BÖLÜM
VI
“Beyba,
ben bu papazın oğlunun yaptığı resmin nerde olcanı biliyom galiba” dedi genç adam. Babasının oturduğu
yerden kalkmaya niyeti yoktu ama
ısrarlarına dayanamadı. Hüseyin onu çekerek alt katta ki küçük odaya
götürdü. Sofaya bakan pencerelerin arasında kalan kalın bir duvar parçasını
gösterdi.
“İşte bu duvar!”
Bu akşam saatinde camlardan gelen ışıklar altında ne kadar alelâde sıradan bir duvar görünümündeydi. Genç adam bir kâbus gecesi yaşar gibi heyecanlanmaya başladı, O gece duvarın çatlaklarından ışıklar çıkarken korkudan olduğu yere çakılmış ve yüreğinin çarpıntısını kulaklarıyla işitmişti. Şimdi de açıklanmaması gereken bir şeyi gammazlıyor gibi hissediyordu kendini..
“İşte bu duvar!”
Bu akşam saatinde camlardan gelen ışıklar altında ne kadar alelâde sıradan bir duvar görünümündeydi. Genç adam bir kâbus gecesi yaşar gibi heyecanlanmaya başladı, O gece duvarın çatlaklarından ışıklar çıkarken korkudan olduğu yere çakılmış ve yüreğinin çarpıntısını kulaklarıyla işitmişti. Şimdi de açıklanmaması gereken bir şeyi gammazlıyor gibi hissediyordu kendini..
“Bene
bak hele... Oğlum sen kafayı mı yedin yoğsa, ne var len bu dıvarda?” Babası
tekrar sordu. Oğlu da kesin cevap verdi:
“Vasili yani papazın oğlunun yaptığı resim burda olmalı” dedi. “Beni korkutan ellerin sahibi de burda olmalı baba.. Bizi burdan kurtar demekteydiler...” Genç döndü babasının yüzüne baktı, adamcağız kaşlarını çatmış, dikkatle duvara bakıyordu:
“Vasili yani papazın oğlunun yaptığı resim burda olmalı” dedi. “Beni korkutan ellerin sahibi de burda olmalı baba.. Bizi burdan kurtar demekteydiler...” Genç döndü babasının yüzüne baktı, adamcağız kaşlarını çatmış, dikkatle duvara bakıyordu:
“Ne
diyon ulen? Duvar... içinde resim var?” diye kekeledi. Genç adam kendinden
emin bir tavırla konuştu:
“Eski duvarın üstüne bir resim yapmış, ama sizler buraya
geldiğinizde resimi parçalamadan saklamak için dedem önüne bir duvar örmüş
diyom. Beni geceleri korkutan şeyler burdan çıkıyor, diyom ben” Babası kulak
asma dercesine elini salladı.
“Ben iiç atırlamıyom emme?”
“Müsaden olursa bu duvarı açam bir yerden, nasıl olsa arkası görünür di mi? Resim, mesim varsa n’apcaz düşünürüz, yoksa kaparız deliği geçer gider... O zaman da benim kafam yerinde değil derler mi? Yoksa hiç açmasak mı? Tarihi eser meser çıkar mı acaba? O zaman iskambilde papazı çekmiş oluruz, ..” diye usul usul konuştu Hüseyin. Babası başını salladı.
“Ne
arıyonuz burda deyven, bakem bene len!” diye sevgili karısı arkalarında beliriverdi. Kimseye
bir şey söylememeye kararlılardı. İkisi de kadına dönüp:
“Yoo, bi şey yok len. Duvarın çatlana bakıyoz! yürüyüp duru. Başımıza iş açar mı, una bakarız” dediler.
“Yoo, bi şey yok len. Duvarın çatlana bakıyoz! yürüyüp duru. Başımıza iş açar mı, una bakarız” dediler.
Ertesi
gün babası bahçedeki kerevete yerleşti. Hüseyin’i çağırdı yanına.
“Ge bakim len şura. Anlat bakem bi. Nedir bu garip garip rüyalar”
“Ge bakim len şura. Anlat bakem bi. Nedir bu garip garip rüyalar”
Hüseyin yaşadığı kâbus ve korku dolu
anları aklının erdiği, dilinin döndüğü kadar
ayrıntılarıyla bir bir anlattı. Evin o odasının yaydığı esrarengiz ışıklarını,
duvardan uzanan çocuk ellerini, son gece
ağlayan kadının hıçkırıklarını anlattı açık ve seçik. Çok muhtemel ki o resmi parçalayıp
yok etmeye kıyamayan Hüseyin dedenin o
duvarı yaptığını anladığını söyledi. Sonunda
babası da kendi babasının elinde mala ile birden çok duvar tamiratı yaptığını
hatırladı ama o duvarın hangisi olduğunu bilemediğini söyleyebildi.
“Ehh be efem” dedi genç adam.
O gece Hüseyin
şimdi artık kâbuslarının sonuna geldiğini, duvarın içindeki anneyle çocuğunu
açığa çıkarabileceğini düşünmeye başlıyordu ki uykusundan sıçrayarak uyandı.
pamuklu yorganı üstünden attı, kalktı sedirin kenarına oturdu. Nefes nefese;
kalmıştı yine. “Duvarın içindekiler ne durumdalar? Nerden başlamalıyız acaba?”
dedi kendi kendine. O rüyasını hatırlamaya çalışırken, kendini aşağıdaki oda da
duvarın karşısında buldu yeniden. Duvarın yüzünde bir çocuğun sevimli yüzü belirdi,
gülümsüyordu. Buğday benizli, kıvırcık saçlı, ela gözlü bir bebekti, havada
dalgalanan hayali elleriyle bir yeri işaret ediyordu, genç adama. Gösterdiği yerdeki
çatlaktan kandil ışığı benzeri ışık sızmaya başladı, yere yayılan o ışık
Hüseyin'in bacaklarına dolanmaya başlayınca, korkuyla sıçradı yerinden, bir
çığlıkla ayağa kalktı. “Ülen yine dalmışım, Allahım n’ettim de beni korkutursun?... Bana cesaret
ver bu kâbuslar beni delirtecek” Allama, kitabıma" diye mırıldandı.
Hayaller yavaşça kayboldu ortadan, yerde yatan kardeşlerinin düzenli nefes alışlarını duymaya başladı yeniden. Yavaşça sedirin üzerine kıvrıldı ve üstüne yorganını çekti, gözlerini kapattı ama daha bir süre uyuyamadı.
Hayaller yavaşça kayboldu ortadan, yerde yatan kardeşlerinin düzenli nefes alışlarını duymaya başladı yeniden. Yavaşça sedirin üzerine kıvrıldı ve üstüne yorganını çekti, gözlerini kapattı ama daha bir süre uyuyamadı.
Sabah
kalkınca aklında o duvardaki merakını gidermek için neler yapacağını düşünerek
bir süre sedirin üzerinden kalkmadı. Denklem basitti keskiyi demiri al, duvarda
ufak ufak kaz, ama annesi ve ev halkı duyduğunda olacaklara hakim
olamayacağının farkındaydı. Önce mahalle daha sonra köydeki herkes duyacaktı
yapacaklarını. Kardeşlerinin tarlada, sokakta ağızlarından kaçırmaları an
meselesi olurdu, tembih etsen de, etmesen de. Orada bir resim çıkarsa kabullenilir
ama resim çıkmazsa adı köyde ya çatlağa çıkardı, ya da defineciye.
“Hüseyin
evlerinde define arıyormuş ya da define bulmuş da saklıyorlar”, demeleri hatta “cendermeye”
söylemeleri an meselesi olurdu. Babasına
anlatacak ama diğerlerinden gizli tutacaktı. Adamın aklı çocuğun planına ermedi;
“Ama dediyin doğru. Duyulursa cendermeye düşeriz len. Yapcasak bir gecede yapcaz“ dedi. Kararlaştırdıkları gibi akşama
kendilerini de aletlerini de hazırladılar. Baba karısına duvardaki genişleyen çatlakları gösterip “Tamire
ihtiyacı var, maazallah, başımıza çöker bu dıvar” deyip, korku ile karışık bir an önce yapılması gereğinden
bahsettiler.
“Akşam
geç vakitte olsa ben yaparım Hüseyin’le beraber. Önce tavanı şu kavak
keresteyle askıya alam bi, direk vuram altına sonra duvarı yıkar çıkan tulayla
tekrar öreriz ama bu sefer çimento
harçla” dedi babası. Hüseyin’in de aklı yattı bu işe. Kazaya[1] indiler, ordan sekiz tane
5 metrelik kavak ağacı sırığı ve bir torba çimento ile bir mikâp da kum yüklediler
arabalarına, kavakları arabadan yere sarkıtarak, sürüte sürüte köye öğleden
sonra döndüler. Arabayı boşalttılar.
Önce üst
katı taşıyan ahşap kirişleri kavak keresteden hazırladıkları “T” lerle takviye ettiler.
Hüseyin,
artık onun yaptığından iyice emin, dedesinin resmi korumak için ördüğü duvara baktı,
baktı, elindeki murcu o çocuğun küçük elleriyle gösterdiği noktaya yerleştirdi.
Elindeki keserle üstüne tıkladı önce üzerindeki kireçli sıva parça parça tozlar
saçarak dökülmeye başladı. oradaki sıva tamamen döküldükten sonra diğer noktaya
geçti, sonra diğerine sonra diğerine derken yarım saat sonra duvar genişliği
kadar alan sıvadan temizlenmiş ve altında ana taş duvarın dışında harman
tuğlasıyla örülmüş duvar önlerinde duruyordu. Genç adama göre bu duvar buraya
taşındıkları zaman Hüseyin dede tarafından bizzat elleriyle yapılmıştı. Düzgün ve
sağlam görünüyordu. Murçla tuğlaya
tıkladı, adeta bir metal sesi verdi. Keserle duvara vurduğunda çeliğe vurmuş
gibi keser geri sıçrıyordu.
“Bu
eski tuğlalardan, çamuru sağlam olur bazı yörelerin, bu Manisa, Turgutlu’dan olmalı..
İşimiz iş valla” dedi Hüseyin’e babası. Derz aralarına murcu yerleştirdi ve
keserle vurmaya başladı, böyle giderek bir iki sırayı boşalttıktan sonra çocuğun
gösterdiği yerdeki tuğlayı içeriye düşürmeden almayı başardı. İçerden bir küflü
bir hava çarptı yüzlerine baba oğulun. İçeriye baktılar ama bir şey
göremediler, sadece karanlık bir boşluk. Eline bir gaz lambası alıp içine
bakmaya çalıştı genç adam ondan da
netice alamadı. Tam, resim var mı, yok mu tartışması yapacaklarken:
“Baba
şuraya bak!” diye bağırdı Hüseyin. Biraz önce açmış oldukları deliğin içinden
kandil yanmış gibi ışıklar gelmeye başladı.
Yaşlı adam bir “Estağfurullah Tövbe” çekti ve geriye kaçtı ki beti benzi ağardı. “Sana inanmayan kafirdir Allaham, sana er bi şey malum er bi şey biat eder” diye duaya başlamıştı. Hüseyin korkmasına rağmen olduğu yerden kaçmadı. Ürkerek her an kaçacak gibi, ama biraz sonra yerinde doğruldu ve delikten bakmaya davrandı. Evet içi aydınlanmış ve içeride bir mihrap olduğunu ilk gören O oldu.
Yaşlı adam bir “Estağfurullah Tövbe” çekti ve geriye kaçtı ki beti benzi ağardı. “Sana inanmayan kafirdir Allaham, sana er bi şey malum er bi şey biat eder” diye duaya başlamıştı. Hüseyin korkmasına rağmen olduğu yerden kaçmadı. Ürkerek her an kaçacak gibi, ama biraz sonra yerinde doğruldu ve delikten bakmaya davrandı. Evet içi aydınlanmış ve içeride bir mihrap olduğunu ilk gören O oldu.
“Burada
bir şey var gibi baba” diye bağırdı.
Adam halen dua etmeye devam ettiğinden ses vermedi. Ama Hüseyin bir anda
neşelendi, sonunda gördükleri onun aklını yitirmediğini gerçekten gaipten bir
mesaj aldığını kanıtlamaktaydı. Adam gözlerini açtı:
“Ne diyon len?”
“İçinde ir şey var diyom ya” dedi Hüseyin. “Çalışmaya devam edelim” babası da geldi delikten bakma cesaretini gösterdi, besmele çekerek yaklaştı, içeriye kısaca baktı, o kadar; “Ne bu len?” diye sordu ve kendi cevapladı; “Mihrap gibi bir şey var urda...”
“Ne diyon len?”
“İçinde ir şey var diyom ya” dedi Hüseyin. “Çalışmaya devam edelim” babası da geldi delikten bakma cesaretini gösterdi, besmele çekerek yaklaştı, içeriye kısaca baktı, o kadar; “Ne bu len?” diye sordu ve kendi cevapladı; “Mihrap gibi bir şey var urda...”
“Böylece
tanıştık” dedi Hüseyin.
Tuğlaları bir gayret içinde tek tek söktü yerlerinden taa gece yarısına kadar. O yorulunca babası alıyordu yerini. Çocukların her biri gündüz işe bulaşmamak için hiç yaklaşmadılar, akşam yemekten sonra anne dahil herkes ortadan çekilince, gaz lambasını ve lüks lambasını toplayıp aşağı küçük odaya indirdiler. Artık duvarın içinden gelen solgun ışığa alışmışlardı. Baba, oğul bir şevk içinde harcından kurtardıkları tuğlaları yavaş, yavaş en yukarıdan başlayarak söke, söke hapishane duvarını sıra, sıra yok ettiler. Her sıra yok edildiğinde ortaya çıkan güzelliği arada bir durup, ellerini bellerine koyup zevkle seyrettiler. Önce Andon’un yaptığı Mihrap nişinin o minik yarım kubbesini, o kusursuz geometrik şeklini gördüler, hayran, hayran baktılar. Bir, iki tuğla sırası kaldırıldıktan sonra açık mavi ve uçuk pembe bir gökyüzünün ilk fırça izleriyle tanıştılar. Sabahın seher vaktini bütün gün süren açık bir günü vadeden o Eylül sabahını resmetmişti yapan. Aşağılara inince bir rüzgârın sürüklediği sirüs bulutlarıyla karşılaştılar, hayranlıkla seyrettiler, Hüseyin yanında biri olduğuna aldırmadan kendi kendine konuşuyordu:
“Bu nasıl bir gökyüzü resmi? Resim mi, gerçek mi, gözlerime inanamıyorum”
Orta
sıralara geldiklerinde Vasili’nin karısı güzel Marika ile karşılaştılar. Kadın
açık buğday tenli, kalın kaşlı, uzun kirpikli, sürmeli elâ gözleri adeta canlı
idi. Sanki şimdi gözlerini kırpacak veya kalkıp yürüyecekmiş gibi geldi
Hüseyin’le babasına. Resim inanılmaz bir ustalıkla yapılmıştı. Şimdi kadının
havada uçuşan saçlarının kokusunu duyuyorlardı. Limon çiçeği kokusu ile karışık
mandalin kabuğu gibi geldi onlara. Takılıp kaldılar bir süre. Hüseyin içinden “Zavallı kafayı sıyırmakta
haklıymış ulen..” diye geçirdi. “Ne yapsa değermiş” dedi içinden. “Kadının
gözlerinde birikmiş göz yaşlarını, hüznü, ve sevgiyi görüyom valla billâ görüyom. Bu
nasıl bir resim arkedeş!”. Baba işe
biraz ara verip geri çekildi, buğday tenli kadını uzaktan seyretti, onun gözlerinde
üzüntüyü görünce:
”Bana
bi söyle; bu kadıncağız kim? Niye burda ve neden hapis olmuş bu duvar mahkûmu?”
diye Hüseyin'e sordu.
“Beyba,
bu kadın Vasili’nin genç yaşta ölen karısıymış, bu resmi hapseden de Üseyin
dedem” diye düşünceli bir sesle cevapladı babasını Hüseyin. Gecenin yarısını geçtikten
sonra son sıra tuğlalarına gelmişlerdi mihrabı örten duvarın.
Genç
kadının yüzünden sonra üstündeki tuvaletini
de hayranlıkla seyrettiler. Başında saçlarına yarı yarıya gömülmüş, kır
çiçeklerinden örülme bir tacı vardı ve genç kadın göğüsten büzgülü beyaz bir
gelinlik içinde daha da etkileyici görünüyordu. Sabahın yeni yükselmekte olan
güneşinin ilk ışıkları gelinlik üzerinde hafif pembemsi renk lekeleri, hareler
yaratmış, üzüm kütükleri arasında yürürken, bir ayağı önde resmedilmişti. Sol
kolunu yana uzatmış ve bir çocuğun elinden tutmuş yürüyordu. Hüseyin onu tanıdı
hemen, bu çocuk kâbuslarında ortaya çıkan, yüzü duvarda belirirken ellerini
uzatıp ona yalvaran bebekti. Annesi gibi elâ gözlü buğday tenli kıvırcık saçlı,
bir buçuk, iki yaşlarında bir bebek. Rüyalarında hüzünle bakan gözleri şimdi
doğrudan Hüseyin’e sevinçle bakıyor ve Onun hareketlerini takip ediyordu. Bağ bitmeyecek gibi ufka doğru, yeşiller ve
sarılar içinde akarken ufka yakın yerde, bir taş bina görünüyordu. Hüseyin
dikkatlice bakınca o yapıyı tanıdı.
“Bak
hele beyba bu bizim taş mektep deyil mi?” Bağın sonunda taş mektep, böyle bir
doğaya imrenerek iç çekti. Evin içindeki ortam o kadar sakindi ki; resimdeki kadının
hafif, hafif esen rüzgârda uçuşan eteklerinin sesi ve ezilen
otların çıtırtıları adeta kulaklarına kadar geliyordu.
“Onu neden yapmış acaba bu Vasili” dedi Hüseyin. “Taş mektep ile buranın alakası ne?” Bir süre sonra babası:
“Bu resim güzel de dinimizde resim yapılması günah oğlum günah, üle derler” diye homurdandı.
”Yapması günah olabili, lâkin bakması da sevaptır beybam. Günahı bizimle alakâsız, biz yapmedik ki” dedi ve Hüseyin biraz daha konuşacaktı ama babası başını sallayarak:
“Yarın Hoca efendiye soram mı acep?” diye mırıldandı.
“Sakın ha beybaba” diye atıldı Hüseyin. Babası cevabı beklemeden yatmaya gitmek üzere odadan yavaşça çıktı gitti.
"Yarın Halil hocaya bir danişem bakem bi."
Genç
adam ise duvarın içinden çıkan bu cevhere doyamadığından gözlerini başka
yana çevirmeden
seyrediyordu mihrabı.
“Mihrap, evet mihrap! Beybaam doğru dedi, Mihrap bu” dedi kendi kendine.
Gözüne halâ bir parlaklık bir aydınlık çarpıyordu Mihrap’ın içindeki resimden. Mihrap’ın sağ tarafındaki sövenin çatlağı ve parçaları o zaman gözüne çarptı. Çatlak taa tepeye kadar çıkarken sağ alt köşede, birbiriyle kıtık kıllarıyla tutunmuş üç parça bir gayret içinde sallanıyorlardı. Genç adamın aklı takıldı, parçaları elleriyle yokladı, evet, her an düşebilirlerdi. İçini bir sızı kapladı: “Nasıl olmuş olur bu?”dedi. Duvar nişden on santim kadar açıktan dikkatlice örülmüştü, bu tahribat duvardan değildi.
“Mihrap, evet mihrap! Beybaam doğru dedi, Mihrap bu” dedi kendi kendine.
Gözüne halâ bir parlaklık bir aydınlık çarpıyordu Mihrap’ın içindeki resimden. Mihrap’ın sağ tarafındaki sövenin çatlağı ve parçaları o zaman gözüne çarptı. Çatlak taa tepeye kadar çıkarken sağ alt köşede, birbiriyle kıtık kıllarıyla tutunmuş üç parça bir gayret içinde sallanıyorlardı. Genç adamın aklı takıldı, parçaları elleriyle yokladı, evet, her an düşebilirlerdi. İçini bir sızı kapladı: “Nasıl olmuş olur bu?”dedi. Duvar nişden on santim kadar açıktan dikkatlice örülmüştü, bu tahribat duvardan değildi.
“Dedem
önce tahrip etmeye karar vermiş, daha sonra vazgeçmiş olabilir miydi?” diye bir
düşünce gelip geçti aklından. “Belki” dedi kendi kendine. Sabaha karşı molozu
toplayıp çuvallara koymağa ve sofaya çıkarmaya başladı. bundan sonra üstüne
duvar örmeyecekti. İstiyordu ki ev halkı Mihrap ile temizlenmiş ve tertipli
olarak tanışsınlar. Şafak sökmesine yaklaşık iki saat vardı. Biraz gayretle
ortalığı toplayacaktı. Aniden molozların altında dörde katlanmış iki kağıt
parçası buldu. Merakla molozun içinden aldı ve tozlarından silkeledi. İki kağıt
da birbirine kınnapla sarılmıştı.
“Bunlar
da ne ulen? Biri Yorgo’nun mektubu herhalde” Genç adam açtı düğümü masaya serdi
kağıtları, her iki kağıtta eski harflerle yazılmıştı.
“Tamam,
birincisi Yorgo’nun diğeri de Dedem Hüseyin’in olmalı, başka kimse görmedi ki
burayı. kalemleri de farklı kağıtları
da.” dedi kendi kendine. Mektupları bulduğu için sevindi, rüyalarında ve
karabasanlarda neleri görmüşse hepsi birer birer çıkmıştı.
“Kafayı sıyırmamışım be” diye konuştu, kendiyle. Ama ikinci mektup dedesinden miydi onu görememişti.
“Kafayı sıyırmamışım be” diye konuştu, kendiyle. Ama ikinci mektup dedesinden miydi onu görememişti.
Sofra örtüsünü aldı Mihrap’ın üstünde çakılı
çivilere takarak örttü. Gaz lambasına üflemek
için eline aldığında, örtünün altındaki aydınlığın arttığını gördü. Hüseyin
gitti bu sefer tereddüt etmeden perdeyi kaldırdı, İçeride başka bir dünyadan
parıldayan yüzler, beyazlar içinde Marika ve çocuğu, siyahlar içinde Yorgo, Levanten
giysi içinde Vasili ve solmuş ceketi ve fesiyle Andon ustanın hayalleri doğrudan
Hüseyin’in gözlerine bakıyorlardı, mutluluk içinde, teşekkür edercesine minnet
dolu. Genç adam bu hayalleri tek, tek keyifle seyrettikten sonra:
"Da erken arkedeşler,
teşekkür için erken. Şimdi yapcam iş, Mihrap’ı tahrip edilmekten kurtarmak. Anladınız
de mi siz onu?” diye durumu anlattı onlara. Örtüyü tekrar itinayla örttü “Bura
iyi bir perde yaptıram, bu örtü düşüp
duru, baksene! ” diye söylendi. Sonra fener ve lambaları söndürdü, ortalık
karanlığa teslim olurken Mihrap’ı örten örtünün altından halâ soluk ve donuk
bir aydınlık yayılıyordu.
Odanın
kapısını yavaşça çekip, merdivene doğru yürüdü, bir elinde biraz önce Mihrapta bulduğu
mektuplar vardı. “Yarın Ali İhsan hocayı bulur ona okuturum bunları, bakalım ne
var içlerinde...” kendi kendine mırıldanıyordu genç adam. Hayalinde insanların mihrabı
görmek için sıraya girmiş hali:
“Birgün gelecek dünya bu resmi ve hikâyesini bilecek ve görmeye gelecekler, öğretmenimin okulda bahsettiği gibi”.
“Birgün gelecek dünya bu resmi ve hikâyesini bilecek ve görmeye gelecekler, öğretmenimin okulda bahsettiği gibi”.
Ben, bu
öyküyü kaleme alan, ilkokul üçüncü sınıfının yaz tatilinde sokakta oynuyordum.
Zaten çocukların bütün zamanları sokakta geçerdi o zamanlar, hatta İzmir’de geceleri
bile sokakta olurduk, yatana kadar. Rüzgarın savurduğu sararmış, solmuş mahalli
bir İzmir gazetesinin el kadar bir parçası kısa pantolonlu bacaklarıma dolandı. Ayağımı silkeledim ama
nafile. Baktım ısrarla yapışmış ayağıma, kağıt parçasını elime iğrenerek aldım,
tam silkeleyip atacağım sırada soluk kağıtta okunabilen yegane başlık dikkatimi
çekti; büyük puntolarla “Yıllarca saklanan tarih” başlığı altında daha küçük puntolarla
dizilmiş “Şirince’de ortaya çıktı” diyordu haberde. “İzmir, Hususi Haber”. Yıpranmış ve yer yer delinmiş saman kağıt üzerinde soluk bir yazı heyecanla bu
mihrabın bulunuş öyküsünü anlatıyordu. Yazının başlığı altında solmuş bir de resim
gördüğümü hatırlıyorum. İşte mihrabın gördüğüm ilk ve tek resmi buydu, aradan
geçen bunca zaman içinde bir daha ondan bahsedildiğini hiç duymadım ama benim çocuk belleğime
kazınmış olmalı ki bir daha unutmamıştım. Neden bahsediyordu o zaman tam olarak
farkına varamamıştım ama bilinçaltıma yerleşmişti, bu ilginç öykü.
Haber, belki de bir mahalli gazetecinin beni bugün bile heyecanlandıran uydurma, hayali bir haberiydi, kim bilir? Yıllar sonra aklımda kalanlarla yaptığım araştırmalar bana Osmanlı’nın dağılıp yok olması ve yeni Cumhuriyet devrinin filizlenmesi süresinde yaşanılan anıları içinde, kendi köklerimin de izlerini trajik yaşantılarını araştırır olarak buldum kendimi. Onlar da Balkanlardan gelmişler, yeni yurtlarında oradan oraya sürüklenmişlerdi yerleşip yeniden kök salana kadar. Daha sonra bazı arkadaşlarımdan da dinlediğim anılar, bu ülkedeki hemen herkesin geçmişlerinde böyle dramatik yaşantıların yaygınlığından emin oldum. Bu olayların sonucu, insanlarda kadere inancının büyümesi öte dünyadaki vaad edilen cennetin bu dünyadaki başarı ve utkulara tercihinin yaygınlaşması olmuştur diye düşünüyorum.
Haber, belki de bir mahalli gazetecinin beni bugün bile heyecanlandıran uydurma, hayali bir haberiydi, kim bilir? Yıllar sonra aklımda kalanlarla yaptığım araştırmalar bana Osmanlı’nın dağılıp yok olması ve yeni Cumhuriyet devrinin filizlenmesi süresinde yaşanılan anıları içinde, kendi köklerimin de izlerini trajik yaşantılarını araştırır olarak buldum kendimi. Onlar da Balkanlardan gelmişler, yeni yurtlarında oradan oraya sürüklenmişlerdi yerleşip yeniden kök salana kadar. Daha sonra bazı arkadaşlarımdan da dinlediğim anılar, bu ülkedeki hemen herkesin geçmişlerinde böyle dramatik yaşantıların yaygınlığından emin oldum. Bu olayların sonucu, insanlarda kadere inancının büyümesi öte dünyadaki vaad edilen cennetin bu dünyadaki başarı ve utkulara tercihinin yaygınlaşması olmuştur diye düşünüyorum.
Galiba
insanın bilincinde kalan en büyük travma ise, Cennetten kovulmasının bilinç altında
bıraktığı iz olmalı. Öyle ya, binlerce yıldan sonra bile bir göçmen olarak bulunduklarını
sandıkları bu gezegenden tekrar Oraya dönme hevesiyle yaşamalarının bir sebebi de
bu olmalı. Uzun ince bir yolda gidiyorlarken halâ kendileri için geçici
gördükleri bu gezegene kök salabilmek, bu nazik varlığı daha yaşanabilir hale
getirmek, yarınlara daha iyi bir miras bırakmak çabası içinde olmak ve bu dünyayı bir Cennet haline getirmek yerine, bu kadar pespaye ve kirlenmiş halde
bırakmalarının izahı başka ne olabilir ki?
Göğsüme bir ağırlık, içime bir hüzün çöktü ki tarifi imkânsız...
Sadık Mercangöz
Artur, Burhaniye 16 Eylül 2017 saat:00:12 D: 26 Ocak 2018 Cuma 01:00
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder