Geri kalanında da kurumuş ılgın çiçekleriyle okaliptüs yaprakları arasında kolay kolay görülmeyen köpek şeyleri az değil. Üzerinde doğru dürüst yürünemeyen yere cadde mi denir ? Denmiş işte. Uzunluğu da topu topu elli metre ya var ya yok. Caddeymiş ! Hah! Yaz aylarında bu sözüm ona caddenin kıyıya ulaştığı yere Belediyenin yelken okulu kayıt kulübesi çatılıyor. Neyse ki onun yanından da geçip parke taşlı yaya yoluna çıktınız mı plajdasınız artık. Ben börekçiyim. Daha doğrusu emekliyim de, eh işte üç beş kuruş ek kazanç olsun diye kıyıdaki ılgınların altında sabahları börek satıyorum. Ufak bir camekanım var. Akşamları belediyenin yelken okulunun arkasına bırakıyorum. Evde yatmadan önce bizim hanımla börekleri sarıp tepsiye diziyoruz. Sabah erkenden fırınlıyoruz. Nar gibi kızarmaları için yarım saat falan yetiyor. Çıkarıp bisikletin sepetine yerleştiriyorum. Sabah evden camekanın olduğu yere gelmem topu topu üç dakika. Börekler soğumadan camekana aktarıyorum. Kapalı yerde valla pamuk gibi oluyorlar. Millet de pek tuttu, sağolsunlar. Senelerdir dünyanın böreğini satmışımdır. Bir kaç yıl önce birisi börek alırken ‘’başka bir şey yok mu’’ diye sordu. ‘’Nasıl yani ?’’ dedim. ‘’Ne bileyim’’ dedi, ‘’biz İzmir’de dışarda kahvaltı ettiğimizde çay, haşlanmış yumurta falan da olur gevrekçilerde’’. ‘’Gevrekçiler nedir ki ?’’ diyecek oldum. Belki hani tahtacılar, fincancılar gibi bir şey olabilir diye mi düşündüm, kimbilir ? Bilmiyorsan soracaksın. Adam ‘’ İzmirliler sizin simit dediğinize gevrek der’’ dedi, ‘’onu satan da gevrekçi oluyor tabii’’. ‘’Tabii, tabii‘’ dedim, ne diyeyim? Ertesi gün gittim büyükçe bir termos aldım. Bir sürü de kağıt bardak, peçete, kesme şeker. Tamam. Börekleri fırınlarken hanım çay da demledi. Termosa doldurdum. Aman tanrım. Herkes ‘’hah şöyle yahu! Hay aklınla bin yaşa!’’ diye bir iltifat, bir tahaccüm... Ha! Pardon. Yeni kuşak bu dediklerimi anlamayabilir. İltifatı bilen vardır da tahaccüm iyiden iyiye yabancı gelir gençlere. Efendim, tahaccüm ‘hücum etmek’ anlamına geliyor. Saldırmak da denebilir. Osmanlının Arapçadan aktardığı böyle yığınla kelime var. Benim çocukluğumdan beri yıllar boyu yabancı kelimelerin yerine Türkçeleri yerleştirildi. Kimisi tutmadı ise de çoğu kullanılıyor. Kelime yerine sözcük deniyor artık. Gene de benim gibiler arada bir geçmişin paslı turşu tenekelerinden böyle bir iki anlaşılmaz kelime –pardon, sözcükçıkarıyoruz işte. Tabii zamanla başka yabancı sözcükler dile yerleşmedi değil. Ne bileyim işte mesela pardon. Mesela mersi. Mesela televizyon, otomobil, say say bitmez. Yahu lokanta bile İtalyancadan gelmiş, iyi mi? Böyle olması da normal aslında. Neden dersen, ee sen kendinde olmayan birşeyi başkasından alırsan tabii ki adını da birlikte alacaksın. Kendi dilinde onun adı yoksa başka şansın var mı? Yok. Baksana tüm dillerdeki alkol kelimesi, yani sözcüğü, Arapçadan geliyormuş. Demek ki dünyanın geri kalanında alkol malkol yokken onlarda varmış. Ee, alkol Araplardan çıktıysa bu alkollü içki yasağı nereden geldi? Neyse, bu devirde hiç o tartışmaya girmeyelim, ne olur ne olmaz.. Şimdi bakın denizden çıkan şu kadınla adam var ya, bunlar böyle günde iki kez buradan girerler, taa öğretmen evinin oraya kadar yüzüp dönerler. Giderken yavaş yüzerler, kendilerini yormazlar, ama dönerken kadın kulaç yüzer. Adamın omuzunda bir sakatlık varmış, kulaç atınca ağrıyormuş. O sırtüstü yüzmeyi yeğliyor. Yalnız öyle denizde bıcı bıcı yaptıklarını sanmayın ha! Yüzdükleri mesafe neresinden baksan git gel bir buçuk, iki kilometre var. Az buz değil. Bir sabah, bir akşam. Ne eder? En az üç kilometre, değil mi? Helal olsun. Bunlar öyle genç falan da değiller ha. Nerdee? Adam yetmişinin üstünde. Bindokuzyüz kırküç doğumluymuş. Kadın ondan dört beş yaş küçük. Eh işte o da bu yıl altmışyedi, altmışsekiz olmalı ama ikisi de göstermiyorlar. Hele kadın ? Valla kızı yaşındakilere taş çıkarır. Hani bir söz vardır. ‘Cami yıkılmış ama mihrap yerinde’ derler ya. Laf aramızda bunda cami de olduğu gibi duruyor ! Bunlar Mayıs gibi buradaki evlerine gelirler. Ekim sonuna kadar işte bu minval üzere sabah akşam hiç aksatmazlar, yüzerler. Bir de ne var biliyor musunuz? Bu ikisi her sabah plaja inince hemen bir gün önce milletin bıraktığı pisi çöpü toplar, torbalara koyar, götürür şu ilerdeki varile atarlar. Bizim halk da plajda iyi çöp bırakır doğrusu. Şişeler, poşetler, plastik bardaklar, çocuk bezleri, mısır koçanları, sigara paketleri... Hele o izmaritler yok mu o izmaritler. Binlercesi kumun içinde. İnanılır gibi değil. Gerçi bu sözünü ettiğim karı koca izmaritleri toplamıyorlar çünkü başa çıkılmaz, besbelli. Ama Alman asıllı olan bir başkası var. Bunların da komşusu oluyor galiba. İzmaritler onun uzmanlığı! Her sabah bir torba dolusu topluyor. Öyle de zahmetli iş ki... Her bir izmarit için eğil kalk, eğil kalk. İnsanın beli dayanmaz ama kadıncağız umursamıyor. Bir şey derseniz gülümseyerek ‘’fena mı işte sabah cimnastiği ‘’ diye izmarit toplamaya devam ediyor. Türkçesi bayağı iyi. Hepsi de alem insanlar vesselam. İki gün önce sabah camekanı plajın oraya getirdim. Tam kenardaki hortumu elime aldım, sokağı şöyle biraz sulayacağım, bir de baktım bizim ihtiyar karı-koca denizden çıkmışlar, duşa doğru gitmekteler. Yahu daha sabahın körü, hava da enikonu serin. Hatta o kadar ki ben üstüme bir montla uzun pantolon giymişim. Bunlar mayoyla. ‘’Hocam valla maaşallah’’ dedim. Adam şöyle bir baktı. ‘’Ne bakımdan?’’ demez mi? Ulan ne bakımdan olacak, ruhsuz?! Gelmişsin bilmemkaç yaşına, saçın sakalın bembeyaz, sabahın köründe buz gibi suda yüzmüşsün, bense burada kat kat giyinmişim. Maaşallah deyince de ‘’ne bakımdan’’ diye soruyor. ‘’Elinin körü bakımından’’ diyecektim, ama denmez tabii. ‘’Valla’’ dedim, ‘’size baktıkça üşüyesim geliyor. Su soğuk değil mi?’’. Ne dese beğenirsin? ‘’Su buz gibi ama denizden çıktıktan sonra belediyenin duşundan akan su sıcacık geliyor insana. Herşey göreli tabii.’’ Sonra devam etti. ‘’Aslında bu soğuk su küresel ısınmanın gerçek olduğunu kanıtlıyor.’’ Hoppalaa! ‘’Yahu su soğuyorsa soğuk su ısınmayı nasıl kanıtlayacak’’ dememe kalmadı, sanki aklımdan geçeni anlamış gibi ‘’şimdi efendim şöyle’’ diye izaha girişti. ‘’Küresel ısınmadan dolayı kutuplarda buzlar eriyor ya, işte o buzlu sular bizimki gibi sıcak denizlere gelip işte böyle suyu soğutuyor..’’ Ne yalan söyleyeyim, önce palavra gibi geldi ama bir yandan da yahu neden olmasın, doğru galiba denecek türden bir laf. Üstüne varmadım, ‘’olabilir’’ dedim, sustum. Beni işletmiş bile olabilir. İyi ki o sırada yelken okulunun sörfçüleri etrafımı sardı, börekle çayla kahvaltı edecekler. O ikisi de duş alıp gittiler. Bu sörfçülerin hepsi de aslan gibi oğlanlar, fidan gibi kızlar. Sadece görünüşleri değil, herşeyleri hoş. Üniversitede okuyorlar. Yazları da işte burada küçüklere sörf öğretiyorlar. Valla, var ya, ben de bunlar gibi yapmak isterdim ama olmaz ki. Yaş oldu işte şu kadar. Nüfus kağıdı eskidi, nüfus kağıdı. Bu halimize de şükür diyelim, yetsin. Ne diyordum ? Haa, işte o gün tam gençlere börek verdim, kağıt bardaklara çay dolduruyordum, nerden çıktıysa iki tane çomar yanımıza gelmez mi? Yahu bu arsız köpekleri seven var sevmeyen var ama hayvan ne bilsin ? Börek kırıntısı umuduyla geldiler işte. İnsan acıyor. Onlar da can, tamam, ama ben bizim insanlarımızın kedi köpek sevdasını pek anlamıyorum. Hatta doğrusunu isterseniz buna iyiden iyiye takmış durumdayım. Çünkü çoğu kişi bunu moda diye yapıyor, yemin ederim. Bak, bizim burası kendi halinde bir yer ama işte herkesin kendine göre bağı var, bahçesi var, kilerde ekşisi var. Denizde avlananımız kış mevsiminde de karada avcılık yapar, dağa çıkar domuz momuz vurur. Haliyle bunların av köpeksizi olmaz. Dolayısıyla etrafımızdan kasabanın köpekleri eksik değildir. İyi de bu tatilcilere ne oluyor kardeşim? Okullar kapanıp hurra buraya gelince ilk iş gidip çocuklarına torunlarına köpek möpek alıyorlar, oyuncak yerine. Yahu satranç takımı al yavruna, ne bileyim, hulahup al, pilli raylı tren al, ya da en iyisi kitap al okusun, değil mi ? Köpek ne demek yahu ? Hayvan sevgisi, sorumluluk filan aşılamak içindir desen hadi belki, ama bunlarda o da yok anlaşılan çünkü yaz sonunda giderken o hayvancıkları olduğu gibi sokağa bırakıp gidiyorlar. ‘’Ay şekerim, apartmanda besleyemeyiz, komşular pek huysuz. Yoksa götürürdük ama olmaz ki’’ diye mazeret de hazır. Nerede kaldı hayvan sevgisi ? Hani sorumluluk ? Öff, insan çıldırmazsa iyi valla. Kasabadan el ayak çekildikten sonra bu hayvancıklar bütün kış sokaklarda koşturup duruyorlar. Kimisi aç, sefil, kimisi beş altı tane yavrulamış. Ortalık bunların arsızlığından, pisliğinden geçilmiyor. Plaja hayvanını getiren de oluyor tabii. Bir kaç yıl önce belediye plaja uyarı tabelası astı. ‘’Köpekle girilmez’’ yazıyor. Dinleyen mi var? Hanımefendinin biri kucağında finosuyla geldi. Bizim ihtiyarlar uyardılar. ‘’Bakın burada ne yazıyor’’ dediler. Kadın vurdumduymaz. ‘’Aa bu tabelayı da niçin koymuşlar ?’’ demez mi... Bizim ak saçlı adam sabırla ‘’köpekler kuma şeylerini yapıyorlar, o da kumda yatan insanların, oynayan çocukların sağlığı için kötü de onun için’’ diye açıkladı. ‘’Tamam, tamam’’ dedi kadın ‘’ama benim köpeğim işemez’’ diye ekledi, hırçın hırçın. Adam aynı sakinlikle ‘’hanımefendi, bakın tabelada köpekle girilmez yazıyor. İşemeyen köpekle girilir yazmıyor’’ dedi ama ne fayda ? Kadın iyice terbiyesizleşti. ‘’Benim köpeğim senden bile temizdir’’ deyince ihtiyar şöyle bir baktı, bir şey demeden acı acı gülümsedi, bıraktı gitti. Zaten ertesi gün de başka bir köpek sahibi plajda kimse yokken gelip o tabelayı kırmış atmış. Sen sağ ben selamet. Allah bilir o hanımefendi yapmıştır. Artık neyse ne. Günahı yapanın boynuna. Yazın bir başka modası da ilk iş olta molta edinip balık avlamaya girişmek. Ama ne demişler? Olta öyle bir icattır ki bir ucunda balık olmayabilir ama öbür ucunda mutlaka bir alık vardır. Ya da işte buna benzer bir şey. Bunu neden söylüyorum? Çünkü eline bir kaç metre misinayla bir iğne geçiren geliyor, olur olmadık yerden sallıyor oltayı. Yahu, yüzenlerin, sörfçülerin bilmemnenin vızır vızır olduğu plajda balık mı olur, tanrı aşkına? Bu ne cahillik, bu ne görgüsüzlüktür, söylesenize. Daha da önemlisi var. Bu acemi çaylaklar bir şey tutamayınca vazgeçiyor, ya da iğneleri yosunlara, taşlara takılınca herşeyi suya bırakıp gidiyorlar. Sonra ne oluyor? Geçen yıl işte böyle bırakılmış bir iğne kolluklarla yüzen beş altı yaşında bir yavrucağın gözüne battı mı sana? Ana babanın halini düşün. Off, aklıma geldikçe hala tüylerim diken diken oluyor. Hani size az önce de anlattığım yüzücü karı koca var ya, bir keresinde adam Uslu’nun ahşap iskelesinden balık tutmaya çalışan bir kadına ‘’hanımefendi, bu iskeleden avlanmak yasak, yüzelli lira cezası var’’ demiş. Kadın da ‘’biliyorum’’ diye cevap verince adam ‘’yahu nasıl bilebilirsiniz? Böyle bir ceza olduğunu ben uydurdum, hem de şimdi!’’ demiş. Bu olayı bana anlattıkları zaman nasıl güldüm, bilemezsiniz. Bir başka gülünç olay da gene bu ikisinin başından geçmiş. Ben plajda başkasına anlatırlarken duydum. Efendim, bunlar bir sabah gene her günkü gibi yüzerlerken biraz açıklarında konuşan iki kişinin söylediklerine ister istemez kulak misafiri olmuşlar. Dedikleri kendileri hakkındaymış. Biri diğerine ‘’yahu bayılıyorum şunlara. Her gün böyle kuğu gibi sakin sakin yüzüyorlar. Abi kardeş midirler, baba kız mıdırlar, neyse ama pek hoşlar’’ diyormuş. Adam plajda arkadaşına ‘’yahu başka şey olamaz mı, karı koca demek hiç mi aklına gelmedi adamın’’ diye sızlanıyordu. Ben sataştım, ‘’iki nişanlı da olabilirsiniz hocam’’ dedim. Adamın hoşuna gitti. ‘’Hah şöyle yahu!’’ diye kahkahayı patlattı. O gün bu gündür aramız iyi de ben börek satarken fazla gevezelik etmiyorum. Onlar da zaten plajda fazla kalmazlar. Kurulanır, ayakta biraz güneşlenir, bazan bir kaç renkli taş toplar, giderler. Taşları ne yaptıklarını bilmem. Sormadım da. Yemiyorlar ya ? Mutlaka bahçede süs diye kullanıyorlardır. Görenler de şöyle konuşuyor olabilirler: <<- Ay şekerim, şu baaçeye hayranım vallii. O taşları da nerden bulmuşlar öyle ? Renk renk. Süüper! Baksana aşkım, ne güzel yapmışlar. Noolur biz de yapalım. Bobi’ye de kenarda bi kümes. Harika olur. - Köpeklere kümes yapılmaz karıcım. Kulübe yapılır. - Neyse ne canım. Ha kümes, ha külübe. İçine minder de koyalım. Taşın üstünde yatmasın benim güzelim. Ah, gel annenin kucağına bitanem. Yerim ben seni ! Şuna bak teyzesi, ne şirin şey. Hele o bal rengi gözleri yok mu, ah nasıl bırakıp gitcez yaz bitince biz seni ? Bizim oğlan da bunlan ne güzel oynayıp oyalanıyo. Kitaptan daa iyi. Götürebilsek vallihi götürürüz ama bizim apartmanda hayvan beslemeye izin yok. Neden? Havlarmış. Ee tabii havlar. Hayvan bu. Burda da izin yok ama bal gibi besliyoz işte. Ne var bunda? Hayvanın bize bi zorluğu yok ki. Sabahları salıveriyoz sokağa, ihtiyacını görüp geliyo yavrum. Neymiş ? Kaldırıma çok afedersin şey yapıyomuş. Nereye yapsın benim evladım? Cami tuvaletine gitcek diil ya !.. Bizim halkımız da bi tuhaf oluyo yane... Görgüleri yok işte, naapcan ? BOBİ ! HOŞT ! BAK KOLTUĞA İŞEDİ KÖROLASI ! AĞZINA SIÇÇAM SENİN, PİS HAYVAN ! VALLİHİ GEBERTCEM SENİ YEPYENİ KOLTUKTU ! Tatlım, ne konuşuyoduk ? Bu gerzek mahluk yüzünden unuttum ayol...>> Ne yani ? Böyle bir konuşma olamaz mı ? Bal gibi de olur. Haydi bakalım, size iyi günler. Börek yemeye gelin, beklerim. Çay da var. 


 ***
NOT: Okan Üstünkök'ten gelen açıklama: Öykü 2015 yılında yazılmıştı. Anlatan (ve esin kaynağı olan) börekçinin 2019 yılı Mart ayında gülü soldu dediler. Camekânın nerede olduğu belli değil. Ilgınlar altındaki yeri de bütün yaz boştu. Üzgünüm. Huzur içinde uyusun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder