Bir Resmin Anatomisi VI


BÖLÜM VI

        “Beyba, ben bu papazın oğlunun yaptığı resmin nerde olcanı  biliyom galiba” dedi genç adam.  Babasının oturduğu yerden kalkmaya niyeti yoktu ama  ısrarlarına dayanamadı. Hüseyin onu çekerek alt katta ki küçük odaya götürdü. Sofaya bakan pencerelerin arasında kalan kalın bir duvar parçasını gösterdi.

            “İşte bu duvar!” 

           Bu akşam saatinde camlardan gelen ışıklar altında ne kadar alelâde sıradan bir duvar görünümündeydi. Genç adam bir kâbus gecesi yaşar gibi heyecanlanmaya başladı, O gece duvarın çatlaklarından ışıklar çıkarken korkudan olduğu yere çakılmış ve yüreğinin çarpıntısını kulaklarıyla işitmişti. Şimdi de açıklanmaması gereken bir şeyi gammazlıyor gibi hissediyordu kendini..
 
           “Bene bak hele... Oğlum sen kafayı mı yedin yoğsa, ne var len bu dıvarda?” Babası tekrar sordu. Oğlu da kesin cevap verdi:

              “Vasili yani papazın oğlunun yaptığı resim burda olmalı” dedi. “Beni korkutan ellerin sahibi de burda olmalı baba.. Bizi burdan kurtar demekteydiler...” Genç döndü babasının yüzüne baktı, adamcağız kaşlarını çatmış, dikkatle duvara bakıyordu:
            “Ne diyon ulen? Duvar... içinde resim var?” diye kekeledi. Genç adam kendinden emin bir tavırla konuştu:
        “Eski duvarın üstüne bir resim yapmış, ama sizler buraya geldiğinizde resimi parçalamadan saklamak için dedem önüne bir duvar örmüş diyom. Beni geceleri korkutan şeyler burdan çıkıyor, diyom ben” Babası kulak asma dercesine elini salladı.

             “Ben iiç atırlamıyom emme?”

         “Müsaden olursa bu duvarı açam bir yerden, nasıl olsa arkası görünür di mi?  Resim, mesim varsa n’apcaz düşünürüz, yoksa  kaparız deliği geçer gider... O zaman da benim kafam yerinde değil derler mi? Yoksa hiç açmasak mı? Tarihi eser meser çıkar mı acaba? O zaman iskambilde papazı çekmiş oluruz, ..” diye usul usul konuştu Hüseyin. Babası başını salladı.
 
         “Ne arıyonuz burda deyven, bakem bene len!” diye sevgili karısı arkalarında beliriverdi. Kimseye bir şey söylememeye kararlılardı. İkisi de kadına dönüp:

            “Yoo, bi şey yok len. Duvarın çatlana bakıyoz! yürüyüp duru. Başımıza iş açar mı, una bakarız” dediler.

               Ertesi gün babası bahçedeki kerevete yerleşti. Hüseyin’i çağırdı yanına.

              “Ge bakim len şura. Anlat bakem bi. Nedir bu garip garip rüyalar” 
            
           Hüseyin yaşadığı kâbus ve korku dolu anları aklının erdiği, dilinin döndüğü kadar ayrıntılarıyla bir bir anlattı. Evin o odasının yaydığı esrarengiz ışıklarını, duvardan uzanan çocuk ellerini,  son gece ağlayan kadının hıçkırıklarını anlattı açık ve seçik. Çok muhtemel ki o resmi parçalayıp yok etmeye kıyamayan  Hüseyin dedenin o duvarı yaptığını anladığını söyledi.  Sonunda babası da kendi babasının elinde mala ile birden çok duvar tamiratı yaptığını hatırladı ama o duvarın hangisi olduğunu bilemediğini söyleyebildi. “Ehh be efem” dedi genç adam.
                                                
                 
          O gece Hüseyin şimdi artık kâbuslarının sonuna geldiğini, duvarın içindeki anneyle çocuğunu açığa çıkarabileceğini düşünmeye başlıyordu ki uykusundan sıçrayarak uyandı. pamuklu yorganı üstünden attı, kalktı sedirin kenarına oturdu. Nefes nefese; kalmıştı yine. “Duvarın içindekiler ne durumdalar? Nerden başlamalıyız acaba?” dedi kendi kendine. O rüyasını hatırlamaya çalışırken, kendini aşağıdaki oda da duvarın karşısında buldu yeniden. Duvarın yüzünde bir çocuğun sevimli yüzü belirdi, gülümsüyordu. Buğday benizli, kıvırcık saçlı, ela gözlü bir bebekti, havada dalgalanan hayali elleriyle bir yeri işaret ediyordu, genç adama. Gösterdiği yerdeki çatlaktan kandil ışığı benzeri ışık sızmaya başladı, yere yayılan o ışık Hüseyin'in bacaklarına dolanmaya başlayınca, korkuyla sıçradı yerinden, bir çığlıkla ayağa kalktı. “Ülen yine dalmışım, Allahım  n’ettim de beni korkutursun?... Bana cesaret ver bu kâbuslar beni delirtecek” Allama, kitabıma" diye mırıldandı.  

        Hayaller yavaşça kayboldu ortadan, yerde yatan kardeşlerinin düzenli nefes alışlarını duymaya başladı yeniden. Yavaşça sedirin üzerine kıvrıldı ve üstüne yorganını çekti, gözlerini kapattı ama daha bir süre uyuyamadı.

          Sabah kalkınca aklında o duvardaki merakını gidermek için neler yapacağını düşünerek bir süre sedirin üzerinden kalkmadı. Denklem basitti keskiyi demiri al, duvarda ufak ufak kaz, ama annesi ve ev halkı duyduğunda olacaklara hakim olamayacağının farkındaydı. Önce mahalle daha sonra köydeki herkes duyacaktı yapacaklarını. Kardeşlerinin tarlada, sokakta ağızlarından kaçırmaları an meselesi olurdu, tembih etsen de, etmesen de. Orada bir resim çıkarsa kabullenilir ama resim çıkmazsa adı köyde ya çatlağa çıkardı, ya da defineciye.
 
            
          “Hüseyin evlerinde define arıyormuş ya da define bulmuş da saklıyorlar”, demeleri hatta “cendermeye” söylemeleri  an meselesi olurdu. Babasına anlatacak ama diğerlerinden gizli tutacaktı. Adamın aklı çocuğun planına ermedi; “Ama dediyin doğru. Duyulursa cendermeye düşeriz len. Yapcasak bir gecede  yapcaz“ dedi. Kararlaştırdıkları gibi akşama kendilerini de aletlerini de hazırladılar. Baba karısına duvardaki  genişleyen çatlakları gösterip “Tamire ihtiyacı var, maazallah, başımıza çöker bu dıvar” deyip, korku ile karışık bir an önce yapılması gereğinden bahsettiler.
 
“Akşam geç vakitte olsa ben yaparım Hüseyin’le beraber. Önce tavanı şu kavak keresteyle askıya alam bi, direk vuram altına sonra duvarı yıkar çıkan tulayla tekrar öreriz  ama bu sefer çimento harçla” dedi babası. Hüseyin’in de aklı yattı bu işe. Kazaya[1] indiler, ordan sekiz tane 5 metrelik kavak ağacı sırığı ve bir torba çimento ile bir mikâp da kum yüklediler arabalarına, kavakları arabadan yere sarkıtarak, sürüte sürüte köye öğleden sonra döndüler. Arabayı boşalttılar.
Önce üst katı taşıyan ahşap kirişleri kavak keresteden hazırladıkları “T” lerle takviye ettiler.
 
Hüseyin, artık onun yaptığından iyice emin, dedesinin resmi korumak için ördüğü duvara baktı, baktı, elindeki murcu o çocuğun küçük elleriyle gösterdiği noktaya yerleştirdi. Elindeki keserle üstüne tıkladı önce üzerindeki kireçli sıva parça parça tozlar saçarak dökülmeye başladı. oradaki sıva tamamen döküldükten sonra diğer noktaya geçti, sonra diğerine sonra diğerine derken yarım saat sonra duvar genişliği kadar alan sıvadan temizlenmiş ve altında ana taş duvarın dışında harman tuğlasıyla örülmüş duvar önlerinde duruyordu. Genç adama göre bu duvar buraya taşındıkları zaman Hüseyin dede tarafından bizzat elleriyle yapılmıştı. Düzgün ve sağlam görünüyordu.  Murçla tuğlaya tıkladı, adeta bir metal sesi verdi. Keserle duvara vurduğunda çeliğe vurmuş gibi keser geri sıçrıyordu.
 
“Bu eski tuğlalardan, çamuru sağlam olur bazı yörelerin, bu Manisa,  Turgutlu’dan olmalı.. İşimiz iş valla” dedi Hüseyin’e babası. Derz aralarına murcu yerleştirdi ve keserle vurmaya başladı, böyle giderek bir iki sırayı boşalttıktan sonra çocuğun gösterdiği yerdeki tuğlayı içeriye düşürmeden almayı başardı. İçerden bir küflü bir hava çarptı yüzlerine baba oğulun. İçeriye baktılar ama bir şey göremediler, sadece karanlık bir boşluk. Eline bir gaz lambası alıp içine bakmaya çalıştı genç adam ondan  da netice alamadı. Tam, resim var mı, yok mu tartışması yapacaklarken:
 
“Baba şuraya bak!” diye bağırdı Hüseyin. Biraz önce açmış oldukları deliğin içinden kandil yanmış gibi ışıklar gelmeye başladı.

Yaşlı adam bir “Estağfurullah Tövbe” çekti ve geriye kaçtı ki beti benzi ağardı. “Sana inanmayan kafirdir Allaham, sana er bi şey malum er bi şey biat eder”  diye duaya başlamıştı. Hüseyin   korkmasına rağmen olduğu yerden kaçmadı. Ürkerek her an kaçacak gibi, ama biraz sonra yerinde doğruldu ve delikten bakmaya davrandı. Evet içi aydınlanmış ve içeride bir mihrap olduğunu ilk gören O oldu.
 
“Burada bir şey var gibi  baba” diye bağırdı. Adam halen dua etmeye devam ettiğinden ses vermedi. Ama Hüseyin bir anda neşelendi, sonunda gördükleri onun aklını yitirmediğini gerçekten gaipten bir mesaj aldığını kanıtlamaktaydı. Adam gözlerini açtı:

 “Ne diyon len?”

“İçinde ir şey var diyom ya” dedi Hüseyin. “Çalışmaya devam edelim” babası da geldi delikten bakma cesaretini gösterdi, besmele çekerek yaklaştı, içeriye kısaca baktı, o kadar; “Ne bu len?”   diye sordu ve kendi cevapladı;  “Mihrap gibi bir şey var urda...”
 
“Böylece tanıştık” dedi Hüseyin.

Tuğlaları bir gayret içinde tek tek söktü yerlerinden taa gece yarısına kadar. O yorulunca babası alıyordu yerini. Çocukların her biri gündüz işe bulaşmamak için hiç yaklaşmadılar, akşam yemekten sonra anne dahil herkes ortadan çekilince, gaz lambasını ve lüks lambasını toplayıp aşağı küçük odaya indirdiler. Artık duvarın içinden gelen solgun ışığa alışmışlardı. Baba, oğul bir şevk içinde harcından kurtardıkları tuğlaları yavaş, yavaş en yukarıdan başlayarak söke, söke hapishane duvarını sıra, sıra yok ettiler. Her sıra yok edildiğinde ortaya çıkan güzelliği arada bir durup, ellerini bellerine koyup zevkle seyrettiler. Önce Andon’un yaptığı Mihrap nişinin o minik yarım kubbesini, o kusursuz geometrik şeklini gördüler, hayran, hayran baktılar. Bir, iki tuğla sırası kaldırıldıktan sonra açık mavi ve uçuk pembe bir gökyüzünün ilk fırça izleriyle tanıştılar. Sabahın seher vaktini bütün gün süren açık bir günü vadeden o Eylül sabahını resmetmişti yapan. Aşağılara inince bir rüzgârın sürüklediği sirüs bulutlarıyla karşılaştılar, hayranlıkla seyrettiler, Hüseyin yanında biri olduğuna aldırmadan   kendi kendine konuşuyordu:

“Bu nasıl bir gökyüzü resmi? Resim mi, gerçek mi, gözlerime inanamıyorum” 
 
Orta sıralara geldiklerinde Vasili’nin karısı güzel Marika ile karşılaştılar. Kadın açık buğday tenli, kalın kaşlı, uzun kirpikli, sürmeli elâ gözleri adeta canlı idi. Sanki şimdi gözlerini kırpacak veya kalkıp yürüyecekmiş gibi geldi Hüseyin’le babasına. Resim inanılmaz bir ustalıkla yapılmıştı. Şimdi kadının havada uçuşan saçlarının kokusunu duyuyorlardı. Limon çiçeği kokusu ile karışık mandalin kabuğu gibi geldi onlara. Takılıp kaldılar bir süre.  Hüseyin içinden “Zavallı kafayı sıyırmakta haklıymış ulen..” diye geçirdi. “Ne yapsa değermiş” dedi içinden. “Kadının gözlerinde birikmiş göz yaşlarını, hüznü,  ve sevgiyi görüyom valla billâ görüyom. Bu nasıl bir resim arkedeş!”.  Baba işe biraz ara verip geri çekildi, buğday tenli kadını uzaktan seyretti, onun gözlerinde üzüntüyü görünce:
 
”Bana bi söyle; bu kadıncağız kim? Niye burda ve neden hapis olmuş bu duvar mahkûmu?” diye Hüseyin'e sordu.
 
“Beyba, bu kadın Vasili’nin genç  yaşta  ölen karısıymış, bu resmi hapseden de Üseyin dedem” diye düşünceli bir sesle cevapladı babasını Hüseyin. Gecenin yarısını geçtikten sonra son sıra tuğlalarına gelmişlerdi mihrabı örten duvarın.
 
Genç kadının  yüzünden sonra üstündeki tuvaletini de hayranlıkla seyrettiler. Başında saçlarına yarı yarıya gömülmüş, kır çiçeklerinden örülme bir tacı vardı ve genç kadın göğüsten büzgülü beyaz bir gelinlik içinde daha da etkileyici görünüyordu. Sabahın yeni yükselmekte olan güneşinin ilk ışıkları gelinlik üzerinde hafif pembemsi renk lekeleri, hareler yaratmış, üzüm kütükleri arasında yürürken, bir ayağı önde resmedilmişti. Sol kolunu yana uzatmış ve bir çocuğun elinden tutmuş yürüyordu. Hüseyin onu tanıdı hemen, bu çocuk kâbuslarında ortaya çıkan, yüzü duvarda belirirken ellerini uzatıp ona yalvaran bebekti. Annesi gibi elâ gözlü buğday tenli kıvırcık saçlı, bir buçuk, iki yaşlarında bir bebek. Rüyalarında hüzünle bakan gözleri şimdi doğrudan Hüseyin’e sevinçle bakıyor ve Onun hareketlerini takip ediyordu.  Bağ bitmeyecek gibi ufka doğru, yeşiller ve sarılar içinde akarken ufka yakın yerde, bir taş bina görünüyordu. Hüseyin dikkatlice bakınca o yapıyı tanıdı.
 
“Bak hele beyba bu bizim taş mektep deyil mi?” Bağın sonunda taş mektep, böyle bir doğaya imrenerek iç çekti. Evin içindeki ortam o kadar sakindi ki; resimdeki kadının hafif, hafif  esen   rüzgârda uçuşan eteklerinin sesi ve ezilen otların çıtırtıları adeta kulaklarına kadar geliyordu.

“Onu neden yapmış acaba bu Vasili” dedi Hüseyin. “Taş mektep ile buranın alakası ne?” Bir süre sonra babası:

“Bu resim güzel de dinimizde resim yapılması günah oğlum günah, üle derler” diye homurdandı.

”Yapması günah olabili, lâkin bakması da sevaptır beybam. Günahı bizimle alakâsız, biz yapmedik ki” dedi ve Hüseyin biraz daha konuşacaktı ama babası başını sallayarak:

 “Yarın Hoca efendiye soram mı acep?” diye mırıldandı.

“Sakın ha beybaba” diye atıldı Hüseyin. Babası cevabı beklemeden yatmaya gitmek üzere odadan yavaşça çıktı gitti.

"Yarın Halil hocaya bir danişem bakem bi."

Genç adam ise duvarın içinden çıkan bu cevhere doyamadığından gözlerini başka yana  çevirmeden seyrediyordu mihrabı.

“Mihrap, evet mihrap! Beybaam doğru dedi, Mihrap bu” dedi kendi kendine.

Gözüne halâ bir parlaklık bir aydınlık çarpıyordu Mihrap’ın içindeki resimden. Mihrap’ın sağ tarafındaki sövenin çatlağı ve parçaları o zaman gözüne çarptı. Çatlak taa tepeye kadar çıkarken sağ alt köşede, birbiriyle kıtık kıllarıyla tutunmuş üç parça bir gayret içinde sallanıyorlardı. Genç adamın aklı takıldı, parçaları elleriyle yokladı, evet, her an düşebilirlerdi. İçini bir sızı kapladı: “Nasıl olmuş olur bu?”dedi.  Duvar nişden on santim kadar açıktan dikkatlice örülmüştü, bu tahribat duvardan değildi.
 
“Dedem önce tahrip etmeye karar vermiş, daha sonra vazgeçmiş olabilir miydi?” diye bir düşünce gelip geçti aklından. “Belki” dedi kendi kendine. Sabaha karşı molozu toplayıp çuvallara koymağa ve sofaya çıkarmaya başladı. bundan sonra üstüne duvar örmeyecekti. İstiyordu ki ev halkı Mihrap ile temizlenmiş ve tertipli olarak tanışsınlar. Şafak sökmesine yaklaşık iki saat vardı. Biraz gayretle ortalığı toplayacaktı. Aniden molozların altında dörde katlanmış iki kağıt parçası buldu. Merakla molozun içinden aldı ve tozlarından silkeledi. İki kağıt da birbirine kınnapla sarılmıştı.
“Bunlar da ne ulen? Biri Yorgo’nun mektubu herhalde” Genç adam açtı düğümü masaya serdi kağıtları, her iki kağıtta eski harflerle yazılmıştı. 
“Tamam, birincisi Yorgo’nun diğeri de Dedem Hüseyin’in olmalı, başka kimse görmedi ki burayı.  kalemleri de farklı kağıtları da.” dedi kendi kendine. Mektupları bulduğu için sevindi, rüyalarında ve karabasanlarda neleri görmüşse hepsi birer birer çıkmıştı.

“Kafayı sıyırmamışım be” diye konuştu, kendiyle. Ama ikinci mektup dedesinden miydi onu görememişti.
 
Sofra  örtüsünü aldı Mihrap’ın üstünde çakılı çivilere takarak  örttü. Gaz lambasına üflemek için eline aldığında, örtünün altındaki aydınlığın arttığını gördü. Hüseyin gitti bu sefer tereddüt etmeden perdeyi kaldırdı, İçeride başka bir dünyadan parıldayan yüzler, beyazlar içinde Marika ve çocuğu, siyahlar içinde Yorgo, Levanten giysi içinde Vasili ve solmuş ceketi ve fesiyle Andon ustanın hayalleri doğrudan Hüseyin’in gözlerine bakıyorlardı, mutluluk içinde, teşekkür edercesine minnet dolu. Genç adam bu hayalleri tek, tek keyifle seyrettikten sonra:
 
"Da erken arkedeşler, teşekkür için erken. Şimdi yapcam iş, Mihrap’ı tahrip edilmekten kurtarmak. Anladınız de mi siz onu?” diye durumu anlattı onlara. Örtüyü tekrar itinayla örttü “Bura iyi bir perde yaptıram, bu örtü düşüp  duru, baksene! ” diye söylendi.  Sonra fener ve lambaları söndürdü, ortalık karanlığa teslim olurken Mihrap’ı örten örtünün altından halâ soluk ve donuk bir aydınlık yayılıyordu.
 
Odanın kapısını yavaşça çekip, merdivene doğru yürüdü, bir elinde biraz önce Mihrapta bulduğu mektuplar vardı. “Yarın Ali İhsan hocayı bulur ona okuturum bunları, bakalım ne var içlerinde...” kendi kendine mırıldanıyordu genç adam. Hayalinde insanların mihrabı görmek için sıraya girmiş hali:

“Birgün gelecek dünya bu resmi ve hikâyesini bilecek ve görmeye gelecekler, öğretmenimin okulda bahsettiği gibi”.


Ben, bu öyküyü kaleme alan, ilkokul üçüncü sınıfının yaz tatilinde sokakta oynuyordum. Zaten çocukların bütün zamanları sokakta geçerdi o zamanlar, hatta İzmir’de geceleri bile sokakta olurduk, yatana kadar. Rüzgarın savurduğu sararmış, solmuş mahalli bir İzmir gazetesinin el kadar bir parçası kısa pantolonlu bacaklarıma dolandı. Ayağımı silkeledim ama nafile. Baktım ısrarla yapışmış ayağıma, kağıt parçasını elime iğrenerek aldım, tam silkeleyip atacağım sırada soluk kağıtta okunabilen yegane başlık dikkatimi çekti; büyük puntolarla “Yıllarca saklanan tarih” başlığı altında daha küçük puntolarla dizilmiş “Şirince’de ortaya çıktı” diyordu haberde. “İzmir, Hususi Haber”.  Yıpranmış ve yer yer delinmiş  saman kağıt üzerinde soluk bir yazı heyecanla bu mihrabın bulunuş öyküsünü anlatıyordu. Yazının başlığı altında solmuş bir de resim gördüğümü hatırlıyorum. İşte mihrabın gördüğüm ilk ve tek resmi buydu, aradan geçen bunca zaman içinde bir daha ondan  bahsedildiğini hiç duymadım ama benim çocuk belleğime kazınmış olmalı ki bir daha unutmamıştım. Neden bahsediyordu o zaman tam olarak farkına varamamıştım ama bilinçaltıma yerleşmişti, bu ilginç öykü.

Haber, belki de bir mahalli gazetecinin beni bugün bile heyecanlandıran uydurma, hayali bir haberiydi, kim bilir? Yıllar sonra aklımda kalanlarla yaptığım araştırmalar bana Osmanlı’nın dağılıp yok olması ve yeni Cumhuriyet devrinin filizlenmesi süresinde yaşanılan anıları içinde, kendi köklerimin de izlerini trajik yaşantılarını araştırır olarak buldum kendimi. Onlar da Balkanlardan gelmişler, yeni yurtlarında oradan oraya sürüklenmişlerdi yerleşip yeniden kök salana kadar. Daha sonra bazı arkadaşlarımdan da dinlediğim anılar,   bu ülkedeki hemen herkesin geçmişlerinde böyle dramatik yaşantıların yaygınlığından emin oldum. Bu olayların sonucu, insanlarda  kadere inancının büyümesi öte dünyadaki vaad edilen cennetin bu dünyadaki başarı ve utkulara tercihinin yaygınlaşması olmuştur diye düşünüyorum.

Galiba insanın bilincinde kalan en büyük travma ise, Cennetten kovulmasının bilinç altında bıraktığı iz olmalı. Öyle ya, binlerce yıldan sonra bile bir göçmen olarak bulunduklarını sandıkları bu gezegenden tekrar Oraya dönme hevesiyle yaşamalarının bir sebebi de bu olmalı. Uzun ince bir yolda gidiyorlarken halâ kendileri için geçici gördükleri bu gezegene kök salabilmek, bu nazik varlığı daha yaşanabilir hale getirmek, yarınlara daha iyi bir miras bırakmak çabası içinde olmak ve bu dünyayı bir Cennet haline getirmek yerine, bu kadar pespaye ve kirlenmiş halde bırakmalarının izahı başka ne olabilir ki?

Göğsüme bir ağırlık, içime bir hüzün çöktü ki tarifi imkânsız...
                                                      
Sadık Mercangöz
 Artur, Burhaniye 16 Eylül 2017 saat:00:12 D: 26 Ocak 2018 Cuma 01:00



[1] Selçuk kazası

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder